Takva

mihrimah

Well-known member
ذلِكَ الْكِتَابُ لَارَيْبَ فيهِ هُدًى لِلْمُتَّقينَ () اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Bakara / 2-3. O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
ولَقَدَ اتَيْنَا مُوسى وَهرُونَ الْفُرْقَانَ وَضِيَاءً وَذِكْرًا لِلْمُتَّقينَ () اَلَّذينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ وَهُمْ مِنَ السَّاعَةِ مُشْفِقُونَ
Enbiya / 48-49. Andolsun biz, Musa ve Harun'a, takvâ sahipleri için bir ışık, bir öğüt ve Furkan'ı verdik. (O takvâ sahipleri ki) onlar, görmedikleri halde Rablerine candan saygı gösterirler. Yine onlar, kıyametten korkan kimselerdir.
اِنَّ الَّذينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ
A’raf / 201. Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.
يَا بَنى ادَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارى سَوْاتِكُمْ وَريشًا وَلِبَاسُ التَّقْوى ذلِكَ خَيْرٌ ذلِكَ مِنْ ايَاتِ اللّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
A’raf / 26. Ey Adem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).
جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ لَهُمْ فيهَا مَا يَشَاؤُنَ كَذلِكَ يَجْزِى اللّهُ الْمُتَّقينَ (31) اَلَّذينَ تَتَوَفّيهُمُ الْمَلئِكَةُ طَيِّبينَ يَقُولُونَ سَلَامٌ عَلَيْكُمُ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Nahl / 31-32. (O yurt,) girecekleri, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır. İşte Allah, takvâ sahiplerini böyle mükâfatlandırır. (Onlar,) meleklerin, "Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.
HADİS...
* Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselam'a: "En efdal insan kimdir?" diye sorulmuştu. "Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes" buyurdular. Ashab: "Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmümu'l-kalb ne demektir?" diye sordu. "(Mahmüm kalb), Allah'tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur" buyurdular."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ey Ebu Hureyre, verâ sahibi ol (harama götürme şüphesi olan şeylerden de kaçın) ki insanların Allah'a en iyi kulluk edeni olasın! Kanaatkârlığı esas al ki insanların Allah'a en iyi şükredeni olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki (kâmil) mü'min olasın. Sana komşu olanlara iyi komşuluk et ki (kâmil bir) müslüman olasın. Gülmeyi az yap, zira çok gülmek kalbi öldürür."
* Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ben bir kelime -Osman dedi ki: "Bir âyet"- biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar hepsine kâfi gelirdi." Ashab: "Ey Allah'ın Resülü, bu hangi ayettir?" dediler, Aleyhissalâtu vesselâm: "Ve kim Allah'tan korkarsa, AIIah o kimseye (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder" (Talak 2) ayetini okudu."
* İrbâz İbnu Sâriye (radıyallahu anh) dedi ki: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: "Ey Allah'ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz?" dedi. "Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklıktır."
* Übey İbnu Ka'b (radıyallahu anh), "Allah, peygamberine ve inananlara huzur indirdi. Onların takva sözünü tutmalarını sağladı" (Feth, 26) ayetinde geçen "takva sözü"nden, Lailahe illallah'ın kastedildiğini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittiğini söylemiştir.
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Ümmetim beş tabakadır: İlk kırk yıl, hayır ve takva ehlidir. Bunu takip edenler yüzyirmi yılına kadardır. Bunlar merhamet sahibi, sıla-i rahme değer veren kimseler olacak. Sonra yüzaltmış yılına kadar olanlar birbirlerine sırt çevirirler, aralarındaki (kardeşlik bağlarını) koparırlar. Sonra da birbirlerini öldürme devri gelir. O devirde kurtuluş isteyin, kurtuluş!"
Hz. Enes İbnu Mâlik radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ümmetim beş tabakadır. Her tabaka kırk yıldır. Benim tabakam ve ashabımın tabakası ilim ve iman ehli insanların tabakasıdır. İkinci tabaka kırk ile seksen yılı arasındaki (insanların) tabakasıdır, bunlar hayır ve takva ehli insanlardır..." (Hz. Enes, sonra hadisi yukarıdaki şekilde tamamladı.)"
* Hz. Ömer radıyallahu anh'ın anlattığına göre: "Bir gün Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın mescidine gitmiştir. Orada Hz. Muaz İbnu Cebel radıyallahu anh'ı Aleyhissalâtu vesselam'ın kabrinin dibinde oturmuş ağlar bulmuş ve: "Niçin ağlıyorsun?" diye sormuştur. Hz. Mu'âz: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'dan işitmiş olduğum bir hadis sebebiyle" demiş ve Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın hadisini okumuştur: "Şurası muhakkak ki riyanın azı dahi şirktir. Kim Allah'ın velisine düşmanlık yaparsa şüphesiz Allah ile savaşmaya çıkmış olur. Allah itaatkâr, takva sahibi ve halktan uzak duran öyle (kendi halinde) kullarını gerçekten sever ki, onlar görünmedikleri zaman aranmazlar (ehemmiyet verilmedikleri için, yoklukları kimsenin dikkatini çekmez), hazır bulundukları zaman (da meclislere, ciddi meşguliyetlere) çağırılmazlar, tanınmazlar. Kalpleri pırıl pırıl hidayet kandilleridir. (Onları hiçbir şey şekke şüpheye atamaz.) Her müşkil meselenin, ağır belanın altından kalkarlar."
* Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh demiştir ki: "Ben size Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan bir hadis naklettiğim vakit, Resûlullah'ın bu sözünün hakka en uygun, hidayete en muvafık ve takvaya en mutabık olduğuna inanın."
* İmam Malik anlatıyor: "Bana ulaştığına göre, bir adam İbnu'z-Zübeyr radıyallahu anhüma'ya şöyle yazdı: "Haberiniz olsun: Takva ehlinin birkısım alâmetleri vardır ki, bunlar sayesinde kendileri bilinebilir, onlar da bunları bilirler: Şöyle ki müttakî: - (İhtilaf halinde) verilen hükme razı olur, - Nimetlere şükreder, - Belâya sabreder, - Dilinden doğru çıkar, - Kur'ân'ın ahkâmını kendine yol yapar. İmam, çarşılardan bir çarşı (gibi)dir, hak ehlinden ise, ehl-i hak, hak (yükünü) ona yıkar; bâtıl ehlinden ise, batıl ehli de batıl (yükünü) ona yıkar."
* Hz. Semüre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Haseb maldır, kerem takvadır."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan ateşe insanları en çok atan şeyin ne olduğu soruldu. "Ağız ve ferc!" buyurdular. En ziyade neyin insanları cennete soktuğundan sordular: "Allah'a takva ve güzel ahlak!" buyurdular."
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Şu ayet indiği zaman (mealen): "İman edip güzel işler yapanlar, haramdaan sakınıp iman ederek güzel işler yaptıkları, sonra yine haramdan kaçınmaya devam edip imanlarında sebat ettikleri, sonra da takvayı kalplerinde iyice kökleştirip iyilikte bulundukları takdirde, onların, haram şeyleri, henüz haram kılınmazdın önce tatmış olmalarından dolayı üzerlerine bir günah yoktur. Zira Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunannları sever" (Maide 93) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana: "sen bunlardan birisin" buyurdu."
TEFSİR...
ذلِكَ الْكِتَابُ لَارَيْبَ فيهِ هُدًى لِلْمُتَّقينَ () اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Bakara / 2-3. O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
...Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.
Fakat müttakî (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma kabiliyetine sahip bulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle "İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır. "Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî (geçişli) olur. Fâtiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine "gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet" denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur'ân'da ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak 'de doğru yola ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'ân, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber, herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları buna iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının) aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara hidayet etmektir.
Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir. "Arab için hidayettir." veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir." denilmiyor. Şu halde "Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız." meâlinde bir takva tavsiyesini kapsamaktadır.
İttikâ, vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da kullanılır. Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, ittikâda sadelik vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: "Tahliye ve süsleme". Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur. Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır.
Ve inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman "Ve onları takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26) gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur. "O ülkelerin halkı inanıp Allah'ın azabından korunsalardı." (A'râf, 7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl-i İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır. Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.
"İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. " "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Takvâ, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir.
Lügat ve şer’î ma’nâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, şeriat kitaplarında her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.
Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumî ma’nâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.
İşte bu ma’nâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “ -Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyet-i pürenvârı da buna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir ma’nâ yüklediğine şâhid olmadığım gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve ma’nâyı kucaklayan.. kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamadım. Evet, ma’nâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve (Bakara, 2/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları (Bakara, 2/21) ufkuna çevirir.
Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. Bu ulu kullar burada Kur’ân’la beslenir, ötede de rü’yet ü rıdvanla. Buradaki vicdânî zevk, oradaki rûhânî haz, takvâdaki derinliğe bir ikinci mevhîbe olması itibariyle Cenâb-ı Hakk:†“-Allah’a karşı olabildiğince takvâ dairesinde olun!” (Âl-i İmrân, 3/102) buyurarak bu ma’nâdaki takvânın önemini hatırlatır.
Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma ma’nâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur. İşte bir şâhid daha:†
“-Allah din u takvâyı kime verdiyse o, dünya-ahiret muradına ermiştir. Kim ki, Hakk eri ve takvâ sahibidir, o bir şakî değil saiddir ve dosdoğru yoldadır. Kim ki takvâdan nasipsiz ve takvâ emaresinden yoksundur, onun varlığı ayıp ve ardan başka değildir. Aslında, Hazvete (Hakk’a) yol bulandan başkası diri değil, ölüdür.”(Gülşen-i Tevhîd).
Takvâ, paha biçilmez bir hazine, en zengin hazinelerin en mûtenâ yerinde eşsiz, bîhemta bir cevher, bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve cennet yolunda bir buraktır. Bu müstesnâ yerine binâen o, Kur’ân-ı Kerim’in zülâl beyânıyla, tam yüz elli defa ışık tayfları halinde gelir ve ruhlarımızın dimağına akar.
Takvânın bu umumî isti’mâline mukâbil bir de herkes tarafından bilinen bir has ma’nâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince akla gelen de budur. O da; şeriatın emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki: “ -Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar” (Şûrâ, 42/37) fermanı bu önemli esasın bir yanını; “ -Onlar ki îman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular”(Yunus, 10/9) câmî beyanı da diğer yanını ifade etmektedir. Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmî iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince: “ -Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terketmedikçe” gibi pek çok beyan-ı Nebevî var ki, Kur’ân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.
Evet, tam ihlas, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; Câmî’ hadîsi; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadîs; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu.. ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini.. ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğu; tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu gibi hususları anlattıktan sonra Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm buyuruyor ki: “Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!”
