Nefs

mihrimah

Well-known member
وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلَّا مَارَحِمَ رَبّى اِنَّ رَبّى غَفُورٌ رَحيمٌ


Yusuf / 53. (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.​

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَاتُوَسْوِسُ بِه نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَريدِ


Kaf / l6. Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.​

وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ


Kıyame / 2. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).​

اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَويهُ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكيلًا


Furkan / 43. Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen
(Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?​

اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَويهُ وَاَضَلَّهُ اللّهُ عَلى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلى سَمْعِه وَقَلْبِه وَجَعَلَ عَلى بَصَرِه
غِشَاوَةً فَمَنْ يَهْديهِ مِنْ بَعْدِ اللّهِ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ


Casiye / 23. Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?​

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيهَا


Şems / 9.Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir,​
HADİS…

* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular: "Üç kişi vardır ki, Allah Kıyamet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara elim bir azab vardır:
- Sahrada, fazla suyu bulunduğu halde ondan yolcuya vermeyen kimse. Kıyamet günü Allah onun karşısına çıkıp: "Bugün ben de senden fazlımı (lütfumu) esirgiyorum, tıpkı senin (dünyada iken) kendi elinin eseri olmayan şeyin fazlasını esirgediğin gibi" der.
- İkindi vaktinden sonra, bir mal satıp müşterisine Allah Teâlâ'nın adını zikrederek bunu şu şu fiyatla almıştım diye yalandan yemin ederek, muhatabını inandıran ve bu suretle malını satan kimse. - Sırf dünyevi bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sadıktır, vermezse sadık değildir."
* Ebu berze el-Eslemi radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizin hakkınızda en ziyade korktuğum şey, zenginlik hırsı ile karınlarınızın ve ferçlerinizin şehvetleri bir de fitnelerin şaşırtmalarıdır."
* Berâ İbnu Âzib (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ramazan orucu farz kılındığı vakit, Müslümanlar ay boyu kadınlara temas etmezlerdi. Bazı kimseler bu meselede nefislerine itimad edemiyorlardı. Bunun üzerine şu mealdeki ayet nazil oldu: "...Allah nefsinize güvenmiyeceğinizi biliyordu. Bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti." (Bakara, 187).
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Ben her mü'mine, mutlaka, dünya ve ahirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz (bu hususla ilgili olan) şu âyeti okuyun: "O peygamber, mü'minlere öz nefislerinden evladır. Zevceleri, mü'minlerin analarıdır..." (Ahzâb 6). Hangi mü'min (vefatında) bir mal bırakırsa vârisleri (asabı) ona varis olsunlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım."
* İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: "Ebü Hüreyre (radıyallahu anh)'nin şu rivayete temas ettiği şeyden Lemem'e daha ziyade benziyenini görmedim: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Allah âdemoğluna zinâdan nasibini yazmıştır. Bu mutlaka ona ulaşacaktır: "Gözlerin zinâsı nazardır, dilin zinâsı konuşmaktır. Nefis de temenni eder ve iştah duyar. Ferc de bunu tasdik veya tekzib eder."
* Ebû Musâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir sefere (Hayber Seferi) çıkmıştık. Halk (yolda, bir ara) yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) (müdahele ederek): "Nefislerinize karşı merhametli olun. Zîra sizler, sağır birisine hitàb etmiyorsunuz, muhâtabınız gâib de değil. Sizler gören, işiten, (nerede olsanız) sizinle olan bir Zât'a, Allah'a hitab ediyorsunuz. Dua ettiğiniz Zât, her birirıize, bineğinin boynundan daha yakındır" dedi."
* Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "AIlah'ım, huşü duymaz bir kalbten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım."
* İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhisselâtu vesselâm) Hıcr'a uğradığı zaman: "Nefislerine zulmedenlerin meskenlerine girerken onların mâruz kaldığı musibetin size de gelmesi korkusuyla ağlayarak girin!" dedi. Sonra başını (ridasıyla) örtüp yürüyüşünü hızlandırdı ve vâdiyi geçinceye kadar bu hâl üzere devam etti."
* İbnu Mes 'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüd okuyunca şu mealde zikirde, duada bulunurdu: "Hamd Allah'adır, O'na sığınır, O'ndan mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden de O'na sığınırız. Allah kime hidâyet verirse onu kimse sapıtamaz, kimi de sapıtırsa onu kimse hidayete götüremez. Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür. O'nu hak ile, Kıyametten önce müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse doğru yolu bulmuştur. Kim de o ikisine isyan ederse, (bilsin ki) sadece kendisine zarar verir, Allah'a hiç bir zarar verermez."
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a üzerinde borç olan bir ölü getirildiği zaman: "Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?'' diye sorardı. Eğer yeterli mal bıraktığı söylenirse namazını kılardı. Aksi takdirde: "Arkadaşınızın namazını kılın!" derdi. Ancak Allahu Teâla Hazretleri Resülüne fetihler müyesser ettiği zaman (her getirilenin) namazını kıldı ve (borcu var mı? diye) sormadı. Şöyle derdi: Ben mü'minlere nefislerinden evlayım. Öyleyse, kim borç veya ağır bir yük veya horanta bırakırsa o banadır, benim üzerimedir. Kim de mal bırakırsa o da kendi varislerinedir."
* Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü. dendi, hangi kadın daha hayırlıdır?'' "Kocası bakınca onu sürura garkeden, emredince itaat eden nefis ve malında, kocasının hoşuna gitmeyen şeyle ona muhalefet etmeyen kadın!" diye cevap verdi."
* Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ümmetimden birkısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında. Basra denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir koprü vardır. Oranın halkı (kısa zamanda) çoğalır ve muhâcirlerin (müslümanların) beldelerinden biri olur. Ahir zamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Beni Kantûra gelip nehir kenarına inerler. Bundan böyle (Basra) halkı üç fırkaya ayrılır: -Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp (kır ve ziraat hayatına dönerler, bunlar) helâk olurlar. -Bir fırka nefislerini(n kurtuluşunu esas) alırlar (ve Beni Kantûra ile sulh yolunu) tutarlar. Böylece bunlar küfre düşerler.
-Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar."
* Hz. Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri yeryüzünü benim için dürüp topladı, ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır. bana iki hazine verildi: Kırmızı ve beyaz hazineler. Ben Rabbimden, ümmetimi umumî bir kıtlıkla helak etmemesini, ümmetime kendi nefislerinden başka bir düşman musallat edip çoğunluğu helak etmelerine meydan vermemesini talep ettim. Rabbim Teâla hazretleri bu isteklerime şöyle cevap verdiler: "Ey Muhammed! Bir hüküm verdim mi artık o geri alınmaz. ben senin ümmetine "Onları umumi bir kıtlıkla helak etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helak edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama kendi aralarında birbirlerini helak edecekler."
TEFSİR…
وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

Kıyame / 2. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).
"Hayır, kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim." Bu da aynı mânâda, "nefs-i levvâme" (kendini kınayan)'nin gerçekleşeceğine yemindir. Nefs-i levvâme, "kınayan nefis" demektir. Bu da ya başkasını çok çok kınayan nefis veya yaptığı günahların fenalığını anlayıp da kendini kınayan, pişman olan nefis demek olabilir. Daha çok bu ikinci mânâ yaygın ve bilinmektedir.
Onun için nefisler nefs-i emmâre (insana kötülük yapmasını emreden nefis), nefs-i levvâme, nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefis), nefs-i mülheme (ilham edilmiş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), nefs-i raziye (razı olmuş nefis) ve nefs-i merdıyye (kendisinden razı olunmuş nefis) diye yedi mertebeye kadar sayılır ki, her biri terbiye ve nefsi kırma ile tarikat yolunda bir mertebedir. Yani kıyamet günü muhakkak olacak ve ona inanmak istemeyen kötü nefisler o gün kendisini çok kınayacak, dünyada yaptıkları gafletlere, günahlara çok pişman olacaklar, hatta her nefis kendini kınayacak, dünyada işlediği kusura pişman olacak, "daha iyi niye çalışmadım, daha güzel işler niçin yapmadım" diye pişmanlık duyacaktır. Bu surette "kendini kınayan nefs"e yemin, o gün gerçekleşecek olan kınamasındaki acılığın önemine ve büyüklüğüne dikkat çekmek için demek olur.
وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلَّا مَارَحِمَ رَبّى اِنَّ رَبّى غَفُورٌ رَحيمٌ


Yusuf / 53. (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
Bununla beraber ben kendimi temize çıkarmak, (nefsimi terbiye etmek) çabasında değilim. Yani Yusuf'un arkasından kendisine hıyanet etmediğimi bilsin diye hakkı söylerken, hakikatı itiraf ederken, kendimi büsbütün tezkiye ve terbiye edip, temize çıkarmıyorum. Böyle bir şeyi söylemem, çünkü daha önce söylediğimi söyledim ve suçumu itiraf ettim. Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım, arkasından, yani yokluğunda ona hainlik yapmadım.
Şu kadarını da söylemeliyim ki, Gerçekten de nefis, hep kötülüğü telkin ve emreder. Haddi zatında beşerin nefsi daima fenalık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Yani genel olarak beşer nefsinin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır: nefis kendi gücünü ve emrindeki araçları o yönde kullanır. Ve onun böyle bir özelliği vardır. İşte bundan dolayı insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa sürüklenir.
Ancak Rabb'imin rahmet ettiği müstesnadır. Yani, ancak Rabbimin, koruyup kayırdığı nefisler, yani, Yusuf'un nefsi gibi Allah'ın lutfu ve rahmetiyle kötülükten arındırılmış nefisler bunun dışındadır. Onlar pak ve masum nefislerdir. Yahut ancak Rabbim rahmet ettiği vakit, rahmânî kuvvet, nefsanî kuvvete üstün geldiği vakit, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Veya nefis ilâhî emre uyar da kendi emrini terkederse fenalıktan uzak kalır. Şüphe yok ki, Rabb'im ğafurdur, rahîmdir. Mağfireti ve rahmeti büyük, çok büyüktür. Şu halde birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyilleri ve istekleri, Rabbülalemin kendi mağfiretiyle örttüğü ve önlediği, onların fiil alanına çıkmasını engellediği, rahmetiyle koruyup kayırdığı için, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenlere de mağfiret ve rahmet eder. Bunun için nefsi emmaremi temize çıkarmayarak hakikatı itiraf ettiğim ve doğruyu söylediğim için de Rabbimin mağfiret ve rahmetini niyaz ve ümid ederim. İşte Aziz'in hanımı böyle itiraf ve istiğfar ederek, gerçeği ıkrar ve Allah'a olan imanını da açığa vurdu.
Yusuf'un da Allah katında bilinen iffeti ve nezaheti halkın gözünde böyle parlak bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Düşünmeli ki, ilâhî aşk, nefsanî aşka üstün geldi, onu nasıl yendi. Kin, öfke ve ihtiras ile dolmuş düşmanları bile nefsaniyeti bir yana bırakarak, gerçeği söyledikleri ve böyle güzel güzel şahitlikten kendilerini alamadıkları bu temizlik, bu iffet ve fazilet ne büyük, ne kutsal bir mertebedir. Bakınız hakkın tecellisi ile ihtiraslar nasıl sönüyor, gayzlar ve öfkeler nasıl siliniyor, bencillikler nasıl ortadan kalkıyor da hak aşkından başka ayakta kalabilecek hiçbir şey kalmıyor.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
NEFİS VE ŞEYTANIN ALDATMASI
Soru: Nefsin ve şeytanın tuzaklarından kurtulma adına neler tavsiye edersiniz?

