Niyet

mihrimah

Well-known member
قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلى شَاكِلَتِه فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدى سَبيلًا


İsra/ 84- De ki: "Herkes bulunduğu hal ve niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir."​

اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرنَ رَبِّ اِنّى نَذَرْتُ لَكَ مَا فى بَطْنى مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنّى اِنَّكَ اَنْتَ السَّميعُ الْعَليمُ


Al-i İmran/35. İmrân'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin."​

HADİS...
* Hz. Ömer radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Resülüne ise, onun hicreti Allah ve Resülünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir."
* İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah bir kavme azap indirdi mi, o azab, kavmin içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra, (Kıyamet gününde) herkes niyetlerine (ve amellerine) göre diriltilirler."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki insanlar Kıyamet günü niyetleri üzere diriltilecekler."
* Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“kıyamet günü, Allah huzuruna öyle bir kul getirilir ki, adamın sıradağlar gibi iyi amelleri vardır. Fakat bu arada – falanca da hakkı olan gelip ondan hakkını alsın- diyen bir ses duyulur.
Bu ses üzerine bir çokları gelerek adamın iyi amellerinden hakları kadarını alıp götürürler. Sonunda iyi amelleri tükenip de adam ortada şaşkın kalınca ulu Allah kendisine “benim katımda sana ait öyle bir hazine var ki, ondan ne meleklerin ve ne de kullarımın haberi yoktur.” Buyurur.
Adam “Ya Rabbi, nedir o hazine?” diye sorunca ulu Allah ona “bu hazine senin niyet edip de yapamadığın iyiliklerdir. Onların her biri için defterine yetmiş kat sevap yazmıştım” buyurur.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
Niyet, bir kasd ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sâyesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır.
İnsanın, bütün fiillerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlerine göre, "benim" deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Kezâ; irâdenin en sarsılmaz kâidesi ve insandaki inşâ gücünün en metin temeli de niyettir. Hatta, diyebiliriz ki; kâinat da ve insan nefsinde her şey, hem başlangıç itibariyle, hem de devam itiba-ı niyete bağlıdır. Ona dayandırmadan ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir.
Her şey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle plânlaşdırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plân olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irâde ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.
Niyetteki bu güç ve müesseriyete delâlet edecek pek çok şey vardır. Ne var ki, çokları, yaşadıkları hayatın şuurunda olmadıkları için, bu güç ve müessiriyetden de haberleri yoktur.
Niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle de oldukça ehemmiyet arzetmektedir. Bu noktada o, ya bin - şifâ va'diyle gelen bir iksir veya bütün iş ve davranışların semere ve neticelerini alıp götüren bir tufan ve bir kasırgadır. Nice küçük işler vardır ki; niyet sâyesinde büyür; bir dane iken bin başak, bir damla iken derya olur. Ve nice dağ cesâmetinde himmet ve gayretler de vardır ki, kötü niyet yüzünden semeresiz ve güdük kalmışlardır.
Kulluk şuur ve idrâkiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşru' bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar, insanın başını en yüce âlemlere ulaştırır ve onu sultan kılar. Oysa ki, aynı hareketler ve daha binlercesi, bu idrâktan uzak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekme ve yorulmadan başka bir şeye yaramaz. Demek ki, yaradanı hoşnud etmek yolunda insan, hem işlediği şeyler, hem de terk ettiği şeylerle yükseliyor ve "ahsen-i ı`akvîm "e n1 mazhar oluyor. O'nun hoşnudluğu dışında ise, bin amel ve gayret hiçbir işe yaramıyor...
Niyet, öyle bir mâyedir ki, "yok" onunla "var" olup bir cilve gösterir; var gibi görünen şeyler de yine ondaki bozukluktan ötürü ölür ve te'sirsiz kalır.
Gazâda, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerle yaka-paça boğuşup yarınları aydınlatmak isteyen merdlerin, sâf niyetlerinin yanıbaşında; bu kavgayı şahsî çıkarları ve hasis menfaatleri için verenler de küçümsenmeyecek bir yeküne sahibdirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de başaşağı yıkılıp “Tamu”ya gideceklerdir.
Niyet, bu mahdut ve muvakkat dünya hayatında, sınırsızlığa kapı ve pencere açan esrarlı bir anahtar ve belli bir ömürde ebedî saâdet veya şekâvet va'deden müthiş bir dildir. Bu âleti güzel kullanan vazifeşinaslar, hayatlarında ölü ve muzlim bir nokta bırakmayacak şekilde, dünyalarına nur serpip ebedî aydınlık ve huzura erebilirler. Zîrâ, günlük, haftalık, aylık vazîfeler, samimiyetle edâ edildikçe, o vazîfelere terettüb eden fazîlet ve sevâb, sadece vazifenin edâ edildiği zamana münhasır kalmayacak; bilakis, bütün bir hayatın sâniye ve dakikalarını içine alacak şekilde te'sir ve şümûl gösterecektir.
Cihâda hâzır bir asker, fiilen cihâdda bulunmadığı zamanlarda dahî, mücahidlerin hissesine düşen sevâbı alacak. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir er de, nöbet bekliyor gibi, aylar ve aylar, kendini ibadete vermiş birinin ibâdetine terettüb eden hasenâtı elde edecekdir.
İşte bu sırdandır ki, inanan insan, muvakkat bir hayatta ebedi saadet ve ölümsüzlüğe erdiği gibi; inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzed olacakdır. Yoksa zâhiri adâletin iktizâsına göre, herkes kendi ibâdet ve fazîleti kadar veya rezâlet ve denâeti mikdarınca lütûf ve ihsâna; kahır ve azâba dûçâr olması uygun düşerdi ki; o da, iyilerin cennetlerde kalacakları sürenin, iyi insan olarak yaşadıkları süre kadar, kötülerin de cehennemde kalacakları süre kötülükleri kadar olabilecekti. Halbuki, ebediyet hem kötüler için, hem de iyiler için kazanılmış en son durumdur ve ötesinde hiçbir şey düşünmek de mümkün değildir.
İşte böyle, hem bitmeyen bir saâdet, hem de tükenip yok olmayan bir azâb ve şekâvet, sadece insanın niyetinde aranmalıdır. Ebedî iman ve istikâmet düşüncesi, ebedî saâdete vesile olacağı gibi, ebedî küfran ve inhiraf düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.
