Tefekkür

mihrimah

Well-known member
اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Al-i İmran / 191. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru !

قُلْ سيرُوا فِى الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّهُ يُنْشِىءُ النَّشْاَةَ الْاخِرَةَ اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

Ankebut / 20. De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ فَسيرُوا فِى الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبينَ

Al-i İmran / 137. Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın âyetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün!

اَيَوَدُّ اَحَدُكُمْ اَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخيلٍ وَاَعْنَابٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ لَهُ فيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَاَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاءُ فَاَصَابَهَا اِعْصَارٌ فيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

Bakara / 266. Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden (bir miktar) bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! (Elbette bunu kimse arzu etmez.) İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size âyetleri açıklar.

وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِىالسَّموَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ جَميعًا مِنْهُ اِنَّ فى ذلِكَ لَايَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Casiye / 13. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.

لَوْ اَنْزَلْنَا هذَا الْقُرْانَ عَلى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

Haşr / 21. Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.
HADİS…
* Hz. Ali radıyallahu anh demiştir ki: "Tefekkür edilmeden yapılan kıraatte, (beklenen) hayır yoktur. Fıkıh olmayan ibadette (çok) hayır yoktur. Fakihlerin fakihi, halkı Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen ve Allah'ın mekrinden de emniyete salmayan ve insanları Kur'ân'dan başka şeye rağbete sevketmeyen kimsedir."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Rabbım bana dokuz şey emretti:
- Gizli halde de aleni halde de Allah'tan korkma(mı),
- Öfke ve rıza halinde de adâletli söz (söylememi),
- Fakirlikte de zenginlikte de iktisad (yapmamı),
- Benden kopana da sıla-ı rahm yapmamı,
- Beni mahrum edene de vermemi,
- Bana zulmedeni affetmemi,
- Susma halimin tefekkür olmasını,
- Konuşma halimin zikir olmasını,
- Bakışımın da ibret olmasını,
- Ma'rufu (doğru ve güzel olanı) emretmemi."
TEFSİR…
اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Al-i İmran / 191. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru !
Bu da aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş ve Allah'ın birliğine iman ile kulluk ve bilgide merhale katetmiş olgun akıl ve inanmış kalb sahiplerinin karı olabileceğinden, aralarındaki farka işaret buyuruluyor ki: Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken, yatarken, yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin hepsinde Allah'ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar". Bu üç hal, insanın bütün hallerini içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl sahipleri, her ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah'ı zikir (anmak)den başka bir şey ile itmi'nan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah'ı zikirden gaflet etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak (dalmış)tır. Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan daha genel olarak, mutlak zikirdir.
Abdullah b. Mesud hazretlerinin açıklamasına göre bu zikirden maksad namazdır ki, kudretleri yettikçe ayakta, yoksa oturarak, yoksa yattığı yerde namaz kılanlar demektir. Bununla beraber namaz, zikirler cümlesinden sayılırsa da, bütün zikirler namazdan ibarettir de denemez, namazdan e'am (daha genel)dır. "Ûlü'l-elbâb" (tam akıllılar)ın böyle Allah'ın zikrine devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede terakki etmiş halis kullar olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür (düşünme) sûretiyle keşf ve müşahede edecekleri ilimlerin fenlerinin geçmiş bir şartı demek olur. Bununla beraber , tertibe delalet etmeyeceği için, bunun bir geçmiş şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz gereği olması da mümkün görünür. Şuhud (görünür)dan, gıyabı (görünmezi) okuyabilen, vehim şüphelerinden uzak, nefse ait ilgiler ve karanlık engellerden sıyrılmış halis, tam akıl sahibleri olan, gidişatın gerçeklerini ve sıfatların hükümlerini düşünen, mülkün tavırlarını ve gayb âleminin sırlarını gözeterek, melik, yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın sanatının inceliklerini ve kudretinin alâmetlerini görebilen bu tam akıl sahipleri, bütün hallerde Allah sevgisi ile dopdolu olarak Allah'ı anarlar.
Ve göklerin, yerin aklı hayrette bırakan durum ve yaratılışının hikmeti hakkında düşünceye girişir, her meselede Hakk'ın emrini anlamak ve gereği üzere amel ederek görevi yerine getirmede başarılı olmak için hükümler ve ilâhî tasarrufların cereyan şeklini gösteren sır ve yaratılış nizamını telakkiye ve keşfe çalışırlar. Bu yaratılmadan, gökler ve yer toplamının hem bütün, hem parça bakımından, hiçbiri hariç kalmaz. Gökler ve yer şekiller, keyfiyetler ve ayan (varlıkların Allah katındaki şekiller)ı; yaratma mefhumu da illiyyet (nedensellik) tesirinin hakikatini ifade ettiği için, bu düşüncenin ilgilendiği şey, varlıkların şekillerini ve durumlarını temaşa (seyir), tasvir, vasıflandırma, analiz, sentez ile sınırladıktan ve sebeplerini araştırmakla hepsini müşterek oldukları yaratma mefhûmunda kısaca toplayıp ve tasnif ederek, hepsini yüce yaratıcının yaratma sanatına bağladıktan sonra ilâhî saltanatı müşahede (seyretme) ve ondan gelecek ve ahirete doğru ilme ve hikmete ait sonuçları anlama ve telakki, bu şekilde vazife hakkındaki ilâhî hükmü keşf ve tayin ederek, gereğini yerine getirme ve gayeye isabet için yine yüce yaratıcının yardım ve yaratmasına sığınmak ve iltica etmek ve böyle ahiret miad (sözleşme)ı ile ilâhî rızaya yürümektir. Şu halde bu konu ve taleb edilen şey, bizzat ilâhî hikmet ve rabbânî siyaset ilminin konusu ve isteği olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunda gerek Astronomi ve gerek diğer kevnî (evrene ait) ilimler, beşere ait ilimlerin konularının hepsi birer mukaddime (başlangıç) ve yol olarak dahil bulunduğunda dahi şüphe edilmemelidir.
Ve bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz "Geçmişlerin ve geleceklerin ilimleri bana verildi." buyurmuştur. Ancak burada, çeşitli konuları, ilimlerin küçük olan sınırları ve nazariyelerini, şirk ve çokluk arzeden simalarını alıp, hepsinin yönelmiş olduğu tek küllî (tümel) ilme yönelmek vardır. Bunun için bu konuda tefekkür bütün eşyanın ve beşere ait bilgilerin halk (yaratma) mefhumu altında düzenlenmesi, tanzimi ve tevhid (birleştirilmes)iyle Allah Teâlâ'ya dayandığını yakînen anlayan ve ancak Allah sevgisi ve Allah'ı zikretmekle gönlü kanan tam akıl sahiplerinin şiarı olduğu ve diğer konulardaki tefekkür, eşyadan Allah'a dönmüş olup, nihâyet Allah'a dayanmakla mütenâhî (bitecek) olabildiği halde, bu konuda düşünmenin namütenâhî (bitmez), devamlı olacağı ve bunun Evvel ve Zâhir (tecelli eden hak) isimleriyle Allah'dan başlayıp, yine Ahir (son) ve Bâtın (gizli, derûn) isimleriyle Allah'a dönmüş olacağı anlatılmıştır. Demek olur ki, bunda yaratmanın görünüş ve tecellisinin yolunu tesbite çalışan tasvir ve tahdide ait Tabiat ve Astronomi ilimlerinin araştırılmasına da büyük bir teşvik vardır. Bütün gökler ve yer Allah'ın mülkü olduğu için, bu âlem kitabından okunabilen her hadise, her nizam, Hak Teâlâ'nın hükümlerini ve tasarrufunun şekillerini okumaktır. Onu okuyanlar ve gereğince hareket edenler, herhalde Hakk'ın nimetinden nimetlenmiş ve istifade etmiş olurlar.