Bu esaslara binâen, takvâyı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helal bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca: “ -Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyetiyle; “ -Kulları içinde Allah’dan hakkıyla ancak âlimler korkar” (Fâtır, 35/28) beyanı âdetâ kutuplaşır.. takvâ, asâlet ve şerefe inkılâp eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar, “ -İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihânına tabî tuttuğu kimselerdir” (Hucurât, 49/3) İlâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.
İbadet ve itaat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; ma’siyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:
1. Kulun mâsivâullah’tan (Allah’dan gayrı her şey) kaçınması.
2. Onun şeriat ahkâmına bihakkın riayet etmesi.
3. Esbab dairesinde cebre düşecek davranışlardan, kudret dairesinde i’tizâle sapacak inhiraflardan sakınması.
4. Hakk’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması.
5. Yasaklara muhalefet etmeye çekecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olunması.
6. Maddî-manevî herşeyin Allah’dan bilinip, nefse hiçbir şeyin temlik edilmemesi.
7. Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi.
8. Allah’dan başka hiçbir şeyi gaye-i hayal edinmemesi.
9. Hazret-i Rehber-i Küll’e bilâ kayd u şart inkıyâd edilmesi.
10. Âyât-ı tekviniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatın yenilenmesi.
11. Ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevtte kusur edilmemesi.
Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır; Hakk katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır. Bir şâirimizin sözüyle bitirelim:
“Hakk Teâlâ eder takvâ ehlidir ulunuz
Müttakinin makamı cennet, içtiği kevser olur.”

YOLDA DOSDOĞRU GİTME VE BUNUN NETİCESİ
Bir âyet-i kerimede, "Eğer o yol üzerinde dosdoğru gitmiş olsalardı, onları tükenmez bir suyla beslerdik" (Cinn: 16) buyuruluyor. Yol'da dosdoğru gitme, teşriî emirlerden çok, tekvinî emirlere bakıyor diyebilir miyiz?

Bu konuda başka âyetler de var. Meselâ "Eğer o beldelerin halkı inanmış ve takva sahibi olmuş olsalardı, üzerlerine göklerin ve yerin bereketini açardık" (A'rif/96) âyeti bunlardan biridir. Yine, "Eğer Kitap Ehli, iman edip, takva sahibi olmuş olsalardı, günahlarını örter ve onları Naîm, takva sahibi olmuş olsalardı, günahlarını örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık. Eğer onlar, (vaktinde Tevrat'ı, İncil'i) hakkıyla tatbik etmiş olsalardı, şimdi de (Rabbilerinden kendilerine indirilmekte olan) Kur'an'ı aynı şekilde tatbik etseler, hiç şüphesiz, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından (akan nimetleri bol bol) yerler" (Mâide/65-66) âyetleri de aynı hakikate parmak basmaktadır.
İman ve takvanın şümulü içinde ve Allah'ın Kitabı'nı tatbikin getireceği nimetler olarak, insanlar için hem dünyada hem Âhiret'te hasene vardır. Tevrat olsun, İncil olsun, Kur'an olsun, Allah'ın Kitabı, her iki âlemin saadet prensiplerini getirmiştir. Teşriî emirlere uymanın mükâfatı ekseriya Âhiret'te verilecek olmakla birlikte, şüphesiz dünyada da onun bir kısım faydaları bahis mevzuudur. Tekvînî emirlere uyup uymamanın karşılığı ise, gâliben dünyada görülmekle beraber, onun da Âhiret'e müteallik yönleri vardır.
Meselenin bir diğer vechesi daha var. Bir başka âyet-i kerimede, "Ne zaman ki kendilerine hatırlatılan gerçekleri, verilen öğütleri unuttular, o zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. Kendilerine verilenlerle sevinip şımardıkları anda da, onları ansızın yakalayıverdik; yakalayıverdik de, öylece ümitsiz kalakaldılar" (En'am/44) buyurulur.
Aynı manâya parmak basan başka bir âyet de şöyledir: "Bir beldeyi helâk etmek dilediğimiz, (yani, bir belde helâki hak etmek noktasına yaklaştığı) zaman, orada mütreflere, yani dünya hayatını gaye edinmiş olanlara, yiyip-içip eğlenmekten başka bir şey düşünmeyenlere emrederiz de, onlar orada bütün bütün yoldan çıkarlar. (Yani, hayat için koyduğumuz kanunlar istikametinde, ortaya bir sürü mütref çıkar ve onlar, şımarıkça bir hayat sürerler.) Bu şekilde, aleyhlerinde hüküm hak olur ve orasının altını üstüne getiririz." (İsrâ/16)
Bugün olduğu gibi, hayat kanunlarını keşifle, mü'min-Müslüman olmayan milletler de dünyada refaha ulaşabilir. Fakat bu refahla şımarmaları, yoldan çıkmaları, zulme, istismara, yolsuzluğa sapmaları onların da sonunu getirir.
Dünyada refah ve fakirliğin, gelişmişlik veya geri kalmışlığın yolu, Allah'ın tekvînî hükümlerine uyup uymamaktan geçer. Bunlara uyarak refaha ulaştıktan sonra şımarmama, yoldan çıkmama ise, tamamen teşriî hükümlere irtibaya bağlıdır. Hem tekvinî hem teşriî hükümlere uyma, her iki dünyada saadet vesilesidir.
Bugün Türkiye'de halkta, Allah'a dönük bir takım musibetleri önlemeye yetecek bir teveccühün olduğunu söylemek zor. Daha çok, hiçbir değer ifade etmeyen taklit var. Bunun dışında, din adına biraz seviye kat' edenler de, idare düşünüyor, başkalarına mukabele düşünüyor, her şeyin kendi anlayışlarına göre olmasını düşünüyor; üstüne üstlük birbirleriyle cedelleşiyorlar. Bugün olduğu gibi, daha önce de düşünülmesi gerekli olan şeyler düşünülmemiş ve mevcut duruma gelinmiştir.
A'ZAMÎ TAKVA, ZÜHD, İHLÂS VE VELÂYET İÇİN UMÛMÎ PRENSİP
Takva'nın zühdün, ihlâsın, velâyetin a'zamîsi kişiye göre değişir mi, yoksa bu hususlarda umûmi bir prensip var mıdır?

Kişiye göre mertebeleri veya bu hedeflere ulaşma yolları bulunsa da, takva için de, zühd için de, ihlâs ve velâyet için de umûmi prensipler vardır. Takvanın ilk derecesi, farzları işleyip büyük günahlardan kaçınmaktır; daha sonra vacipleri, sünnetleri işlemek ve mekruhlardan kaçınmak, daha sonra da, her türlü şüpheliyi günah olur endişesiyle terk etmek ve nafilelere müdavemette bulunmak gelir. Allah'ı görmese de, O'nun kendisini sürekli gördüğü şuuruyla Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etme demek olan ihsan da, bir bakıma takvanın nihaî sınırıyla alâkalı bir mazhariyettir.
İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah'ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A'zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır.
Meselâ, bir mertebede, insanların sizi teheccüdde veya Pazartesi-Perşembe orucunda görmesinden rahatsızlık duyabilirsiniz; ama nihaî mertebede, insanların sizi görüp görmemesi, ne yaptığınızı bilip bilmemesi sizi hiç alâkadar etmez ve bu türden mülâhazalar aklınıza bile gelmez. Bu, Allah'ın rızasında fânî olmanın ifadesidir. İnsan, her zaman bu mertebede bir ihlâsa muvaffak olamayabilir. Meselâ, iman hakikatlerinin neşri için ölesiye çalışabilir; fakat bir yandan bunu yaparken, bir yandan da, "arkadaşlarım niye bu işte bana destek olmuyor?" gibi düşüncelerde taşıyabilir. Halbuki önemli olan, insanın üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirip, ötesinde hiçbir şeyle meşgul olmamaktır.
Bunun gibi, zühdün de, velâyetin de asgarî ve a'zamî mertebeleri vardır. Meselâ, dünyayı kasten değil, kalben terk etmek zühdde bir mertebedir. Dünya adına insanın eline geçenlere hiç sevinmemesi, elinden gidenler karşısında ise hiç üzüntü duymaması, zühdün nihâi mertebesidir. Eviniz yanmış, yiyecek bir şeyiniz kalmamış, her şeyinizi kaybetmişsiniz, bunları hiç mesele yapmadan yolunuza ve kulluğunuza devam etme, zühdde nihaî mertebelerdendir.
ALLAH'TAN GEREKTİĞİ GİBİ KORKMA, İSTİDAT ÖLÇÜSÜNDE KORKMA
Makam ve derece münasebeti var. Yani, bazılarına, "Allah'tan, O'ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun" denilir. O'nun makamı, derecesi, böyle bir emre muhatap olmasını gerektirir. Fakat, bu emrin ifasının sınırı yoktur. Nasıl, Allah'a ne kadar ibadet edersek edelim, en sonunda söyleyeceğimiz, O'na gerektiği gibi ibadet edemediğimizin ve esasen bundan aciz bulunduğumuzun itirafı, yani "Sübhaneke mâ abednâke hakka ıbâdetike ya Ma'bud (Sübhansın Sen, Sana ibadetin hakkını veremedik. İbadet etmemiz gerektiği gibi ibadet edemedik)" ise, O'ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkmanın ulaşabildiğimiz en üst noktasında da söyleyeceğimiz, "Sen'den, korkmamız gerektiği ölçüde korkamadık; takva sahibi olmamız gerektiği ölçüde muttakî olamadık"tır. Çünkü bunun müşahhas bir sınırı yoktur ve olamaz da. Bununla birlikte, böyle bir emri kaldıracak ve onun şuurunda olanlara, "Allah karşında, nasıl takvalı olunması gerekiyorsa, öyle takvalı olun" denir.
Sahâbe-i Kıram, bu emri alınca, bu olanlara öyle ağır geldi ki, sararıp soldular. Çok kıyamdan ayakları şişti; çok secdeden elleri, alınları, dizleri nasır bağladı. Doyuncaya kadar yemek yiyemez, eşlerinin yanına yaklaşamaz oldular. Bu, bir imtihandı ve onları çıkmaları gereken mertebeye, dereceye çıkarma yolunda, geçmeleri gereken bir yol, bir basamaktı. Bu imtihanda muvaffak oldular ve bu defa Cenab-ı Allah, yükü biraz hafifletti ve meseleyi istitaate havale etti. Zaten, arz etmeğe çalıştığım gibi, O'nun karşısında nasıl titremek, nasıl takvalı olmak gerekiyorsa, öyle takvalı olmaya çalışmanın bir sonu olmadığı için, bu mevzuda varılacak nokta da yine istitaate vâbestedir. Yani herkese düşen, kapasitesi ölçüsünde takvalı olmaya çalışmaktır. İslâm, bir bakıma hanifiye-i semha, yani kolaylık dini olarak, tekliflerini güce ve kapasiteye göre yapar. "Teklif-i ma lâ yütak", yani takat getirilemeyecek sorumluluk yükleme İslâm'da yoktur. İşte, "gücünüz ölçüsünde Allah'tan korkun, kapasiteniz ölçüsünde takvalı olun" demek, takvayı, "teklif-i mâ yütak" olarak emretmemek demektir.