Son dakikalarında kalbi, kulluk şuûruyla dolu bir insan, binlerce yıl ömrü olsa, düşünce dünyası istikâmetinde sarfedeceği için, o niyet ve kararlılıkda bulunduğundan ötürü, niyeti aynen amel kabul edilerek, ona göre muâmeleye tâbî tutulur. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır"(h) . Öyle de, son dakikalarını yaşayan bir inkârcı, o ilhad ve küfür düşünceleri içinde, geleceğin binlerce yüzbinlerce yılını karartma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezaya çarptırılacaktır.
Demek oluyor ki, bu mevzûda esas olan şey, onların yaşadıkları mahdud ve sınırlı hayatın vesileliğinden daha ziyade -aslında o mahdut hayat da niyetin tezahüründen ibaretdir- onların niyetleridir. Ebedî saâdete iman ve onu kazanma -milyonlarca seneye vâbeste olsa dahi- mü'min ferde ebedi cenneti kazandırıyor; aksi de, kâfire cehennemi.
İnkârcı,isteyerek ve dileyerek içinde yaşattığı küfrün cezasını çekeceği gibi, bütün küfür ve taşkınlıklara sebebiyet veren şeytan dahî, bağrında barındırdığı devamlı inkâr düşüncesinin cezasını, hem de bitmeyen bir azab olarak çekecektir.
Aslında, yaratılışına terettüb eden şeyler itibariyle, şeytanın gördüğü bir hayli iş ve hizmetler de vardır. İnsanın bir kısım istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirilmesinde, beşerin fıtratında bulunan pek çok müsbet ma'denin tasfiye görüp açığa çıkmasında; hatta, kalb ve ruhun uyanık ve tetkikde bulunmasında inkâr edilmeyecek kadar tesiri görülür şeytanın...
Evet o, fertlere ve cemaatlere musallat olur. Onların gönüllerine zehirli tohumlar saçarak, o gönülleri kötülüğün ve karanlığın yetiştirildiği tarlalar haline getirmeğe çalışır. Onun bu ifsad ve saptırma gayretlerine karşılık, bünyedeki ma'nevi duygular alârma geçer, tıpkı, antibiyotiğe karşı vücudun teyakkuza geçmesi gibi... Bu ise insan letâifinin gelişmesini, kuvvetlenmesini, hatta, bu en can alıcı hasım karşısında sık sık Yaradana sığınmasını netice verir ki, bu da insanın kalbî ve ruhî hayatı adına, pek az bir zarar ihtimâline karşılık, pekçok şey kazanması demekdir. Böyle mânevî bir te'sirle insanoğlunda mücâdele azminin kamçılanması ve onun dikkate ve teyakkuza sevkedilmesi, nice saf madenlerin som altın ve nice evliyâ ve asfiyânın, büyük mücâhidler ve kahraman gâziler olarak ortaya çıkmalarına vesîle olmuştur.
Ne var ki, şeytanın, bu güzîde insanları, mücâhede ve mücâdeleye sevk edip, onlara pâyeler kazandırmasına mukâbil, kendisi için hiçbir mükâfat bahis mevzûu değildir. Çünkü o, yaptığı bu şeyleri, hak dostları yücelsin diye yapmıyor; bilâkis, onları günahlara sokmak ve yıkmak için yapıyor...
Demek oluyor ki, şeytanın hem niyeti bozuk, hem de ameli. O başkalarına kazandırdığı yüceliklerle değil; kendi pestliğine, niyet ve davranışlarının fena olmasına göre muâmeleye tâbi tutulacaktır.
Şeytanın, niyeti bozuk ve davranışları da fenâdır. Bir kere,.isyânı şuurluca ve saptırması bilerekdir. "Ben sana secde ile emretmişken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi? O (İblis) dedi: - Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. Allah (C.C) buyurdu: - İn oradan (cennetden) sana orada kibirlenmek gerekmez, çık. Çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin. İblis: - Bana ba'solunacak güne kadar mühlet ver, dedi. Allah da: - Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu."(Arâf, 12-16) Bu ilk isyan ve baş kaldırma, şuurluca bir cedel ve sonra da küfür yolunu seçmektir. İnsanlığı baştan çıkaracağına dâir olan yeminleri ise, beşerin bitip tükenme bilmeyen dramının esâsıdır.
Şeytanın, bu kararlılık ve niyetinden ötürüdür ki; onun düşmanlığı sâyesinde uyanan bir kısım duygular, sâhibi için faziletlere götürücü olsa bile, şeytan, o gayretinden ötürü asla mükâfat alamayacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, niyet mü'minin hayatında herşeydir. Ferdin ölü davranışlarına canlılık kazandıran o olduğu gibi, onun bütün bir ömrünü "binveren" bir tarla haline getiren de odur. Sınırlı bir dünya hayatında, ebedî saadete bakan bütün kapı ve pencereleri açan o olduğu gibi, ebedî talihsizliği ve ebedî hüsrânı hazırlayan da odur.
"Ameller niyetlere göredir. " Muâmele de amele göre cereyan edecektir.

SONSUZ NURDAN...
Ameller Niyetlere GöredirBuhâri, Müslim ve Ebu Davud, Hz. Ömer’den naklediyor:
“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasulü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasulü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.”
Bu sözlerin, Allah Rasulü’nden şerefsüdur olmasına, hicret sebep olduğu için, bu sözde ana tema hicrettir. Zira, rivayete göre İki Cihan Serveri bu sözü şu hâdiseye binaen ifade buyurmuşlardır:
Mekke’den Medine’ye herkes Allah için hicret ediyordu. Ancak ismini bilemediğimiz bir sahabi, sevdiği Ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmişti. Şüphesiz bu zat bir mü’mindi ama, niyet ve düşüncesi davranışlarının önünde değildi...
O da bir muhacirdi ama, Ümmü Kays’ın muhaciriydi. Ancak Allah için katlanılabilecek bunca meşakkate o, bir kadın için katlanmıştı. İsim zikredilmeden, bu hâdise, Allah Rasû-lü’nün yukarıda zikrettiğimiz mübarek sözüne mevzu olmuştur. Sebebin husûsiyeti, hükmün umûmiyetine mâni değildir. Onun için bu hadîsin hükmü, umumidir, her işe ve herkese şâmildir.Niyet
Evet, sadece hicret değil, bütün ameller niyete göredir. İnsan hicret etmek istediğinde niyeti, sadece Allah ve Rasûlü olursa, bunun karşılığı olarak Allah ve Rasûlü’nü bulur. Bu namazda da, oruçta da, zekatta da hep böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz bir hadîste de ifade edildiği gibi, Allah’ın hakkını gözeten insan, Rabbini hep karşısında bulur. Bu buluş, O’nun rahmet, inayet ve keremi şeklinde olur. İnsan, bunları bulduğunda coşar, kendinden geçer ve secdeye kapanarak Rabbine yakınlığını arttırmaya çalışır... Ve Rabbine yaklaştıkça da bütün amellerine bu duygu, düşünce hakim olur. Bu hakimiyetin gölgesinde, her şeyin değişip başkalaştığı âleme geçtiğinde, yani kabirde, berzahta, haşirde, sıratta da yine Rabbini hep karşısında bulur. Şayet amelleri, onu Livâü’l-Hamd’e ulaştırabilirse, orada da İki Cihan Serveri’ne mülâki olur ve tasavvurlar üstü bir maiyyete erer.