Fakat bunun iki şekli vardır: Birisi nimetin sahibi olan Hâlik Teâla'dan gaflet etmek, görmezlikten gelmek ve ona tabii şekilde şükrünü eda etmekten kaçınıp küfür karanlığına sapmaktır ki, bunun asıl mahiyeti Allah'ın mülkü içinde eşkiyalık ederek geçinmeye çalışmak olduğundan, sonucu felaket ve pişmanlıktır. Ve bu türlü ilim ve fenlerden nimetlenenlerin başı İblis ve şeytanlardır. Diğeri hakiki, gerçek nimet vereni tanıyarak, ona şuur ve iman ile tabi olduğunu ve uyduğunu arzederek, şükrünü yerine getirmeye çalışmak ve bütün hareketlerini Allah'ın mülkü içinde, Allah'ın hükümlerinin tatbikine sarfetmektir ki, bunun önderleri de melekler, peygamberler, sıddıklar, şehidler gibi halis kullardır. budur. Bunlar göklere çıkınca düşmemek üzere çıkarlar. Öbürleri ise düşüp helak olmak için çıkmaya uğraşırlar. Yukardan beri tesbit oluna gelen bu mânâlarla bu âyet, yaratılışın tefekkürüne sevkederken; hem Tabiat ilimlerinin incelenmesini teşvik ediyor, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders veriyor ki, bu ders şu iki noktada özetlenebilir: Birincisi, gökler ve yer mefhumlarının ifade ettiği varlık tabakaları içinde birbirinden bazı değerlerle ayrılmış çeşitli konular etrafında toplanacak bilgiler ve kaideleri, birbirinden her yönden ayrı ve tamamen müstakil birer yüksek ilim kabul etmeyip, bu bilgilerin üst bir ilmî nizamda birleştiklerini ve o konuların yüksek bir ilim konusuna dayanmış bulunduğunu unutmamak. İkincisi, çeşitli tabiî sebeplerin tesirleri altında mahkum kalmayıp, olayları ve olayların nizamını, eşyanın tabiatı namına değil; Hâlık Teâlâ'nın tek yüksek kudreti namına kaydetmek, yani gerçek sebebine dayamanın gereğidir. İşte bu marifet (bilgi) noktasına yükselmiş olan ûlü'l-elbâb (tam akıl sahiplerin)ın zikri ve fikri Allah'ın ihsanları olur da, seyr-i billah (Hak'da yürümek)la kesilmeyen ilâhî sanatın eşsiz güzelliklerini, göklerin ve yerin sırlarını ve ilâhî hikmetleri düşünürler. Ve düşünürken "Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın..." diyerek bu hüküm ve akide (inanç), bu rûh hali ve bu neşe, iltica ve ümit ile hareket ederler. "Batıl" üzerine hiçbir hüküm ve hikmet, fayda ve maslahat (menfaat) gerekmeyen demektir ki, aşağı, faydasız, gidici ve kaybolucu, beyhude ve abes olabilir.
Ey Rabbimiz, sen bu mahlûku (yani gökler ve yer toplamı olan şu âlemi), batıl, hüküm ve hikmetten, fayda ve menfaatten uzak, mânâsız olarak yaratmadın. Gece ve gündüz değişiklik içinde, yokluktan yokluğa devam edip giden şu değişken olayların manzaraları; ne sadece yokluk, ne hiçbir fayda sağlayıcı olmaksızın geçip sonsuz yokluğa giden yalnız devamsızlık, ne de hiçbir hikmet ve faydayı içermeyen lüzumsuz bir şeydir. Bu ne yalandır, ne oyundur, ne de nizamsız, sonsuz, semeresiz, hikmetsiz, boş, dipsiz bir şeydir. Bunda her ilk oluş, bir ikinci oluşun başlangıcı; her hadise sonsuz olayların yoludur. Eğer bunların gerek mekan ve gerek zaman itibariyle aralarında gerekli bir nizam bulunmasaydı ve eğer şu olayların kıymetleri yalnızca ilk oluşlarıyla ölçülmek gerekseydi ve eğer bu şekilde bir aldatıcı mal olan dünya hayatı üzerine gelecekte hiçbir hüküm gerekmeseydi, bu yaratılmışlar da batıl ve yersiz demek olurdu ve hatta bu gurur metâı bile mümkün olmazdı. Şu halde her anında yok olucu ve aceleci olan şu olaylar silsilesi, ilâhî saltanatta genel bir düzen üzere cereyan etmekte ve nice nice hikmet ve menfaatleri içine alarak sonsuz gelecekte bir ikinci oluşa doğru yürümektedir ki, bunun bir metâ olabilmesi o yöndendir. Ve batılın bir aldatma metâı olmaktan çıkması da ancak o yöne dönmesindedir.
Sübhansın yâ Râb, seni tenzih ederiz, sana lâyık olmayan vasıflardan, fiillerden ve bu cümleden olarak hikmetsiz bir şey yaratmaktan mülkünü, irade ve sanatını batıla yönelmiş olmaktan uzak tanırız. Gerçi sen bunları istediğin irade ve sanatınla icad eder ve yaratırsın. Fakat irade ve sanatın hikmetten uzak olmaz, o hikmetin ve nizamın kendisidir. O halde sen bizi batıl inanç ve amellerin, hikmet gereği sebep oldukları ateş azabından koru.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
TEFEKKÜR
Bir saat tefekkur, bir sene nafile ibadet hükmüne geçer" mealinde Tefekkürün yolu, usulü, metodu nasıldır? Belli bir vird veya zikri var mıdır? En çok tefekküre sevkeden ayetler hangileridir? Sessizce yapılan dualar tefekkür yerine geçer mi?
Zannediyorum, soru sorulurken cevabı da verilmiş oldu. Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibâdet hükmünde olduğu zayıf bir hadis-i şerifte ifade ediliyor ama; hadisten daha ziyade K. Kerim'de bu meseleyi te'yid eden pekçok ayet var: "Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün ihtilafında aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır." (Ali imran-190). Evet, ayların, güneşlerin âhenk içinde doğup batmasında, nizamın baş döndürücü bir keyfiyetle deverân ve cereyan edip durmasında, düşünebilen kimseler için ibretler vardır. Bu ayet-i kerime tefekkür mevzûunda sarih bir delildir. Efendimiz (S.A.V), "Bir insan bu âyeti okur da düşünmezse, yazıklar olsun ona" buyururlar. Ümmü Seleme validemiz, bu ayet nâzil olduğu zaman veya Efendimiz (S.A.V) bu âyeti okurken, ağladığını nakleder. Zaman ve mekânın Efendisi bir gece, teheccüd vaktinde bu ayeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağlamışdı. Düşünmeye açılan bir kapı ve tefekkür iklimine açılan yollarda birer rehber sayılan bu ve emsali ayetler, İslâm' da düşünce hayatının buudlarını göstermeleri bakımından çok önemlidirler.
Yalnız, önce tefekkürün ne demek olduğunu bilmek lâzım. Tefekkür, evvelâ, bir ilk bilgiye dayanmalıdır. Yoksa âmiyâne, câhilane tefekkürlerle hiçbir yere varılamaz. Böyle kapalı tefekkür, zamanla bıkkınlık meydana getirir. Sonra da insan tefekkür etmez olur. Bir insanın evvelâ, tefekkür edeceği mevzuu çok iyi bilmesi, tefekküre esas teşkil edecek hususları zihninde hazır malzeme haline getirmesi, yani bir mâlumat-ı sabıkası bulunması lâzımdır ki, sistemli düşünmesi mümkün olabilsin. Ayların, yıldızların, cereyân ve deverânını, onların insanoğluyla münâsebetini, insanı teşkil eden zerrelerin akıllara durgunluk veren hareket ve faaliyetlerini, biraz olsun biliyorsa, bunlarla alâkalı düşündüğü zaman bu bir "tefekkür" olabilir. Yoksa, ayların güneşlerin harekâtına bakıp da, şairane ilhâmlarla birşeyler duyup birşeyler söyleyenlere mütefekir değil, ilhamlarını söyleyen hayâlci denir. Keza; tabiat bataklığına saplanmış bir kısım natüralist düşünür ve şairlere de mütefekkir demek mümkün değildir. Hele Cumhuriyet dönemi, kalburüstü gösterilen şair ve yazarlarımız arasında mütefekkir o kadar azdır ki, bir elin parmak sayısını geçmez. Onlar da dînî duygu ve dînî düşüncelerinden ötürü ademe mahkûm edilmiş ve toplumun onları tanımasına katiyyen meydan verilmemiştir.
Bu dönemde az bir zümre, eşya ve varlığı kurcalamış ama, onlar da eşyanın hakikatına katiyen nüfuz edememişlerdir. Vakıa, bu dönemin tabiat sever şairlerinin beyanları içinde insan, cennetleri dinliyor gibi olur: Suların şakır şakır akmasında yağmurun şıpır şıpır yağmasında, ağaçların hemhemesinde, kuşların demdemesinde öyle destanlar keserler ki, insan kendisini cennetlerin ortasında zanneder. Fakat bu insanlar hep, netice ve ötelere kapalı yaşadıklarından, eskinin düşmanı, yeninin de cahili olarak kalakalmışlardır. Ömürleri, şehadet âleminin, tenteneli perdesi üzerinde sayıklamakla geçmiş ve tek kürekli sandalla seyahat ediyor gibi, kendi etraflarında dönüp durmuşlardır. Bunların, hayata dair düşüncelerinin her yanında bir tıkanıklık vardır; bunların tefekkür dedikleri şey de, bu tıkanıklık içindeki ümitsizce ızdıraplardır. Ve tabü böyle bir tefekkürün hiç bir faydası da yoktur.
Tefekkür etmek için evvelâ, bir ilk malumat; hâl-i hazırdaki durumun kavranması, öze uygun yeni terkipler, yeni komprimeler ve bütün bunlar üzerinde gerçeği arama düşüncesiyle fikir sancısı lâzımdır. Bu sistemle düşünebilen şahıs, düşüncede sürekli,'yeni yeni hükümlere varabilir; bu hükümleri daha başka düşünce hamlelerine esas yaparak, daha ilerilere sıçrayabilir; ondan yeni yeni neticeler çıkararak tefekküründe derinleşip buudlaşır. Sonrada tek buudlu veya çift buudlu düşüncesini. üç buııdlu, çok buudlu tefekküre ulaştırarak, zamanla "zülcenaheyn"bir mütefekkir ve bir insan-ı kâmil seviyesine çıkabilir.