İnsan, bir taraftan hırs, kin, nefret, haset.. vb. duygularla örgülenen nefis mekanizması, diğer taraftan da nerede, ne zaman ve ne şekilde karşısına çıkıp kendisini aldatacağı belli olmayan şeytan unsuruyla her zaman karşı karşıyadır. Çoğu zaman bu düşmanlar, insana dost suretinde yaklaşarak doğruyu yanlış, çirkini güzel, batılı hak gösterir ve insanı idlâl edebilirler. Bu mevzuda Kur'ân, şeytanın his ve karakterine şöyle tercüman olur: "Elbette onlara önlerinden, arkalanndan, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onlann çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." (A'raf, 7/17) O halde insan, nefsin ve şeytanın vesveselerine karşı daima uyanık olmak zorundadır. Bu noktada ayrıca bir hususun altını çizmekte fayda mülâhaza ediyorum; bazıları "iman ve Kur'ari a hizmet eden daire içinde bulunuyoruz. Dolayısıyla nefsin ve şeytanın bize zarar vermesi imkânsız ya da çok zordur" diye düşünebilirler. Oysaki tam aksine, şeytanların en azılıları işte bu tür insanlarla uğraşmaktadırlar. Onun için böylesi kişilerin sıradan insanlara nisbetle daha dikkatli olmaları gerekir.
Ayrıca iman ve Kur'an hizmetiyle iştigal eden insanların nefis mekanizmaları tabiî seyri içinde çalışmaktadır. O mekanizma her fırsatta kendi isteklerini kabul ettirme arzusundadır. Bu açıdan da insanın bunun bilincinde olup, nefis mekanizmasının aldatma ihtimaline karşı temkinli olması icap eder.
Biraz daha bu hususları açmaya çalışalım; iman ve Kur'ân hizmeti uğrunda yıllarını vermiş bir insan, bazen yapılan hizmetlerin inkişaf edip, arkadan gelen nesillerin bu davaya sahip çıktığını görünce, kendi kendine: "Nasıl olsa yapılan hizmetler rayına oturdu. Âhenk çok iyi. Bize ihtiyaç kalmadı. Yapacağım
bir şey yoksa burada durmam da abestir.." deyip bir kenara çekilebilir; çekllebilir ve buna mesnet olarak: "Efendimiz de hayatını vazifesine bağlamıştır. O, dünyada yapacağı birşey kalmayınca, zafer naraları işitme yerine, "er-Refîke'l-A'lâ" deyip Rabbine kavuşmayı tercih etmişti' diyebilir. Başka biri de Allah'a Peygambere, kendi dostlarına.. kavuşma arzusunu hiçe sayıp:
"Dünyada kalıp hizmet etmek ve bu uğurda sıkıntılara katlanmak, âhirete gitmekten daha iyidir; zira Allah Rasulü (s.a.s), miraçda cennetleri müşahede ettiği halde, dönüp tekrar ümmetinin arasında yaşamayı tercih etmişti.." şeklinde düşünebilir.
Halbuki bu düşüncelerin ikisinin de eksik yanları var ve bir açıdan bunlar arzu ve heveslerin fikir suretine girmiş şeklindenibaret sayılabilirler.
Evet, işte bunun gibi, hayatını kudsî bir dairede geçirse de insan, bazen nefsin ya da şeytanın zehirli oklarından biriyle karşı karşıya kalabiliyor.
Bundan kurtulma yollarından biri, insanın daima kendi duygu ve düşüncelerini kontrol altında tutmasıdır. Mütecessis ve müvessis bir insan gibi o sürekli duygu ve düşüncelerinde, Allah'ın rızasına muhalif "bit yeniği" aramalıdır. Zaten tecessüs ve tefahhus yoluna girip kendi içinde bir kısım sorgulama hisleriyle yaşamayanların müstakim kalması da mümkün değildir. Tarih boyunca terakki eden insanlar, murâkabe tarassuthanelerinde kavga veren insanlar olmuştur hep. Şunu da belirtmeliyim ki, bu tecessüs, kesinlikle insanın kendi varlığına, kendi aklına, kendi dinine, dinin esaslarına yönelik bir şüphe ve tereddüt değildir. Aksine nefis ve şeytanın her an, her yerde bir tuzak kurup kendisini bekliyor olabileceğinden şüphelenme ve ona göre tedbire açık olma demektir. Zaten bu çizgide hareket edilmediği sürece, birinde olmasa diğerinde insanın nefis veya şeytanın ağlarına takılıp kalması kaçınılmazdır. Efendimiz (s.a.s), onların, çeşit çeşit kandırmalarına maruz kalmamak için bizlere her zaman dua yolunu göstermektedir. Hemen her fırsatta, kalbimizi çatlatırcasına "Ya Rabbî, Ya Rabbî, Ya Rabbî.." diyerek yapacağımız dualar, hem iradelerimize fer ve kuvvet verip bizim hayra yönelmemizi sağlayacak hem de onlardan gelebilecek tehtikelere karşı bizi muhafaza edecektir. Üstad bunu: "İstiğfar, meyelan-ı hayra kuvvet verir, şerrin kökünü keser; dua da meyelan-ı hayra kuvvet verir" şeklinde özetler.
Hasılı; her şahsın kendi duygu ve düşüncesiyle imtihan olduğunu bilip, bu duygu ve düşüncelerinde hem nefsin, hem de şeytanın belli hesaplarının olabileceği ihtimalini bir lahza unutmayarak hep temkinli hareket etmesi gerekmektedir.
NEFİS DAİMA KÖTÜLÜĞÜ EMREDER
Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ma’nevî ağırlıklar gibidir. Rûh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Aksine, nefis beslendikçe rûh küçülür, sıkışır ve ağırlaşır.. Bunun neticesinde de kalp, duygu ve latifelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz (sav)’in beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. Yine O’nun beyanıyla, öyle ise siz de “Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın.” Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayet normaldir. Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse âit beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana bir açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a (cc) yaklaşma istikametinde atılmış ilk adımlardandır. Efendimiz Aleyhisselatü vesselam’ın, “Senin en büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir..” ve bir muharebeden dönerken, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurması ve yine Kur’ân’da Yusuf Aleyhisselam’ın dilinden, “Muhakkak nefis kötülükleri emreder” sözünün nakledilmesi, ondan korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli dersler ve uyarılardır.
NEFSİN TESLİMİYETİ
Nefsin insana teslim olması zorlu ve çetin bir çalışma gerektirir. Zira insanda sayılamayacak kadar çok zaaflar ve boşluklar vardır. Bütün bunları aşmak ve mevcud zaafları birer fazilet hâline getirmek, çok büyük ve ciddi bir gayret ister. Zira nefsin teslimiyeti, ancak bütün kötü duygu, düşünce ve isteklerden arındıktan sonra mümkün olabilir. Burada “bütün” kelimesini bilerek kullanıyorum. Çünkü bir kısım kötülükler hükmünü icra ettikleri müddetçe, nefsin teslimiyetinden söz etmek mümkün değildir.
İnsan terbiyesini bir bütün olarak ele alan tek sistem ve tek terbiye metodu -daha önce de arzettiğim gibi- İslâm’dır. Başka sistemlerle de kısmî olarak nefsin terbiyesi mümkün olabilir ama bütünüyle asla!..
Meselâ, bir yogi, az yeme, az uyuma metoduyla nefsini şehevî hislerden arındırabilir. Ama aynı şahıs yalan gibi, başkasını aldatmak gibi kötülüklerine devam edebilir. Bir Müslümanda da aynı hatalı davranışlar görülebilir. Fakat bu, şahsın kendinden kaynaklanan bir arızadır ve sistemle ilgili değildir. Çünkü İslâm, insanı her türlü kötülükten men etmektedir.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da dengeli davranmak şarttır. Aksi halde insan, tümseği-çukuru birbirine girmiş bir ucube hâlini alır. Evet bir tarafıyla kemâle ererken, diğer yanıyla da her zaman güdük kalır. Böyle durumda da nefsin teslimiyetinden bahsedilemez.
NEFİS MÜDAFAASI ŞEYTANIN MIRILTISIDIR
Nefsi müdafaa adına söylenen her söz şeytanın mırıltısıdır, o aynı zamanda bir cedel ve miradır. Meselâ, “bu gece herhalde teheccüde kalkamadınız” dendiğinde, “geç yatmıştım da” gibi bir savunmaya girmek, cedel olur. Geç yatılmış bile olsa, “şu gafil nefsin elinden kurtulamadım gitti” denmelidir. Aynı şekilde, meselâ, “ekmekleri ısıtsaydınız?” dendiğinde, nefis müdafaası adına, “hekimler böyle yemenin faydalı olacağı görüşünde” demek de bir cedeldir. Yine, “haritayı öyle değil de, şöyle assaydınız” dendiğinde, “odayı tam ortalayayım da, daha iyi görünsün istemiştim” cevabını vermek de bir müdafaa-ı nefs ve cedeldir.
İnsan, her hâlükârda nefsini müdafaadan kaçınmalı, fakat Hakk nâmına her fırsatı da mutlaka değerlendirmelidir.
NEFSİ TERBİYE İLE NEFSİN HAKKINI VERME ARASINDAKİ DENGE
Nefsi terbiye, aynı zamanda hakkını da vermek için elimizdeki ölçü ne olmalıdır?

Nefse hiç açık kapı bırakmamalı; o, daima baskı altında tutulmalı. Zaten hayatımızı sürdürmek için yiyip içiyoruz; o, bunların hepsinden faydalanıyor. Fakat o, kendi haline bırakıldığı takdirde bunlara kanaat etmez; daha fazlasını ister. Onun her istediğini yerine getiren insan da, onun altında kalır ezilir. Nefsin gıdalanması için, ona ne ölçüde bir saha tanınacağı Din'de bellidir. Ona bunun ötesinde bir saha tanımak, onun altında kalıp ezilmeye yol açar.
Nefsin ruh gibi, kendine has bir mevcûdiyeti vardır. İmam-ı Birgivî'nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserine Berika adlı şerh yazmış olan İmam-ı Hadimî, ye kendi veya başkasının başından geçen misalî bir mahkeme hadisesini anlatır. Her kimse onu, "hakkında şikâyet var" diye mahkemeye çıkarırlar. Mahkemeye vardığında, köşede büzülmüş tanımadığı biri durmaktadır. Şikâyetçi olan bu kişi, "Bu zat, benim hakkımı vermiyor; yemiyor, içmiyor, yatmıyor" diye şikâyetlerini sıralamaya başlayınca, maznun, onun nefsi olduğunu anlar. Sonra da kendini şöyle müdafaa eder: "Budur beni sürekli olarak Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışan; budur beni günahlara çağıran; budur benim helâkimi hazırlayan..." Neticede mahkemeyi kazanır.
Nefis şikâyet eder; kim bilir, Allah yolunda hizmet edenlerden, az yiyip az uyuyanlardan, meselâ, Ramazan'ın dışında Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutanlardan ne şikâyetler etmektedir! Fakat, onun şikâyete hakkı yoktur; onun şikâyetlerine hiç mi hiç kulak vermemek lâzımdır.
NEFSE PRİM VERMEME, ONUN BOYNUNU KIRMA
Hataya düşmemek, nefse prim vermemek, Şeytan'ın sağdan gelmesi karşısında mağlûp olmamak için İslâmî kıstasları bilmek çok önemlidir. Bunlar, herkese göre değişen meseleler değildir; Kur'an ve Sünnet'in hükümleridir. Bunlar dışında kalan hususlarda, nefse prim vermeme, onun boynunu kırma adına ne gerekiyorsa yapılabilir. Meselâ, nafile ibadette bulunma; evvâbin kılma, teheccüd kılma, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutma.. nefse zor gele gele bunlar eda edilmelidir. Yine meselâ, bir yerde dînî, millî bir mesele anlatılacak. İçinizden "ben anlatayım" duygusu geçiyorsa, hemen bırakıp başkasına anlattırma.. orada bu meseleyi daha iyi anlatıp, ruhlara daha iyi girecek biri varsa, yine onu tercih etme.. aynı şekilde, konuşurken, nefsin "ne güzel konuşuyorsun!" diye fısıldadığı anda, hemen bir kenara çekilme; çok güzel bir mektup, beliğ bir yazı veya şiir yazdınız, içinizden beğenme geldi, hemen onu yırtıp atma; başkalarının hidayetine vesile olan bir hizmet veriyor, konuşmalar yapıyorsunuz, ama içinize "ucub" geldi, baktınız, çalımlarınıza takılıp gidiyorsunuz, muvakkaten de olsa o hizmete ara verme... İşte, Kur'an ve Sünnet'in, ruhsat sınıfına da girse, bir hükmüne kimsenin müdahale hakkı olmamasına mukabil, nefsi terbiye adına bunlar yapılabilir ve yapılmalıdır.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.
Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. Name=r0063; HotwordStyle=BookDefault; sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan Name=100; HotwordStyle=BookDefault; dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?
Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.
NEFSİ SEVMEYE SEVK EDEN ESBAB
İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah'a ubudiyetine mani olan, cüz'î nazarını cüz'î şeylere hasretmektir. Evet cüz'iyat içerisine düşüp cüz'îlere hasr-ı nazar eden, o cüz'î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev'e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz'înin en büyük bir sebebden sudûruna cevaz veremez. Meselâ: Cüz'î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızk ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah'dan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaatı hasıl olur. Ve keza evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbâ-ül Envarın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki; kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden ancak leyl ve neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîmdir.
Ve keza senin vücudunun zuhur ve vuzuhca Hâlık'ın vücuduna nisbeti, Hâlık'ın vücuduna delalet edenlerin nisbeti gibidir. Çünki sen bir vecihle kendi vücuduna delalet ediyorsun. Amma Hâlıkın vücuduna, bütün mevcudat, bütün zerratıyla delalet ediyor. Öyle ise onun vücudu senin vücudundan âlemin zerratı adedince zuhur dereceleri vardır.
Ve keza seni nefsini sevmeye sevkeden esbab:
1- Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir;
2- Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir;
3- İnsana en karib -yakın- nefistir, diyorsun. Pekâlâ. Fakat o fâni lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlıkı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir? Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu, sebeb-i muhabbet olursa, bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi', Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber mahbub-u hakikî olan Fâtır-ı Hakîm'e ihda etmek lâzımdır.
NEFS-İ EMMÂREME BİR SİLLE-İ TEDİB
Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir. Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabûl etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir Sûrette kabûl etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir Sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gâyet ahmak, gâyet zâlimdir.
Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.
Hem deme ki: «Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.» Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.
SENİN EN ZARARLI DÜŞMANIN
Name=246; HotwordStyle=BookDefault; Meâli:Name=HAŞİYE; HotwordStyle=BookDefault; "Nefis daima kötü şeylere sevk eder" âyetinin, hem de Name=r0162; HotwordStyle=BookDefault; mânâ-yı Şerifi: "Senin en zararlı düşmanın, nefsindir"Name=2; HotwordStyle=BookDefault; hadisinin bir nüktesidir.
Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, Name=248; HotwordStyle=BookDefault; âyetinin bir tokadını yer.
Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâmelle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptelâ olan hisse ve hevâ-yı nefse mağlûp olup, yolunu şaşırmış hissin fetvâsıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adeta, ders aldığı Amme cüz'ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenâtını, hissini okşamak için ve hevâsını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enâniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasâret eder.
NEFSİ SUSTURAN LEVHA
Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.
1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2. Sen, ani ve fani zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.
3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana kefaret ediyor.
4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat i kanaatin gelmiş ki, zahiri musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlahiyenin çok tatlı neticeleri var. Name=72; HotwordStyle=BookDefault; çok kat i bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahi, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderi değiştirilmez.
5. Name=73; HotwordStyle=BookDefault; kudsi düsturunu kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fani zevkler, sana manevi elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilakis, manevi lezzetler ve uhrevi sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
EŞEĞİN SESİ

Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine: “Allah (c.c.) Kur’an-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.” Buyuruyor? “O kadar hayvanın içerisinden eşeğin seçilmesinin hikmeti nedir?” diye sordu.
Talebeleri, bu meselenin açıklamasını kendisinden rica ettiler. Mevlana:
-“Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Halbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında.
Demek ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah’a ait bir dava, bir sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünene birisinin sesi Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”

AKREBİN HÜNERİ


Akrep, ırmağın kenarında dolaşıyordu. Bir kaplumbağa yanına geldi ve:


-Burada ne yapıyorsun? Dedi. Akrep:

-Irmağın öte yanına geçmek için bir çare arıyorum. Benim, bütün kavmim ve çocuklarım ırmağın öte yakasında, cevabını verdi.
Kaplumbağa yardım etmek istedi. Şefkatinden onu sırtına aldı ve yüzmeye başladı. Irmağın ortasına geldiğinde akrebin ısırmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtına iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa:

-Ne yapıyorsun? Diye sordu. Akrep:

-Hünerimi gösteriyorum, dedi. Sen bana iyilik ettin, şefkatini gösterdin. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat ancak budur.
Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı ve akrebin işini bitirdi.
İnsanın nefsi kötülüğü ister. Kötü nefsin öldürülmesinde ihmal gösterilmemeli, o diri bırakılmamalıdır. Çünkü o akreptir ve fırsatını bulunca insanın manevi hayatını öldürmek için mahiyetinin gereğini yapacaktır.

ANLAYIŞSIZ RAKİP

Yahya bin Muaz Hazretleri:

-Hasmının anlayışlı olması kişinin şansınadır. Benim hasmımın hiç anlayışı yok, buyurdu.
-Senin hasmın kim? Dediler.
-Nefsim, dedi. Onun hiç anlayışı yok. Ona kalsa, dünyada tadacağı geçici zevkleri, ileride elde edeceği ebedi cennet nimetlerine tercih edecek.

İnsanın en can alıcı hasmı nefsidir. Hz. Mevlana’ya göre, Allah’ın yarattığı şeyler içinde en ahmak olanı odur. Zira hep kendi zararını ister.


Ona karşı gafil olmaya, mücadeleyi bırakmaya gelmez.
NEFİS
Nefis, ateş gibidir. Yakıcılığı ve zararlılığı her zaman mevcuttur. Bu nefis, İslamiyet sobasıyla kuşatılırsa, ondan istifade edilir. Yani o halde nefis, insan için terakki vasıtası olur.
Nefsini yenerek tahkiki iman kazanan kimse, ateş ortasında fidan yetiştirmiş gibidir.

KURT KOYUNA, NEFİS DÜNYAYA SALDIRIR


Yahya bin Muaz’dan:

-Nefis dünyalık bir şeye rastladığı zaman, sanki bir kurt, ıssız bir yerde, bir koyuna rastlamış gibi olur.
Kurdun koyunu yeme isteği ne ise, nefsin de o dünyalığı elde etme hırsı aynıdır.

-Nefsinin arzuları peşine takılan kimse, dünyada da ahirette de sıkıntı ve azap çeker.

Dünyada çektiği, onları elde etmek içindir.
Ahirette çekeceği ise, onların hesabını vermek içindir.NEFSE

İTİMAD EDİLMEZ


Ebu’l Hasan Büşenci, bir gün yıkanmak için banyoda bulunduğu sırada, hizmetçisini çağırdı. Kapı arkasından gömleğini uzatıp “bunu falan fakire veriniz” buyurdu.


Hizmetçi, “Peki efendim” diyerek, gömleği götürüp fakire verdi. Daha sonra da Ebu’l Hasan’a:


-Efendim bunu dışarı çıkınca söyleyemez miydiniz? Banyoda iken söylemenizin sebebini anlayamadım. Diye sordu. Ebu’l Hasan, cevaben şu açıklamayı yaptı:


-O hayırlı düşünce, hatırıma orada iken geldi. Dışarıya çıkıncaya kadar, nefsimin beni bu düşünceden caydırmasından çekindim. Nefsime çok kısa zaman da olsa, itimad edemedim

NAR
DÜŞKÜNLÜĞÜ


İbrahim Havas (raimehullahu) anlatıyor: Bir gün Likam dağında idim. Bir nar ağacı gördüm, canım çekti. Ondan bir nar kopararak yardım, ekşiymiş, elimden attım ve yoluma devam ettim. Az ileride birini gördüm, yere serilmiş ve üzerine arılar üşüşmüştü.

Adama selam verince “aleyküm selam ya İbrahim” diye cevap verdi. “Beni nereden tanıyorsun” diye sordum. “Allah’ı tanıyanlara hiçbir şey saklı değildir” karşılığını verdi. Ona “anlaşılan Allah ile münasebetin var, şu arıları kurtarmasını ondan istesene” diye takıldım.

Bana şu cevabı verdi, “ben de senin Allah ile münasebetin olduğunu sanıyordum. Asıl kendin, nar düşkünlüğünden seni kurtarmasını istesene! Nar düşkünlüğünün acısını insan ahirette çeker, oysa arı sokmasının acısı dünyadadır. Öte yandan arı sokması vücudu incittiği halde azgın arzular, iğnelerini kalbe batırırlar.”


Bana ağır, fakat faydalı bir ders veren adamı kendi haline bırakarak yoluma devam ettim.

CİHETLER İÇİNDE DUYDUĞUN BU SES

Sıtma ve karın ağrısından müteessir olan, sivrisinek ve arının ısırmasına karşı korunamayan, haşmeti içinde âciz senin, bu girift bilmecelere karşı istinat noktan ne olmalı? Kabir kapısında sönen hayat şûlesi mi? Hayır, hayır.. Batıp giden, cihan sultanlığı da olsa, gelecek korku ve endişelere karşı merhem olamaz. Öyleyse nedir muhtaç olduğun şey ? Nedir için için özlediğin halde izine tesadüf edemediğin cevher? Hayat her cihetiyle senin için serap... Heyhat baştan başa ıstırap. Yollar kıvrım kıvrım ve yokuş; her şey sana tuzak kurmuş, her taraf sana yabancı.


Geldiğin yeri bilmediğin için, gideceğin yeri görmediğin için, gözyaşlarını ceyhun et. O deryada boğul; belki aradığını bulursun. Acaba yollar sana karşı neden bu kadar vefasız? Yok yok.. Günah, yolların değil; sen yolunu yitirdin.. Kâlbine biber ekilip, beynin, cesedine yedirildiği günden beri.. Kamışın şekere karıştırılıp şerbetten tecahül edildiği günden beri... Sonra dünyanın taşını, toprağını, demirini senin beline yükleyenler, seni öz cevherinden uzaklaştırıp âdeta maddeleştirdiler. Kâlbinin derisini yüzüp ayaklarına çarık ve ayak derilerini de taçlarda sorguç diye kullandılar.

Sen yüzüstü emeklemeyi ve ayakların vazifesini ellere göndürmeyi ma'rifet saymaya başladın. Ve en korkuncu bütün hadiselere kendi şahsî dünyandan baktığın için, he rşeyi arzularının rengine boyanmış buldun. Nefis, despot duygular dolu bir âsi.. Sen onların şevkiyle şehvet dolu kombinezonlar çizen robot boyacı... Orucun demhanede; iftarın meyhanede; bayramın puthanede; iradesiz ve oluşların zebunu zavallı mahlûk oldun. Ama gözlerin önünde solan renkler, yokluğa doğru sürüklendiğinden acılaşan zevkler, uykunu kaçırıp seni hayata geldiğine bin pişman ettiğinden; sence hiçlikten ibaret olan ölüm sonrasını düşünmemek için, içinin ağlamasına rağmen eğlence ve sefahet yerlerinden teselli dilenmeğe başladın. Heyhat! O yara çok derin. Yuf sana! Bu derman pek ma'nâsız...


"Bir geçmiş zamanı beyhude yad etme, Bir gelecek zaman için botuna feryad etme, Geçmiş gelecek, bütün bunlar masal hep,Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.” diyen maddeci şair; senin ruh perişaniyetini istenenin üstünde tasvir edip kâlbindeki ebed arzusunu işlemez hâle getirmek istiyor. Ama sen bir madde yığını değilsin; kâinattaki ma'nâları içinde toplayacak kadar geniş bir istidada sahip kutup varlık ve oluşun çekirdeğisin. Semalar tahtın.. Sidre kemerin.. Arş, sende bir örtü veya sendeki Arş'ın Arşı... Sen şimdi bu ideal ülkeden çok uzaklarda bulunuyorsun. Gözlerini bağlayan başıbozuk kuvvetler, bazınıza düşman olarak silâhı ile tepetaklak kovulmanıza sebep oldular. Şimdi vahşet sahrasında âfâkî zevklerin tesiriyle mahmur ve ıstırap hecelemektesin. Günün daraldığı zaman yatar, acılar yüklendiği zaman yer ve içersin. Ah! Bunların bütün dertlere derman olacağını sanmak ne büyük hüsran! Emeller sende sonsuz, elemler tepe tepe omuzlarında.. Lezzetlerden mahrum kalış ve ebedî zevkleri elde edemeyiş elemi...Yâ gidip de geri gelmeyenlerin, içinde meydana getirdiği burkuntular? Bunları inkâr edebilir misin? Gittikleri yere sen de gideceksin ve bir daha geri dönmeyeceksin.


Cihetler içinde duyduğun bu ses, sanki sana cihetsizlikten geliyor. Burası vatan değil. Dünya bir uğrak.. Sen burada kimsesiz.. Sen burada öksüz ve garibsin. Kendine bir yâr ara ve bu perde perde gurbetten kurtul. Dâvanın hâlledilmiş şekli iki kelimede: Sen gurbettesin...

KALBİN HASTALIĞI

Nefsini bırak! Ve ondan uzaklaş!.. Nisbî olarak kendine izafe ettiğin mülkten ayrıl!.. Hepsini Allah'a teslim et!.. Ve kalbin kapısında bekçi ol!.. Allah'ın "gönlüne sakla" dediklerini içeri al ve: "alma" dediklerini kalbine sokma!.. Kötü istekleri kalbinden çıkardıktan sonra bir daha yaklaştırma!.. Bu şeytanî arzuları kalbden çıkarmak: her halde ona uymamak ve daima muhalefet etmekle olur.


Allah'ın iradesi dışında bir şey isteme! Ondan başka bir şey istemek, boş bir temennidir... Akılsızlıktır. Sakın böyle bir hevese düşme!.. Telef olursun... Helak olursun!.. Hakkın merhametinden uzak kalırsın...


Sonuna kadar Allah'ın emirlerini tut! Sonuna kadar yasak ettiği şeylerden kaç!.. Sonuna kadar onun kaderine teslim ol!.. Yarattığı şeylerden hiçbirini ona ortak yapma... Şirk koşma!..isteğin, arzun, şehvetin, hepsi O'nun yarattıklarıdır, ..isteme! Kötü arzularına kapılma! Şehvete düşkün olma!.. Tâ ki müşrik olmayasınL

Ayetten: "Bir kimse Rabbine kavuşmayı istiyorsa, yarar iş yapsın. Rabbi için yaptığı ibadetlere şirk katmasın."