Halbuki, niyeti Allah olmayan bir insan, bütün sa’y ü gayretine rağmen, eğer hicretten maksadı bir kadınsa, bütün o meşakkatler cismaniyete ait zevkler için çekilmiş.. ve bir ma’nâda katlandığı her şey hebâ olup gitmiş sayılır.
Hep cismaniyetini yaşayan, hep bedenî hayatla oturup kalkan, hiçbir zaman vicdan ve ruhunun sesine kulak asmayan bir insan, boşa oturup kalkacak, şurada-burada ömrünü beyhude tüketecek ama, kat’iyen hayatını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına göre ayarlayan insanların elde ettiği neticeyi elde edemeyecektir. Zaten başka bir hadîslerinde de Efendimiz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurmaktadır. Zira insan, ne kadar gayret ederse etsin, niyetindeki ameli yakalayamaz. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, yapılan amelden ziyade, içteki niyete göre muamele etmektedir. Dolayısıyla, insanın niyetinin, ona kazandırdığı elbette yaptıklarından daha fazla olacaktır. Evet işte bu yönüyle de mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.
Mevzuyla alâkalı olması yönünden şu hadîs’e de dikkatinizi rica edeceğim. Efendimiz bir hadîslerinde:
“Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o, kalptir” buyurmaktadır.
İhlasınız olursa zemini bulup serptiğiniz bütün tohumlar hayattar olur. Başlangıçta rüşeymler gibi zayıf ve çelimsizdirler ama, zamanla salınan selviler haline gelirler. Ve siz, ötede onların gölgesinde yaşarsınız. Evet, onlar, sizin niyetlerinizin sıhhati ölçüsünde serpilir gelişir ve cennet meyveleri halinde karşınızda arz-ı endâm ederler.
Niyetle insanın âdet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle cennet nasıl kazanılırdı ki?.. Evet, eğer mü’mine ebedî bir hayat verilecekse, bu onun ebedî kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedî cenneti kazandıracaktır. Diğer kutupda kâfir için de durum aynı şekildedir. Yani o da ebedî cehenneme müstehak, demektir.
Evet biz, niyetimizdeki ebedî kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanıyoruz. Kâfir de niyetindeki ebedî nankörlük azmiyle. Evet, amellerin en küçüğünden bila-istisnâ, en büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve âdetâ onlara hayatiyet kazandıran ancak ve ancak niyettir.
Hatta, iyiliklerde sadece niyetin kazandırdığı çok şey vardır. Meselâ bir insan, bir haseneye niyet etse de onu yapamasa yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazan on, bazan yüz, bazan da daha fazla sevap kazanır. Halbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır. Elbette ki her kötülüğün günahı da kendi cinsinden bir cezayı gerektirir.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve bir mayedır.
Ve keza, niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.
Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezaiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.
Ve keza, dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:
Bir cihette, o nimetlerin bir Mün'im tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten in'am edene döner, Onu düşünür. Mün'imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganimet telâkki ederek minnetsiz yer.
Halbuki, birinci cihette lezzet, zevalle zâil olsa bile ruhu bâkidir. Çünkü Mün'imi düşünür. Mün'im ise merhametlidir. "Daima bu nimetleri bana verir" diye ümitvâr olur. İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır. Musibetlerin ise, zevâlinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevâlinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.
KÜLLİ NİYET
Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, imanla bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki, emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüz'iyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki, lezaiz-i imaniye, firak ve iftirakla müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, herbir lezzetin zevâli var. Ve o zeval, hadd-i zatında elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölümle mahkûm olur.

Eğer desen: "Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?"
Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım." Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim."
İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.
Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında Name=376; HotwordStyle=BookDefault; der. Yani, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesâbıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.
Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, "Yâ Halıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim." Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. "Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır," Name=377; HotwordStyle=BookDefault; şu sırra işaret eder. Hem,Name=378; HotwordStyle=BookDefault; (Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamd ederek Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyâlarının ve meleklerinin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz) gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti, şu sırdan anlaşılır.
Hem, nasıl bir zâbit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini kendi nâmına padişaha takdim eder; öyle de, mahlûkata zâbitlik eden ve hayvanât ve nebâtâta kumandanlık yapan ve mevcudât-ı arzıyeye halîfelik etmeye kàbil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telâkkî eden insan, Name=379; HotwordStyle=BookDefault; der; bütün halkın ibâdetlerini ve istiânelerini, kendi nâmına Ma'bud-u Zülcelâle takdim eder.
Hem Name=380; HotwordStyle=BookDefault; (Bütün mahlûkatının bütün tesbihâtıyla ve bütün masnuâtının dilleriyle Seni tesbih ederiz.) der; bütün mevcudâtı kendi hesâbına söylettirir.
Hem, Name=381; HotwordStyle=BookDefault; (Allahım! Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların adedince Muhammed'e rahmet eyle.)der; her şey nâmına bir salâvât getirir. Çünkü, her şey nur-u Ahmedî (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihâtta, salâvâtlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.
HAYRAT VE HESENATIN HAYATI
İ'lem eyyühe'l-aziz!
Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucub, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur.
Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
Anlatıldığına göre İsrailoğulları zamanında bir abid, bir gün bir kum yığınının yanından geçerken içinden o kumun un olmasını ve onunla o yıl büyük bir kıtlık içinde bunalan yöre halkının karnını doyurabilmeyi özledi.
Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah o zamanın peygamberine şunları vahyetti: “O kuluma, görmüş olduğu o kum yığını kadar unu olmuş da hepsini halka dağıtmış gibi sevap yazdığımı bildir”
MELEKLER KİŞİNİN İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜNÜ NASIL YAZARLAR?