Hasılı, düşünmenin ilk esası olarak; okuma, kâinat kitabını mütalaaya alışma, sinesini Hakk'dan gelen esintilere, kafasını şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine karşı açık tutma, varlığa, onun mukaddes tercümesi sayılan Kur'an adesesiyle bakma gibi hususları sıralayabiliriz... Yoksa, kutup yıldızı şurada duruyor, güneş şöyle batıyor, Zühre şöyle, Merih böyle... başı, hedefi, gayesi belirlenememiş, cahilce eşyanın yüzüne bakış katiyyen tefekkür olmayacağı gibi, böyle bir düşünceyle bir yere varmağa da imkân yoktur. Sevap kazandırıp kazandırmadığı da her zaman münakaşa edilebilir.
Bir saat tefekkürün, senelerce yapılan ibadete denk olması şundandır. İnsan, bir saat sağlam tefekkür sayesinde onda, erkân-ı imaniye inkişaf eder; içinde marifet nurları parlar; derken kalbinde muhabbet-i ilâhi belirir... Sonra rûhanî zevklere ulaşır ve kanatlanmış gibi olur.
İşte böyle bir tefekkürle herhangi bir insan, bu türlü tefekkürden mahrum bir işin, bin ayda varabildiği mesafeye varmış, dolayısıyle de en büyük kazançlara ermiş sayılır. Böyle bir anlayış ve şuur içinde Rabbine teveccüh edememiş bir insana gelince, bin sene durmadan yatıp-kalksa, terakki adına bir adım atmış sayılmaz. Bu itibarla da yaptığı şeyler bir saat tefekküre mukabil gelmez. Ama bu demek değildir ki, onun bin sene yaptığı ibadet-ü taat boşa gitmiştir. -haşa- Allah karşısında onun ne bir rükûu, ne bir secdesi, ne bir kavmesi, ne de bir celsesi boşa gitmemiştir.
"Kim zerre kadar hayır yapsa onu görür, kim de, zerre kadar şer yapsa onu görür." (Zilzal7-8).Yani herkes kazancına göre bir kısım şeylere mazhar olur. Bu esasa binâen ne şekilde olursa olsun o da vazife-i ubûdiyetini edâ etmiş; kulluğunu yerine getirmiş ve Rabbiyle bir çeşit münasebete geçmiş sayılır. Fakat tefekkürden hâsıl olan şeyleri elde edemez.
Evet, bu ma'nâdaki bir tefekkür, arzettiğim gibi bin sene ibadete mukabil gelebilir.
Bir diğer şey daha soruluyor: Tefekküre esas teşkil eden veya vesile olan belli vird veya zikir var mıdır? Belli virdler ve zikirler insanın tefekkürünü geliştirebilir mi?
Bu da yine kâinat kitabını mütalaada olduğu gibi, şuurlu olmaya bağlıdır. Şuurlu dua, şuurlu münacat, şuurlu yakarış, bazen insanın içdünyasında en paslı gibi görünen kilitleri de açabilir. Ancak, bu vird ve zikrin, nereden, nasıl seçilip alınacağına dair birşey söyliyemiyeceğim. Bu durum, istidat ve kabiliyetlere göre farklılık arz edeceği gibi, şahısların inanç ve kanaatlerine göre de değişik olabilecektir. Bu itibarla, isteyen sinesini "cevşen'e, isteyen "evrad-ı kudsiye" ile isteyen "me'surât"la, isteyen Şazeli, Şah-ı Geylâni, Ahmet Rufaî ve Ahmet Bedevî Hazeratından birinin evradıyla coşturabilir. Bu büyük zatların, büyük virdleriyle meşgûl olurken, insan o zatları adeta yanında hisseder ve o huzur içinde okuduğu şeylerin zevkine doyamaz. Keşke, herkes bu virdleri okuyup onlardan istifade edebilseydi; kendilerini yenileyecek ve Allah'la münasebetlerini kuvvetlendireceklerdi...!
Bir diğer husus da şu; tefekküre sevkeden âyetler, sessizce yapılan duâlar, tefekkür yerine geçer mi?
Manâsı anlaşılmıyor ve insan onda derinleşemiyorsa tefekkür olmaz. Sevap olur da tefekkür olmaz. Tefekkür, fikretmeden gelir. Vak'alarla yeni vak'aları bir araya getirme ve terkipler yapmak demekdir. Bir şeyin sebebiyle neticesi illetle malul arasında münasebet kurma Allah'la kul-mabut münasebetini perçinleştirme her zaman bir tefekkür sayılsa da bu kudsî münasebete ulaşdırmayan evrad-u ezkar veya en mübarek zatların dersi de olsa, sevap olur, fakat tefekkür olmaz. Tefekkür olabilmesi, ruhu ve gönlü çalıştırmaya, tefekküre mevzu olan şeyin üzerinde durmaya, araştırmaya, Rabbimizle münasebetlerimizi derinleştirip kuvvetlendirmeye bağlıdır. Rabbim muvaffak eylesin. Günümüzde en kıt,en az olan şey tefekkürdür. Bu itibarla insanımızın tefekkür noktasında yaya olduğu söylense mübalağa yapılmış sayılmaz.
TEFEKKÜR: İLMİN TEBESSÜM EDEN YÜZÜNDE ALLAH'I GÖREBİLMEKTİR
Materyalistlerin, Allah'ı inkar için kullandıkları ilim, bilakis O'nu tanımak ve bilmek için şarttır. İlim, Allah'ın varlığını ve birliğini isbat edip basiretsizlerin gözlerindeki perdeyi yırtmak için bir dayanaktır.
İlmin hangi yönüne bakarsanız bakın, onun mütebessim çehresinde Allah'ı göreceksiniz. O bakış ve görüşle arzu, iştiyak ve hahişkârlık içinde araştırmalara yöneleceksiniz. Labaratuarların içine girip ilmin dekaikine vakıf oldukça da, Cenâb-ı Hakk'a ait ma'nâları yakalayacaksınız. Her hücrede hayat çekirdeğini bulduğunuz gibi, Allah'a ait ma'na çekirdeklerini de bulacaksınız. Îmanınız ve yakîniniz ile araştırma şevkiniz artacak, ilmî ve teknolojik seviyeniz yükselecek, yeni yeni merhaleler kat'edeceksiniz.
Allah hakkındaki kanatları sağlam ve tefekkür dairesi geniş olanlar, ahiret nimetlerinden de en fazla istifade edip, Cennet'teki layezel cilvelere ve ra'şelere en çok mazhar olanlar olacaktır. Allah'ın mütemadî tecellilerine ve değişik nimetlerinin akıp-gelişine; hayatının her lahzasında değişik mütalaalar ile tefekkür edip, Kâinat Kitabı'nın değişik sayfalarını mütalaa eden insanlar mazhar olacaktır.
Kur'ân'ın tefekkür hususundaki ikazlarına ve teşviklerine uymuş, îman şuurunu gerçekten kavramış olan mü'minin, ilim ve fen açısından geri kalmasına imkan yoktur. Mü'minler, eğer geri kalmış, yeni ufuklara ulaşamamışlarsa, Kur'ân'ın ikazlarına uymamış, îman şuuruna erememitler demektir.
Ma'rifetin artması, millî harsın artması, ilim ve teknikte ileriye gidilmesi, müslümanların meskenet ve mezelletten kurtulması, ahiretin kazanılması; Allah hakkında gerçek ma'rifetin elde edilmesi, tetkik, tefekkür, teemmül ve araştırmalar neticesinde hasıl olacaktır.
Cenâb-ı Hakk-dinsizlerin ve bir kısım muhakemesizlerin İslâm tefekkürüne karşı çıkıp, perde germeleri neticesinde- tefekkürü unutmuş olan müslümanlara, tefekküre giden yolu göstersin, düşünmeye sevketsin. Kendi yapımızı, en küçük parçalarımızı, kâinatta cereyan eden hadiseleri, mikro alemden makro aleme kadar herşeyi düşünmek ve tefekkür etmek suretiyle; asırlardan beri kaybettiklerimizi yeniden elde ederek, izzetimizle arz-ı endam etmeye muvaffak etsin. Allah tevfik ve inayetiyle o tatlı ve mutlu günleri göstersin... Amin.
O’NUN TEFEKKÜRÜ
Bir gece Allah Resulü bana hitaben “Ya Âişe! Müsâade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim” dedi. Ben de “Seninle olmayı severim, fakat Senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim” dedim.
Allah Resulü kalktı ve namaza durdu. O gece sabaha kadar “göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip-gelişinde elbette akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Âl-i İmran, 3/190) âyetini okudu ve gözyaşı döktü. Sabah olunca ezan okumaya gelen Hz. Bilâl kendisine: “Ya Resûlallah Kendini niçin bu kadar zora koşuyorsun? Allah (cc) Senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetti” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sav): şöyleÎ buyurdu.“Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabbime ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?”