Şirk, yalnız putlara tapmak değildir. Kendi şahsî arzu ve isteklerinde tesir görerek, uyman da bir nevi şirk ve putperestliktir. Dünya ve onun meramdan, âhiret ve onun nimetlerinden herhangi birine gönül kaptırarak, seni yaratanın sevgisini değil, bunlardan herhangi birinin sevgisini üstün tutarsan, şirk etmiş olursun.. Bunlardan herhangi birine kapılman, gizli şirktir. Bunun için, daima sakın; onlara yanaşma, kork, emniyet etme. Gafil olma!.. Her şeyi iyice tahkik et!.. Ancak bu hâlle rahata kavuşursun... Kendini hiçbir hâl ve makama sahip yapma!.. Ama bir makama sahip bulunuyorsan bırakıp da kaçma!.. Sana mânevi bir vazife verilirse ve bir makama çıkarılırsan herhangi birini seçme! Çünkü Allah-ü Teâlâ her an bir iş yapar!.. Tağyir eder, tebdil eder... Âyetten: "Kişi ile kalbi arasında gelip geçeni o idare eder."


Uçsuz bucaksız bir varlık bul, kendini muayyen ölçülere kaptırma. Muayyen bir çerçeve içerisinde kalırsan, doğruluğunu haber verdiğin yanlış olabilir. Kalacağını haber verdiğin nesne bakarsın ki kaybolmuş... Hakkın iradesine tâbi ol ve hiçbir şeye karışma!.. Keşif ve keramet nevinden sayarak bir şeyler söylersin; ama aksi olunca utanır, rüsvay olursun... Sana bu hâlde yine bir vazife düşer: bu ' hâlini saklamak.,. Ve senden başkasına bunları duyurmamak... işte bu, tam sebat ve beka hâlidir. Bunların Allah (c.c.) tarafından sana bir hediye olarak verildiğini bil... Bu hâle şükür etmek için O'ndan yardım iste... Başkasına göstermemek için ört... Eğer bu hâller gider de yerine başka bir hâl gelirse, üzülme; onda da çeşitli bilemediğin nimetler gizlidir... İlim vardır... İrfan, marifet vardır; ayıklığım artırır ve edep terbiye öğretir sana... Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:


- "Biz hiçbir âyeti, ondan daha iyisini veyahut benzerini getirmemek şartıyla değiştirmeyiz... Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?"

Allah'ın kudretini küçük görme!.. Takdir ve tedbirde onu itham etme... Onun vaadinin doğruluğundan şüpheye düşme... Hazret-i Peygamberi (s.a.v.) kendine örnek al... O büyük insana inen ve mushaflarda yazılan, dillerde okunan bazı âyetler kaldırıldı... Bazısı değişti, yerine başka âyet geldi... Biraz önce haber verdiğinin aksini az sonra söyledi. Ama bu hâl zahirde böyle oldu. Öbür yönünü ancak Allah'la kendi arasında bir iş olarak kabul ederiz.

İşte yukarıda anlatılan hale işaret ederek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:

- "Kalbimde değişik haller olur; bu yüzden her gün yetmiş defa istiğfar ederim."

Diğer rivayette: "Yüz defa" ?

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz daima hâl değiştirirdi. Bir hâlden diğer bir hâle geçer ve olgunluğa doğru ilerlerdi. Gayb âleminin hazinelerine ererdi. Çeşitli mânevi süslerle süslendi. İşte Peygamber (s.a.v.) Efendimiz böyle yükselirdi. Her yükseldikçe bir evvelkinin noksanlığını anlar; mahdut bir hâlde kalmayı bir noksan sayar, istiğfar ederdi.

Böylece kendisi yaptığı gibi Ashabına da istiğfar telkin ederdi... Çünkü istiğfar ve tevbe hâlinde bulunmak kulun vazifesidir. İnsana en çok yakışan şey, istiğfar ve tevbe etmektir. Bütün kötülükleri bir daha yapmamak şartıyla bırakmak babası Âdem'den (a.s.) Peygamberimize (s.a.v.) ondan da bize veraset yolu ile geldi... Ki Âdem aleyhisselâmın her yanını zulmet kaplamıştı; işte o zaman istiğfar etti, sonra karanlık açıldı, her yanı nur kapladı; kurtuldu. Çünkü o bir zamanlar ahdi unuttu. Dar-ı Selâm'da daimi kalacağını, Rahman ve Mennan olan Allah, kendisini Cennetten çıkarmayacağım sandı...

Melekler kendisini daima selâmlar, öğmelerle geleceğini tahmin etti. Böylece nefsine uydu ve herşeyi unuttu... İş değişti... O güzel süslerden sonunda, saltanat gitti. Derecesi düştü... O nurlu âlem aniden karanlığa gömüldü... Önceki safiyet bozuldu.

Böylece her şey elinden alındıktan sonra işin nereden geldiğini anladı... İçinde bulunduğu büyük safiyeti düşündü... İtiraf yolunu tuttu... Unuttuğunu, hata işlediğini itiraf etti. Kendi kendine istiğfar telkin etti:

- "Yarabbi, biz nefsimizi kötüledik, kirlettik, bizden mağfiretini, merhametini esirgersen, sonumuz fena olur../'

Bu tevbe ve itirafa karşı kendisine hidayet yolları göründü. Nasıl işler yapacağı bildirildi,.. Ve o tevbedeki gizli marifet nurları ve bundan evvel kendisine keşfolunmayan iyilikleri öğretildi. Ve neticede şuna kani oldu:

- "Bütün kaybettiğim hâller bana tevbe yolu ile açılacaktır."

Her şey değişti... İstek şimdi başka oldu. Hâl başka hâl oldu artık... Büyük bir saltanat geldi. İlk önce dünyada bir velâyet-i kübrâ; sonrası da âhi-rette... Dünya kendine ve evlâdına yer oldu. Ahi-ret ise ebedî bir yuva... Ve sonsuz bir sığınak...

Ey mümin! Senin için Hazret-i Âdem ve Hazre-ti Peygamber (s.a.v.) de dostluk ve muhabbet için iyi âdetler var.. Herhalde hatanı bil, tevbe et.
NEFİS VE HÂLLERİ
Bu kadar külfetler içerisinde varlığını gösteren yalnız Allah-ü Teâlâ'dır. Bundan sonra nefsin gelir. Muhatap olarak meydanda da sen varsın.

Nefis; başta Allah'ın zıttıdır. Halbuki her şey sahiplidir. Böyle olduğu için nefis, hem yaratılış itibariyle hem de mülk olarak Allah'ındır... Bu arada nefse boş iddia ve arzu, bir de kötülükleri ile sevinmesi kalır...iş böyle olduğuna göre, sen, Hakka uyarak nefsine muhalefet edersen; Allah için nefsine hasım olmuş olursun... Allah-ü Teâlâ Davud'a (a.s.) şöyle buyurdu: - "Ya Davud, ben daimi kuvvetinim, bu kuvvetim nefsine düşman 'olarak ibadete vermeye çalış."


Ey mümin, eğer sen de böyle yapar ve bu hâlde kalırsan, kulluğun ve Allah'a karşı olan bağlılığın doğru olur... Rızkın ne ise... Rahat, güzel, hoş olarak gelir; aziz ve mükerrem olursun. Ve her şey sana hizmet etmeye başlar. Sana tazim ederler, hürmet ederler.. Çünkü onlar Yaradanıma bağlıdır. Sen ise O'nun sevgili kulusun.. Onları Hakk yaratmıştır.. Onlar da bunu ikrar etmektedirler. Nasıl ki Allah-ü Teâlâ bunu şu âyetlerde haber vermiştir:


- "Allah'ı teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, lâkin siz onların teşbihini anlayamazsınız

- "Göğe ve yere isteyerek veya zorla geliniz..' diye buyurdu. Onlar da dediler:
- "İsteyerek geldik.."
İbadetin başı nefse muhalefet etmektir. Allah-ü Teâlâ buyurdu:
- "Nefsine uyma; nefs seni Allah yolundan ayırır."
Davud'a da şöyle buyurmuştur:
- "Ey Davud, nefsini bırak, çünkü o daima münazaa çıkarır."
Bayezid-i Bis taraf den (r.a.) bir rivayet vardır. Bayezid manâ âleminde tecell-i ilâhiye nail olur ve sorar:
- "Yarabbi, sana nasıl gelinir?" Şu cevabı alır:
- "Nefsini bırak da gel..." Bayezid der ki:
- "Nefsimi bıraktım, yılan soyunduğu gibi ben de nefsimden soyundum.. Her hayrın ve her güzelliğin onu bırakmakta olduğunu gördüm..."

Eğer takva halinde isen, nefsine daima muhalefet et!. Halkın varlığını kalbinden çıkar... Onlardan herhangi bir şey bekleme. Onlara minnet etme. Onlara güvenme, onların elindeki dünyalığa göz atma.. Onların iyiliği seni sevindirmesin, kötülükleri de gücendirmesin. Onların hediyesini, sadakasını, zekâtını, adaklarım bekleme. Onlardan ümidini kes.. Ne şekilde olursa olsun onlardan bir şey bekleme... Şayet senin mal, mülk sahibi bir adamın varsa, sakın mirasına konmak için ölümünü isteme.

Halkı hakikaten kalbinden çıkar. Onları kâh açılan kâh kapanan bir kapı bil. Onları meyvesi bazen var bazen de yok olan ağaçlar gör.. Bu işlerin hepsini bir faile bağla.,. Ve bir müdebbirin tedbiri kabul et... Bu fail ve müdebbirin de Allah olduğuna inan ki muvahhid olasın.

Bu anlattığımız şeyleri kabul etmekle beraber kulların çalışmasını da inkâr etme... Sonra cebriye mezhebine girmiş olursun... Her ikisini de birleştirirsen cebriye mezhebinden kurtulursun. Allah'ın yardımı olmadan onların işi tamam olmayacağını iyi bil... Allah'ı unutarak onlara tapma... Bunların yaptığı Allah'ın işinden ayrıdır; deme... Hakkı inkâr etmiş olursun.. Allah, gücü kuvveti verir, kullar da yapar, de.. Nasıl ki ceza ve sevap babında yazılan kitaplar da bunu ifade ederler..


Bu hükümlerde Allah'ın emri ne ise ona bağlan.. Bunlardan haddi aşmayarak kısmetin ne ise onu al. Allah'ın hükmü, sana ve bütün mahlûkata kendi verdiği hükümle olur.. Sakın sen hakim olmaya kalkmayasın.. Halbuki sen de onlar gibi kader-i ilâhînin çizgisi dahilindesin. Kader ise karanlıktır. Karanlığa lamba ile gir. Bu lamba da Allah'ın kitabı ve Peygamberin (s.a.v.) sünnetidir. Sakın bu ikisinden ayrılma.. Eğer bir hatıra kalbine gelirse ve sıkışık bir durumda kalırsan, onu derhal kitap ve sünnet ölçüsüne vur.. Meselâ zina etmek, gösteriş yapmak gibi şeylerden olduğunu görürsen, facir ve fasiklerle birleşmek gibi şeyler olursa -ki bunlar haramdır- sakın yapma.. Derhal bu gibi düşünceleri bırak.. Bunlardan başka haram şeyler olursa, hemen ört., kaç.. Kabul etme; amel etme... Bu gibi şeylerin şeytan tarafından sana haürlauldığını bil..

O sana gelen hatıranın mubah olan arzulardan evlenmek, yemek, içmek nev'inden bazı şeyler., yine yapma.. İhtimal ki aklın ermediği bazı kötülükler onda gizlidir. Meselâ bakarsın sana bir fikir gelir:

- "Bu müşkülün için falan yere git; oradaki falan zata arz et..."

Halbuki senin o zata ihtiyacın yoktur.. Belki de senin ilmin, irfanın daha üstündür.. Bunları da onunla anlıyorsun. Burada biraz dur... Hemen oraya koşma.. Bazen de kendi kendine dersin:

- "Herhalde bu Allah tarafından bir ilhamdır, bununla amel edeyim.."


Hayır bunu da yapma! Bu işte de hayırlısını bekle... Bunun Hakk tarafından olduğunu anlamak için o ilhamın sana tekerrür halinde gelmesi lâzımdır.. Yahut sana o işi yapmak için mânevi bir emir verilir; o zaman yaparsın. Allah için bilgi sahibi olanlara bu gibi şeylerde bazı alâmetler zuhur eder; bunu da ancak akıllı veliler ve ebdal zümresi bilir... Niçin, acaba bu yolda hissiyatına göre hareket ve hâlini yukarıdaki gibi bir salih kişiye gidip anlatman sana yasaktır, bilir misin? Çünkü sert onun sonu nereye varır bilemezsin.. Ondaki fitneyi, helaki, mekri sezemezsin. Belki de büyük bir imtihan geçiliyorsun. Hak sende tam tecellisini gösterinceye kadar sabret.. Hak fiili kendini gösterdiği ve seni istediği yere götürdüğü zaman fitne sana karşı gelse de bir şey yapamaz.

Çünkü Hak
seni muhafazası altına almıştır. Kendi yaptığı işle seni mesul tutup bir belâya veya fitneye çarptırmaz.. Ancak belâ, sen kendi mevhum varlığını ortaya koyup keyfîne göre hareket ettiğin zaman gelir... *

Velayet hâli olan hakikate erdiğin zaman hevana, nefsanî arzularına uyma.. Tamamen Hakkın emirlerine uy.. Bu emirlere uymak da iki kısma ayrılır.

