Vakar

mihrimah

Well-known member
وَالَّذينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا


Furkan / 72- Ve onlar ki, yalan şahitlik etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman vakar ile (oradan) geçip giderler.​

وَقَرْنَ فى بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْاُولى وَاَقِمْنَ الصَّلوةَ وَاتينَ الزَّكوةَ وَاَطِعْنَ اللّهَ وَرَسُولَهُ اِنَّمَا يُريدُ اللّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهيرًا


Ahzab / 33- Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allah ve Resulü'ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor.​

مَالَاكُمْ لَاتَرْجُونَ لِلّهِ وَقَارً


Nuh / 13- "Niçin siz Allah'a bir vakar yakıştıramıyorsunuz?"​
وَعِبَادُ الرَّحْمنِ الَّذينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا


Furkan / 63- O çok merhametli Allah'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) "selam" derler (geçerler).​
HADİS...

* Yahya İbnu Saîd'in anlattığına göre, Saîd İbnu'l Müseyyeb (rahimehullah)'ten şunu işitmiştir: "Hz. İbrahim (aleyhisselâm), misafir ağırlayan ilk kimse idi. Keza o ilk sünnet olan kimseydi, bıyığını kesenlerin ilki, saçında aklık görenlerin ilki de o idi. Ak saçları görünce: "Ya Rabbi bu nedir?" diye sormuş; Rabbi de: "Bu vakardır ey İbrahim!" demiş. O da: "Rabbim! Öyleyse vakarımı artır!" diyerek duada bulunmuştur." Rezîn şunu ilave etmiştir. "Bu sırada Hz. İbrahim 120 yaşındaydı. Bundan sonra 80 yıl daha yaşadı."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Size Yemenliler geldi. Onlar, ince ruhlu ve yufka yürekli insanlardır. İman Yemenlidir, hikmet de Yemenlidir. Küfrün başı şark cihetindedir. Böbürlenme ve kibirlenme deve besleyenlerdedir. Sükûnet ve vakar koyun (besleyenler)dedir."
TEFSİR...
مَالَكُمْ لَاتَرْجُونَ لِلّهِ وَقَارًا