Meğer Allah Resûlü ne için gözyaşı döküyormuş? O, kendi çizgisi içinde, şükür zirvesini tutturamamaktan korkuyor ve bunun için ağlıyor! Böyle bir Zâtın günah işleyeceğini veya günaha meyletmiş olabileceğini, düşünebilir misiniz?..
Efendimiz, Allah (cc)’ın yasak kıldığı şeyleri yapmamakta ne kadar hassas, günaha girmeme mevzuunda ne derece dikkatli davranıyordu ise, emirleri dinleme konusunda da aynı derecede hassas, emre âmade ve titizdi. O’nun masumiyet ve nezahetine sadece bu zâviyeden bakılsa, zannediyorum başka delil aramaya ihtiyaç olmayacak.
Aslında, O’nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdetâ O’nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. âdetâ ibadet etmediği bir an yoktu. Tabii ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lazım. O yaptığı her işi, ibadet şuuruyla yapıyordu.
Biz O’na “Zahidler Zahidi” derken, kelime yetersizliğinden dolayı dedik. Yoksa O’nun zühdünü bir başka kelime ve bir başka lafızla ifade etmek gerekirdi.
TEFEKKÜR
Düşünme, insanlığın en mümeyyiz vasfıdır. İnsana "düşünen canlı" derler. Ya düşünmeyen insana?.. Bilginin, görgünün ulaşamadığı noktalarda hep tefekkürün bayrağı dalgalanmaktadır. Sınırlarla kayıtlı insan, onda sınırsızlığa erer ve zamanın üstüne çıkar. Tefekkür, insan melekelerinin ulvîleşmesi ve onun melekler âleminin esrarına ermesi için ileri sürülen sebeplerin büyüklerindendir. Nübüvvetin ruhunda bir inci gibidir. Vahye dayanacağı ana kadar her Nebî ilk dersini tefekkür edeceği çevreden alır. Büyük Hakk dostları tefekkür sayesinde sonsuzluğa erer, eşyanın hakikatını yakalamağa çalışır.
Sokrates'ten Paskal'a kadar, tefekkür sayesinde insanlık nice kıymetler kazanmıştır. Bu tefekkür, mucizevî imkânlar bekleyen beceriksizin, işsizin, güçsüzün kara kara düşünmesi değildir. Çaresiz, hâdiseler altında ezilen, elleri boynunda, bitkin ve bedbinin düşüncesi de değildir. Hele sistemsiz düşünce hiç değildir. Nereden başlayıp, hangi maksada doğru düşünülmesi gerektiğini hesap etmeden, piste ortadan girer gibi işe başlamak, avâmca bir düşünce tarzıdır.
Bir de; meseleleri karanlıkta, el yordamıyla halletmeye çalışan, sözlerinde tefekkür ağırlığı bulunduğu hâlde gerçekten hiçbir fikir hamlesi olmamış bir kadro vardır ki, yukarıda sayılanlara nazaran en bedbaht ve en zararlı olan işte bunlardır. Bunların hayatları, başkalarına ait fikirlerin, cazip görünen nazariyelerin lâklâkçılığını yapmakla geçer. Düşünce dünyaları adaptasyonculuk ve fikir ithalinden ibaret olması itibariyle, millî ruhu ve temel unsurları tefessüh ettirmesi bakımından bunlar, düşünürlerin en köksüz ve en soysuzudur. Şartlanmış kafaları, yıkanmış beyinleri ile yeni neslin bir kısım beyin merkezlerine oturtulmuş bir tümör gibi, onların hayatını felce uğratmakta ve neticesi meçhul bir kısım zikzaklara itmekteler. İşte yıllardan beri, baştan atılmaları başarılamayan bu baş belâları, tutundukları ve hâkim oldukları nisbette bir çok dimağlara hulûl etmiş, bir çok kimseleri melekleştirici melekelerden mahrum bırakmışlardır. Bu türden nice yüksek okul hocaları, nice yazarlar vardır ki, hepsi de fikir dünyasının en talihsiz esirleri ve yirminci asrın yüz karasıdırlar. Bütün ilim âleminin reddettiği bu nesebi gayr-i sahih ilimciler, ne gerçekçi düşünürden, ne de yakın gelecekten iltifat ve itibar göremeyeceklerdir.
Bergson, tefekkürle aklı yendi. Bu sayede ilmin luzümsuz kîl u kalini arkaya atıp dupduru hislerle ebediyet ufkuna erme yolunu gösterdi. Buna, "aklın aklîliğe hâkimiyeti" demek sezadır.
Dütünmekten kaçmak, onu günah saymak, dini bilmezlik olduğu gibi; dinsiz için de bir çeşit yobazlıktır.
Tefekkürden kaçan dindar; dinin ruhundaki tefekküre hürmetsizliği bir tarafa, Hıristiyanlığa reaksiyon olarak meydana gelen bütün fikir cereyanlarının kendi öz dininin de ta'nına teşniine eli bağlı seyirci kalmış olacaktır. Zât-ı Bâri hakkında kemiyet ve keyfiyet ifadeleri müstesna, İslâm'da hangi mesele vardır ki, şimdiye kadar münakaşası yapılmamış olsun.
Evet, işte Batı'lı bir sefâlet tasvircisinin Sefiller'inin ve herkes gibi yaşamak, eğlenmek ve sevmek istediği hâlde kaderin, sırtına yüklediği bir kamburdan ve gözünün üstüne koyduğu urdan ötürü kendini sevmeye ve âşık olmaya lâyık görmeyen bir kimsenin münakaşası yapılmış, aklın, kâlbin, ruhun tatmin olacağı şekilde neticeler istihsal edilmiştir. Bu, sünnet ehlinin yoludur ve aksi Kur'ân'ın ruhuna aykırıdır.
"Düşünme, küfre girersin" zihniyeti, kadîm Hıristiyanlıktan kalma değersiz ve hiçbir zaman İslâm’ın iltifat etmediği bir fikir düşmanlığının ifadesidir.
Bizler var oluş sırrına ve hikmetine bakmaz, dünyaya geliş ve gidişteki ma'nâyı kurcalamazsak, yapılan tenkitleri ister istemez kabullenmiş olacağız.
Nedir varolmadaki o büyük sır ki, bilindiği takdirde hakikaten var olacağız?
Nedir bir koridora geçitten daha uzun sürmeyen şu dünya hayatı... Elemi, acısı, ızdırabı!..
Nedir şu sefilllerin çektiği? Şu gözsüzler, şu koltuk değnekleri ile gezenler? İnsan değil mi bunlar? Yoksa adaletten nasipsiz, rahmetten -haşa- mahrum mu bırakılmışlar?
Ve tu meyhanedekiler, hastahanedekiler, daha binlerce mezellethanedekiler... Hikmetten ve re'fetten nasipleri nedir onların?
Sonra şu ahiret mükâfatından mahrum olan, dünyada ise gadre uğramış, rahat yüzü görmemiş topyekûn hayvanlar.. Ayaklar altında ezilen haşere ve boğucu kanunların tehdidi altında ezilen, şu vahşet diyarına geldiğine bin pişman görünen vahşîer ve onlardan ürkenler, şahinler, kartallar ve onların korkusundan uykusu kaçanlar.. Bütün bunların, cihanlar ağırlığındaki hayata mazhariyetleri şu yaşayış için mi?
Bu istifhamlara ve daha yüzlercesine cevap verilmeden kaçınılsaydı, "Bunlar kaderi alâkadar eder, bu hususta düşünmek ve söz söylemek memnudur" denseydi... Dünkü kelâmcının, büyük İslâm mütefekkirlerinin meseleyi vuzuha kavuşturur beyanları olmasaydı, gönüller ve kâlbler bu günden çok evvel bir süre şüphe ile dolacak ve bugünkü neslin maruz kaldığı imansızlık felâketi asırlar öncesinden hâkimiyet kuracaktı.
Evet A.Camus'un "Saçmalar"ı ile dile getirmek istediği "Veba"sı ile isyan ettiği hususlar işte bunlardı.. Bunlardı Hristiyanlığın cevapsız bıraktığı meseleler.. Bunlardı İslâm'da da cevabı yokmuş gibi yerli kâfirler tarafından her fırsatta nesle sunulan öldürücü yudumlar ve işte bunlardı yirminci asrın simsiyah bulutlarla örtülü sinesinde buhranların oynaşmasının, fıkırdaşmasının asıl sebebi...
Eğer büyük terbiyeciler küfür- ^ımân muvazenelerine vakıf olsalardı.. Eğer yirmi dört saat yaralanan neslin ruhuna, Nur-u Kur'ân'dan "Yirmi Dördüncü Mektub"u üflemeyi akıl etselerdi.. Eğer kaderin yüzünden peçeyi kaldırıp îlâhî takdir ile insan iradesinin sarmaş dolaş olduğunu görselerdi.. Ve eğer tefekkürü nefyeden hâttâ ondan ürkenler, hayatlarıyla, düşünce dünyalarıyla bu büyük gerçeğin sınırlar aşmasına perde olmasalardı, bugün, ayaktaki kangren, beyindeki kanser, bu kadar onulmaz hale gelmezdi.