Hz. Süfyan bin Uyeyne'ye: "Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa, o kimse o ameli işlemediği halde, Kirâmen Kâtibîn melekleri nasıl yazarlar?" diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
"İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan melekler gaybı bilmezler. Lâkin güzel ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince, kişiden misk gibi güzel kokular yayılır. Melekler bu kokuyu aldıkları zaman o kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Kötülük yapmağa niyet ettiğinde de, kişiden rahatsız edici bir koku yayılır. Bu kötü kokudan melekler o kimsenin kötülük yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Güzel amel işlemeğe niyet edince, kul yapmasa da melekler o niyeti yazarlar. Kötülüğe niyet edince ise, o kötülüğü yapmadıkça yazmazlar.
Bu, Allah Teâlâ'nın kuluna fazl ve ihsanındandır."
SÜNNETLERE UYMA VE NİYET
Sünnetin bütününe birden uymak çok zordur. Ehass-ı havassa, yani en büyük velilere ve din büyüklerine bile zor nasib olan bir husustur. Ancak sünnetin hepsini bilfiil yapmaya herkesin gücü yetmemekle beraber, ona ittiba' niyet ve kasdında olmak, taraftarâne ve iltizamkârâne bir tavır takınmak, herkesin elinden gelir. Böylece insan, sünnetlere olan ittiba' niyet ve kasdı ve tarafgirliği sebebiyle, Allah Resûlünün şefâatinden mahrum kalmamış ve sünnetin feyzinden istifadeye uzak durmamış olur.
Şu halde şartların elverişsizliği sebebiyle yerine getiremediğimiz sünnetlere karşı içimizde ittiba' arzu ve niyetini, iştiyakını daima korumalıyız. İfa edebileceğimiz sünnetlere karşı da sebebsiz yere ihmale, tembellik ve lâkaytlığa düşmemeliyiz.
NİYETİ TEMİZ OLMAYAN
Temizliği, sadece beden temizliğine hasretmek yanlış olur. Beden temizliği kadar, hattâ ondan da önce kalp temizliği, niyet dürüstlüğü, ahlâk güzelliği gereklidir. Nitekim niyeti temiz olmayanın ibâdeti hâlis olmaz, dolayısıyla, Allah katında kabûl görmez.
Bu sebeple Müslüman da kalp temizliği ile beden temizliği birleşmeli, her ikisinin de temiz tutulması halinde kâmil bir Müslüman olunacağı bilinmelidir.
NAMAZ VE NİYET
Namaz rabbin davetine icabet demektir. Ezan-i Muhammedi okunur. Allahu Ekber Allahu Ekber denir. Günde beş defa minarelerden semalara doğru Eza-i Muhammed-i şehbal açınca umum insanlara davetiye çıkarılır. Rabbin ulufe dağıtılacağı mescitlere insanlar davet edilir. Ziyafet var ziyafete buyurun demektir bu.
Allah büyüktür. Küçük olan sizler muhtaç olduğunuz şeyleri kazanmanız için Rabbin huzuruna koşun. Hz. Muhammed (s.a.s.) vesilesiyle rabbin huzuruna çıkın. Sâlâta girin, felaha kavuşun. Allah’tan başka mabud-u mutlak yok deyin. Sadece Allah var deyin, mabud, maksut, mahbub olarak.
Mümin bu davete icabet eder. Ezan-i Muhammedi beş okunur. Beş bin dahi okunsa mümin icabet ettiğini eder. Edemediğini etmenin niyeti içinde yaşar. Günde beş defa Allah’ın davetine kulak kabartan ve bu davete icabet eden mümin bu davete haliyle ne anlatıyor biliyor musunuz. Evvela onu anlayalım. Günde beş defa Allahu Ekber sesine icabet etmişse ne anlatıyor haliyle: Allah’ım beni günde beş defa camiye çağırttın. Elli defa çağırtsaydın ben yine gelecektim. Beş yüz defa çağırtsaydın yine gelecektim.
Allah ne diyor ona. “Madem ki kulum sen bu niyet içindesin ben de elli defa çağırmışım camiye gelmişin gibi defterine yazıyorum” diye buyuruyor. “Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır” Sen daimi kulluk şuurunda bulunduğun müddetçe sanki senin hayatının her safhası kulluk hesabına geçiyor.
Kafire gelince, beş defaya iştirak etmediği için, beş davete kulak vermediği için onun hayatı da bad-ı heva ve boşu boşuna geçiyor. Defterine kaydedilen hiçbir şey yoktur. Onun için mümin yümünlü ve bereketli biri bin olan, tarlasına bir attığı zaman – ahiret tarlasına- mevra-i ahirete bir attığı zaman binler yetmiş binler, yüz binler elde etme durumundadır ve buna namzettir. Allahu Teâla ve tekaddes hazretleri uhrevi hayatımız hesabına birimizi bin yapsın, bizi mesut ve bahtiyar kılsın.
AMEL VE NİYET
İkrime’den:
-Daima iyi niyet sahibi olunuz. Çünkü, niyete riya karışmaz. Amele riya karışsa da.
Hasan-ı Basri’den:
- Cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme girmeleri, kendi amelleri sebebiyledir. Fakat onların orada ebedi kalmaları, niyetleri yüzündendir.
NİYETİN SAMİMİLİĞİ
Kıyamet günü bir kul Allah’ın huzuruna getirilince sağ eline verilen amel defterinde hacc, umre, zekat ve sadaka gibi bir çok ameller görür ve içinden “ben bunların hiç birini işlemiş değilim, her halde bu benim amel defterim değil” der.
Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah kendisine şöyle buyurur:
- Oku, o senin amel defterindir. Sebebine gelince sen ömrün boyunca “keşki param olsaydı da hacca gitseydim” “ keşki param olsaydı da Allah yolunda savaşa katılsaydım” diye diye yaşadın. Ben de niyetinde samimi olduğunu bildiğim için yapmayı özlediğin o amelelerin tümünün sevabını sana verdim”
KARINCA'NIN HİKÂYESİ
Vaktiyle bir karınca varmış. Küçüklüğünde başına bir kaza gelmiş, ayağı kırılmış. Zavallıcık topal kalmış.
Ama gece demez, gündüz demez çalışırmış. Diğer arkadaşları gibi yuva yaparmış. Yuvasına kışlık yiyecek biriktirirmiş.