TAKVÂ ANLAYIŞI
Âyât-ı tekvîniyenin prensiplerine riayet etmenin mükâfatı, büyük ölçüde dünyada ve belli ölçüde de ahirette verilecektir. Fakat şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal etmek, netice itibariyle yeryüzünde Müslümanların müvazenedeki yerlerine tesir ediyorsa, ahirette de bunun cezası sözkonusu olabilir. Bu sebeple bu iki küllî hakikatı doğru anlamak ve tahlil etmek gerekir. Aslında bu iki küllî hakikatın özü "takva" kavramında gizlidir.
Takvâ; ıstılahî mânâda Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma ve rahmetine kavuşma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Her kavramın olduğu gibi elbette ki takvanın da mertebeleri var.. farzları harfiyyen yerine getirip, haramlardan kaçınma onun ilk basamağı; şüpheli şeylerden tevakki edip, haramın semtine bile sokulmama gayreti içinde yaşama ise ikinci basamağıdır. Bunlardan birincisine takva kapısını tıklatma, ikincisine de takva kapısından içeriye girme diyebiliriz. Ardından bir kısım mübahları “şüphelidir” mülahazasıyla terketmek gelir ki, buna da “azami takva” adını verebiliriz.
Şeriat-ı fıtriyeye taalluk eden yönü itibariyle takva; Müslümanların, Allah'ın kâinata koymuş olduğu kanunlarını Kur'ân gibi okuyup anlamak ve onları hayata taşımaktan ibarettir. Bu çerçevede Müslümana düşen görev fiziğin, kimyanın, tıbbın, astro-fiziğin, matematiğin kanunlarını hayata geçirmektir. Bunu gerçekleştiremeyen insanlar -isterse müslüman olsun- cezalarını dünyada çekeceklerdir. Bu yönüyle Hz. Sahib-i Kıran’ın ifadesiyle, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal edenler de ceza çekeceklerdir. Biz bu cezayı bir ölçüde sekiz asırdan beri, bir ölçüde beş asırdan beri hem de korkunç bir şekilde çekiyoruz. Çünkü Müslümanlar kainattan habersiz yaşadıklarından dolayı, dünya müvazenesindeki yerlerini kaybetmiş ve haklarında herkese şunu söyletmişlerdir: “Eğer Müslümanlık onu temsil edenlerin şu hâliyle bize kendisini anlatıyorsa, ne o Kur'ân'da, ne Sünnet’te ne de Müslümanlıkta hayır yok demektir.”
Evet, Müslümanların kendi inandıkları inanç esaslarına taban tabana zıt ortaya koydukları hareket ve tavırlar, bu dünyada bir kısım kimselerin Müslümanlığa karşı müstenkif kalmalarına sebebiyet vermektedir. Allah'ın, bir müminin, ferdî olsa bile kafirin sultası altında yaşamasına razı olmadığını Kur'an beyan etmektedir. Ne var ki işte bu hal ve tavırlar, Müslümanları, topyekün dünyada başkalarının sultası altında yaşamaya mahkum etmiştir.
Netice itibariyle âyât-ı tekviniyenin prensiplerini bilmemek ve o prensiplere riayet etmeyip onlara karşı alâkasız kalmak, dinin prensiplerine karşı bakış açısını da bulandırmıştır. Dolayısıyla bunun ahirette de cezası vardır. Zira Allah, bu kainat kitabını abes olarak yaratmamıştır. Kur'ân-ı Kerim, o kitabın tercümesi, peygamberler de o kitabın en müdakkik tercümanlarıdır. Bu iki kitap arasındaki uygunluk ve mütabakat yakalandığı zaman, gerçek Müslümanlık da yakalanmış olacaktır. Bize düşen vazife de “Kitab-ı kebir-i kâianat”la o kitabın tercüme-i ezeliyesi olan Kur'ân arasında nurdan bir koridor açıp bu iki kitap arasındaki irtibatı bir kere daha ortaya çıkarmaktır.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
Azîz, Sıddık Kardeşlerim!
Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.
Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i sâlihadır.
Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Mâdem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i sâlih işlemiş hükmündedir. Malûmdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve te'siratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu'cizevâri muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.
Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenab-ı Hakk'a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneyn'in tahribiyle, Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'ân'înin tezelzülüyle de Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risale-i Nur'un şakirdleri, böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, inşâallah zaman-ı Sahabedeki gibi az amelle, pek çok büyük sevab ve âmâl-i sâlihaya medar olur.
Azîz kardeşlerim! İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisata karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz; iştirâk-i â'mâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemler ile, herbirinin â'mâl-i sâliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi, lisanlariyle herbirinin takva kal'asına ve siperine kuvvet ve imdad göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyam-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe'nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, îman ve sadakat şartlarıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmidört saatte, iştirâk-ı â'mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz def'adan ziyade Risale-i Nur talebeleri ünvanıyla hissedar ediyorum.
ÜSTADIN TAKVASI
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ; Size, hem acib, hem elîm, hem lâtif bir macerayı hayatımı ve düşmanlarımın hem şenî, hem bin ihtimalden bir tek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nur'a karşı istimal edilecek hiçbir silâhları kalmadığını beyan etmeye bir münasebet geldi. Şöyle ki:
Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur. Ellibeş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te, merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrariyle ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden farketti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular: «Neden bakmıyorsun?» Derdim: «İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor.»
Hem kırk sene evvel İstanbul'da, Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, köprüden tâ Kâğıthaneye kadar, Haliç'in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâhâ ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik. O kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki, Molla Tâha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassut ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip, dediler: «Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın!» Dedim: «Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.»
Hem, bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip, halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benim ile arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye ve Kur'âniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için, dünyanın maddî ve içtimaî ve siyasî bütün ezvakını ve merakını terkettiğim ve idam gibi ehl-i garazın bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğim, yirmi sene işkenceli esaretimdeki iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat'î göründü.
İşte, yetmişbeş sene devam eden bu düstur-u hayatım varken, Risale-i Nur'un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle şeytanların bile hatır ve hayâline gelmeyen bir iftira, resmî makamı işgal eden bir adam yaptı. Ve demiş: «Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar!» Halbuki benim kapım; gecede, dışarıdan ve içeriden kilitli, sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu.
Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki, ben, işa namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.
İşte böyle bir iftiraya, bir sefih ahmak insan, eşek olsa, sonra şeytan olsa buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti; buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun, resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nurcuları lekedar etmek için kurduğu plânı ile bu yeni hâdiseyi vesile edip, şâkirdlere leke sürmek istenildi. Fakat, hıfz ve himayet ve inâyet-i İlâhiyye, o plânı da hârika bir tarzda akîm bıraktı. Bu beyanla, ben nefsimi tebrie etmiyorum; belki kudsî hizmet-i imaniye, o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş ve o hizmetteki mânevî zevk ona kâfi geliyor, demek istiyorum. Ve Nurcuların, ihtiyat ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
SANA ŞÜPHE VERENİ BIRAK
Biri şüpheli, diğeri şüphesiz iki şey arasında kalırsan, şüphesiz tarafı al; öteki tarafı bırak. Mümkün olduğu kadar şüpheli şeylerden kaç..
Herhangi bir şeyin şüpheli tarafı kalmasa dahi kalbin razı değilse, yine alma; bekle. Zuhurata tabi ol.. Bilhassa manevî emirle yasak olduğu bildirilen şeyi yapma... Emre uy.. Sanki o yapacağın şeyle hiç karşılaşmadın.. Rabbine dön.. Rızkını O'ndan bekle.. Eğer onun kapısına gitmek istemezsen, seni hatırına bile getirmez.
Hak Teâlâ seni unutmaz. Kafirlerin bile rızkını verir.. Seni hiç unutur mu?.. Yeter ki sen O'nun emrine uy asın.. Gece gündüz onun yolunda gitmeye gayret et. Sen mümin olursan, seni unutmaz ve rızkını bol bol gönderir..
Başka mânâ: Halkın sahip olduğu malı bırak.. Onlardan bir şey bekleme.. Kalbini onlara bağlama. Ne onlardan kork, ne de bir şey bekle.. Senin için haram olmayan şüpheden de beri olan Allah'ın helal gösterdiği şeyi al..
Her şeyi o büyük varlığa bağlamaksın!., isteyeceğini ondan istemelisin.. Sonra her şeyini o varlık verebilir. Ümidin ve korkun da ondan olmalı.. O büyük varlık da Hak Teâlâ olduğunu bil.
Her varlığın yakasını o tutmuştur.. Halkın kalbi onun emriyle çarpar. Şu ayakta gezen varlıklara o hayat verir... Onlardan sana bir iyilik gelirse, onlardan değil Haktan bil.. Onlar mallarının başına Hak tarafından bekçi olarak konmuşlardır.. Onlar, bir nevi Hak tarafından vekil olarak mallarının başında beklerler...
Sana herhangi bir şey verilirse, Hakkın emriyle geldiğini anla.. Verdiren ve verdirmeyen O'dur.. Aziz Mevlâ şöyle buyuruyor:
- "Allah'ın ihsanım isteyiniz. Allah'tan başka çağırdığınız putlar size gıda vermezler, rızkınızı Allah'tan isteyiniz. Ona y al varınız.. Ona şükrediniz.. Çünkü ona döneceksiniz.. Kullarım benden sorarlarsa, yakın olduğumu söyle.. Ben dua edenin duasını işitirim.. Bana dua ediniz ki kabul edeyim./'
Sizi besleyen Allah'tır; O Metindir, kuvvet sahibidir.. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.
HAZZI TERK
Hazzı terk üç devrede mümkün olur. Bunun birinci devresi avama mahsustur.
Bir insan tahayyül edin, şahsi iradesinde devam eder, yer, içer; tabiatına göre hareket eder. Hiçbir dava peşinde koşmaz. Sadece bir insiyakla yola devam eder. Hakka ibâdet etmez, dine uymaz. Hiçbir had hudud tanımaz; daha kısa bir tabirle iddiasızdır, davasızdır. Bu arada ilahî bir nazara uğrar; rahmet kapıları açık olur. Böylece ilahî bir tevafuk olarak bir gün karşısına bir nasihatçı çıkar. Bu nasihatçı salih kimse olduğundan tesirli olur; bu hal karşısında o iddiasız adam, kendiliğinden hakkı kabullenir.