Allah Resûlü (sav) eşyanın hakikatına vakıf olmayı diliyor. Allah'tan yeni tefekkür semeresi olarak, Allah'ın gönüle "Ledün Âleminden hikmet akıtması"nı istiyor. Sonra bir saat tefekkürü senelerce yapılacak ibadete denk tutuyor. Zira insan, ancak düşünerek yaşadığı hayatta "Yaşadım" diyebilecektir. Ve yaşadığı nisbettedir ki, duyguları inkişaf edecek ve ötelelerin ötesinde, sermedî manzaralardan haz duymaktan sınırsızlığa erecektir.
Hayatın zikzaklarındaki ma'nâyı düşünmeden yaşayan nâdanların, hikmetin tefekkür üzerinde açmış bir çiçek olduğunu anlamalarına imkân var mı?
Allah gönlümüzü hikmete âşık, ruhumuzu tefekküre hahişkâr eylesin.
TEFEKKÜR
Herhangi bir mevzûda, geniş, derin ve sistemli düşünme ma’nâlarına gelen tefekkür; erbabınca, kalbin çırası, rûhun gıdası, bilginin rûhu ve İslâmî hayatın da kanı, canı ve ziyâsıdır. Tefekkür olmayınca kalb karanlıklaşır, ruh hafakanlara girer ve İslâmî hayat da kadavralaşır.
Tefekkür, kalbde öyle bir nûrdur ki, hayır ile şer, zarar ile fâide, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir.. kâinat onun sayesinde okunan bir kitap hâline gelir ve Kur’ân’ın âyetleri onunla ayrı bir derinliğe ulaşır.
Tefekkür, hâdiselerden ibret alma ve çeşit çeşit netice çıkarmanın çırağı, tecrübelerin altın anahtarı, hakikat ağaçlarının fideliği, kalb nûrunun da gözbebeğidir. Onun içindir ki, her güzel şeyde olduğu gibi tefekkürde de zirveleri tutan Ufuk İnsan: “Tefekküre denk ibâdet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın ni’met ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhar Zât-ı Bâri’yi tefekküre kalkışmayın; zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzûdur” meâlindeki sözüyle, düşünebileceğimiz sahanın sınırlarını belirler ve bize, güç, imkân ve iktidarlarımızı ihtâr eder.
Bu hususu hatırlatma sadedinde Minhâc sahibi ne hoş söyler:
“-Ni’metleri tefekkür etmek bu yolun şartıdır. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında tefekkür apaçık bir günahtır. Evet, Allah hakkında düşünmek bir bâtıldır; O’nu hem bir muhâl hem de hâsılı tahsil bil..!”
Zâten Kur’ân-ı Kerîm de: “-Onlar göklerin ve yerin yaratılış ve şekillendiriliş keyfiyetinde tefekkür ederler” (Âl-i İmrân, 3/191) meâlindeki âyetleriyle, kâinat kitabını, bu kitabın yazılış keyfiyetini, harf ve kelimelerinin husûsiyetlerini, cümleleri arasındaki nizâm ve âhengi, hey’et-i umûmiyesindeki rasânet ve sağlamlığı nazara vererek bize en yararlı düşünme yolunu salıklamıyor mu?
Evet, her düşünce, her tasavvur ve her davranışta Hakk’ın Kitab’ına yönelmek, O’nu anlamaya çalışmak, hayatı O’ndan anladığımız şeylere göre tanzim etmek ve yaşamak; kâinat kitabındaki İlâhî sırları keşfedip ortaya koymak ve insana her an ayrı bir îmânî derinlik ve renkliliği duyurup tattıran bu yeni keşif ve tesbitlerle, îmândan ma’rifete, ma’rifetten muhabbete, muhabbetten, rûhânî hazlara uzayan bir ışıktan yolda bütün hayatı zevk haline getirmek, sonra da âhiret ve rıdvân-ı ilâhîye yürümek; işte insan-ı kâmil olmanın nûrlu yolu..!
Tefekkür, araştırma sahası itibâriyle bütün ilimlere açıktır, ama, aklî ilimler, pozitif tesbitler, bu büyük netice için sadece bir mukaddime, bir vâsıta ve bir yoldur.. ve bunların hepsi de gerçek muhtevâ ve yüzleriyle ilm-i vâhid-i ilâhiye müteveccihtirler. Tabiî insan dimağı yanlış muâlecelerle inhirâfa uğratılmamışsa...
Evet, varlığı bir kitap gibi mütâlaa ve tefekkür ancak, bütün eşya ve eşyaya ait husûsiyetlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabul etmekle beklenen semereyi verir ve bereketli bir vâridat kaynağı hâline gelir ki, bu da her şeyin her hâliyle Allahu Teâlâ’ya istinâdını yakînen idrâk eden ma’rifetullah, muhabbetullah ve zikrullah ile itminâna ulaşmış kalbî ve rûhî hayat kahramanlarının şiârıdır.
Mebde’de her şeyi Cenâb-ı Hakk’a istinad ettirme esasına göre sistemleştirilmeyen bir tefekkür, neden sonra Allah’a yönelip ve neticede O’nda mütenâhî olmasına mukabil; tâ baştan halk ve emir, her şeyi O’na bağlama esasına göre planlanmış bir tefekkür ise, sonsuza kadar hep yeni yeni buudlarıyla sürer gider ve kat’iyen inkıtaa uğramaz. Yani böyle bir tefekkür “Evvel” ve “Zâhir” isimleriyle Allah’tan başlayıp sonra yine “Âhir” ve “Bâtın” isimleriyle Allah’a müteveccih olacağından mütenâhî değil, lâtenâhîdir. İşte böyle, tâ işin başlangıcında hedefi belirlenmiş bir tefekküre teşvik aynı zamanda varlığın şekil ve tecellî yollarını tesbite çalışan tabiî ilimlerin usûl ve sistemlerini öğrenip kullanmaya da bir teşviktir.
Evet, gökler ve yer bütün eczâ ve mürekkebâtıyla, Allah’ın mülkü olduğundan varlık kitabında mütalâa edilen her hâdise, her şe’n ve her nizâm Yüce Yaratıcı’nın şeriât-ı fıtrîyedeki ahkâm ve tasarruf keyfiyetlerini de okumak demektir. Bu kitabı hakkıyla okuyabilen ve okuduğu şeylere göre hayatını düzenleyen birinin yolu herhalde hidâyet ve takvâ yolu, varacağı yer Cennet, içtiği de kevser olacaktır. Evet, dünyada çeşit çeşit nimet ve rengârenk güzelliklerin gerçek sahibi olan Allah’tan gaflet ve hep iblisin rehberliğiyle nankörlük vâdilerinde dolaşan felâket ve hüsran ashâbına karşılık, o, herşeyin gerçek sahibi Mün’im-i Hakîki’yi tanıyıp, O’na îmân ve îmândaki şuur ile inkiyad ederek, melâike, enbiyâ ve sıddîkînin öncülüğünde, hep şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve dökülen dökülene yığınların mahvoldukları, aynı vâdilerde Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına mazhariyetin hakkını verir ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buudlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer, âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek hedefine ulaşır...
 

mihrimah

Well-known member
SALE…
İ'lem Eyyühel-Aziz! Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma boğulursun.
Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalalete îsal eden kesret yolu budur.
AFAKİ MALUMAT
İ'lem Eyyühel-Aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzât vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.
İNSANDAKİ EMANET
İ'lem Eyyühel-Aziz! Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, zînetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni'in celaline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtına intikal ile Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi îfa edecek insandır. Çünki insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma, öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzec ve bir nümune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen küllî bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezel'in azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.
Evet maşukun hüsnü, âşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelî'nin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.
Evet gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin. Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.
Kezalik bu âlemi şu kadar zînetler ile, nakışlar ile tezyin eden Mâlik-ül Mülk, elbette ve elbette o hârika, antika, mu'cize manzaraları, zînetleri, seyircilerden, müşahidlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâlî bırakmayacaktır. İşte câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.
SARI ÇİÇEK
Bir bahar mevsiminde, garîbâne, mütefekkirâne seyahatâ gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhâtır ettirdi. Şöyle bir mâna kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmânî hey'atını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder. Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder. İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad'e mal eder. Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var ki: Onu öyle yapan ve öyle mânidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette O olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şey'i icad edemez.
İşte ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektûbât-ı Samedâniyye hükmünde olan sahâif-i mevcûdât ve herbir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş. Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir! Hangi kuvvet onları susturabilir!