Nuh / 13- "Niçin siz Allah'a bir vakar yakıştıramıyorsunuz?"
Niye siz Allah için bir vakar ummazsınız? Vakar, hafifliğin zıddı olarak ağırlık, yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık ve ululuk mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten türetilen tevkir, "ululamak" demektir. fâili veya başında bulunan "lâm" harfinin ilgili olduğu kelimeyi açıklamaktadır.
Yani, "Siz niçin Allah'tan korkmuyorsunuz, yüce Allah'ın yumuşaklığıyla beraber bir ululuk ve yüceliği bulunduğuna inanmıyor ve onu saymayanın neticede yok olacağına ihtimal vermiyor, inanmıyorsunuz da ona saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz?" Bu mânâya göre söz, sırf tehdit ve korkutma ifade eder. Yahut, "Niçin siz yüce Allah'ın size ilerde bir vakar ve onur lütfederek size değer vermesini, yükseltip neticede büyük mertebe ve sevaba erdirmesini ümit etmiyorsunuz da iman ile onun yoluna gitmiyor, onu inkâr edip putlara taparak zelillik yolunu seçiyorsunuz?" demektir ki, bu durumda korkutmadan çok teşvik olmuş olur.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Cemiyet hayatı itibarıyla, her tür anlayışta insanlarla karşılaşmamız muhtemel olduğu kadar mukadderdir de. Bunlara karşı, hemen ilk anda, gerekli tavrı ortaya koymakta zorlanır, nasıl davranacağımızı bilemeyebiliriz. Hâlbuki vakar ve ciddiyet sayesinde, karşımızdaki kişi kim olursa olsun, en başta tavrımızı ortaya koyup münasebetlerimizi bu çizgiye oturtabiliriz. Bu durum bizim için olduğu kadar, bir anne-baba, bir öğretmen, bir amir-memur.. için de söz konusudur. Özellikle laubali ve yılışık tipler, onların müsamaha ve hoşgörüsünden istifade edip, her türlü şımarıklığı yapabilir ve onların bu duygularını suiistimal edebilirler. İşte bütün bunlara meydan vermemek için, evvelâ onları severken bile, ciddiyeti elden bırakmamak gerekir. Karşımızdaki insanlarla şakalaşıp oyun oynamak başka; vakarın, ciddiyetin bir top hâline getirilip onların önüne atılması daha başka şeydir.
Evet, özellikle sorumluluğumuz altındaki insanlarla olan münasebetlerimizi çok iyi ayarlamamız gerekir. Onlarla ilişkilerimiz, yüce dağlarla ovaların ilişkisi gibi olmalıdır. Yani bir taraftan yücelikle onları sarıp kuşatırken, diğer taraftan da güzellikleri beraber paylaşabilmelidir. Onların da bir insan olduğunu unutmama; daima onlara olan yakınlığımızı hissettirme; hatta keder ve sevinçlerini paylaşma adına bize açılmalarını sağlama.. evet bütün bunlar, o insanlara karşı şefkat ve merhametimizin gereğidir.
Bir âmerin hüküm verirken takındığı tavırla, çoluk-çocuğuna karşı takındığı tavır elbette ki birbirinden farklı olacaktır. Bu farklılığı bir tasannu şeklinde yorumlamak, yanlış; yanlış olduğu kadar da bu tavrın gerekliliğini anlayamama demektir. Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur; özellikle İslâm'a hizmetle âlakalı işlerde bulunanlar vakar ve ciddiyetlerini muhafaza etmelidirler. Aksi takdirde tamiri zor ve hesabı verilemeyecek yanlışlıklara düşülebilir.
VAKAR
Efendimiz (sav), enbiya arasında son, bizim için ilk muallimdir. Vakar ve ciddiyet O’nda esastır. Zü’l-yedeyn Hâdisesinde, Ebu Bekir ve Ömer, “namazı taksir ettin” diyemiyorlar, ama aklından zoru olan bir kadın Efendimiz’e, “Benim evimin işini gör” diyebiliyor. Efendimiz (sav) de kalkıyor, onun kovasını taşıyor. Bu, onun vakarına ters değildir.
ŞIMARIKLIK
Soru: Şımarmada ne gibi bir tehlike söz konusudur?
Cevap: Şımarmak, kâfir için o kadar olmasa bile mü’minler için her zaman çok tehlikelidir. Zira mü’min; Allah’a (cc) intisap yoluna girmekle, mahviyet, tevazu ve Hakk’a kulluğu seçmiş sayılır. Kâfire gelince o, küfrüyle en büyük şımarıklığı irtikap ettiği gibi, cezası da mahkeme-i kübraya ve cehenneme bırakılmıştır.
İnsan üveykler gibi semalarda uçarken bile aczini unutmamalıdır. Şuur, imkân, adelî güç...vs. gibi şeyleri Allah’ı unutup da kendinden bilirse -öyle veya böyle- bir gün mutlaka başaşağı gelir. Zira, Allah (cc) imhal eder (mehil verir) ama ihmal etmez.
Şımarma, bazen aynı duygu etrafında bir araya gelmiş insanlar için daha da tehlikeli olabilir. Çünkü onlardaki bu ârızanın başkalarına sirayet etme riski mevcuttur. Bu da, tıpkı Kâbe’de namaz kılmak gibi kazancı ceremesi ölçüsündedir. Yani onların sevabı iki-üç kat daha fazladır ama, işlenen günahlar da iki-üç misli fazla kaydedilir. Evet, insan cemaat içinde çok küçük hatalardan dolayı tokat yiyebilir. Zira kazanç kuşağında olanlar sık sık uyarılırlar, kalbi ölülere veya cezası ahirete kalanlara gelince, onlara birşey olmaz. Tabii bunlar da kendilerine birşey olmamasına üzülmelidirler.