Günlerden bir gün insanların Kabe'ye gidip Hacı olduklarını Öğrenmiş. Karınca kabilesinin reisine niçin Hacca gidildiğini sormuş. Reis bilgiç bilgiç başını sallamış:
— Hâlâ öğrenemedin mi? demiş. Hacca gitmek zengin Müslümanlara farzdır. Allah'ın emridir. Suudi Arabistan'ın Mekke şehrinde bulunan Kabe'yi ziyaret ederler. Arafat Dağı'nda vakfeye dururlar. Böylece Hacı olup dönerler.
Topal karıncayı almış bir düşünce:
— Acaba ben gidemez miyim? diye, günlerce düşünmüş.
Yemeden içmeden kesilmiş. Hacca gitme fikri rüyalarına bile girmiş. O kadar istiyormuş ki her gün yaşlı karıncalara Kabe'nin nasıl bir yer olduğunu soruyormuş. Ama
gören yokmuş. Çünkü o zamana kadar hiç bir karıncanın aklına Hacca gidip Hacı Karınca olmak gelmemiş.
Sonunda topal karıncanın sorularından bıkıp usanmışlar:
— Amma sordun, diye kızmışlar. Ne o, yoksa hacı olmaya mı karar verdin?
Bir şey söylememiş. Fakat içinden: "Evet" demiş. "Hacca gidip Kabe'yi ziyaret edeceğim ve hacı olacağım."
Bir gün eşyalarını sırtına vurduğu gibi yola koyulmuş.
Az gitmiş, uz gitmiş gece gitmiş, gündüz gitmiş... Yürüdükçe kırık bacağı daha beter ağrımaya başlamış. Nihayet dayanamayacağını anlamış ama vazgeçmek de istememiş.
Topallaya topallaya yürümesi bir çöl faresinin dikkatini çekmiş. Acımış haline.
— Zavallı dostum, böyle nereye gitmektesin? diye sormuş.
Karıncacık durmuş, yüzünde biriken boncuk boncuk teri silmiş ve ciddi ciddi cevap vermiş:
— Hacca gidiyorum kardeşim. Çöl faresi şaşırmış:
— Bu topal ayağınla, şu zayıf halinle ve yorgunluğunla nasıl hacca gidebilirsin ki? Topal karınca boynunu bükmüş:
— Olsun, demiş. Gidemesem bile hac yolunda ölürüm ya...
NARIN TADI
İran'ın eski hükümdarlarından Nûşlrevan, bir gün vezirlerinden biriyle giderken yol kenarında gördüğü bir bahçeye girer, bekçilik yapan çocuktan su ister. Çocuk bahçede suyun bulunmadığını söyleyince:
— Öyle ise bir nar ver de, susuzluğumu gidereyim, der.
Çocuk koşarak gider, olgunlaşmış bir nar koparıp hükümdara uzatır. Narı çok tatlı bulan hükümdar, bir tane daha ister ve nar gelinceye kadar bu bahçeye el koymayı tasarlar. O sırada çocuk ikinci narı getirir. Alıp da tadına bakınca bu defa ki narı hükümdar çok ekşi ve acı bulur. Çocuğa sorar:
— Evlâdım, bu nar da evvelki ağaçtan değil mi?
— Evet, ondandır efendim.
— O halde evvelki nar tatlı olduğu halde bu neden acı?
— Efendimiz, aynı ağacın narının biri tatlı, diğeri acı olmaz. Şayet olmuşsa bir hikmeti vardır. Sakın hükümdarımız niyetini değiştirip de iyi niyetli iken iyi tad, kötü niyetli iken de kötü tad tatmış olmasın?
Çocuğun bu ikazına hayran kalan hükümdar:
— Sen haklısın küçük bekçi, der. Ben baştan iyi niyetli idim, nar da iyi tadla geldi. Sonra niyetimi değiştirdim, böyle güzel nar yetiştiren bahçeye el koyma fikrine saptım, narın tadı değişti. Bana ekşi ve acı geldi. Şimdi niyetimi düzeltiyorum. Bahçeniz sizin malınızdır, kimse el koyamaz. Bir nar daha ver.
Küçük bekçinin üçüncü defa getirdiği nar da, ilki gibi tatlı ve lezzetli olur. Hükümdar kendi kendini suçlayarak uzaklaşıp giderken "Niyeti güzel olan güzel neticeye lâyık olur" diye düşünür.
İYİ NİYET, GÜZEL DÜŞÜNCE
İnsan çoğu zaman niyetinin neticesini bulur, kalbinde beslediği düşüncesine göre muamele görür.
Bunun için daima güzel düşünmeli, iyi niyet ve maksad içinde olmalıdır.
Eski milletlerden olan İsrail oğullarından bir fakir adam vardı. Gönlü herkese iyilik etme arzusuyla doluydu. Ne yazık ki cebi buna fırsat verecek imkânla dolu değildi. Ne zaman bir fakire yardım etmek, bir hayırlı hizmette bulunmak istese, bir de bakar ki bunu yapacak maddî imkânı yok, üzülür, kederlenir, mahzun şekilde kalırdı.
Bir gün çevrede bazı aç kimseler gördü, onlara yardım edememenin üzüntüsü içinde yoluna devam ederken, yolun kenarındaki bir kum yığını dikkatini çekti:
— Ah, dedi, keşke şu kum yığını kadar unum olsa da şu aç insanlara versem, karınlarını doyuracak ekmek pişirip yeseler..
Onun bu niyeti Allah yanında makbul bir dua ve niyet oldu. Rabbimiz, zamanın Peygamberine şöyle vahyetti:
— Git, o fakir, fakat iyi niyetli kuluma bildir. Aç kimselere vermeyi niyet ettiği kum yığını kadar unu onlara vermiş gibi kabul ettim, amel defterine de böyle bir hayır yapmış sevabı yazdırdım.
ALLAH İÇİN ZİYARETLE MENFAAT İÇİN ZİYARETİN FARKI
Âdem Aleyhisselâm yeryüzüne indiğinde, her tarafta vahşî hayvanlar dolaşıyordu. Özellikle köpekler, hayli korkunç ve cesurdular. Âdem Aleyhisselâm'ı görünce, diğer hayvanlarla birlikte onlar da hücuma geçtiler. Ancak Hazret-i Âdem köpeğin birinin başından tutup okşayınca, bu iltifata sevinen köpek, hemen yüzünü hücuma geçmiş diğer mahlûklara çevirerek karşı koymaya başladı. Böylece köpek cinsi ehlîleşmiş, Allah'ın yeryüzüne indirdiği insan nesline hizmetkâr olmuş oldu.