TEFEKKÜR MESLEĞİ
Kur’an âyetler ile emrettiği tefekkür mesleğine teşvik ettiği ve Name=998; HotwordStyle=BookDefault; hadîs-i şerifi bazan bir saat tefekkür bir sene ibâdet hükmünde olduğunu beyân edip, tefekküre azîm teşvikàt yaptığı cihetle, ben de bu on üç seneden beri meslek-i tefekkürde akıl ve kalbime tezâhür eden büyük nurları ve uzun hakikatleri kendime muhafaza etmek için, işârât nevinden bazı kelimâtı, o envâra delâlet etmek için değil, belki vücudlarına işaret ve tefekkürü teshil ve intizamı muhafaza için vaz' ettim. Gayet muhtelif Arabî ibârelerle kendi kendime o tefekkürde gittim zaman o kelimâtı lisânen zikrediyordum. Bu uzun zamanda ve binler defa tekrannda ne bana usanç geliyordu ve ne de verdiği zevk noksanlaşıyordu ve ne de onlara ihtiyac-ı ruhî zâil oluyordu. Çünkü bütün o tefekkürât, âyât-ı Kur'âniyenin lemeâtı olduğundan, âyâtınbir hâssası olan usandırmamak ve halâvetini muhafaza etmek hâssasının bir cilvesi, o tefekkür âyinesinde temessül etmiştir.
Bu âhirde gördüm ki, Risâle-i Nur'un eczâlarındaki kuvvetli ukde-i hayatiye ve parlak nurlar, o silsile-i tefekkürâtın lem'alarıdır. Bana ettikleri tesiri başka zâtlara da edeceği düşüncesiyle, âhir ömrümde mecmuunu kaleme almak niyet etmiştim. Gerçi çok mühim parçaları risâlelerde derc edilmiştir; fakat hey'et-i mecmuasında başka bir kuvvet ve kıymet bulunacaktır.
Âhir-i ömür muayyen olmadığı için, bu hapisteki mahkûmiyetim ve vaziyetim ölümden daha beter bir şekil aldığından, âhir hayatı beklemeyerek, kardeşlerimin ısrarı ve ilhahlarıyla, tağyir etmeyerek, o silsile-i tefekkürât Yedi Bâb üstünde yazıldı.
DÖRT HATVE
Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pekçoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umûmiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifâde ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.
Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbûbiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsÂl eder. Hem, şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsÂl eder. Hem, tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsÂl eder. Şu tarîk, hafì tarîkler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi nüfûs-u seb' a, yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "dört hatve"den ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakîkattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir; yoksá, onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı ittibâ-ı sünnettir, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.
Birinci hatveye Name=790; HotwordStyle=BookDefault; âyeti işaret ediyor. İkinci hatveye Name=791; HotwordStyle=BookDefault; âyeti işaret ediyor. Üçüncü hatveye Name=792; HotwordStyle=BookDefault; âyeti işaret ediyor. Dördüncü hatveye Name=793; HotwordStyle=BookDefault; âyeti işaret ediyor. Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:
Birinci Hatvede Name=r0245; HotwordStyle=BookDefault; âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle, nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herzeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder, mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar, kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Mâbud-u Hakîkinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidâdı kendi nefsine sarf ederek Name=794; HotwordStyle=BookDefault; sırrına mazhar olur; kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri; onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
İkinci Hatvede Name=r0246; HotwordStyle=BookDefault; dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevÂli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makâmında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-i huzûzât makâmında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hÂlin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek; yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
Üçüncü Hatvede
Name=r0247; HotwordStyle=BookDefault; dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemÂlâtını, Fâtır-ı ZülcelÂl tarafından ona ihsan edilmiş nîmetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, Name=795; HotwordStyle=BookDefault; sırrıyla şudur ki: KemÂlini kemÂlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede Name=r0248; HotwordStyle=BookDefault; dersini verdiği gibi; nefıs, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan bir nevî rubûbiyet dâvâ eder. Mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyânı taşır. İşte gelecek şu hakîkati derketmekle ondan kurtulur. Hakîkat şudur ki: Her, şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i ZülcelÂlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık îtibârıyla Şâhittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur.
Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakîkiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir Şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve fıraklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan bir kalp, herzeyi bulur.
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakîkatin ilmine, şeriatın hakîkatine, Kur'ân'ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i ZülcelÂle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevÂlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahât ve bÂlâpervazâne dâvÂları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulunmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu tarîk daha umûmi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü kâinatı, ehl-i Vahdetü'1-Vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için, îdâma mahkûm zannedip Name=796; HotwordStyle=BookDefault; hükmetmeye veyahut ehl-i Vahdetü'ş-Şuhud gibi, huzûr-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, Name=797; HotwordStyle=BookDefault; demeye mecbur olmuyor. Belki îdamdan ve hapisten, gâyet zâhir olarak, Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı ZülcelÂl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimÂl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
İMAM AZAM VE TEFEKKÜR
İmam-ı A'zam Hazretleri bütün duygu ve lâtifeleriyle ümid ve korku içinde. âdeta baştan aşağı İslâmi vecd ve haşyetle doluyordu. Bir yatsı namazında İmam, "Zilzâl" sûresini okumuş. o da namazdan sonra kendinden geçerek sürenin mânâsı etrafında tefekküre dalmıştı. O'nu kendi haline bırakan müezzin gidip sabah namazına geri gelince hâlen vecdinin devam ettiğini ve: "Ey hayrın da şerrin de zerresini zayi etmeyen!. Kulun Ebû Hanife'nin şer mesabesindeki hallerini affeyle!.." diye ağladığını gördü. Nihayet müezzin yağı tükenmekte olan kandile yağ koyarken Ebû Hanife vecd halinden sıyrılıp kendine geldi, müezzine hitaben: "Kandili mi söndüreceksin?" diye sordu. Müezzin de: -Efendim. sabah namazı oldu, ezan okumaya geldim, yatsı değildir, cevabını verdi. Bundan sonra sabah namazını da cemaatla kılan Ebû Hanife oturup dersine devam etti ve müezzine de şöyle bir ricada bulundu: -Benim birtakım hallerim vardır ki bir kısmına sen muttali oluyorsun, istirham ediyorum, kimselere açma bunları, olur mu?
HEREM BİN HAYYAN
İslâm büyükleri bu dünya hayatını gaye değil vasıta bilir. Bu bilginin gereğine göre de hayatlarını tanzim ederler. Biz buna "ilmiyle amel etme" hâli de diyoruz. İşte bu hâl ile hallenen, yani ilmi ile amel eden İslâm büyüklerinden biri de. Herem bin Hayyan'dır. Hayatı hakkında fazla birşey bilemediğimiz bu zât, günlük nafakasını hayatının gayesi değil, belki vasıtası bildiğinden, bunun vasatını elde edince mes'elesi biter, gayesine teveccüh eder, ebedi hayatını alâkadar eden mevzular ile meşgul olurdu. Herkesin uykuya daldığı gecelerde O, tenha yerlere çekilir, derin tefekkürünü huşû içindeki ibadetiyle tenvir ve tezyin ederken şöyle söylenirdi: "Hayret ederim, Cennete talip olanlarla, Cehennemden korku duyanlara. Bunlar hem Cennete talip, hem de Cehennemden korkarlar; ama yine de uyumaya devam eder, bu kat'i gerçeğin heyecanıyla bir miktar olsun uykularını terk etme fedakârlığında bulunmazlar:" Herem bin Hayyan, ihlâslı dostlardan bir an olsun ayrılmak istemez, tefekkür âlemini zayıflatacak dünya ehli kimselere yaklaşmayı faydalı bulmazdı. Nitekim Onun bu ihlâslı dostlarından biri de Ashâbdan Hamime idi. Bir gün Hamime'nin evine misafir gelen Herem, yatsı namazından sonra Hamime'nin yatmayıp göz yaşları içinde namaza devam ettiğini anladı. Sabah olunca sordu: "Bu gece seni çok ağlar gördüm. sebebi nedir acaba?" . Şöyle cevap verdi aziz sahabî: "İnsanların yataklarından kalkar gibi mezarlarından kalkarak hesap yerine toplanacakları ânı hatırladım. O anda suçluların günahkârların, ibadetsizlerin dehşetli hâllerini hayal ettim. Kendimin bunların hangileri arasında yer alacağımı düşündüm, gözlerime bir türlü uyku girmedi, ağlamaktan kendimi alamadım." Herem bin Hayyan, böylesi ihlâslı dostlara çok değer verir, onların yanından ayrılmak istemezdi. Buna biraz da kendisinin gazablı bir mizaca sahip oluşu sebeb olurdu. Zira gazaba gelince, istemediği sözleri söyleyip, günaha girmekten korkardı. Dostlarının kendisine mani olacaklarını düşünür, onlardan bu yüzden uzak olmak istemezdi
TEFEKKÜR
Halk dilinde İbrahim Edhem diye meşhur olan bu büyük mâneviyat adamı, bir gün gemiye biner, bir köşede oturup tefekküre dalar. Meydana gelen fırtınayı geminin batma tehlikesini hiç de merak etmez. Yolcular ise aniden çıkan fırtına yüzünden bağrışırken içlerinden biri, İbrahim Edhem'in gemide bulunduğunu, duâ etmesini teklif eder. Hep
birlikte yalvarırlar. O da ellerini kaldırıp şöyle dua eder: . "Yâ Rab, büyük kudretini gösterdin, ikaz olduk; şimdi de geniş merhametini göster de irşad olalım!" Aniden bulutlar çekilir, fırtına diner, güneş geminin , üzerinde bayram havası estirir. Herkes eski Belh Sultanının gerçekten gönül sultanı haline geldiğini açıkça söylemekten kendini alamaz.