Birinci kısım: Aç kalmayacak kadar gıda almak ki, bu nefsin hakkıdır. Bunun dışında kalan keyfî şeyleri terketmektir. Farzları daima eda etmeli, gizli ve aşikâr günahları terk etmelisin.
ikinci kısma gelince: Ki bu manevî emirlerdir, Allah-ü Teâlârmn kuluna herhangi bir işi yapması veya yapmaması için emir vermesidir; bu da ancak hakkında şer'î bir hüküm olmayan mubah şeylerde olur. Yani, şunu anlatmak istiyoruz: Hakkında haramdır; yahut helâldir gibi kesin hükümler olmayan şeylerde bu emir makbuldür. Kul o işi yapmakla yapmamak arasında muhayyerdir.. Buna; mubah ismi verilmiştir. Hakikaten kendini Allah'a ve emirlerine veren bu gibi şeyleri emir almadan yapmaz. Emir bekler, emredilirse yapar. Aksi hâlde çekinir. Bunları yapmakla, çalışması durması Allah için olur. Şeriatta olanı ona göre yapar; olmayanı da vicdanından duyduğu emirle yaparsa, tam ehl-i hakikatten olur. Eğer vicdanî bir duygusu yoksa ve yalnız uhurata tâbi oluyorsa..bu da çok beğenilen teslimiyet hâlidir... güzeldir... *
Büyük insanların düşüncesi beğlerin sultanıdır. Hürmet ederler. Ve halkın efendisidir, ona tâbi olurlar. O efendiler Rahman'ın halifeleridir.. Allah'ın gözdesi, dostu, sevgilisi olmuşlardır.. Onlara selâm olsun..

Bunlara uymak, kendini bırakmakla olur.. Bunlara uymak için gücü kuvveti terk etmek yerinde olur.. Dünya ve âhirete ait sende hiçbir arzu olmamalı. Malikin kulu olmalısın. Mümkün değil... Allah'ın emirlerine uymalısın, şahsî arzularına de-

Süt anasının emzirdiği çocuk gibi ol.. Yıkayıcının elindeki ölüye benze. Doktorun önüne serilen hasta gibi ol...
Bu anlatılan şeyleri sakın yanlış anlama. Bunlar, emir ve yasakların haricindeki şeylere aittir.. Şer'î hükümlere uyman ve tamamıyla tatbik etmen lazımdır.. Aksi halde manevî âlemden hiç nasib alamazsın..
Doğruyu en çok bilen ve o yola hidayet eden Allah'tır...

NEFSÎN İKİ HALİ
N

efsin iki hali vardır. Üçüncüsü yoktur. Biri belâ, diğeri afiyet...

İnsanlar, başına bir belâ geldiği zaman bağırır, çağırır. Durmadan Allah 'ı şikâyet eder. Güya Allah'a darılır. Her şeye itiraz eder. Hakkı töhmet altına almak ister. Ne sabır bilir ne de bir nasihatçıya uyar. Yalnız kendi aklına göre Allah'a (Hâşâ) eş bulma yoluna girer, bir uygunsuz hareket yolu bulur, öylece gider.

Afiyet haline gelince, ondan daha iyisi yoktur. Güler, oynar, sevinir. Ve hemen zaman kaybetmeden şehvet yollarına koşar. Hiç biriyle yetinmez. Biri eskiyince yenisini aramaya koyulur. Yemek beğenmez. İçkilerin her çeşidini sofrada bulundurur. Evinde hanımını da hemen savar; onun da yenisini arar. Evini de beğenmez, onun da iyisini aramaya başlar. Binek işi de onca çok mühimdir. Bu bapta çok titiz davranır. ,

Daima günün en iyi şeylerini ister. Elinde hazır olan her şeye ayıp bulur; hemen yenisini tedarik etmeye başlar. Böylece bütün rahatını kendi eliyle kaçırır. Bilmez ki her şey kendisi için değildir. Buna akıl erdiremeden iyi şeylerin peşine düşer.

İşte bu haller insanı yorar. Elde mevcut şeylere razı olmamak, insanı her çeşit güçlüğe sürükler. Sonu gelmeyen eziyet, içinden çıkılması mümkün olmayan felâketler bundan sonra başlar. Dünyalığı var; rahat etmesi gerekirken eliyle keyfini kaçırır. Dünyası böyle geçer.

Bundan sonra öbür âlemin işi başlar. Ölür, sorguya çekilir, hesap veremez. Çünkü düzenli hiçbir iş tutmamıştır. Bazıları şöyle der:

- Öbür âlemin ve buranın en çok cefâsını çekenler, kendilerine ait olmayanı isteyenlerdir. Ve yapamayacakları işin peşinden koşanlardır.

Bir insan düşünelim; bir zamanlar her türlü maddî sıkıntı onun manevî durumunu da bozmuştur. Bu halinde yalnız belânın gitmesini ister. Yalnız bunun için Allah'a yalvarır. Bir gün duası kabul olunur; her çeşit .darlık zail olup gider. Tabiî olarak bir genişlik başlar. Bundan sonra, o zat, evvelce düştüğü bütün sıkıntıyı unutur. Sanki hiç sıkıntı görmemiştir ve sanki hep genişlik içinde Ömrünü geçirmiştir. Allah'ı unutur, kulluk etmez. Her çeşit günah yollarını seçer. Bu adamın hali nasıl olur? Elbette ki:

-"İyi olur” Denemez. Tam tahmin edildiği gibi olur. Dünyada israfın yolunu tuttuğu için her şeyi az zamanda biter; yine darlığa düşer. Ve artık eski halini de bulamaz; böylece sürünerek ölür gider. Bununla da bitse iyi; öbür âlemde bir de hesabını vermek vardır.

Eğer bu insan belâdan kurtulduğu zaman derhal ibadet ve taat yolunu tutmuş olsaydı bir daha eski haline düşmezdi. Elinde bulunanla yetinip gayrisini bulmak için onları bir yana itmemiş bulunsaydı Ömrü rahat içinde geçerdi. Dünyası hoş olurdu. Ahireti ise onun çok daha üstünde rahatlık verirdi... Öbür âlemin en güzel şeylerine kavuşurdu.


Dünya ve âhiret, selameti isteyen sabırlı olmalıdır; elinde bulunanla yetinmeyi adet eden rahattır. Daima Allah'ın vergisine şükür edenin nimeti artar.


İnsan fani varlıklara dayanmamak. Onların elindekini unutmak ve Hakk'a ihtiyacı için dua etmelidir. Ve Allah'ın emri üzerine çalışarak her şeyini kazanmalıdır. İşte böylece eğer darda ise, dua

ederek kurtuluşunu O'ndan beklemelidir. İnsanların kurtarması ne kadar sürer, birinden ne kadar iyilik görülürse görülsün devamı beklenemez. Bir zaman gelir her iki taraf da bundan usanır. İyilik eden vermekten; kabul eden de minnet altında kalmaktan bıkar. Ama Allah böyle mi? O, usanmaz, daima iyilik eder, dünyada herkese iyilik eder. Kafir kullarının dahi rızkını kesmez. *

Yeri gelmişken; şunu da söylemek yerinde olur:
Allah'ın verdiğini iyiye kullanmak şarttır. Bunun icabı budur. Mahzurları yukarıda belirtilmesine rağmen bir daha söylemek iyi olur. Bu sebeple helalin hesabı, haramın azabı olduğunu hatırlatmak lâzım gelir.


Her şeyin iyi tarafını görmek en iyi sidir. Yoksullukta güzellik olabilir. Bazı zahmetli işlerin sonunda iyi olmaları muhtemel. Bazı hastalıklarda şifa vardır. Şunu da unutmamak iyi olur ki Allah'ın emri kesindir. O'nun emri başka şeylere benzemez. O'nun içindir ki bu yolda çok dikkat gerek. O'nun her iradesi mutlaka yerine gelir. İtiraz etmekle hikmet değişmez, emri geri alınmaz: "Q, her neye ol., demeyi murad ederse.. O olur./'


Hakkın her işi hikmettir. Her emrinde fayda vardır. Şu da var ki Allah, hiçbir zaman insanların zararını istemez. Söz buraya kadar gelmişken bir daha ilk sözleri tekrar etmek iyi olur. Gerçi tekrar değildir, ama sözün baş tarafında belirtilenlere benzediği için böyle diyoruz. Söylemek istediğimiz şudur: En yerinde ve insana yakışan iş, razı olma melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir. Bundan sonra ibadet gelir ki onun hakkında bir diyeceğimiz yoktur. Çünkü her Müslüman onun ne demek olduğunu bilir.


İbadet sadece kulluk ermektir. Ötesi yine teslim halidir.. Yani kader ne ise onu gözetmekten ve ona uymaktan başka kurtuluş yoktur. Bundan sonrası kader bahsi ile ilgilidir ki incelemek iyi olmaz. Çünkü O, bir ilahî sırdır. Ona kolayca akıl ermez... Bu bapta tavsiyemiz: Yalnız bir sükûttan ibarettir. Çünkü bu ince mesele ancak duygu ve halle sezilir, ilim yoluyla bilinmez:


- Bu iş nasıl oluyor; neden ve ne. zaman olacak?

Gizli gözler yerinde olmaz. Kaderin iç nizamını kurcalamak bir nevi şirke benzer. Ve Allah'ı töhmet gibi olur. Bu sözümüz îbn-i Abbas'tan (r.a.) rivayet olunan bir Hadis-i Şerife istinad eder. Bunu okursak mesele daha iyi anlaşılır.

İbn-i Abbas (r.a.) şöyle diyor:

- "Bir gün ben Resûlallah'ın (s.a.v.) ardındaydım. Yürüyorduk. Bana döndü ve:
- "Ey Allah'ın kulu, Allah'a iyi sarıl; O'nu bırakma. Bu gayreti içinde saklarsan Hak'da seni esirger. Bu duyguyu taşıdığın müddet Allah'ı kendine yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan O'ndan iste. Yardım ihtiyacını O'na arzet. Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur. Olacak şeyler de olur.

Bütün insanlar bir araya gelse; ilahî bir hüküm yoksa, sana fayda sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı değilse; bütün insanlar sana zarar vermeye gelseler, yapamazlar. Eğer kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve doğru çalış. Kötülüğe meylin varsa sabırlı olmaya çabala... Yapmamaya gayret et. Hayrın çoğu sabırdadır. Şunu da bil ki yardım, sabırlılara olur. Darda kalmışlar genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda bir ferahlık vardır.,,


İşte her mümine lâzım olan odur ki: Bu Hadis-i Şerifi kalbinde bir ayna gibi saklaya, işini gücünü buna göre ayarlaya ve böylece çalışa. İşte son nefesine kadar böyle gide. Allah'ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve âhiretle böylece güçlüklerden salimola; vesselam.


NEFİSLE CENK VE ŞEKLİ


Muhalefet kılıcı ile nefsini her öldürdükçe Allah, onu yeniden diriltir. Dirilince yine senden birçok şeyler istemeye, seninle nizaa tutuşur. Kötülük kanatlarını açar; yine uçmaya başlar. İşte., bu sırada sana yine cihad düşer. Nefis ölmez; sen sağ oldukça o da olur. Yalnız o İslah olur.


İşte sen, onu İslah etmeye çalışacaksın. Ve bu yolda sana mükâfat verilecek. İman sahibinin daimî vazifesi nefsi yenmektir.. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:


- "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."


Bunu bir muharebe dönüşünde söylemişti. Bu büyük sözler, nefisle mücadelenin devamlı olduğunu ve nefsin yok olmayacağını anlatmak istemişti. En büyük ibadet ve en güç iş, nefisle uğraşmaktır. Daima onunla mücadele yolunda olmak gerektir. Çünkü Allah-ü Teâlâ da buna işaret olarak şöyle buyurdu:


- "Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et."


Emir, Peygamber (s.a.v.) Efendimizedir. Dolayısıyla bütün ümmete.. Buradaki ibadetin manâsı, nefse karşı olmaktır. Kaldı ki bütün hayırlar da nefse karşı olmakla başlar. Daima onun zıddını, istemediğini yapmak lâzımdır.


Burada bir soru akla gelir ve söylenebilir:

- Neden Peygambere (s.a.v.) bu hitap vaki oluyor? Peygamberin (s.a.v.) nefsi İslah olmuştu, onun hevası yoktu. Allah-ü Teâlâ o büyük Peygamber (s.a.v.) için şöyle buyurdu:
- "O, boştan konuşmaz. Onun her sözü bir ilahî vahiydir."
Ne buyurulur?...

Buna cevap olarak şunları söylerim:

- "Allah bu emrini İslam yolunun istikrarı için buyurmuştur. Bununla dini emirler önünde Peygamberle (s.a.v.) ümmetten birini eşit göstermek ve İslami emirler karşısında herkesin aynı olduğunu anlatmak istemiştir.