Bu durum böylece devam eder gider. Çünkü o nasihatçının sözleri, o adamı yola getirdi. Her gün kendine has usûlle dinlediklerim tatbike koyulur. Bu halin tabiî bir neticesi olarak ayıplarını görmeye başlar. Tabiat ve nefsin peşinde koştuğunu sezer. Ani olarak iman yoluna girmiş olur. Allah yolunu kendine seçer; şeriatın emirlerine göre hareket eden halis bir insan haline gelir. İlk defa gitmekte olduğu tabii hava söner, yavaş yavaş kötülükleri bırakır. Haram şeylere yaklaşmaz. Şüphelilerden çekinmeye koyulur. Halkın minnetini, dünyanın uygunsuz işlerini bir yana atar, Allah'ın verdiğine ve onun emirleri ile gelene bakar. İslam dininin:
- "Helâldir."
Dediği şeyleri alır. Yemesinde, içmesinde, giyiminde, kuşamında, ahlâk ve fazilet yolunu arar. ister ki hep taata, ibadete sevk edecek şeyleri yapsın; ötesini yapmasın.
Bundan sonra onda Hak vergisi bir anlayış hâsıl olur; bilir ki dünyadaki kısmetini yiyip bitirmeden ölmez. Sakin olarak düşünür, helâl yer; mübah yoldan kazanır, günlerini böylece geçirir gider.
İkinci devre başladığı zaman o, bir velîdir. Hakikata erenlere dahil olmuştur. Haslara katılmıştır, azimet sahibi olmuştur. Bu kere yaptığı işleri daha ince bir süzgece tabi tutmaya başlar. Emirle yer, ilahî duygu ile hareket eder.
Üçüncüsü, devre başladığı zaman ona bir ses gelir. Bu seste:
- "Ayaklarına takılanları bırak,.. Dünyayı ve âhireti terket. Bunları isteme.
Emri verilir. Daha sonra:
- "Bir baştan öbür başa bilcümle izafi mevhum varlıklardan uzaklaş, hepsini bırak. Yersiz varlıkları yok bil; tevhid nuruna dal ve onda güzelleş."
Daha bunlar gibi birçok emirler.
Artık şirk terkedilmiş irade, Hakk'a bağlanmış ve o, tam bir edep ve terbiye içinde ilahî huzura kavuşmuştur. Gönlü boş.. Başı öne eğik; ne sağında olan âhirete ne de sola geçen dünyaya bakar. Halk sağlığı, bir sürü garip istek ve bunlara benzeyen şeyler kalbinden silinmiştir.
Bu makam son duraktır. İzzet tacı ve ilahî saltanat bu makamda verilir. Sonsuz bilgiler bu devrede gelir. Fazilet ve ihsanların çeşitleri bu makamdan daha çok verilir. Bunlar verilirken ona:
- "Bunları al, giyin, kuşan; nimetlerden faydalanmayı bil... Yalnız sakın edep dışı iş yapma, bunları kabul etmemek gibi şeyler aklına gelmesin. Çünkü iyiliği kabul etmemek sahibine hakarettir. Nimeti az görmektir.
Denir. Alır, giyer; yer, içer. Her türlü ilahî nimetlerden faydalanmaya başlar. Bir zamanlar nefsinin emriyle aldığı şeyleri şimdi kudret eli ona verir.
Sözü buraya kadar vardırmışken nimetlerin alınması ve yenmesi için bazı haller olduğunu söylemek isterim. Bunları dört kısma bölmek yerinde olur:
Birincisi: Tabiidir; nefse, şeytana uyarak yemektir. Bunu hemen söylemek lâzım gelirse "Haram" olduğunu söyleriz.
İkincisi: Kur'ân ve hadiste belirtileni yiyip içmektir. Yani Kitap ve sünnete göre.. Bu şekilde bir yiyip içmek şer'idir. Adı ise "Helâl ve Mubah."
Üçüncüsü: Emirle almak. Herhangi bir işi yapmak için ruhi bir emir beklemek. Bu iyidir; fakat herkeste olmaz; yalnız velîlerde olur.
Dördüncüsü: Bu en üstün derecedir. Burada emir, istek ve arzu herhangi bir işaret beklemek yoktur. Bu makamda olanlar iradeden soyunmuşlardır. Burada bulunanlar, kadere tabi olan zatlardır. Bunlar, her şeyi Allah'ın fazl ve ihsanı ile görür. Bunlar salihlerdir. Bunlara salih demekle de . hudud çizmiş oluruz. Yalnız bir ayet-i kerimede:
- "Allah, sevgili kullarının hamişidir. Salihlere o sahip olur."
Belirtilen salih vasfına nispeten biz de salih diyoruz.
Bu son makamın sahiplerini birkaç defa anlattık. Burada bir daha anlatmadan geçemeyeceğiz. Bunlar tamamen maddî varlıklarından ari, beri insanlardır. Kendi şahısları için ne bir iyilik düşünebilirler ne de kötülük. Bunları kader eli çevirir. Kader eli yardımlarına koşar. Bu hal çok büyük bir iştir. Sözle anlatılmasına da imkan yoktur. Ancak zevkle bilinmesi gerektir..
Bunların zamanları da hayli gariptir. Bazı zamanlar öyle bir ağırlık duyarlar ki ihtiyarsız bağırmaya başlarlar. Fakirlik veya zenginlik bunlar için bir mesele olmamasına rağmen dilenmeleri de mümkündür.
işte bunların ömrü çok garip hadiseler içinde geçip gider. Olacakları kadar olmuşlardır. Allah kudsîyetlerini artırsın.
SIRATTAN GEÇERKEN
Bir dostu, vefatından sonra, rüyasında Ebu Ali Dekkak Hazretleri'ni görür. Sıratın üzerinden geçmektedir, fakat sırat çok geniştir.
- Efendim, sırat kıldan ince, kılıçtan keskindir diye biliyoruz. Bu ne haldir? diye sorar. Hazret cevap verir:
- Elbette o söz doğrudur. Fakat sıratın üzerinden geçene göre değişir. Bir kimse, dünyada ne kadar geniş giderse, burada o kadar dar bir köprüden geçer. Dünyada, Allah'ın emir ve yasaklarına İnceden inceye dikkat eden, burada o kadar geniş bir köprüden yürür.
Burada hassas yaşayan, haddi ve sınırı aşmayan, orada sınırı geçmek telaşına düşmeyecek, burada korkan, orada korkmayacaktır.
Burada korkmayan, haddini aşan, orada sıratı korkunç vakumları ile insanları yutan, yürünmez, dokunulmaz, geçilmez bir köprü olarak bulacaktır.
O mânâda, iki korkuyu ve iki emniyeti bir arada yaşamak mümkün değildir.
HAYATLARIYLA ÖRNEK OLANLAR
Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi anlatıyor:
Merhum pederim Musa Efendi anlatmıştı. Müslüman olmuş Ermeni bir komşumuz vardı. Bir gün kendisine hidayete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:
"İstanbul, Acıbadem'de tarla komşum Rebİ Molla'nın ticaretteki güzel ahlakı vesilesiyle Müslüman oldum. Molla Rebi, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:
-Buyurun, bu süt sizin! dedi. Şaşırdım.
-Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki! dedim.
O hassas, zarif insan:
-Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığım gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülat devresi (yediği otların vücudundan tamamen izalesi) bitene kadar sütünü size getirmeye devam edeceğim, dedi. Ben:
-Lâfı mı olur komşu. Yediği ot değil mi, helal olsun, dediysem de Molla Rebi:
-Yok yok öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız! deyip hayvanın tahavvülat devresi bitene kadar sütünü bize getirmeye devam etti.
İşte bu mübarek insanın ihlaslı davranışı beni ziyadesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidayet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:
-Böyle yüce ahlaklı bir insanın dini, muhakkak ki en yüce bir dindir. Böylesine zarif, hakşinas, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dinin doğruluğundan şüphe edilemez! dedim ve kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldum.
"Eğer biz ahlâk-i İslamiyenin ve hakaik-ı ima-niyenin kemâlatını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyete girecekler; belki kürre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamıyete dehalet edecekler."
NURSLU MÜEZZİNDEN HAYAT DERSİ
"Az mahsurlu şeylerden sakınmayı küçümseme. Zira bu, çok mahsurlu şeylerden
çekinmeye bir vesile, bir köprüdür."
(Ebu Abdullah el-Antâkî)
Büyük mustarip Bediüzzaman Hazretlerinin İsparta'da zorunlu ikamet ettiği yıllarda, Bitlis'in Hizan ilçesinden iki hemşehrisi ziyarete giderler. Giderlerken de yanlarında, bir teneke bal, bir teneke yağ ve bir teneke de peynir hediye olarak götürürler. O zamanın şartlan içerisinde uzun bir yolculuktan sonra İsparta'ya varırlar. Üstadlarının kaldığı yeri tesbit edip, ziyaret isteklerini bildirirler.
Nihayet istekleri kabul edilince Üstadlarıyla görüşme şerefine erişirler. Görüşmede hal-hatır sorulur. Hizan ve Nurs ile ilgili havadisler alınır. Söz döner dolaşır hediyelere gelir. Üstad hediyelerin nelerden ibaret olduğunu sorup öğrenir. Üstad:
- Peynir ve yağı götürüp pazarda satın, sizin için yol harçlığı olur. Balı ise talebelerim için kabul edebilirim. Misafirler:
- Üstadım, peynirimiz iyidir, tereyağımız halistir ve de kendimizindir. Niçin kabul etmiyorsunuz? Üstad'ın cevabı tam üstadcadır:
- Peynir ve yağ hayvan ürünüdür. Hayvanların ise nereden otladığı pek belli olmaz. Siz, bu hayvanların yalnız sizin otlaklarınızda otladığına dair teminat verebilir misiniz? Ardından Asrın Bediisi, balı neden kabul edebileceğini ise şöyle izah eder:
- Arı, balını yaparken hiçbir şeye zarar vermez. Çiçeklerdeki bazı zararlı unsurlardan balını yapar. Kabulüm onun içindir.
Misafirler hem Üstadlannı ziyaret eder, hem de hayatboyu unutmayacakları bir dersle Hizan1 a geri dönerler.
"İşte yaşadığı küçük ve mütevazı bir kulübe. Adeta çırıl çıplak-, bir su destisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade, basit bir yatak, gayet lüzumlu ve mahdut birkaç eşyadan maada bir şey görünmüyor. Ancak bir kilo kadar olan aylık erzakı ve zad ü zahiresi paket halinde kâğıtta sarılı, bir çivide asılı duruyor. Bir seccade, ecza-yı nuriyeler var. Mülk ve mal, evlât ve iyâlden hiçbir eser ve yeryüzünde taht-ı temellük ve tasarrufunda bir karış yer yok. işte onun mücerret ve münzevi şahsiyeti. Ve işte onun acı ve elim hayatı." (Hasan Feyzi Yüreğil)
MECZUP RIZA EFENDİ
"Ruh, zaman ile mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri,
fiilleri, sür'at-i ruh mizamyla cereyan eder."