ALLAH'IN SEVDİĞİ ÇOCUKLAR
Ak sakallı âlim, seccadesinden başını kaldırmış Allah'a yalvanyordu:
— Ey Rabbim, yaşım ilerledi, ömrümün sonuna geldim. Bana lûtfeylediğin bu ilmi, kütüphanemdeki şu güzel kitaplarımı kime vereyim ki, kıymetini bilsin, içindeki hakikatlardan istifade sağlasın?..
Dualarla yatağına uzanan âlimin o gece gördüğü rüya çok manidardı. Yeşil kanatlı bir melek gelmiş kendisine şöyle diyordu:
— Sen zengin kütüphanendeki güzel kitaplarını kime
vereceğini mi soruyorsun? Üzülme, vereceğin yeri sana bildirmek üzere Rabbim beni gönderdi. Sabah namazından sonra bitişikteki üç komşu evine gideceksin, bu evlerin çocuklarını alıp kütüphanene getirecek, kitaplarını. onlara taksim edeceksin. Senin kitaplarına lâyık olanlar bu çocuklardır!
Melek bunlan söyledikten sonra pır diye uçup gider.
Gözlerini açan âlim, gördüğünü yeniden hayalinden seyretmeye çalışır. Meleğin sözlerini bir bir yeniden düşünür ve bu şeytanî bir rüya değildir, diyerek söyleneni yerine getirmeye karar verir.
Sabah namazından sonra ilk işi tarif edilen komşu çocuklarını toplamak olur. Üç komşunun küçüklerini evin deki kütüphanesinin önüne oturtur ve sorar:
— Sevgili çocuklar, sizler muhakkak Allah'ın sevdiği gençlersiniz. Allah sizi seviyor, ama neden seviyor, bilemiyorum. Bana söyler misiniz, gündüzleri boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz?
Birinci çocuk şöyle konuşur:
— Ben sabahlan kalkıp ormanlara, ağaçların yeşilliklerine, bağ, bahçelere bakıyorum. Bunlar kışta kupkuru, yapraksız, meyvesizken baharda yemyeşil.. Çiçekler açıyor, meyveler veriyorlar. Düşünüyorum, bu ağaçların içinde bunları yapacak bir makina olmadığına göre kim yapıyor bunları?.. Bunu ancak bizi nimetleriyle besleyip sevindirmek isteyen Allah'ımız yapıyor, diyor, Allah'a olan sevgimi daha da çoğaltıyorum. Bu düşüncelerle dinî kitapları daha çok okuyor, okudukça da Allah'a olan sevgimi daha çok kuvvetlendiriyorum. Kitap sevgim çok fazla..
Ak sakallı âlim şöyle izah eder:
— Yavrucuğum, bu söylediklerin çok güzel şeyler. Demek Allah da seni bunun için seviyor olmalı. Etrafına bakıp ibret almak, her gün boş zamanlarında dinî kitap okumak fevkalâde güzel şey.. İkinci çocuk da şöyle konuşur:
— Ben de geceleri yıldızlarla süslü gökyüzüne bakıyor, boşluğu aydınlatan ayı seyrediyorum. Sonra bizlere yağmurlar indiren bulutlan düşünüyor, canlanan sebzeleri hatırlıyorum. Bütün bunları bizim için yaratan Rabbimize olan sevgim ve bağlılığım daha da artıyor? Bu sebeble ben de dinî kitapları daha çok okuyor, her gün boş zamanımda İslâmî bilgimi artırıyorum.
Nur yüzlü âlim bunun sözünü de şöyle izah eder:
— Evlâdım, bu senin yaptığın Rabbimizin hoşuna giden şeydir. Boş zamanlarında yaratıkların ibretli durumlarım inceleyip, dinî kitaplar okuyarak dindarlığını kuvvetlendirmek kadar Allah'ın hoşuna giden bir şey olmasa gerektir.
Üçüncü çocuk da şöyle konuşur:
— Efendim, arkadaşımın biri gökyüzünü, diğeri de yeryüzünü inceliyormuş. Ben de yerde, gökte gördüğüm her şeyi, kuşları, hayvanları inceliyorum. Meselâ bunca kuşların rızıklarını veren Rabbimiz ayrıca yerde yaşayan * koyunların, kuzuların da rızıklarını veriyor. Hattâ onların memesinden bizlere de rızık gönderiyor. Nitekim koyun yediği ottan hem et yapıyor, hem süt veriyor, hem de gübre meydana geliyor. Yediği tek şey, ama neticesi çok çeşitli. Tek ottan değişik şey meydana gelmesi, koyunun, ineğin, mandanın kamında bir fabrika bulunduğundan değildir. Bunları düşününce Rabbimize olan sevgim daha da çoğalıyor, çoğaldıkça da boş zamanlarımda ben de arkadaşlarım gibi dinî kitap okuyor, Müslümanlığımı daha da kuvvetlendiriyorum.
Âlim ondan da çok memnun olur. Kitaplarını üçe ayırır, her birini birine verir ve der ki:
— Çocuklar, bu gece yeşil kanatlı bir melek geldi, Allah'ın çok sevdiği çocuklara kitabını vereceksin diyerek sizleri tarif etti. Ben de Allah'ın sizi neden sevdiğini merak ettim. Şimdi anladım ki, sizler cidden Allah'ın seveceği bir tutum içindesiniz. Kitaplarımı size seve seve veriyorum. Alın, okuyun, siz de parmakla gösterilen âlimlerden olun.
Sevinen çocuklar evlerine kucak kucak kitap taşıyarak ana-babalarını da hayrette bırakırlar.. Allah'ın kendilerini daha çok sevmesi için o günden sonra daha çok dinî kitap okurlar, kâinattaki varlıkları ibretle incelemeye devam ederler.
TEFEKKÜR
Ey sâlih kişi! Sen bil kî, Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
— Bîr saat tefekkür bir yıl ibâdetten hayırlıdır.
Kur'ân'da birçok âyetlerde, İşin sonunu düşünmek, kâinata ve olup bitenlere ibretle bakmak emrolunmuştur. Bunların hepsi tefekkür (düşünüş) anlamındadır. Bîr kişi tefekkürün faziletini bilse, ama hakikatini ve keyfiyetini, tefekkürün neden olduğunu, semeresinin ne olacağını bilmese o kişi tefekkürde bulunamaz.
Bundan ötürü tefekkürü, bütün ilişkileriyle açıklamak çok önemlidir.
Biz önce tefekkürün faziletini
bildirelim. Ondan sonra da hakikatini anlatalım. Daha sonra da tefekkürün ne için olacağına ve hangi şeylerde olacağına geçelim.
TEFEKKÜRÜN FAZİLETİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, birisin bir saati, bir yıllık ibadetten uslun olursa o işin derecesi yücedir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir:
—Bir halk topluluğu Allahü Teâlâ'nın zâtını düşünüyor, tefekkürde bulunuyordu. Resul (S.A.V.):
"Allahü Teâlâ'nın yaratıkları hakkında tefekkür kılın (düşünün), ama zâtında tefekkürde bulunmayın! Çünkü zâtını düşünmeğe takatiniz yoktur. O'nun yüceliğinin mikdar mı anlamaya gücünüz yetişmez!" diye buyurdu.
Hazret-i Âişe (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir:
-Resûl (S.A.V.) namaz kılmaktaydı ve ağlıyordu. Ben:
—Niçin ağlıyorsun yâ Resûlâllah? Senin bütün günahların bağışlanmıştır! dedim. O da bana:
—Nasıl ağlamayayım? Çünkü bana: "Göklerde yerlerde, gecenin ve gündüzün ayrılığında akıllı kimseler için âyetler (İşaretler) vardır!" (Âl-i İmrân Sûresi: 190) âyet-i kerimesi indi! diye buyurdu.
Sonra:
Bu âyet-i kerimeyi okuyup da mânâsını düşünmeyen kimsenin vay haline! dedi.
Davûd-ı Tâi bir gece evinin damı üstünde göklerin molekülünü düşünmekleydi. Ve ağlayıp duruyordu. Ansızın komşusunun avlusuna düştü. Komşusu yerinden sıçrayıp kılıcına sarıldı. Dâvûd-ı Tâî'yi hırsız sanıp onu yakalamak işlemişti. Fakat düşenin Dâvûd-ı Tâî olduğunu anlayınca:
—Ey Tâî! Seni buraya kim bıraktı? diye sordu. Oda:
- Kendimi bilmiyorum. Nasıl düştüğümden haberim yok! dedi.
TEFEKKÜRÜN HAKİKATİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, tefekkürün mânâsı bilgi dileme, ilim talebidir. İlim, tez bilinmez. Onu öğrenmek gerektir. Bu da ancak bir başkasının bildiklerini kişinin kendisinin de bitmesiyle, yâni iki marifeti bir yere getirmekle olur ki, bu ikisinin arasında üçüncü marifet doğabilsin. Nitekim, erkekle dişinin arasından çocuk doğar. Önce bu İki marifet bu üçüncü marifete iki kök, iki asıl gibi olur. O üçüncü marifet de bir başkası ile bir araya getirilince dördüncü marifet doğar. Ve böylece sonsuz ilimler doğar.