Sonra Peygamberimizde (s.a.v.) nefse karşı manevî bir kuvvet vardır. Bunu ona Allah vermiştir. Bu kuvvetin varlığı önünde nefsin ve şahsi arzuların hiçbir kötülüğü Peygamberi (s.a.v.) şaşırtanı az. Fakat diğer müminler böyle değildir. Onlar daima cihadla nefse karşı gelmeye mecburdurlar. Resul (s.a.v.) bu yolda bir gayret sarfetmese dahi işleri daima nefsin arzusu hilafına olur.

İman sahibi, daima yalın kılıç olmalıdır. Taa ölünceye kadar nefsin karşısında bir muhafız gibi beklemelidir. Onun kötülüğe atılmasına meydan Vermemelidir.

Her iman sahibi, Allah'ın huzuruna çıktığı zaman kılıcı nefsin kanına batırılmış olmalı. İş bu hal, o imanlı insanı cennete götürür. Aliah-ü Teâlâ Hazretleri bir ayetinde şöyle anlatır:


- "Bir kimse Yaradanın saltanatından çekinir, nefsine uymazsa onun yeri cennettir."


Cennet adıyla bildirilen mekan, kudsî bir yerdir. Oraya yalnız iman sahipleri girer. Oraya bir defa giren sonuna kadar kalır; bir daha çıkarılmaz. Tekrar dünyaya gönderilmek, başka bir yere nakil gibi şeyler akla gelmez. Orada güzelliklere sınır yoktur. Her an yenisi gelir. Her nefes bir ilkinin daha güzeli, daha hoşu zuhur eder. Bunların önü, sonu, tükeneceği yoktur. Bu güzellikler, dünyada her an ve her gün yapılacak nefisle mücadelenin karşılığıdır.


Kafir ve içi bozuk olan münafıklara gelince, onlar da bunun tersine en güç felâketlere uğrarlar. Çünkü onlar, hiçbir kötü işe karşı durmadılar, nefislerine uydular; şeytanlara bağlandılar. Küfür, şirk, her türlü kötülüğü işlemekten çekinmediler. Neticede küfür üzerine Ölüp gittiler. Buna ceza

olarak öbür alemde onlara azap çeşitleri hazırladı. Cehennem zaten bunlar için hazırlanmıştır, Cenab-ı Hak iman sahiplerini ihtar için şöyle buyuruyor:

- "Kafirler için hazırlanan ateşten kendinizi koruyun."

İman sahipleri, cennette sonuna kadar kalacakları gibi imansızlar da bu cehennemde sonuna kadar kalacaklardır. Orada, dünyada yaptıkları kötülükler yüzünden en çetin azaplara uğrayacaklardır. Derileri dökülerek, yerine yeni deri bitecek, azapları böylece tattırılacak. Bu hususu anlatan ilahî sesi dinleyelim:

- "Onların derileri çürüdükçe-yanıp harap oldukça yeniden derilerim değiştireceğiz."


İşte bu cefa, onlara dünyada yaptıklarının cezasıdır. Her an çekinmeden dünyanın kötülüğünü yaptılar. Nefislerine, şeytanlarına kapılarak yapmadıkları rezalet kalmadı. Öbür alemin de azabını böylece göreceklerdir. Azabın, cefanın benliklerine işlemesi için her an eriyen, çürüyen derilerinin yerine yenisi getirilecektir. Cennet ehli ise her an o alemin iyi şeyini alacakları için daima güzelliklerin amiline gelince onu da:


- "Bu iman sahiplerinin dünyada yaptıkları nefse karşı cihaddır." Deriz. Dünyada ne yapıldı ise öbür âlemde o görülür.

Bu mevzu ile ilgili Hadis-i Şerif şöyledir:
- "Dünya, âhiretin ekeneğidir.

HAZRET-İ ÖMER İLE SARHOŞ ADAM

İslâm'ın ikinci halifesi Hazret-i Ömer, sabahlara kadar sokak sokak gezer, idaresini üzerine aldığı halkın huzur içinde istirahat edip etmediklerini araştırırdı. Yine böyle teftiş gecelerinden birindeydi. Medine sokaklarında sessizce gezerken ileride hiç beklemediği bir gürültü işitti. Merakla yaklaştı, dikkatle baktığında, bir sarhoşun gelip geçenlere münasebetsizce sözler söyleyip rahatsız ettiğini gördü. Resûlüllah'ın şehri Medine'de adam hem âyetin emrine karşı gelerek içki içmiş, hem de sarhoş halde sokağa çıkıp mes'ûliyetini üzerine aldığı mü'minleri rahatsız etmişti. Bu hâl, Allah'ın emrine açıkça isyandı. Allah'a isyan edenin hasmı ise Halife Ömer'di.


Bu sebeble meşhur gazabına yine bürünmüş. Öfkesini kullanmanın zamanı geldiğine inanmıştı. Elindeki kırbacını hızla kaldırıp sarhoşun başına yıldırım gibi indirmeyi düşünüyordu. Nitekim kamçısını havaya yukan kaldırırken sarhoşun hakaretti sözlerine muhatap olmaya başladı.


Adam, şahsını hedef almış, bizzat kendisine hakarette bulunmuştu. Hızla havaya kalkan kamçı bu defa yavaşça yere indi, sarhoşun başında şaklamaktan vazgeçmiş oldu.

Şaşıran sarhoş, sormadan edemedi:

— Sen kimsin ki, önce beni kırbaçlamak istedin, sonra da vazgeçtin?

Hazret-i Ömer cevap verdi: — Ben Allah'ın emirlerini tatbik etmekle vazifeli halife Ömer'im!
— Peki öyle ise neden kırbaçlamaktan vazgeçtin beni? Halifenin cevabı, fevkalâde düşündürücüydü:
— Ben önce Allah için kaldırmıştım kırbacımı. Tam o sırada sen şahsıma hakaretler savurdun. Birden nefsimin galeyana gelmesine, öfkelenmeme sebeb oldun. Baktım ki Allah için kaldırdığım kırbacım, nefsim için inecek. Nefsime yaptığın hakaretinden dolayı seni kırbaçlamış olacağım.

Halife sözünü şöyle tamamladı:

— Halbuki ben, Allah için hiçbir şeyden gözümü kırpmam, ama nefsim için bir karıncayı dahi incitemem, bir kuşun bile benden korkup uçmasına razı olamam!

Bu cevaptan sonra ortalığı bir sessizlik almıştı. Müslümanların halifesi neticeyi şöyle bağladı:
—Uzat elini, seni doğruca Kadı Şüreyh'e götüreyim.

Durumunu ona anlat, adaletin hükmünü ondan gör. Bundan sonra seni ben cezalandıramam. Zira nefsimin hisse almasından korkarım!

NEFSİ KINAMAK


Ey sâlih kişi! Sen bil ki, bu makam nefsi uyarmak ve kınamaktır. Çünkü nefis öyle yaratılmıştır ki, o hayırdan kaçar, şerre ve kötülüğe eğilir. Nefsin tabiatı, huyu tembelliktir. Şehvet sevmektir. Sana da, onu bu sıfatlardan düzeltmen ve yola getirmen emrolunmuştur.

Bu halleri kişi, kimi zaman ona kızarak, kimi lütufla, yumuşak davranarak, onu okşamakla, kimi fiille, kimi sözle başarır. Çünkü nefsin tabiatı öyle yaratılmıştır ki, eğer bir işte kendi hayrını görmese onu istemez. Hayrını görürse, zahmeti de olsa zahmete sabır gösterir. Lâkin gönlün en büyük şeddi, cehalet ve gaflettir. Bundan ötürü onu uykudan uyandırmalısın sen! Onun önüne parlak bir ayna koymalısın. Şüphesiz ki, o aynaya bakınca orada ne görürse onu kabul eder.

Bundan ötürü Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Nefsinize öğütte bulunu ki, mümin olanlara öğüt, fayda verir." (Zâriyât Sûresi: 55)

Senin nefsin de başkalarının nefsi cinsindendir. Böylece kendine önce öğütte bulun, Ondan sonra azarla. Hem de hiç bir zaman azarlamanı ve sitemini eksik etme. Ve ona şöyle demelisin:

"Ey nefis! Zekilik ve akıllılık iddiasındasın! Eğer bir kişi sana: "Ahmak, aptal!" dese kızarsın. Oysa sende daha aptal kim var ki?.. Ömrünü beyhude nesnelerle geçirmektesin.

Senin haline örnek şudur ki, bir asker şehrin kapısında durup onu yakalamak ve götürüp öldürmek için beklemiş olsa, o kişi ise şehirde oyun ve eğlence ile meşgul olsa, ondan daha ahmak kim vardır? Ey nefis! Asker dediğimiz gerçekte ecelin askeridir. Şehrin kapısında seni beklemektedir. Seni alıp gidinceye kadar yerinde durmaya ahdetmiştir. Cehennemi ve Cenneti senin için yaratmışlardır. Belki seni bugün oraya iletirler. Eğer bugün iletmezlerse bunu sen olmuş bil. Çünkü ölüm kimseye vâde vermez: Akşam gelirim, yarın gelirim, ya da kışın gelirim, yazın gelirim! demez. Belki bütün kişileri ansızın bastırır.

Hattâ en kuvvetli olduğun bir vakitte gelip yakalar. Ona hazırlanmazsan bundan daha büyük ne ahmaklık olur? Ey nefis! Yazık sana! Eğer senin işlediğin günahtan Hak Teâlâ görmez sanırsan sen kâfir olursun. Eğer gördüğünü biliyor, buna inanıyorsan, gayet cesur, hayâsız bir kişisin ki, Hak Teâlâ'nın bildiğinden ulanmaz, korkmazsın.
Ey nefis! Yazık sana. Eğer senin hizmetçin dik kafalılık, serkeşlik edip buyruğunu tutmazsa nasıl kızarsın?

Sen Hak Teâlâ'nın hışmından nasıl emniyette olabilirsin? Hak Teâlâ'nın azabına takat getireceğini sanıyorsan, parmağını yanar kandile tul. Veya sıcak , güneşin altında otur, ya da bir hamamın en sıcak halvetinde bir saatçık dur. O zaman çaresizliğini, takatsizliğini, güçsüzlüğünü gör. Sen şöyle mi sanırsın ki, ne iş işlersen seni öndün ötürü sorumlu [utmayacaklar?.. Eğer bu inançta isen her anda 124.000 peygambere kâfir olursun. Hattâ hepsini yalancı saymış, inkâr etmiş bulunursun. Hak Teâlâ şöyle buyurur:


"Günah İşleyen günahının cezasını çekecektir." (Nisa Sûresi: 123) Ey nefis Yazıklar olsun sana! Eğer: "Allahü Teâlâ Rahimdir, Kerîmdir, Bağışlayıcıdır!" dersen, niçin dünyada yüzbinlerce kişiyi açlık, susuzluk, hastalık zahmetine uğratır?.. Niçin tarlasını ekmeyenlere ürününü vermez? Ya sen, şehvetlerine kavuşmak, bir avuç akçeyi bir arada toplamak için yeryüzünde olan bulun hileleri işlersin! Her çareye baş vurursun! Niçin o kadar çalışıp çabalar da oturup:


— Allah Rahimdir, Kerîmdir. Benim rızkımı ve istediklerimi zahmetsiz verir! demezsin?..

Ey nefis! Yazıklar olsun sana! Eğer sen:
—Doğru söylüyorsun! Amma, zahmet çekmeğe gücüm yok! Takat getirmeyi bilemiyorum! dersen, demek ki, az bir zahmetle daha büyük zahmetlerin önlenmesi gerektiğini ve âhiretteki sıkıntılardan kurtulmak için de dünyada sıkıntıya katlananın farz olduğunu bilmiyorsun! Bugün bu kadar zahmete katlanamazsan, yarın Cehennemin zahmetine, mezelletine ve lanetine nasıl takat getirebilirsin? Buna nasıl dayanabilirsin?

Ey nefis! Yazıklar olsun sana! Niçin para kazanmada bu kadar çok acı ve zillet çekiyor, vücudunun sağlıkta olması ün cahil bir hekimin sözü ile bütün şehvetlerinden geri kalıyorsun da Cehennemin hastalıktan ve fukaralıktan daha zor olduğunu bu kadar bilmiyorsun? Âhirette geçecek zaman, dünya Ömründen uzundur.


Ey nefis! Yazıklar olsun sana! Eğersen:

-Benim fikrim şudur ki, sonra tevbe ederim, iyi amelleri işlerim, dersen şunu bilmelisin ki, tevbe edinceye kadar ölüm sana erişir. Elinde hasret ve pişmanlıktan başka bir şey kalmaz.

Eğer sen:

- Yarın tevbe etmek, bugünkü günden daha kolaydır! dersen bu, cehaletindendîr. Her ne yolda tevbeni geriye bıraksan, daha da çok zorluğa uğrarsın, ölüm yaklaşınca, bu hal, yokuş dibinde ata arpa vermeğe benzer. Bunun da ata hiç bir faydası olmaz. Senin de müşkülün şu kişi gibi olur ki, ilim öğrenmeye gider, fakat haylazlık, tembellik eder.