(BEDİÜZZAMAN)
Allah'ın sevgili kullarından Mesnevihân Rıza Efendiye ait ibret dozu yüksek bir hadiseyi Milliyet gazetesinden (11 Nisan 1975) alarak naklediyoruz:
Rıza Efendi bazı meczuplar gibi zahiri görüntüsü itibarıyla harabati bir adam imiş. Aklı nereye eserse oraya gider, nerede isterse orada otururmuş. O yıllarda bilardo oyunu istanbul'a yeni getirilmiş, bazı eğlence yerleri ve kahvehaneler bunlardan edinerek müşterileri çekmeye çalışırlarmış.
Bayezid'de kahvecilik yapan Ali Efendi de bunlardan bir tane satın aldığı için o zaman "serasker kapısı" olan şimdiki üniversite binasındaki subaylar fırsat buldukça gelir, bilardo oynarlarmış.
Rıza Efendi, hergün öğleden sonra bu kahvehaneye gelir, bir kenara oturur, kendi âlemini yaşarmış. Bilardo meraklısı subaylardan bir Kurmay Binbaşı {Bu binbaşı ordumuzun tanınmış emekli generallerindendir.) onun kılı k-kıy af etin i, harabatîliğini tenkit ederek kahveciye:
-Böyle pis bir herifi buraya niye sokuyorsun? defet şunu! demiş. Kahveci:
-Efendim, bu adamı buraya ben çağırmıyorum, kendi geliyor, ona buradan git diyemem. Bir kenarda oturur, bir kahve içer, çubuğuna tütün basar, ateş koyarım. Bu benim bir borcumdum. Kâh erken bırakır gider, kâh kahve kapanıncaya kadar kalır. Bazan gitmez, üstüne kahveyi kilitler giderim. Sabah gelirim kilidi açar girerim fakat kendini bulamam. Bu itibarla ona gelme diyemem, cevabını verir.
Kurmay Binbaşı kahvecinin bu sözlerinden iyice pirelenir. Bir akşam geç vakte kadar kahvede kalarak Rıza Efendiyi takibe karar verir. Kahve kapanmaya yakın meczup Rıza Efendi kalkar, Binbaşı da arkasına takılır.
Şehzadebaşı yolu ile Edirnekapı'yı boylarlar... Rıza Efendi önde, Binbaşı arkada Edirnekapı'dan kale dışına doğru çıkarlar. Manzara yavaş yavaş ürkütücü bir hâl almaya başlamıştır; zifiri karanlık bir gece., rüzgarla sallanan ve çatırdayan serviler... Rıza Efendi mezarlığa girer, karanlığın içine dalar. Binbaşı, eli tabancasında korkuyla takibe devam eder. O sessizlik içinde mezarlıkta Rıza Efendi'nin sesi duyulur:
-“Esselamü Aleyküm.” Mezarda bir hareketlenme olur, beş on ses selamı iade eder:
-Ve aleyküm selam.
Binbaşı bulunduğu yerde titremeye başlar, fakat merak korkuya galebe çalar ve bir kenara sinerek bu ölüler âleminin konuşmalarını dinlemeye çalışır. Bir ses:
-Ey ihvan, der. Bu gece Moskof keferesinin İslamlara olan tecavüzlerinden bahsedelim. Bu kâfire bir ders vermek gerek-tir. Ne çare ki devletimiz bu kefereyi cezalandıracak güçte değildir.
O zaman bir başka ses:
-Öyleyse der, ona Japon kavmini musallat edelim.
Binbaşı, daha fazla dayanamaz. Korku içinde titreye titreye oradan yavaşça uzaklaşır ve ana caddeye çıkınca da koşarak soluk soluğa evine döner.
Ertesi günü pek tabii olarak hadiseyi bir bir serasker kapısındaki bütün silah arkadaşlarına anlatır.
O aksam subaylar ve kalem efendileri Ali Efendi'nin kahvehanesini hınca hınç doldururlar. Tabiatıyla kimse bilardo oynamaz. Herkesin gözü yine bir kenarda kendi halinde çubuğunu çeken Rıza Efendiye dikilir. Ondan olağanüstü hareket beklerler.
Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ayağa kalkar ve gözleri ile kalabalığın içinde Binbaşı'yı arar. Onu görünce eliyle işaret ederek seslenir:
-Gel paşa, buraya gel! (dikkat edilirse, çağırdığı subayın rütbesi "Binbaşı" olduğu halde "Paşa" diye hitap etmektedir.) Moskof-Japon harbine hazır ol! Ve kapıdan çıkar gider.
Aradan çok geçmez, gerçekten de meczup Rıza Efendi'nin haber verdiği gibi tarihler 1904'ü gösterdiğinde Rus-Japon Harbi patlak verir ve Ruslar mağlup olurlar. Bizim binbaşımız da o dönemde artık bir "Paşa"dır.
RAŞİD HALİFELERİN TAKVASI
Tasavvufun menşeini Hazret-i Resûlüllah'ın zühd ve takva içinde geçen hayatında bulanlar vardır. Ayrıca, Râşid halifelerin yaşayışlarında da, tasavvufun menşei sayılan misaller mevcuttur.
Halife seçildiği günün sabahında sırtına kumaş topunu yüklenmiş, pazara giden Ebu Bekr'e (r.a.) rastlayan Hazret-i Ömer;
Nereye ey Allah'ın Resûlü'nün halifesi? diye sorar. O da:
Çarşıya gidiyorum, ticaretimi yapacağım, deyince:
Sen nasıl ticaretle uğraşırsın? Müslümanların işiyle kim uğraşacak? diye itiraz eder.
Bu defa, "geçimimi ne ile temin edeceğim?" yollu sual sorunca der ki:
Sen işinin başına dön, bundan sonra sana günde yarım koyun alacak kadar maaş bağlayalım.
Buna rağmen Hazret-i Ebu Bekr, şahsî kazancını esas almaya gayret eder, maaşa bel bağlamazdı.
Kişinin en güzel rızkı, kendi eliyle kazandığıdır, diye söylenirdi.
Bir defasında kölesinin getirdiği ekmeği açlık heyecanıyla hemen yemeye başlamış, kölesi de o sırada:
Bu ekmeğin parasını, bir kadının falına bakmıştım da ondan almıştım... deyince, hemen kalkıp öteye giderek fal parasıyla alınmış ekmek lokmasını kusmaya çalışmış, midesine şüpheli şey girmesinden fevkalâde ürküntü duymuştu.
Halife olmasına rağmen hırkasında tutturulmuş yamalar göze çarpardı. Kırk yamalı giymeye razı olur, ama şüpheli giymeye razı olmazdı. Bu halinde bile gözyaşı dökmekten kendini alamadığı görülürdü.
Aynı gözyaşı, ikinci halife Hazret-i Ömer'de de görülürdü. Oğlu Abdullah der ki:
Babamın arkasında namaz kılarken üç saf geriden iniltisini duyardım.
Onun halifeliğinde de üzerindeki elbisede yamalar vardı ve bunlar az da değildi.
Bir defasında sırtına yüklendiği çuvalı yerine götürüyordu. Önüne geçip mani olmak isteyenler, "Biz götürelim, yahut da kölenize emredin götürsün" dediler. Şöyle cevap verdi:
Dediklerinizin hepsi de mümkün. Ama benim maksadım tahakkuk etmiş olmaz o zaman.
Senin maksadın nedir ki?
Benim maksadım, nefsimin bu işten rahatsız olup olmayacağının tesbitidir. Şayet nefsim razı olmuyorsa, demek ben kibre, gurura kaptırmışım kendimi. Bunun için arada sırada böyle çuval taşımalıyım.
Hazret-i Osman ise, onlardan geri değildi. Bir kabrin başına oturmuş, düşünürken öylesine seri bir ağlamaya tutulmuştu ki, sakalından aşağı akan gözyaşları düştüğü toprağı ıslatır olmuştu. Kendisi günaha yaklaşmak şöyle dursun, günaha yaklaşmış olanları hisseder, huzuruna böyle kirli halde gelmemelerini ihtar ederdi. Bir defasında huzuruna giren birinin gözlerine basiretle bakmış, sonra şöyle hitap etmişti:
Bana günahla kirlenmiş gözlerle bakmayın!
Meğer huzuruna girenlerden biri gelirken rastladığı bir kadına karışık duygularla bakmış, bunu da edeb ve haya timsali Hazret-i Osman hemen keşfetmişti.
Bana günahla kirlenmiş gözlerle bakmayın, diyordu.
Hazret-i Ali (r.a.) bunlardan hiç geride değildi. Aynı vasıflan, fazlasıyla onda da görmek pek mümkündü. O da bir defasında bir bahçede, her kovasına bir hurma verilmesi şartıyla akşama kadar su taşımış, akşam kazandığı hurmaları avucu içinde getirdiği Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte yiyerek kendini dünyanın en mesud insanı hissetmişti. Onun elbisesinde de yamalar vardı. Bu giyimi için:
Müminler bundan memnun olur, kalbler böyle giyimle rahat bulur, diyordu.
FETVA TAKVA MİSALLERİ
Günlerdir zihnini kurcalayan bir konuyu öğrenmek istiyordu. Bunun için gidip Hocaefendinin kapısını çaldı:
—Ben, dedi. Fetva ile takvayı öğrenmek istiyorum. Bu nasıl mümkün olur?
Hocaefendi önce biraz düşündü, muhatabının kültür seviyesini hesap etti, anlayış derecesini hatırladı, sonra da elinden tutup, gel benimle, diyerek gittiler. Doğruca bir kasap dükkanına girdiler.
Hocaefendi:
—Bir okka et istiyorum! dedi.
Kasap hemen nasıl et istediğini sordu, tarifine en uygun yerden kesip paketini uzattı. Hocaefendi dudaklarını bükerek baktı:
—Bu istediğim gibi olmamış, ben daha yağsızını istiyorum, dedi. Kasap hiç itiraz etmeden, derhal, dedi ve hemen yeniden bir paket daha takdim etti. Hocaefendi yine dudaklarını büktü, bu da olmamış, ben daha değişiğini istiyorum, dedi. Böylece koskoca bir koyunu parçalayan kasap, en sonunda Hocaefendiden şu sözü duydu:
—Bunların hiçbirini beğenmedim, artık et almaktan da vaz geçtim.
Parçalanmış koyun önünde kalan kasap:
—Kusura bakmayın, size layık bir et hazırlayamadım, hakkınızı helal edin, dedi. Hiç de yüzünü ekşitmedi. Dışarıya çıkan Hocaefendi:
—Gel, dedi, seninle bu sefer de kumaşçıya gidelim.
Rafları kumaş dolu bir mağazadan içeri girdiler. Hocaefendi malum teklifini burada da tekrarladı:
—Ben, dedi, kumaş istiyorum, şuradan beş arşın kumaş kes de ver.