Bir kişi bu yollarla ilmini arttırmazsa temel ilimlere yol bulmamış demektir. Onun benzeri sermayesi olmayan kişilerdir ki, sermayesi olmadan ticarete girişmişlerdir. Eğer bunu bilir de iki marifetin arasını nasıl birleştireceğini bilemezse o kimse, sermayesi olup da alış veriş ilmini bilmeyen kimseye benzer. Bunun hakikatinin açıklanması uzundur. Ama bu makamda bir misâl daha söyleyelim. O da şudur: Eğer bir kişi âhiretin dünyadan daha üstün olduğunu bilmek dilerse bunu doğrudan doğruya bilmesi mümkün değildir. Bilmesi için iki şey lâzımdır:
l — Baki (sonsuz) olanın fânî olandan (yâni sona erenden) daha hayırlı olduğunu bilmektir.
2 — Âhiret'in baki (sonsuz) olduğunu, dünyanın ise fâni (geçici) olduğunu bilmektir.
Bu iki aslı bilince de üçüncü İlim onaya çıkmış olur ki, bu da âhîretin dünyadan daha hayırlı olmasıdır. Bu da o iki asıldan doğmuş olur. Bu ikiden doğmuş olanı mutezile taifesinin dediği gibi olur, demiyoruz. Bu konuların açıklanması çok uzundur.
Bunda, tefekkürün hakikati şu ilmî taleptir ki, o da iki ilmin hazırlığı ile meydana gelir. Nitekim iki atı birbiriyle çiftleştirmekten koyun doğmaz. Bunun gibi her hangi iki ilimden de bu istenen ilim doğmaz. Aksine her cinsin iki aslı vardır. Eğer o iki asıl gönülde hazır kılınmazsa öteki fer' (dal) meydana gelmez.
TEFEKKÜR NİÇİN GEREKLİDİR?
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, insan karanlıkta ve cehalette yaratılmıştır. Onun ise, nura ihtiyacı vardır. Tâ ki, bu karanlıktan kurtulup murad ettiği yolu bulabilsin. Bura için insan ne iş işlemelidir, hangi yönde etmelidir, bunu bilsin. Dünya tarafına mı gitmelidir, yoksa âhiret tarafına mı gitmelidir? Kendi işi ile mi ya da Hak ile mi uğraşmalıdır? Bunları yapmak insanın kendi kendisi ile bileceği iş değildir. Bu, ancak marifet nuru ile, tefekkürle (düşünce deryasına gömülmekle) meydana gelir. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
— Allahü Teâlâ halkı zulmette yaratıl, ondan sonra kendi nurundan onların üzerine saçtı.
Nitekim, eğer bir kişi karanlıkta yolunu görmekten âciz olsa ve yolda yürüyemez olsa, taşı demire vurup ateş çıkartır. Marifet de o ikisinden çıkan nur gibi olur. Çırağı (mumu) tutuşturur. Bunun gibi bu iki ilim ki asıldır, ikisinin arasım bir yere getirince üçüncü marifet meydana gelir. O, taşla demir işlemi gibidir. Tefekkür kılmak da o taşı demire vurmaktan ibaret olur. Marifet de onlardan meydana gelen nur gibi olur. O marifetle kalbin de sıfatı değişir. Kalbin sıfatının değişmesi de zahirde olan âmeller de değişir. Meselâ kişi, âhiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu bilince, dünyaya arkasını çevirip âhirete yüz tutar. Böylece tefekkürden üç şey doğar:
1— Marifet,
2 —Hâl,
3— Amel.
Amel hâle uyar. Hâl de marifete (ilme, bilgiye) uymaktadır. Tefekkür, bütün hayırların, iyiliklerin aslı ve kilididir. Tefekkürün fazileti bu derecelerle bilinir.
TEFEKKÜR ÜZERİNE HAL VE SÖZLER
...Mü'minin sıfatı olarak telâkki edilen tefekkür konusunda, fevkalâde hassas olan seleften de birkaç hâl ve söz aktarmak istiyoruz:
Hz. Ebu Bekir "Hz. Ebu Bekir, geceleri, yatsı namazından sonra bir-iki saat kadar ev halkıyla sohbet ederdi. Onlar yattıktan sonra kalkar, abdestini tazeler, iki rekât namaz kılıp seccadesi üzerinde oturarak, huşu içinde tefekküre dalardı. Sabaha bir saat kadar bir vakit kalınca, mübarek başını kaldırır bir kere ah! ederdi. Sonra on rekât teheccüd ve üç rekât vitir kılar ve ev halkını da uyandırırdı. Arkasından sabah sünnetini kılıp camiye giderdi.
Hz. Ali: "Tefekkürü olmayan bir susma, unutkanlık ve dalgınlıktır."
Hasan-ı Basri: Tefekkür ve tezekküre dayalı bir tasfiyeyi benimseyen Hasan-ı Basri, "bir saat tefekkür, bir gece ibadetinden hayırlıdır" der. bu söz, tefekkürle gece ibadetini birleştiren kişinin daha fazileti bir iş yapacağına da işaret etmektedir.
Zinnun-i Mısrî (245/859): "İbadetin anahtarı tefekkür, isabetli yolda olmanın alâmeti heva, heves ve nefse muhalefettir."
Mumşad ed-Dineverî (299/908): "Hakimler hikmeti, tefekkür ve sükût ile elde etmişlerdir. "
Lokman Hekim, tek başına ve uzun uzun düşünürdü. Dostları kendisine uğrar ve:
-"Yalnız niye oturuyorsun, toplum arasına karışıp onlarla kaynaşsan daha iyi olmaz mı?" deyince, Lokman:
- "Yalnızlık, tefekkür için daha uygundur. Tefekkür insanı cennet yoluna ulaştırır," cevabını verirdi.
Ebu Süleyman ed-Daranî: "Gözünüzle ağlamayı ve kalbinizle düşünmeyi âdet haline getirin."
Mutarrif (95/713): "Geceleri sırt üstü yatağıma uzanır, Kur'ân'ı düşünür ve amelimi cennet ehlinin ameliyle kıyaslarım.
Onların, altından kalkamayacağım şekilde amel yaptığını görürüm. Çünkü onları Kur'ân şöyle anlatıyor: "Geceleri pek az uyurlardı. Seherlerde istiğfar ederlerdi." {Zariyat, 51/17) "Onlar ki, gecelerini Rabb'lerine secde ederek (O'nun huzurunda ayakta) durarak geçirirler." {Furkan, 25/64) "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabb'inin rahmetini uman gibi midir? De ki, "Bilenle bilmeyenler bir olur mu?" Doğrusu ancak akl-ı selim sahibi olanlar öğüt alır." (Zümer, 39/9) Kendimi onların içinde göremiyorum.
Sonra amelimi, "Sizi bu yakıcı ateşe ne sürükledi?" (Müddessir, 74/42) ayetinde anlatılan, cehennemliklerle kıyaslıyorum. Bakıyorum bunlar, iman etmemiş yalancılardır.
En son kendimi şu ayetle zikredilenlerin içinde buluyorum: "Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar. Belki, Allah, bunların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, esirgeyendir" (Tevbe, 9/102). Ey kardeşlerim! Ümit ederim ki, ben ve sizler, hiç olmazsa, bu gruptan olalım! "
Mansur b. Ali: "Hikmet, ariflerin kalbinde sıdk diliyle, zahidlerin kalbinde tafdil diliyle, abidlerin kalbinde tevfik diliyle, müridlerin kalbinde tefekkür diliyle, alimlerin kalbinde ise tezekkür diliyle konuşur."
Ömer b. Abdülaziz (101/719): "Allah'ın nimetleri üzerinde düşünmek en makbul ibadetlerdendir."
Hz. Aişe validemizin naklettiği ve sabah Hz. Bilal gelinceye kadar ağlayıp ibadet eden Efendimiz'in durumunu anlatan hadis, bir evvelki bölümde geçmişti. O hadisin sonunda Hz. Peygamber, "Bu ayetleri (Âl-ı imran, 3/190-194) okuyup uzun uzun tefekkür etmeyenin vay haline" demektedir.
Hz. Peygamber'in bu ifadeleri ve o gece nazil olan ayetlerden, gecenin sessizliği içinde tefekküre dalmanın her mü'min için bir gereklilik olduğunu anlamak mümkündür. Kur'ân Felsefesi dahil bir çok esere imza atan Akkad, (1889/1964) bir eserine "İslâmî Bir Farz, Tefekkür" adını verirken bu ayet ve hadislerden yararlanmış olmalıdır.
Muhasebeyi de tefekkürden ayırmak mümkün değildir. Müminin her gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışları ve kötülükleri de tevbe ve nedametle düzeltmeye gayret etmesi adına önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi adına da ciddi bir teşebbüs sayılan muhasebe, adeta içe dönük ve biraz da pratik neticeleri olan bir tür tefekkür sayılabilir.
 
Üst