Bu sırada Âdem Aleyhisselâm'a geyikler de yaklaştılar. Ancak onlar öteki hayvanlar gibi hücum ve korkutmak kasdıyla gelmemişlerdi.
Hazret-i Âdem bu masum hâllerini görünce onları çok sevdi, hayır duada bulundu. Hazret-i Âdem'den ayrıldıklarında vücutlarında misk gibi bir koku hâsıl olmuştu. Geyikler buna çok sevindiler.
Onlardaki bu kokuyu hisseden diğer hayvanlar sordu
— Sizde böyle güzel bir koku yoktu, nereden aldınız bunu?
Geyikler cevap verdiler:
— Bizler yeryüzüne inmiş olan bir mübarek insanı, Allah'ın bir peygamberini ziyaret ettik. Onu ziyaretimiz sebebiyle böyle güzel kokuya sahip olduk.
Diğer hayvanlar da hemen karar verdiler.
— öyle ise biz de ziyarete gidelim.
Koşarak Âdem Aleyhisselâm'ı ziyarete gittiler. Ancak dönüşlerinde dikkat ettiler. Kendilerinde geyiklerdeki gibi güzel bir misk kokusu meydana gelmemişti. Gidip geyiklere sordular
— Biz de ziyaret ettik, ama sizin gibi misk kokusu elde edemedik.
Geyikler şöyle cevap verdiler:
— Elbette sizde böyle koku olmaz. Çünkü biz sırf bir peygamberi ziyaret etmek için gittik. Siz ise, misk kokusu elde etmek için gittiniz. Sizin niyetinizle bizim niyetimiz arasında fark vardır.
NİYETİN BEYÂNI
Önce, bütün amellerin ruhanîydi olan niyetin faziletini bilmelisin. Hüküm niyetindir. Hak Teâlâ'nın amele nazarı niyetledir. Bundan ölürü Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
- Hak Teâlâ Hazretleri sizin yüzünüze ve amellerinize bakmaz, ancak gönüllerinize ve niyetlerinize bakar.
Gönüle bakmanın sebebi onun niyet yeri olduğundandır.
Resûlullah Efendimiz yine şöyle buyurdu:
"Ameller niyet ile olur. Bir kimsenin İbadetinden doğan şey niyetine bağlıdır. Bir kişi hicret etse veya Hacca gitse onun göçü Hak Teâlâ için olur. Bir kişi mal veya kazanç elde etmek İçin veya kadınla evlenmek için o göçü yaparsa, o kişinin göçü Allah için değildir. Dilek edindiği şey için yapılan bir göçtür."
Resul
(S.A.V.) yine söyle buyurdu:
"Ümmetimin şehitlerinin çoğu döşekte ve yastık üzerinde ölenlerdir. Saflar arasında çok can verenler de vardır ki, onların niyetini Allah daha iyi bilir."
Resul (S.A.V.) şöyle buyurdu:
"Kul, çok güzel ameller işler. Melekler tarafından bu ameller mühürlü bir sahifede Allahü Teâlâ’ya yükseltilir. Hak Teâlâ da:
—Önce amelleri onun sahifesinden giderin. Çünkü onlar benden ötürü işlenmiş değildir! Filân ameli, filân ameli onun üstüne yazın! diye buyurur.
0 zaman Melekler de:
Ey Rabbimiz! Bu amelleri işlememiştir! derler. Hak Teâlâ da:
—İşlememiştir, fakat onu İşlemeğe niyet etmiştir! dîye buyurur." Yine Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
—İnsanlar dört bölümdür. Birisinin malı olur, ilim ve hikmetle harceder.. Bir bölümü de: "Eğer benim malım olsaydı, ben de onu o kişi gibi harcardım! der. Bunların ikisi de sevap kazanmakta eşittir. Üçüncü bölümden bir kişinin malı olur, fakat onu günah olan kötü yollarda harcar. Dördüncüsü de: "Eğer benim malım olsaydı, böyle yapardım," der. Bunların ikisi de günahta birbirine eşittir.
Resul (S.A.V.) yine şöyle buyurdu:
— Bir kişinin niyeti ve himmeti dünyalık olursa Allahü Teâlâ, fukaralığı her zaman o kişinin önünde bulundurur. Dünyadan göçünce, dünyaya âşık olur. Ama bir kimsenin niyeti ve himmeti âhiret için olursa, Hak Teâlâ onun kalbine zenginliği yerleştirir ve dünyadan göçerken zâhid olarak göç eder.
"Müslümanlar, vakıa ki, kâfir ile saf tutup savaş yapsalar, melekler hemen amel defterlerine:
Filân kişi cengi asabiyet içinde sürdürüyor, falanca kişi hamiyet gösteriyor, desinler diye savaşıyor, diye yazarlar.
İşte bunlar için: "Hak Teâlâ'nın yolunda şehit olmuşlardır!" demeyin. Çünkü bir kişi savaşı, ancak Hak Teâlâ'nın ismi galip olsun, onun sözü yükselsin diye yaparsa, işte onlar Allah yolunda savaşanlardır."
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine söyle buyurmuştur:
"Bir kimse, nikâh akçesini nikâhlısına vermemeyi niyet etse, o kişi zina edicidir. Bir kişi borcunu vermemeye niyet eylese o kişi hırsızdır."
NİYETİN HAKİKATİ
Ey aziz kişi!.. Sen bil ki, İnsanoğlunun
bir şey meydana getirebilmesi için üç şeye ihtiyacı vardır:
1 — İlim,
2
— İrade,
3
—Kudret.
Yâni: Bilmek, dilemek, güç yetirmektir. Diyelim ki, yemek görülmezse yenmez. Yemek görüldükten sonra ona dileği olmasa yine yenilmez. Eğer dilek olsa da el felce uğramış ise yemek yine yenemez. O halde bütün fiillerin başında bu üç ihtiyaç gelir. Fakat iş ve hareket kudrete uymuştur. Kudret de, dileğe (iradeye) tâbidir. Çünkü dileme gücü insanı iş yapmağa götürür. Dilemek, ilme (bilgiye) tâbi değildir. İnsan çok şeyi bilir, lâkin hepsini dilemez. Ama ilimsiz dileyiş şekil bulmaz, çünkü bir şeyi bilmeyince nasıl dilekte bulunulur? İste niyet, bu üç şeyin içinde yalnız dilemekten ibarettir. Kudret ve ilimden ibaret değildir. Çünkü niyet sahibini yerinden kaldırıp amele götüren dilemeye garaz (maksad) adı verilir. Niyet de denir. Bunların üçü de bir mânâ, bir anlamdır.