Adam şöyle bir durakladı, sonra gayet açık şekilde konuştu:
—Hangi kumaşı beğeniyorsanız önce onu seçin, sonra ben de kesip takdim edeyim. Burası kasap dükkanı değil ki kestirip kestirip de bırakıp gidesinız. Bir şeyi kestirdiniz mi almaya mecbursunuz. Ben kestiğim kumaşın parasını zorla da olsa alırım, zira siz beğeniyor, kestiriyorsunuz.
Hocaefendi arkadaşına işaret etti, dışarı çıktılar.
Dedi ki:
Evvelki adam kestirdiğimiz bunca ete rağmen niye kestirdiniz, demiyor. Hatta hakkınızı helal edin, diye de bizden özür diliyor. İşte takva budur.
Bu da:
Fetva ehlidir. Fetva ile amel ediyor. Beğenip de kestirirsek mutlaka aldıracak; almazsak, kestirdiğimiz kumaşın parasını bize ödetecek. İşte bu da fetva gereğidir.
Adam sordu:
Sence hangisi daha yüce makamdadır? Kasap değil mi?
Belki ama, bu hale çok dayanılmaz. Zira bizim gibileri çoğalırsa onun takvasını bozarlar.
İlave etti:
Gel gidelim kasaptan etimizi alalım, takvasını bozmayalım.
HELÂL VE HARAMDA TAKVA DERECELERİ
Ey aziz kişi, bil ki, helâl ve naramın birçok derecelen vardır. Hepsi bir türlü değildir. Birbirine benzemez. Sebebi de şudur: Kimisi helâldir, kimisi helâl değildir. Kimisi de çok temiz helâldir. Haram da böyledir. Kimisi çok kötü haramdır. Tıpkı hastaya hararetin ziyan verdiği gibidir. Çok sıcak olan her şey ateşli hastaya daha çok zarar verir. Sıcaklığın derecesi her şeyde ayrı ayrıdır. Nitekim, bal tatlılıkta şeker gibi değildir. Haram da böyledir. Müslümanların haramdan kaçınmaları da beş derece üzerine olur.
Birinci Derece: Allah'a ve Ahiret gününe inanan bütün Müslümanların takva derecesidir ki, şeriatın haramdır dediği şeylerden kaçınmaktır. Buna eskiler "verâ-i udûl" demişlerdir. Adaleti gözeten, adalet ehli olan kimselerin sakınması demektir.
Bu derece haramdan sakınmak bütün derecelerin en umumisi, ilkidir. Bir kimse bu türlü haramdan kaçınmaktan el çekerse onun adaleti, yâni doğruluğu bâtıl olur. Bu gibi kimseye fâsık, âsi denir.
Haramdan kaçınmanın daha nice dereceleri vardır. Çünkü bir kimse başkasının malını rızası ile, ama fasit bir akitle alsa, o alış haram olur. Fakat zorla alınırsa daha haramdır. Eğer bir fakirden veya bir ana-baba öksüzünden zorla alınsa, daha da çok haram olur. Eğer faiz sebebiyle fasit bir akit yapılırsa bu haramın haramıdır. Her ne kadar bunların hepsine haram denirse de, bir şey ne kadar ziyâde haram olursa onun ahirette azabı o kadar ziyade olur. Bağışlanma, affedilme umudu da çok müşkül ve zordur. Nitekim şeker hastası bal yese onun tehlikesi ziyadeleşir. Haddinden fazla şeker yiyen kişinin tehlikesi az yiyenden daha çok olur. "Helâl hangisidir? Haram hangisidir?"
Bunların tafsilâtını ancak fıkhı baştan başa okuyup anlamış olanlar bilir. O fıkhı baştan başa okumak da her kişiye gerekli değildir. Şundan ötürü ki, yiyeceği ganimet malından ve cizye parasından bir alacağı olmayan kişinin ganimet ve cizye bilgilerini okumasının lüzumu yoktur. Bir kimseye ancak muhtaç olduğu kitabı okumak vaciptir. Meselâ, eğer bir kimsenin geçimi alış-verişten geliyorsa, ona alış-veriş ilmini öğrenmek vacip olur. Eğer kira (icare)den geliri varsa, icâre bilgisini öğrenmek ona vaciptir
Her sanalın bir ilmi vardır. Ve her sanatın ilmi, ehli olan kişiye vacip olur.
İkinci Derece: Salihlerin haramdan el çekişleridir. Bu derecede olan bir şey hakkında müftüler:
"Haram değildir, fakat şüpheden de uzak değildir" dese, o türlü şeylerden el çekerler. Şüphe üç kısımdır: Bazı şüphelilerden sakınmak vaciptir. Bazısında müstahaptır. Vacipten sakınmak birinci derece, müstahaptan sakınmak ikinci derecedir. Üçüncüsü ise vesvese ve kuruntudur ki, bu faydasızdır. Meselâ bir kişinin avladığı avın eti için: "Belki bu av bir kişinin malıdır, ihtimal ki, bu av onun elinden kaçmıştır, diyerek onu yememesi bir kuruntudur. Yahut bir ariyet evde otururken: "Belki bu evin sahibi öldü ve ev onun mirasçısına geçmiştir. Ben o mirasçının rızası olmadan bu evin içinde bulunamam" diyerek evden dışarı çıkmak istemesi, vesveseden başka bir şey değildir. İşe yarar bir şey değildir. Bundan ötürü haram olmayan bir şeyi. haram olur korkusu İle terkedenler hakkında Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Eğer sana şüphe veriyorsa, o şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap" Ama bu gibi şüpheli haramlar hakkında Resul aleyhisselâm takva ehli için de ayrıca şöyle buyurmuştur: "Bir kul, tehlikeli bir şeye (harama) düşer korkusu ile haram olmayan şeyden uzaklaşırca, o kimse Muttakilerden olamaz."
Üçüncü Derece: Muttakilerin takvâsıdır ki, haramdan ve şüpheli olandan başka helâl olup da kendisinde haram korkusu olan şeyden sakınmaktır. Bunlar.. yukarıdaki hadis-i şerifte zikredilen haramdan ve kuşkulu şeylerden korkanlardır. Yâni bir şey ki, haram olmasa, hattâ şüpheli de olmasa, mutlak helâl bile olsa, yine de kuşkuya ve harama düşmek korkusu ile ondan el çekmektir. Vaktiyle bir kişinin bir başka kişide yüz akçe alacağı vardı. Doksan dokuz akçeden fazlasını almadı. "Tamam alırsam belki fazla almış olurum!" dedi. Ali bin Muid der ki: "Bir evi kiralamıştım. Bir gün bir mektup yazdım. Yazının mürekkebini bu evin toprağı ile kurutmak diledim. Önce "Bu ev benim evim, benim mülküm değildir. Bu toprağı mektubun üzerine saçmak caiz değildir!" dedim Sonra da: "Bu kadar toprağın ne kıymeti vardır diyerek önceki düşüncemi değiştirdim. Mektubumun üstüne bir miktar toprak serptim. Ve rüyamda bir kişi gördüm. Geldi, bana: "Kimi kişiler duvardaki toprağın ne değeri vardır!" derler. Yarın Kıyamet gününde halin gerçeğini anlayacaklardır!" dedi. İşte bu derecede olan kişiler takva yolunda böyle olurlar, en küçük şeyden sakınırlar. Bir şey az olursa ondan kıymetli şey yoktur. Onlar: "Belki de az şeyin yolu açılmakla, fazlaya gidilir" Muttakiler derecesinden düşeriz." Derler, şüpheli şeylerde ihtiyatlı olurlar. Hazret-i Ali'nin oğlu Hüseyin (Allah onlardan razı okun) henüz çocuk iken sadaka malından bir hurmayı ağzına almıştı. Resul (SAV) ona: "Ey Hüseyin! At onu ağzından! Kötüdür o, bırak!" diye buyurdu. Halife Abdül Aziz oğlu Ömer'in hazinesine ganimet malından misk getirmişlerdi. Burnunu örterek: "Miskin yararlılığı, kokusundadır. Bu fayda da bütün Müslümanların hakkıdır" dedi.
İkinci Halife Hazret-i Ömer için de rivayet edilen şöyle bir misk hikâyesi vardır: "Bir gün Bahreyn'den Hazret-i Ömer'e (Allah ondan razı olsun) bir parça misk gelmişti. Onları kadınlara dağıtmak için evine göndermişti. Akşam evine gelince karısının başörtüsünde misk kokulan duydu, "bu kokular nedir?" diye sordu. Karısı: "Misk tutarken elimde kokusu kaldı" diye cevap verdi. Ve ilâve etti: "Elimi başörtüme silmiştim.'' Hazret-i Ömer (Allah ondan razı olsun) hemen başörtüsünü çıkartıp eline aldı. Bir testi su getirdi. Onu, su ve toprakla yıkadı. Misk'in kokusu hiç kalmayıncaya kadar oğdu. Ondan sonra baş örtüsünü karısına geri verdi. Bu kadarı hoş görülüp Hazret-i Ömer, karısına bir şey dememesi gerekirken: "Bu hal, başka şeylere de yol açar" diyerek bu yolun kapısını kapamış oldu. Hem de bir haram işlediği korkusu ile helâlden el çekmiş, muttakiler sevabını da kazanmak işlemişti. Ahmed bin Hanbel'den (Allah ondan razı olsun) sordular:"Bir kimse mescitte olduğu zaman padişahın malından o mescitle buhur yaksalar, ne yapmak gerekir?" Ahmed bin Hanbel: "Mescitten dışarı çıkmak gerekir!" diye cevap verdi. Çünkü o buhur haramdır. O buhur kokusunun koklanmaması lâzımdır. Çünkü koklamak da harama yakındır. Çünkü, o kokunun o kişiye erişip elbiseye tesir edip ona sinmesi düşünülebilir. Haram da hasıl olur. Çünkü o koku belki de müsamaha olunan şeylerden değildir. Yine Ahmed bin Hanbel'e şöyle sordular: "Bir kimsenin hadis ilminden yazılı bir kâğıt eline geçse, sahibinin izni olmadan o hadisi yazabilir mi?" O da şu cevabı verdi: "Hayır, Bu caiz değildir," Hazret-i Ömer'in (Allah ondan razı otsun) bir hatunu vardı. Bu karısını çok severdi. Fakat halife seçilince kadıncağızı boşadı. Bu, bir iş yaptığı sırada bu kadının şefaatte bulunacağı şüphesinden ileri gelmişti. Kadını çok sevdiği için onu kırmak istemeyebilir ve böylece adaletine gölge düşürebilirdi. Ey aziz, bil ki, dünya niyeti olan bir şeyle uğraşmak, onunla uğraşan kişiyi başka nice işlere düşürebilir. Hatla bir kişi doyuncaya kadar helâlden yese, o kişi müttakilik derecesinden mahrum kalır. Çünkü çok helâl, şehveti tahrik eyler, bundan da akıl almaz fikirler doğar. Hem de nefis, dinçlenir, kötü huylar edinme korkusu başlar. Meselâ dünya ehlinin malına, köşküne, bağ ve bahçesine tamah duyulur. Çünkü, helâli çok yemek dünya tamahını depreştirir. Dünya isteği artar. Kişi bu isteğe düşünce, harama koşar. Bu sebeplendir ki, Resul aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "Dünyayı sevmek bütün günahların başıdır!"