Sonra da:

— Şehrime döneceğim gün o ilmi öğrenirim! der.
Fakat o kişi bilmez ki, ilim Öğrenmek çok zaman ister. Senin nefsin bu kadar zamandan beri habislik öğrenmiştir. Onu mücahede potasında eritmek gerektir. Tâ ki, saf ve pak bir hale gelsin. Emniyet, muhabbet ve marifet derecelerine erişsin. Ve yolun bütün dar geçitlerini açsın. Çünkü ömür kaybolup gider. Zaman olmadan bu kadar hali nasıl tahsil edersin?

Niçin ihtiyarlıktan önce gençliği ve hastalıktan önce sağlığı ve işten önce istirahat!, ölmezden Önce yaşamayı ganimet bilmezsin?.. En nefis! Ey benlik! Yazıklar olsun sana! Niçin yaz olunca kış İhtiyaçlarını hazırlarsın ve geciktirmezsin? Hak Teâlâ'nın keremine güven göstermezsin!..

Cehennemin soğuk kışın şiddetinden eksik değildir. Ve Cehennem sıcaklığı yaz sıcaklığından eksik değildir. Mevsimlerde hiç kusur göstermezsin de âhiret ve kıyamet günü hiç bir hazırlıkta bulunmazsın! Yoksa sen, bunlara inanmaz, iman getirmez misin? Kendi içindeki bu küfrü kendi kendinden mi saklıyorsun? Bu da senin ebedî helakine sebeptir. Yazıklar olsun sana ey nefis!

Marifetin nuruna bürünüp ona sığınmadan ölümden sonra şehvet ateşinin canını yakmasından korunup konulabileceğini sanan kişi, şu kimse gibi olur ki, vücudunu örtmeden seher zemherisinin kendisine dokunmayacağım sanır.

Hak Teâlâ'nın fazlı ve keremi şundadır ki, kışı yarattığı zaman sana elbise edinmekte hidayet kıldı. Elbiseyi yaranı Elbise yapmaya yarayan şeyleri yarattı. Hak Teâlâ'nın fazileti, elbise giymeden de soğuğu def eyler. Buna rağmen elbise tedarikinde bulunursun da ya niçin marifet nuruna bürünerek cehennem ateşinden korunmayı düşünmezsin?..


Yazıklar olsun sana ey nefs! Sen sanma ki, günahkârlığın seni Hakk Teâlâ'ya muhalif hareket elliğinden ve Hak Teâlâ'yı kızdırdığından ötürü azaba, ukubete çeker ve:


— Benim günahlarımdan Hak Teâlâ'ya ne ziyan olur? deme!

Hal, sandığın gibi değildir. Belki Cehennem ateşi senin gönlünün içinde yanar Senin şehvetinden doğar. Nitekim hastalık, senin bedenine, zehirli şeyler yediğinden ve başka ziyan verici şeyler yaptığından ileri gelir. Hekimin kendisine kızmasından gelmez. Hekimin hükmüne, özlerine uymamaktandır bu. Yazıklar olsun sana ey nefis! Senin bu halın şundan başka bir şey değildir ki, dünyanın nimetlerine ve lezzetlerine kendini kaptırmışsın.

Ve sen candan ve gönülden dünyanın âşıkı ve vurgunu olmuşsundur. Cehennem'e ve Cennet'e iman getirmezsin de ölüme İnanırsın, ona îman getirirsin. Oysa Ölüm her şeyi senden geri alır. Ve onların elinde alınması ve ayrılığıyla gönlün yanar, tutuşur. Çaresiz bir kişi haline düşersin. Sen ne kadar dilersen dile, dünya sevgisini gönlünden istediğin kadar sağlam kıl!.. Dünya ayrılığının elem ve acısı onunla olan dostluğun kadar çok olur. Yazıklar olsun sana ey nefsim! Dünyaya neden yaklaşır durursun?. Eğer bütün dünyayı sana verseler, doğudan batıya kadar senin olsa, bütün yaratıklar sana secde kılsa, bil ki az zaman sonra sen de onlar da, hepiniz toprağa gireceksiniz.

Sizi kimse anmaz olur. nitekim geçmiş padişahları kimse hatırlamaz. Nerde kaldı ki, dünyada sana sadece mal verseler, başka bir şey vermeseler, o da bin türlü belâ ve mihnetlerle olur. Ve sen ebedî olan Cennet'i bunlar gibi değersiz şeylere satar, durursun! Öyleyse yazıklar olsun sana ey nefis! Eğer bir kişi, kıymetli ve son derece dayanıklı bir mücevherini verip bir kırık saksı parçasını satın alsa o kişinin aptallığına, ahmaklığına ne kadar gülersin. Dünya da kırılması yakın bir saksıdır. Onu kırılmış bil. Kırılmış olarak tanı. Ebedi olan mücevheri, Cenneti de kaybettiğini bil! Böylece dünyadan sana, hasret, pişmanlık ve azabdan başka birse kalmadı bil!.."
Bunlar gibi kınamaları, azarlamaları hitapları kendi nefsine yönelterek onun için gereken hakkı yerine getirmeli, nasihat, öğüt önce kişinin kendisine yapılmalıdır.

NEFİS MUHASEBESİ


"Ey îmân edenler! Siz (önce) kendinize bakın, siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, yaptıklarınızı size haber verecektir." (Maide Suresi:
105).

"Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzurumuza tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mu'minun Suresi: 115).


"Çünkü: O'nun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. İnsan hiç bir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, dediklerini zabteden (bir melek) hazır bulunmasın."
(KM Suresi: 17-18).

"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Ve tartılmadan önce kendinizi tartınız." (Hadîs-i şerif meali).

"İnsanlar amelleri ile bana gelirken siz ise (hayırlı bir amel işlemeden sadece) neseplerinizle gelmiş olmayasınız." (Hadîs-i şerif meali).

Ummandan birer katre olarak yukarıda zikredilen âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler biz Müslümanlara başta kendimizi sık sık hesaba çekmemizi, hasenat ile seyyiâtımızı tartmamızı, fayda ile zararlarımızı muvâzene etmemizi emrediyor ve bizi devamlı bir teyakkuza, intibaha ve âhiret hazırlığına davet ediyorlar. r Öyle ise bizler, haftada hiç olmazsa bir defa, içinde bulunduğumuz hâlin muhasebesini yapmalıyız. Acaba biz niçin yaşıyoruz?

Gün geçtikçe âhiret hesabına kârda mıyız zararda mıyız? Biz niçin bu hizmette bulunuyor ve görünüyoruz? Menfaat elde etmek için mi? Meşhur olmak için mi? Boş olduğumuz için mi? Başka yerde iş bulamadığımız veya başkaları bizi kabul etmediği için mi? Başka bir ise yaramadığımız için mi? Yoksa bunlardan hiç birisi değil de; gençliğimizi ve ömrümüzü İslâm terbiyesi ile, iffet, namus ve itaat dairesinde sarfetmeyi istediğimizden mi?

Ve bu zemin ve imkânın ise en güzel sekliyle bu mübarek evlerde olduğunu gördüğümüzden mi? Yani Yüce Allah'ın rızâsı için mi?

Bizim hem okumaktan hem neslin maddî-ma'nevî refah ve saadetine yönelik bir hizmet içerisinde bulunmaktan maksat ve gayemiz Yüce Allah'ın rızâsını kazanmak olmalıdır. Yüce Allah'ı memnun etmek özellikle iki şeye bağlıdır: Ne/sin terbiyesi ve neslin ıslâhı. Yani İslâm’ın, terbiye adına getirdiği prensipler dahilinde şuurlu ve faziletli bir nesil meydana getirmek.

Günümüzde çevremize baktığımızda bu çerçeve dahilinde hareket edip kendilerini şuurlu ve faziletli olarak yetiştiren insanların ekserisinin bu nur irfan dairesinde olduğunu görüyoruz. Öyle ise bizler de fırsat kaçırmadan bu hizmette yerimizi almalıyız. Evet, biz nefsimizi ve neslimizi terbiye ve ıslah ederek şuurlandırmak suretiyle Allah'ın yüce dînine hizmet etmek ve bu vesile ile O'nun hoşnutluğunu kazanmak istiyoruz. Bu ise en güzel bir şekilde bu nur dairesinde gerçekleştiğinden bu hizmette bilerek bulunuyor ve aşkla, şevkle çalışıyoruz.

Evet, biz bu anlayışla bu hizmetin içinde yer almışız ve almalıyız.


2-Sen Önce Kendine Bak

Ey nefsim! Sen önce kendi acıklı hâline bak! Her türlü söz, hareket ve davranışlarını dâima âyet ve hadislerin imbiklerinden geçir. En büyük meşgalen kendi kusurlarını azaltmak olsun. Başkalarının ayıp, hata ve kusurlarına bakma. Sen Önce kendi kusurlarını gör. Aksi taktirde kendini unutursun da, kusur ve noksanlarını göremez ve onları telâfi edemezsin.


Neticede dâima noksan olur ve devamlı kusurlu kalırsın ve âleme de mudhike ve mazkara olursun. Bir defa şunu kat'iyyetle bilmelisin ki, senin başkalarında gördüğün kusur ve noksanlar ekseriyet itibariyle sende vardırlar. Çünkü, o kusurlar sende olmasaydı onları arkadaşlarında göremezdin, görsen de onları iyiye yorumlardın. Bunun sırrı şudur ki, kişi etrafına gözlüğünün rengiyle bakar. Yani kendisi nasılsa, fikri, zihni ve hayali ne ile meşgul ise, etrafını öyle görür. Nitekim kibirli ve gururlu olan kimse çevresini kibirli ve gururlu, mütevazî olan kimse de çevresini mütevazî olarak görür.

Cimri olan çevresini cimri ve tembel olan çevresini tembel olarak görür. Cömert olan çevresini cömert, çalışkan olan da çevresini çalışkan olarak görür ve Öyle kabul eder.


3-
Aman Kendine Dikkat Et
Ey nefsim! Maddî-ma'nevî kirlerden ve tehlikelerden şiddetle kaçın, onlardan titizlikle korun, gelecek zarar ve tehlikelere karşı dâima dikkatli ol! Çevreni kontrol ermeden adımını atma ve işin erbabına danışmadan bir işe girişme. Bir mes'eleyi araştırmadan o mes'ele hakkında ileri geri konuşma. Yoksa başına iş açarsın. Her konuşulanı dinleme ve her duyduğunu söyleme. Yoksa başın derde girer. Zararı ve cezası kesin olan mes'elelere karşı tavır koymak şöyle dursun, şüpheli şeylere karşı bile dikkatli ve tedbirli ol. Tâ ne halde, ne de istikbalde başın ağrımasın ve uykuların kaçmasın. Dâima rahat ve huzurlu olasın.

4- Genişlik Halinde Şükret, Darlık Halinde Sabret

İnsan yaşadığı müddetçe, pek çok devrelerden geçer, muhtelif hallere uğrar ve değişik seviyelerde bulunur. Fakat insan, içtimaî hayatta bulunduğu makama göre değil, bulunduğu makamın hakkını vermekle değer kazanır,

Öyle ise, sen er'likten genelkurmay başkanlığına kadar bütün rütbelerde muhatabının seviyesine göre vaziyetini alacak ve o an için gerekli olan hâli takınacaksın. Zîrâ, sen sadece emir veren olamazsın. Bazen emir verdiğin gibi, bazen de emir alırsın. Öyle ise yerinde pasa, yerinde er, yerinde âmir, yerinde memur olmalısın. Ve bulunduğun hâlin ve seviyenin özelliğini takınmalı ve hakkını vermelisin.

Senin öncü kuvvetlerin veya seni takdim edenlerin olmayacak. Hatta sana sergi, masa ve mikrofon hazırlayan da bulunmayacak. Senin, sana ait eşyayı taşıyan ve senin adına imza atan birisi de olmayacak.

Sen bazen sual etme mevkiinde, bazen cevap verme makamında, bazen de hem sual eden hem de cevap veren durumunda olacaksın.


Meselâ: Bir ziyafet tertip edeceksin, öyle ki; gerekirse bu ziyafetin hazırlanmasında tertipçilik vazifesini sen görmelisin.

İnsanların çağrılmasında çağırma vazifesini sen yapmalısın, yemeğin hazırlanmasında ahçılık görevini sen üstlenmelisin. Misafirlerin istikbal edilip ağırlanmasında teşrifatçılık ve misafirperverlik vaziyetini sen takınmalısın. ,

Misafirlere bir kısım hak ve hakikatlerin duyurulmasında tebliğ ve irşâd vazifesini sen deruhte etmelisin. Gerektiğinde çocukla çocuk, ihtiyarla da ihtiyar olmalısın. Halk içinde onlardan bir fert olarak, âlimlerle oturup kalkmada da onlara karşı anlayışlı bir muhatap ve ünsiyetli bir arkadaş olarak arz-ı endam etmelisin. Gariblerin ve kalbi kırıkların yanında ise garibler ve kalbi kırıklar gibi davranmalısın.