Garaz, dilek ve niyeti harekete getirip bir işe başlatır. Kimi zaman garaz iki olur. Böylece iki garaz bir şeyde toplanır. Ama bir tek olan garaza hâlis garaz adı verilir. Onun örneği sudur: Bir kişi otururken bir arslan ona saldırsa, o kişi ayağa fırlar ve seğirtir. Bu halinde onun garazı, yalnız bir şey olur ki, o da kaçmaktır. Bundan fazla dileği olmaz. Yine bunun gibi, ihtişamlı bir kişi bulunduğu yere gelse ayağa kalkar, ona ikramdan başka dileği olmaz. İşte bu hâlis garaz'dır.
Ama, garaz iki olursa bu üç kısımdır:
Birincisi şudur ki: Yalnız dahi olsa onunla işe başlanılan garadır ki, bir kimsenin bir fakir hışmı olsa ve bir kaç edilese, akrabalığından ötürü verir. Gönlünden bilir kî, o hışmı fakir olmasaydı yine o akçeyi verirdi. Bu, iki garazın eşit şekilde ortaklıdır.
İkincisi de şudur: Eğer hışmı olsa, fakat fakir olmasa, ya da fakir olup hışmı olmasa vermezdi. Ama madem ki, ikisi bir arada toplandı, onu vermeği iş edindi.
Birinci amelin benzeri şudur: İki kişi bir taşı kaldırırlar. Eğer birisi yalnız olsaydı yine kaldırırdı.
Sonraki amelin benzeri de şudur: İki kuvvetsiz, zayıf kimse birbirine yardımla bir taşı kaldırırlar. Her biri yalnızca o taşı kaldıramaz.
Üçüncüsü de şudur: Bir maksat zayıf olur, işlemeye insanı götürmez. Öteki maksat ise kuvvetlidir. Öyle ki, yalnız da olsa insanı amele götürür. Lâkin o zayıf garazla birlik olunca amele götürmesi kolay olur. Nitekim bir kişi yalnız gece namazı kılsa, lâkin birkaç kişi onun yanında hazır olsalar, gece namazını kılması daha kolay ve neşe içinde olur. Ama sevap umudu olmasaydı, mahza o kişilerin bakmasıyla namaz kılmaz olurdu.
Bunun da misâli şöyle olur ki, kuvvetli bir kişi taşı kaldırmak gücünde olur. Lâkin bir zayıf kişi de ona yardım eder. Tâ kî, onu kaldırması daha kolay olsun.
Bu üç kimsenin her birinin bir hükmü vardır. Nitekim İhlâs konusunda anlatılacaktır. Maksadımız niyetin mânâsını açıklamaktır ki, ona silâh olan ve onu harekete getiren de garazdır. Bu da kâh hâlis, bazı kere de karışık olur.
MÜMİNİN NİYETİ ONU İŞLEMESİNDEN DAHA İYİDİR
Ey aziz kişi! Sen bil ki, Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
—Mu 'ininin niyeti amelinden daha üstündür, daha hayırlıdır. Bu hadis-i şerifle Resûlullah Efendimiz şunu demek istemişti:
Amelsiz niyet, niyetsiz amelden üstündür!
Çünkü niyetsiz amel ibadet olmaz. Fakat amelsiz niyet ibadet olur ki, bu mânâ da gizli değildir. Ve açıklanan şudur ki, müzminin ibadeti vücut ve gönül iledir. Bu iki hayrın gönülle olanı daha üstündür. O da şundan ötürüdür ki, vücut amelinden murat, gönlün sıfatının dönmesi, değişmesidir.. Niyet ve amelden maksat ise vücudun sıfatının dönmesi, değişmesi değildir. Halk şöyle sanır ki, niyet amel için gereklidir. Oysa hakikat şudur ki, amel, niyet için gereklidir. Bütün bunlardan da kasıt, gönlün salâha dönmesidir ki, öteki cihana yolculuğa çıkan gönüldür. Saadet de, felâket ve şekavet de gönlündür, ve vücut ortada uydudur (tâbidir). Bu tıpkı Hacı olanın devesine benzer ki, Hac devesiz (yani binitsiz,) vasıtasız, olmaz, ama Hacı olan deve değildir. Gönlün dönüşü, değişmesi de bir şeyden ziyade değildir. Bu da yüzünü âhirete döndürmektir. Bu ise dünyadan ve âhiretten yüzünü Hak Teâlâ'ya döndürmektir. Gönlün iradeden, maksat ve işlekten başka yüzü yoktur. Eğer kişinin gönlüne dünya iradesi galip olursa, yüzü dünyaya dönük olur. Onun dünya ile ilgisi, dünyayı dilem ekime olur. İlk yaratılışında dünyayı dilemek üzere yaratılmıştır. Ama Hak Teâlâ'yı dileyince ve âhirete meyli galip gelince gönlün sıfatı değişir, dönmüş olur. Yüzü başka yöne çevrilir. Demek ki, bütün amellerden kastedilen, beklenen, gönlün dönmesidir. Secde kılmaktan maksat, alnın sıfatının değişmesi veya havadan yere inmesi değildir, aksine, gönlün sıfatının dönmesi, başka bir biçim alması yâni kibirde tevâzua erişmesidir. ve:
—Allahu Ekber! demekten maksat, dilin sıfatının değişmesi, dönmesi ve harekete gelmesi değildir.
Belki, gönlün kendi azametinden dönmesidir. Ona Hak Teâlâ'nın azametinin üstün gelmesidir. Hac'da taş almaktan maksat taşların bir yerde çoğalması değildir. Yahut elin hareket etmesi de değil, belki gönlün Allah'ın kulluğuna doğrulmasıdır. Boş şeylere ve akla uymayı bırakma, ilâhî fermana itaatkâr olmaktır. Kendi yularını kendisinin elinden çıkarıp ilâhî fermanın eline vermektir. Nitekim hacılar şöyle derler:
—Ben, senin hizmetine hakikatle ve kullukla durdum, yâ Rabbi! Kurbandan maksatsa, bir koyunun canının çıkması değil, belki cahillik ve cimrilik
çirkeflerden temizlenmektir. Hayvanlara şefkatin, kendi tabiatının hükmü ile olmayıp, ilâhi emrin hükmü ile olmasıdır. Çünkü sana:
- Öldür! deseler, sen: "Bu çaresiz hayvan ne yapmıştır? Niçin ona azap vereyim?" dememelisin.