Dünyadan murad, mubah olan şeylerdir ki, mubah olan şeyler dünyayı sevdirir, bu sevgi de dünyayı çok talep etmeğe sebep olur. Dünyayı çok dilemek günah işlemeden olamaz. Günah da Allah'u Teâlâ'yı unutmakla başlar.
Dördüncü Derece: Bu, sıddıklar derecesidir. Bu gibi kişiler, harama girmese dahi içlerinde günah ve zulüm korkusu bulunan helâlden bile kaçınır, uzak bulunurlardı. Ona da misal şudur: Bişr-i Hafî (Allah rahmet eylesin) sultanların yolunu açmış olduğu çeşmelerden su içmezdi. Yine, bunun gibi bir kısım halk, hac yolunda su içmezlerdi. O su havuzlarını sultanların kazdırdığını sanırlardı. Ahmed bin Hanbel, mescidde terzilik yapmayı çirkin bulurdu. Ve o türlü terzilikten kazanılan akçeyi iyi görmezdi. Ona: "Mezarlıkta eğrilen iplik nasıldır? diye sordular. O da: "Ben kabristanlarda eğrilen işleri kerih görürüm. Çünkü kabristan ahiret evidir!" dedi. Bir çocuk, sultanın ateşinden bir çırayı yakmıştı. Çocuğun ustası onu hoş görmedi. Çırayı söndürdü. Bu sırada ulu kişilerden birisinin nalının kayışı koptu. O anda sultanın kandili oradan geçiyordu. O kişi, nalının tasmasını, ancak Sultanın kandili geçtikten sonra onardı. Daha önce onu tamir etmekten sakındı. Bunlar, sultanı zâlim addederlerdi. Zinnûn-ı Mısri'yi mahpushaneye koymuşlardı. Orada birkaç gün de aç kalmıştı. Salına bir kadın ki, Zinnûn'un müridiydi, kendi malı olan ipliğin kazancı ile yiyecek satın aldı. Zinnûn'a yolladı. Ama Zinnûn o yemeği yemedi. O zaman müridi olan kadının ona karşı gönlü kırıldı-, âdeta azarlarcasına: "Biliyorsun ki, benim sana yolladığım yemek helâldir. Hem sen, şu kadar günden beri açsın! Niçin o yemeği yemezsin?" dedi. Zinnûn da: "Senin yolladığın o yemek tabağı bir zâlimin elinden bana ulaştı, bundan ötürü yemedim!" diye cevap verdi. Haklıydı. Zâlim dediği kişi zindancıydı. Zinnûn-ı Mısrî düşünmüştü ki, o yiyeceğin kendi eline ulaşmasına sebep olan bir zâlimin güçlü eliydi. Belki de o el haram bir maldan kuvvet, güç almıştı. Bu yolda açıkladığımız zühd ve takva örnekleri, sıddıkların ne ulu derecede olduklarını gösterir. Her kimse bu anlattığımız zühdün hakikatine erişemez. Vesveseye düşer. Onlar, hiçbir fâsığın (günahkarın) elinden bir şey yemezler. Ama gerçek bu değildir. Çünkü, haram yemek ve haramdan kuvvet almak fasığa değil, zâlime mahsustur. Kuvveti de haramdan meydana gelir.
Beşinci Derece: Allah'a yakın kişilerin, mukarreplerin ve tevhid ehlinin takvâsıdır.Bu gruptaki kimseler Hak Teâlâ'dan gayri için olan şeyleri kendilerine haram etmişlerdi. Meselâ yemek yemek, giyinmek, uyumak, konuşmak gibi şeylerin hepsini Allah'tan başka bir maksad için olduğu takdirde haram saymışlardır. Bunlar şu toplulukturlar ki, himmetleri .ve sıfatları bir olmuştur. En üstün şekilde muvahhit olan bunlardır.
Muâz oğlu Yahya'dan şöyle hikâye edilmiştir.
Yahya günün birinde şerbet içmişti. Karısı ona: "Birkaç adım odanın ortasında gez, dolaş. Böylece şerbetin faydası görülsün!" dedi. Yahya karısına şu cevabı vermişti: "Bu yürüme neden ötürüdür? Bunu hiç bilmiyorum. Otuz yıldır ki, ben kendi kendimi yoklarım, Allah için gerekli olandan başka bir harekette bulunmamayı dilerim.
Eğer o kimselerin din ile ilgili niyetleri olmasa asla hiçbir harekette bulunmazlardı. Meselâ, yemek yeseler, o şekilde yerlerdi ki, akıllan, sağlıktan kendilerine Allah yolunda hizmet etmeye güç verecek kadar olsun. İbâdete yeter derecede kuvvet bulmak için yemiş olurlardı. Eğer söz söyleseler, o sözü söylerlerdi ki, dinlerinin sünneti olmasına dikkat ederlerdi. Yine eğer dinden konuşsalar sözlerinin dine rahmet olmasını isterlerdi, dinden gayrı her isi kendilerine haram sayardı.
Zühdün, takvanın, verâ'nın, haramdan sakınma hususunda dereceleri işte bunlardır.
Bunları anlatmaktan maksadımız, kendimizi ve haramdan sakınma hususunda kendi derecemizi bilmektir. Maalesef biz, Müslümanların umumuna ait olan şeriatın haram ettiği şeylerden sakınma gibi yâni takvanın adalet derecesinde bile değiliz. Allah'ın sıfatlarına ve dinin ince hikmetlerine ait pek çok bahisleri kurcalarız, karıştırırız ve bu hususlarda pek çok bilgiler öğrenir. Bunları her mecliste konuşmak.bilgiçliğimizi göstermek için fırsat ararız. Fakat iş, helâla, harama ve şeriatın emirlerine uymaya gelince susarız. Aklımızın ermediği şeylerden söz etmek, bize, bu emirlere uymaktan, helâli ve haramı tanımaktan daha cazip gelir. Halbuki Resûlullah Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki: "İnsanların en kötüsü, çeşitli yemekler yiyip türlü nimetler ve rengârenk elbiseler içinde oturarak faydasız, boş sözler konuşmakla vakit geçirenlerdir."
Allah, hepimizi, bu türlü fitne ve belâlardan korusun.
İMAM-I AZAM'IN BABASI VE ELMA HİKAYESİ
Mezheb imamı İmam-ı Azam Hazretlerinin babası Sabit Hazretleri gençliğinde bir gün dere kenarında abdest alıyormuş. Tam abdest almaya başlayacağı zaman dere sularına kapılıp gelen bir elma görmüş, Elmayı nereden geldiğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırmış. Hikmeti ilahi, o ana kadar elmanın ne olduğunu düşünmeyen Sabit hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bulup helal ettirmesi lazım geldiğini düşünmüş. Abdestini tamamlayıp namazını da eda ettikleri sonra suyun geldiği tarafa doğru gitmeye başlamış. Elma elinde olduğu halde araya araya, elmanın düştüğü bahçeyi ve sahibini bulmuş.
Bahçenin sahibine meseleyi anlatıp, elmayı yanlışlıkla ısırdığını ve hakkını helal etmesini istemiş. İmam-ı Azam Hazretlerinin babasının bu hareketi elma sahibinin dikkatini çekmiş. Hakkını helal edemeyeceğini, hakkını helal etmesi için bazı şartlan olduğunu söylemiş. Sabit hazretleri ne isterse yapacağını, yeterki hakkını helal etmesini isteyip şartının ne olduğunu sormuş. Elma sahibi de, hakkını helal etmesi için iki sene bahçesinde çalışması lazım geldiğini ve kendisine iki yıl hizmet etmesinin şan olduğunu söyleyince Sabit Hazretleri çaresiz kalmış, Âhirette ceza çekmektense, bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir diye düşünmüş. Ve şartlarını kabul ettiğini söylemiş.
Sabit hazretleri, bir elmayı yanlışlıkla ısırdığı için elmanın sahibine iki sene hizmet etmiş ve adamın işinde canla başla çalışmış. İki sene dolduktan sonra adama, zamanının dolduğunu ve artık hakkını helal etmesini söyleyince, adanı:
" Yine helal etmiyorum. Benim bir kızım var. Onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim " demiş. Hazreti Sabit:
" Olur "demiş. Adam. yalnız kızının kusurlu olduğunu; elinin çolak, gözünün kör. ayağının topal, dilsiz ve kulağının sağır olduğunu söyleyip, iyi düşünmesini ve sonra pişman olmamasını söylemiş. Hazreti Sabit yine düşünmüş taşınmış. "Âhirette ceza çekmekten iyidir" deyip bu kızla evlenmeyi kabul etmiş...
Meğer Adam, Hazreti Sabit'e kızını vermek için büyümesini beklemiş. Düğün yapılmış. Nikah kıyılmış. Zifaf gecesi Hazreti Sabit'e gelinin olduğu odayı göstermişler. Sabit Hazretleri içeriye girip, içerde kendisine söylenen evsafla bir kızının bulunmadığını görünce bir yanlışlık olduğunu zannederek hemen dışarı fırlamış. Ve durumu oradakilere anlatmış. Çünkü içerde kayınpederinin söylediğinin aksine her azası yerinde genç ve güzel bir kız bulunuyormuş.
Kayınpederi bir yanlışlık olmadığını söyleyerek, meseleyi şöyle anlatmış: "Benim kızım kördür, çünkü daha harama bakmamıştır. Sağırdır; çünkü haram şeylere kulak vermemiştir. Topaldır, çünkü gayri meşru yolda yürümemiştir." diye sayıp, "Senin banımın o içerde bekleyendir. Allah mesul etsin evladım " demiş.
Daha sonra seneler geçip bu evlilikten Numan ibni Sabit İmamı Azam Hazretleri dünyaya gelmiş. Annesi, İmamı Azam'ı hocaya okuması için teslim etmiş. O zaman henüz 3 yaşında bulunan Numan üç günde Kur'an-ı Kerimi hatmettiği zaman annesi :
"Ah oğlum! Baban o elmayı ısırmasa idi. sen daha az zamanda hatmederdin" buyurmuş.
ACABA BENDEN DERVİŞ OLUR MU?
Bugünlerde tasavvufa merak sardım belki kem damarlarım kırılır da biraz olgunlaşırım ümidi ile. Fakat evliya menkıbelerini okuyorum da acaba onların yaptıklarını ben nasıl yapabilirim.