Bütün bunlarda, esas itibariyle senin aslî hüviyetinde bir değişiklik yoktur. Sen hep aynısın; o da, bir âciz, bir zavallı, bir garib ve bir fakir... Ancak bulunduğun hâlin ve yerin durumuna göre o makama münâsip cilvelere ve zahirî tezahürlere mazhar olursun. İşte bu değişik görüntüler bulunduğun hâlin hakkını vermenin ifadesidir. Adetâ bir su gibi... Şartlara göre bazen câmid, bazen mâyı bazen, de buhar olan bir su gibi... Esasen her üç halde de su yine sudur. Sadece aldığı vaziyet değişmiştir. Çünkü; o şartlar dahilinde başka türlüsü olamaz.


Öyle ise, yüksek makamlarda bulunduğunda kendini beğenip kibre girmemelisin. Düşük mevkilerde bulunduğunda da mahzun olup ye'se düşmemelisin. Özellikle da'vâ arkadaşlarına karşı hiçbir zaman kaşlarını çatıp yüzünü ekşitmemelisin ve bilmelisin ki, onların sana değil, senin onlara minnet borcun vardır. Çünkü, seni aralarına tenezzülen almışlar ve lütfen seni arkadaşlığa kabul etmişler. Öyle ise haddini bilip şuna-buna darılmamalısın. İtirazvârî neden ve niçinlerle kaderi tenkit etmemelisin. ,

Hem bilmelisin ki, mazhar olduğun kemâlât ve mehaşin hep mevhibedir. İkrâm-ı İlâhî, fazl-ı Rabbani veya imtihan-ı Sübhânîdir ki bakalım şükür mü edeceksin, nankörlük mü edeceksin? Mâruz kaldığın düşük ve sevimsiz vazifeler ise hep meksûbedir. Onlar senin kâbiliyetsizliğine bakar. Yani sana verilen istidat

çekirdeklerini münasip şartlar altında iyi terbiye edemediğinden ve onları güzel yetiştiremediğindendir. Öyle ise, bu gibi vaziyetlerde meydana gelen sevimsiz ve üzücü halleri ve hâdiseleri hep kendinden bilmelisin.


Hem bilmelisin ki, senden sana yalnız noksanlık, acizlik ve kusur vardır. Fakat unutma, bütün bu noksan hallerin telâfisi mümkündür. O da kibir ve iddiayı bırakıp tazarrû ve niyazda bulunmaktır. Öyle ise bir elin yukarılarda Hakk'a karşı dua ve niyazda; diğer elin yerde da'vâ arkadaşlarınla istişarede bulunmalısın. Ve yine bilmelisin ki, herkese nasib olmayan bir fazîlet, her iki cihanın huzur ve saadetinin temini ve mâdenidir. Binaenaleyh bu iki kanatlı mi'râc ve vasıtaya bin. Mele-i a'lânın sakinlerine doğru yüksel git...


YETER ARTIK, YETER


Bunca senedir gönlünce keyfince yaşadın. Gününü gün ettin ve şimdi eli boş olarak, ömür sermayesi tükenmiş bir vaziyette ve hayatın yansını harcamış ve geçirmiş bir durumdasın. Fakat hâlâ gönül eğlencesindesin. Yeter artık.

Defalarca, Yüce Âlemden "Kulum" iltifat ve hitabıyla çağrıldın. Senin bu türlü bir iltifata karşı iki büklüm olmuş vücudun ve ruhunla nefsin hoşuna giden şeylerden istiğna ederek, tozu toprağı göze sürme diye çekeceğine sunardın ve bataklığa saplananlar gibi; lehviyyâta daldın ve hâlâ da balıklamasına dalmaya devam ediyorsun. Boğulup kalmana çok az kaldı. Yeter ar-tik.

Sana cadde-i kübrâ gösterildi. En doğru yola iletildin. O yolun erkânını öğretenlerle hayâlen sohbete kaç defa, ama kaç defa mazhar kılındın. Öyle ki, bazen kendinden geçiyordun. Bir başka âlemle dudak dudağa, göz göze geldiğin, ses tonundan da yüz çizgilerinden de belliydi. O âlemle temasa geçince hâlin başka oluyordu. Ciddî bir tevazu ve mahviyyet içinde kendinden geçiyordun. Bazen o kadar ileri gidiyordun ki, o sohbetin verdiği lezzeti dilini çıkarıp dudaklarını yalamakla ifâde ediyordun.

Fakat ne oldu ise bir seneden beri oldu. Kimin nazarı veya bedduası isabet etti, bilmem. Hayır hayır. Ne nazar, ne de beddua isabeti... Belki en büyük düşmanın olan nefsine ve şeytanına tavız vermen, seni bu hâle getirdi. Öyle ki, artık o sohbetten mahrumsun. O âlemle temasa geçemiyorsun.

Ah keşke bununla kalsaydın. Senin hem dünyanı, hem de ukbânı berbat eden ve edecek olan şeytanî âlemin içine girdin.Şâyet henüz girdiğin bu kötü âlemden en yakın bir zamanda yıldırım süratiyla gerisin geriye çıkmayıp takva kalesine girmezsen; bu kötü âlemin uğursuz kapılan senin üzerine kapanıp mıhlanacak ve sen bir daha oradan çıkamayacaksın. Dön geriye, çabucak çık oradan; inad edip durma. Yeter artık.


Ya bu hâle ne diyeceksin? Bu neyin nesidir?! Hayâline gelir mi idi hiç, yirmi sene sonra perhizini bozacağın?


Hani gözünün üstünde hiç mi hiç kaşın yoktu? Hani küçüklüğünde karşı cinsin, onlardan kaçınıyorsun diye seni kınamıştı. Hani senelerce bir def acık olsun bakmadın da karşıdakini nerede ise sinirinden çatlatacaktın. Hani bakmaz ve konuşmaz diye tanınıyordun. Ve hani haram yemez-içmez, fuzulî gezmez, mâlâyâni konuşmaz diye ün salmıştın.

Şimdi ise bak elin yazmaya bile varmıyor. Amma akşama defterin dürülecek ve yarın da hesabın görülecek, merak etme. Ama şimdi ise fırsat kolluyorsun eğlence yerlerine gitmeye, kadınların seslerini duymaya, vücut hatlarını görmeye, haramı tatmaya, haramı yemeye ve haramla doymaya... Hayâlen onlarsız yasayamaz oldun. Ve nerede ise hakkında kader kitabının sebkat edip eşkiyaların defterine kaydolmanla karşı karşıyasın. Gel vazgeç böyle nefsânî, şeytanî ve hayalî vesveselerden.

Vazgeç; hem "ne zamana kadar zâilât-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyât-ı dâimeden tegâfül edeceksin", yeter artık.


Hâlâ vicdanın tefessüh etmemiş olacak ki, ettiğin haltların akabinde mahzun oluyor ve için için kan ağlıyorsun. Biliyorum belki de günaha girmektense ölümü tercih ediyorsun.

"Rabbim, günaha gireceksem beni
ö/dür daha iyi diyorsun
ve her günahın arkasında, sende binlerce nedamet ofları ve yüzünde pişmanlık çizgileri beliriyor. Amma buna rağmen yine kötü âdetlerine devam ediyorsun. Yarın bu pişmanlığı da yitirir ve kendini haklı görmeye ve mazeret uydurmaya başlarsın. Ne yapıyorsun ben-î âdem, vazgeç bu sevdadan! Yeter artık!
Mubah şeylerle yetinmelerini, haram şeylerden kaçınmalarını şimdiye kadar binlerce insana, hem de çırpınarak duyurmaya çalıştın. Fakat bu anlattıkların nerede! Sen nerede! "Eynesserâ
minessüreyya."

Senin gibilerinin dudaklarının ateşten makaslarla kesileceğini daha bu sabah sen söylüyordun. Şimdi ise bu vaziyetin nedir? Nasıl dayanacaksın bu ateşe? Ve nasıl dayanacaksın seni dinleyen ve tanıyanların nefret ve lanetlerine?

Ne olursun gel aklını başına al! Şu anlattıklarını tatbik et veya yapabildiklerini anlat. Ve illâ yeter artık; Allah'dan utan da, bari dilini kes!

Yahu her şey bir tarafa. Değersiz bir iyilikte bulunduğun kimsenin sana karşı yaptığı en küçük saygısızlığını unutamıyor ve afvedemiyorsun. Ya seni yoktan yaratan, sana ruh veren, seni îmân ve İslâm şerefiyle aziz kılan, sana yüce dostları sevdiren, ruhunu ve bedenini en güzel cihazlarla donatan, hem de verdiklerinin birisinin bile olmayışında, yüzlerce noksanlık ve binlerce zarar meydana gelecek olan şu güzel sureti ve sîreti sana veren Yüce Yaratıcı'ya karşı kulluğunu her halükârda ve en ağır şartlar altında bile göstermen lazım gelirken; farzlarını ihmal ve haramlarını irtikab ediyorsun.

Yüce Mevlâ'ya karşı böylesine bir saygısızlık ayıp değil de nedir? Ne olursun, aklını başına al da, öyle düşün, inhiraflarda bocalayıp istikâmetten kaçtığın yeter artık!


Ümid ederim; bu senin için bir ders olur. Zaten tutunacağın ve bel bağlayacağın hiçbir amelin kalmadı. Ya yoktu veya olanı sen silip süpürdün ve neticede iflas ettin. Artık dakikaların aleyhinde işliyor. Gel, Ramazan-ı Şerifin şu son gecelerini özellikle Kadir gecesini fırsat bilerek ve feyzinden istifâde ederek kendine gelip bir silkiniver.

Kendini Yüce Rahman'ın rahmet deryasına atıver. Hem de oradan çıkmamacasına. Orada Rahmetenlil âlemin olan Şerefli Elçi'yi (s.a.v.) ve yüce dostları bulacaksın. Onlardan birisinin eteğine tutunuver. Merak etme, mutlaka sâhil-i selâmete çıkar ve kurtulursun; hem de tertemiz olarak. Belki de hiçbir şey olmamış gibi. Haydi gel; bu kadar direttiğin yeter artık!

Dön Yüce Allah'a Dal rahmet deryasına Tutun O yüce su/tana Ulaş kalbî itminana Ve er; ebedî rıdvâna...
Ve artık,

YETER BUNLAR SANA.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Allah’ım! Ne olur beni bana bırakma!

Ya Ğaffâr! Ya Ğaffâr!

Sen ki günahkâr kullarını affetmeyi seversin. Bağışlamak senin ululuğunun şanındandır. Beni ve bütün günahkâr mümin kardeşlerimi affet…


Ya Tevvâb! Ya Tevvâb! Ya Tevvâb!

Sen tövbeleri kabul edensin. Ben defalarca senin çizdiğin sınırları çiğnedim, Sana isyan ettim… Şimdi, acizliğimi ve Senin büyüklüğünü itiraf ile kapına geldim. Yapmış olduğum günahlardan bin pişman, perişan, harabe bir gönülle Sana yalvarıyorum;

Beni, anamı babamı ve bütün inananları affet, tövbelerimizi yüce dergâhında kabul eyle…
 

zerrat

Well-known member
* Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "AIlah'ım, huşü duymaz bir kalbten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım."

Amin..Amin..Amin..Elfü elfi Amin...

* İbnu Mes 'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüd okuyunca şu mealde zikirde, duada bulunurdu: "Hamd Allah'adır, O'na sığınır, O'ndan mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden de O'na sığınırız. Allah kime hidâyet verirse onu kimse sapıtamaz, kimi de sapıtırsa onu kimse hidayete götüremez. Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür. O'nu hak ile, Kıyametten önce müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse doğru yolu bulmuştur. Kim de o ikisine isyan ederse, (bilsin ki) sadece kendisine zarar verir, Allah'a hiç bir zarar verermez."

!!!
Şüphesiz.
ALLAH(C.C.) Razı Olsun Mihrimah Kardeşim.

 

zerrat

Well-known member
Allah�m! Ne olur beni bana bırakma!

Ya Ğaffâr! Ya Ğaffâr!

Sen ki günahkâr kullarını affetmeyi seversin. Bağışlamak senin ululuğunun şanındandır. Beni ve bütün günahkâr mümin kardeşlerimi affet�lt;/font>


Ya Tevvâb! Ya Tevvâb! Ya Tevvâb!

Sen tövbeleri kabul edensin. Ben defalarca senin çizdiğin sınırları çiğnedim, Sana isyan ettim�Şimdi, acizliğimi ve Senin büyüklüğünü itiraf ile kapına geldim. Yapmış olduğum günahlardan bin pişman, perişan, harabe bir gönülle Sana yalvarıyorum;

Beni, anamı babamı ve bütün inananları affet, tövbelerimizi yüce dergâhında kabul eyle�lt;/font>


Amin elfü elfi Amin inşaALLAH.
ALLAH(C.C.) Razı Olsun Musa'b Kardeşim.


 
Üst