Belki, kendini kendinden bütün bütün terketmelisin ve hakikatte yok olmalısın. Çünkü zaten yoksun. Kul, kendi hakkında yoktur ve gerçekte var olan Yüce Allah'tır.
Bütün ibâdetler böyledir. Lâkin gönül Öyle yaratılmıştır ki, onda irade meydana gelince, vücut da ona uymaya kalkınca o sıfat gönülde daha sabit ve daha muhkem olur. Meselâ, eğer gönülde bir yetime şefkat zuhur etse, elini onun başına koyunca şefkat daha kuvvetli olur ve gönlün ona meyli anar. Tevazu mânâsı da belirince, başını, tevazu ile yere yakın kılar. İşte bu tevazu, böylece onun gönlünde sabit ve kuvvetli hale gelir.
Bütün ibâdetlerin niyeti hayrat murat etmektir. Tâ ki, dünyadan yüz döndürüp, âhirete yüz tutunca o niyetle amel etmek, o kastı, o isteği gönülde kuvvetli ve sabit kılar. Böyle amel, niyet ve kastı kuvvetlendirmek içindir. Her ne kadar amel de niyetten peyda olursa da, mademki hâl böyledir, bundan da niyetin amelden hayırlı olduğu zahir ve belli olur. Nasıl hayırlı olmasın ki, niyet, doğrudan doğruya kalbin kendi özündedir. Amel ise başka yerden kalbe sirayet etse gerektir. Eğer kalbe sirayet etmişse işe yarar, sirayet etmemişse gaflet içinde, işe yaramayıp kaybolur. Bundan ötürüdür ki, amelsiz niyet, bâtıl olmaz. Bu da şuna benzer ki, midede bir dert olur, eğer dertli olan kimse ilâcı içerse o ilâç ona ulaşır. Bir de göğsü üstüne o ilâcı sürse ve mideye faydalı olsun diye bunu yapsa, bu da fayda verir, ama mideye varan ilâç, göğüsten gelen şifadan daha faydalıdır. Zaten istenilen de şifanın göğüse erişmesi değildir. Böylece, hiç şüphe yok ki, ilâç mideye erişmezse faydasızdır. O ilâç mideye erişirse, sineye erişmese bile bâtıl olmaz.
NİYET, İHTİYAR İLE OLMAZ
Ey sâlih kişi! Bil ki, gafil olan kişi, mubah olan şeylerde niyetin olabileceğini işitse belki de dil ile:
— Hak Teâlâ için evlendim, dese! Veya:
— Allah için ders vereyim! dese öyle sanır ki, bu niyet olur.
Oysa bu niyet olmaz, hadîs-i lisan (dilin sözü) veya hadîs-i nefis (nefsin sözü) olur. Çünkü niyet şu meyile ve rağbete denir ki, gönülde meydana gelir, kişiyi bu işe zorla sev keder. Şu takaza eden kişi gibi ki, ısrarda bulunur, la ki beden onun bu dâvetine uyar, o işi işler. Bu da ancak maksat doğru ve galip olunca meydana gelir. Niyetin tabiî sonucu olan bu hareket olmazsa niyet sözde kalır.
Nefsin sözü olan niyet şunun gibidir ki, tok olan bir kişi:
— Aç kalmağa niyet eyledim! dese veya bir kimseden uzaklaşmak için:
— Onu sevmemeğe niyet eyledim! dese, bunu yapması zordur. Bunun gibi, bir kimseyi şehveti kamı ile sohbete zorlasa, o da:
—Bir evlât için bu sohbeti karımla yapıyorum! dese, bu boşuna söylenmiş bir sözdür.
Eğer kişiyi evlenmeye çeken şey şehvet ise, onun:
— Nikâhı sünnet olduğu için kıyıyorum! demesi fayda vermez.
Belki o kişinin şşeriate imanı kuvvetli olmalıdır. Sonrada evlât için evlenmenin sevabı hakkında gelen haberlerden (hadîs-i şeriflerden) gafil olmamalıdır, Tâ ki, o sevabın hırsı, onun içinde hareket etmeli, o kişiyi evlenmeye âşık etmelidir. İşte bu dem onun bu hırsı ve irâdesi, kendisi söylemeksizin, niyet olur.
Bir kişiyi Allahü Teâlâ'nın buyruğunu yerine getirmek hırsı ayağa kaldırır, namaza başlatırsa bu dilek, niyet olur. Dili ile:
— Niyet ettim! demesi fayda vermez. Çünkü bu, aç olan bir kişinin:
— Açlıktan ötürü yemek yiyorum! demesine benzer.
Aç kalınca yemek yemek, çaresiz açlıktan ötürü olur. Bir yerde nefsin hazzı doğarsa, âhiretin niyeti zorlaşır. Ancak âhiret azığı tedariki üstün gelmelidir ki, o zorluk kolaylaşmış olabilsin. O halde bilmelisin ki, niyetten maksat şudur:
Niyet senin elinde değildir. Niyet şu iradedir ki, insanı işe götürür. Senin elinde olan iştir, fiildir ki, istersen işlersin, istersen işlemezsin! Ama dilediğin vakit işlemek, dilemediğin vakit de bırakmak senin elinde değildir. Aksine, irâde kimi kez yaratılır, kimî kez de yaratılmaz, iradenin ortaya çıkması, senin bu cihanda veya öbür dünyada bir maksadının, bir meramının bir şeye bağlı olduğuna inanmandandır. Ondan sonra da vücuda getirmek dilemendir.
Eğer bir kişi bu sırları bilirse, Hak'ka tâatten el çeker ki, niyetini hazır bulmaz.
İbn-i Şirin, Hasan-ı Basri'nin cenazesinde hazır bulunmamış ve;
— Niyetimi içimde bulamıyorum! demiştir. Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) der ki:
— Kalbe daima ikrah ile bir gördürürsen o kalb kör olur.
Bu da şunun gibi olur ki, hekim, harareti varsa bile kuvveti artsın, İlâç içmeğe takat bulsun diye hastaya et verir.
Kimi kimse olur ki, savaş meydanında, düşmanını kendine doğru çeksin diye kaçar gibi yapar. Sonrada ansızın onun üzerine saldırır. Usta kişiler böyle hileyi çok yaparlar. Zaten din yolu bütün nefisle ve şeytanla cenk ve çatışma ile doludur. Güzellik veya hileye İhtiyaç vardır. Din büyüklerince bunlar makbul şeylerdir. Ama bilgisi eksik âlimler bunlara yol bulamazlar!

 
Üst