Velinin birisi nefsini terbiye için Ramazan ayının dışında nafile oruca başlamış. Bakmış nefsi bu sefer de oruç tutuyorum diye böbürleniyormuş. Bu sefer akşam ezanına yarım saat kala oruçları bozmaya başlamış ve "Ey nefis, ne sana yarasın, ne de bana yarasın!" demiş.
Tabi bu küçük beynimle benim bunu anlamam zor... Bir başkası, "Dört şeyi terk etmek lâzım. Dünyayı terk, ahireti terk, kendini terk ve terk-i terk prensibini uygulamak için gayret göstermeye başlamış. Bu arada seyahatler de yapıyormuş. Epeyce olgunlaştığını da zannediyormuş. Fakat birgün deniz kenarında otururken bulunduğu beldenin valisi iki asker gönderip yaka-paça huzuruna getirtmiş. Askerler hırpaladıkça bizimki: "Benden ne istiyorsunuz? Ben dünyayı da terk ettim, ahireti de..." diye bağırıyormuş. Aslında vali büyük bir veli olduğu için onu denemek istemiş ve kendisine, "Sen imtihanı kaybediyorsun. Çünkü hâlâ dünya diyorsun ve ahiret diye bağırıyorsun. Terki terk etmemişsin. Terk etseydin onları hiç ağzına almaman gerekecekti." demiş.
Bunları öğrendikten sonra dedim ki; Sen bunların hakkından gelemezsin. Sen derviş olamazsın. Peki ama ben hakkı bulmak istiyorum, o zaman ne yapayım? Büyüklerimiz, bizim gibiler için de bir kurtuluş yolu bulsunlar.
Kendi kendime şimdilik pek aklım ermiyor; ama inşallah sonra zihnim gelişir de kalbin zümrüt tepelerinde gezmeye başlarım.
Farkındayım, bazıları kıs kıs, gülüp, "Sen kim, kalbin zümrüt tepelerinde gezmek kim?" diyorlar. Olsun; ama niceleri, "Nasuh Tövbesi" ile yola gelip eşkıya iken evliya olmuşlar. Belki de o zümrüt tepeler bizler için yazılmıştır, ne biliyorsunuz ki?
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN ZÜHD, TAKVA VE MUHASEBESİ
Zühd, masivadan arınış ve Mutlak Varlık'da fani oluşun ifadelenişi.. Takva ise, bütün harekat ve fiilin, O'nun kendisini murakebe etmekte olduğu idraki içinde işlenişi.. Biri sevginin diğeri korkunun eseri.. Daha açık ve daha ince ifadesiyle, korkuyu Allah edinmeden Allah'dan korkmak ve sevgiyi O kabul etmeden Mâbud'u sevmek.. Ve muhasebe: Kalb ve gönülde başkasına yer vermemek..
Ömer b. Abdülaziz'in zühd ve takvasını anlamak ve anlatmak ve bilhassa onu yaşanır hâle getirmek, belli ve yüksek seviyeli bir makam işidir. Onun için biz burada sadece nakledici durumunu muhafaza ile meseleyi arzetmiş olacak ve alınacak hisseyi her istidadın kendisine havale edeceğiz. Zaten bundan ötesini istemek ve beklemek şahsımıza ait yönüyle haddini bilmemek olurdu..
Devrin en büyük zahidlerinden biri kabul edilen Mâlik b. Dinar "Herkes bana zahid diyor; halbuki hakiki zahid Ömer b. Abdülaziz'dir. Zira dünya bütün debdebesiyle ona geldi fakat o dünyayı terk etti.." der. Burada biz zahidliğin tarifini de buluyoruz: Dünya ona gülecek, o dünyaya küsecek.
Muhammed b. Mabed anlatıyor: Rum melikinin yanına girdim. Onu mahzun mahzun yerde oturuyor buldum. Halini sordum. Bana "Ne olduğunu bilmiyor musun?" dedi. "Hayır" dedim. "Salih adam öldü" dedi. "Kim?" diye sordum. "Ömer b. Abdülaziz" dedi ve sözlerine devam etti: "Öyle zannediyorum ki, eğer, Mesih'ten sonra ölüleri diriltecek bir insan daha olsaydı, muhakkak Ömer b. Abdülaziz olurdu. Ben kapısını kapatıp uzlete çekilip, ibadetle ömür geçiren rahibin haline değil, bütün dünya ayağının altına serilmişken, dünyaya bir tekme vurup, rahip olan Ömer b. Abdülaziz'in haline hayret ediyorum"
Eliyle karnına vurdu. "Karnım, dedi, Rabbine ibadette tembel ve günah ve hatalarla pislenmiş kamım.. Allah'tan ebrara ait yerleri ister de bir türlü onların amellerini yapayım demez.." . O, günde ancak bir kaç lokma giren karnına böyle sesleniyor ve bazen günlerce birşey yeyip içmiyordu..
Hanımına sordu: "Biraz üzüm alacak kadar paran var mı?" Hanımı mahzundu. Zira kocası Müminlerin Emiri'ne bir salkım üzüm alacak kadar para veremiyordu. Çünki onda da yoktu. Ağlamaya başladı. Niçin ağladığını soran halifeye "Ya Ömer! Sen ki, Mü'minlerin Emiri'sin, halbuki bugün bir salkım üzüm alacak kadar paraya sahip değilsin? Senin bu halinin zorluğuna ağlıyorum." dedi. Halife ağlayan hanımına "Evet ya Patıma, Cehennemde boynumuza bir halka geçmesinden şu hâlimiz daha kolay değil mi?" cevabını verdi... Ve cihan bir daha böyle bir tablo görmedi. Zaten görseydi böyle bir girdaba düşmez ve insanlık bugünkü kadar sukut etmezdi..
"Onu hastalık değil, Allah korkusu öldürdü". işte vefatından sonra, Ömer b. Abdülaziz hakkında böyle deniyordu.
Fatıma binti Abdülmelik anlatıyor: Belki en çok namaz kılan, oruç tutan O' değildi. Fakat Allah'dan en çok korkan insan O'ydu. Hergün yatsı namazından sonra odasına çekilir, kıbleye döner, ellerini açar ve ağlaya ağlaya münacaatta bulunur ve dua ederdi.. Ancak kendisinden geçince bir müddet uyur ve kendisine gelince yine duaya başlar.. Ve sabaha kadar hep böyle devam ederdi...
İmam Mekhul: "Ondan daha zahidini ve Rabbi'nden daha çok korkanını görmedim desem ve yemin etsem, yeminimde yalancı olmam." der .
Bütün gece uyuyamayıp durmadan düşündüğünü söylemişti.. Ne düşündüğü sorulunca da "Kabri ve kabrin içindekini" diye cevap verdi. Başlar yere indi. Belli ki halife, bütün gece düşünüp durduğu meseleyi şerh edecek ve o gün yine iştahtan kesilecek ve akşama kadar ağzına bir lokma götürmeyecek ve göz yaşı dinmeyecekti. Öyle de oldu. Halife anlatmaya başladı: "Ölüyü üç gün sonra kabrinde görsen, daha evvelki dostluğundan ve onunla olan yakınlığından dolayı bugün korkar ve ürkerdin. Şimdi onun evinde haşerat dolaşıyor, bir taraftan da irin akıyor.. Kurtlar onu delik deşik etmiş, rengi değişmiş, kefeni parçalanmış ve ortalığı kerih ve çirkin bir koku almış.. Halbuki ne güzel bir vücudu ne güzel bir kokusu ve ne güzel de bir elbisesi vardı.." Bunları söyledi ve bayılıp düştü. Hanımı yetişerek O'nu kaldırdı. Yüzüne soğuk su serperek ayıltmaya çalıştı. Bir taraftan da ağlıyordu. Kendine gelen Ömer b. Abdülaziz, hanımını başucunda görünce niçin ağladığını sordu. Aldığı cevap O'nun kalbini parçalayacak kadar manidardı: "Bizim yanımızda bu kadar Allah'dan korkan sen, ya bizzat O'nun huzurunda nasıl olacaksın! Bunu düşündüm ve bunun için göz yaşı döktüm.." diyordu .
Başka birgün O'nun ağlayışı hanımını, O'nun ağlayışı da bütün ev halkını ağlatmıştı. Herkes ağlıyor ancak halifeden başkası niçin ağladığını bilmiyordu. Izdırabın son noktası gözyaşının donup akmaz olmasıdır. O anda gözün ağlayamayışına vicdan gözyaşı döker. İşte hepsi de bu hâle girmiş ve gözyaşları dinmişti. Hanımı sordu: "Seni bu kadar ağlatan neydi?" Cevap verdi: Allah'ın huzurunda hesap verdikten sonra insanlar iki gruba ayrılacak. Bir kısmı sevinçle cennete doğru koşarken bir kısmı da başlarını eğmiş mahzun mahzun cehenneme doğru ayağını sürüyecek.. İşte biraz evvel bunların halini düşündüm, onun için gözyaşı döktüm...
Mescide gidiyordu. Yürürken elini kolunu sallıyarak yürümüştü. Bir ara durdu ve ağlamaya başladı. Niçin ağladığını soranlara verdiği cevap şuydu: "Ya bu dünyada salladığım bu kollar ahirette bağlanırsa!" diye düşündüm. Beni ağlatan buydu..
Kendisine hakaret eden bir adama mukabelede bulunmadı. O'nun sabrı yanındakileri sabırsızlandırmış ve sormuşlardı: "Niçin ona bir şey yapmadın? Buna mâni olan şey ne idi?" Cevap verdi: 'Takva bir gemdir. Muttaki insan gemlenmiş demektir"
Bu kadar Allah'tan korkması, hesap gününden titremesi ve bunları hatırladıkça bayılıp düşmesi, ondaki derin bir muhasebeden ve küçük büyük, omuzuna yüklenen bütün yükün mesuliyetini idrakten ve esasen bütün bunlara hayat veren imanının kemalinden ileri geliyordu. Birgün, Süleyman b. Ebi Kerime'ye yazdığı mektubunda bu mânâ ile alâkalı olarak şunları söylemişti: "..Allah'tan korkmaya ve O'nun huzurunda titremeye en müstehak insan ben ve benim durumumda olanlardır. Şu anda yeryüzünde, hesabı benden daha şiddetli ve eğer isyan edersem, Allah katında benden daha hakir insan yok gibidir.. Bulunduğum mevki her an göğsümü daraltıyor ve makamımın benim için bir felaket ve bir helaket olmasından korkuyorum. Bütün ümidimi Rabbim'in rahmetinde buluyor ve belki O'nun rahmetiyle kurtulurum, diyorum. Kardeşim, Allah yolunda cihada çıkmak istediğin haberini aldım. Bulunduğun o şerefli yerlerde benim için dua et; Allah (cc) bana da şehadeti nasip etsin. Zira durumum şedit ve hatam büyüktür.. Allah'dan, beni imtihan ettiği bu imtihanda merhametiyle muvaffak edip affetmesini diliyorum!
 
Üst