Şımarıklığa düşmemek için nasıl bir muhasebe yapılmalıdır, denecek olursa; evvela, cismanî zevk ve heyecanlardan kaçınmak lâzımdır. İnsan hizmete giderken bile aldanabilir. Kulluk çok zor bir sorumluluktur. Kul, her zaman Rabb karşısında, vaziyetini şuurlu ve temkinli bir şekilde ayarlı tutamıyorsa, farkına varmadan bazen küstahlaşabilir. Kul için nefis muhasebesi paratoner gibidir. Gazab saikaları bunlara çarpar ve kaybolur gider.
Bunun içindir ki, insanın sık sık kendini kontrol etmesi şarttır. Kalp ibresi her zaman doğruyu gösteriyor mu? Vicdan sürekli “Allah” diyor mu, demiyor mu? İç muhasebemiz, iç kontrolümüz var mı yok mu? Tebliğde bulunurken, etrafımızın çemenzara dönmesi ve anlattıklarımızın tesirini göstermesi karşısında “Hayret! Ben çakıl saçıyorum çim bitiyor” diyebiliyor muyuz? Hiçbirşey yapmadığımıza, hakikaten inanabiliyor muyuz? Eğer böyle düşünemiyor, böyle inanmıyorsak, şımarma kapısını aralamış sayılırız. Neticede de, bir yerlerden herhangi bir tokat yiyebiliriz. Hele hele bu tokadın O’ndan (cc) geldiğini bilemezsek daha büyüğüne müstehakız demektir.
Hepimiz insanız ve bir kısım boşluk ve zaaflarımız olduğu da bir gerçek. Şeytan her an bu boşlukların birinden içimize sızarak teveccühümüzü bozabilir. Böyle zamanlarda, şımarmadan hemen Rabb’e dönmeli ve şayet vasıtamızla bir-iki insan istikamete ermişse “Bu ihsan bana nedendir” demeliyiz.
Hizmet cephesinde yerimizi korumak çok zordur. Böyle bir mazhariyeti paylaşanlar için daima bir muhasebe ve iç âlemle yaka-paça olma mecburiyeti vardır. Humudete (sönme) maruz kalmış ruhlar bu cephede başarılı olamaz ve onlar hep oldukları yerde kalırlar. Dileyelim ahirete imanlı gitmiş olsunlar.
İç murakabe; zamanla insanın içinden gelmediği halde, kendini ibadete zorlayıp Allah ile beraber olmasının neticesidir. Şuur, iç murakebenin şartlarından sadece birisidir. Ağacın yetişmesi için nasıl su, toprak, güneş vs.. lazımdır; kâmil insan olmak için de îman, ma’rifet, şuur murakâbe, muhasebe, temkin ve tedbire ihtiyaç vardır.
İÇTEKİ CİDDİYET DIŞA AKSEDER
Ciddiyetsiz ve lâubâli insanların, ibadetlerinde de ciddiyet yoktur. Böyle bir insan, belki namaza durduğu zaman ciddi gibi görünebilir; fakat eğer, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Uzun zaman da böyle görünebilmesi mümkün değildir. Karakterler gizlenemez. Her insan, er veya geç karakterinin muktezasını mutlaka yerine getirir. Meğer ki ciddiyet onda değişmeyen bir karakter haline gelmiş olsun! Temrin ve sıkı kontrolle bu seviyeyi yakalamak mümkündür. Eğer böyle bir temrin ve kontrol varsa “olma”, “ görünme”nin önüne geçer.. bir serçe uzun müddet tâvûs kuşu olarak arz-ı endam edemez. Yani insan şuurunun ve zihin-altının çocuğudur. Onlardan kaçıp kurtulamaz.
Meseleyi şöyle toparlayabiliriz: İçte ihsan olmalı ki, dışta itkan olsun! Dış, daima içten destek almalıdır. İnsanın iç dünyası ciddi olmalı ki, bu onun dış dünyasına da sirayet etsin.
Hz. Ömer, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabi için şöyle demiştir:“ Denilen kişi her yönüyle hilafete layıktır. Ancak şakası biraz fazladır. Halbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”291
İnsanları idare durumunda hilafet, ciddiyet ister de, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olma ma’nâsına hilafet ciddiyet iktiza etmez mi?
Allah huzurunda, O’nun boynu tasmalı bir kulu olma mevzuunda gerekli ciddiyeti elde edememiş bir insan, diğer hususlarda nasıl ciddi olabilir ki?
İHSAN ŞUURU VE CİDDİYET
Cümlenin başındaki “Min” harf-i cerri “hasr” ifade eder. Bununla, müslümanın, ihsan sırrına ermesi için gerekli olan bir yoldan bahsedilmektedir. O da laubaliliği terk etmektir. Ciddiyet kazanılıp, laubalilik terk edilmedikçe, bir insanın ihsan şuuruna sıçraması mümkün değildir.
Cibril hadîsinde, ihsan mertebesi en son merhale olarak ele alınmaktadır. Allah Rasûlü’ne gelen Cibril, evvela imanı, sonra İslâm’ı sormuş ve bunlara Allah Rasûlü’nün verdiği cevapları tasdikten sonra da, “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Efendimiz de O’na şu cevapla mukabele etmiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” 292 (*)
Bu mertebeyi yakalama da, ancak azami takva, zühd ve velayet ile olabilir. İnsan, evvela o noktaya ulaşmayı bir ideal ve gaye haline getirmeli; sonra da, oraya götüren yolları bir bir denemelidir.
Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bir şairin dediği gibi, insan, O’nu taşrada ararken, O, can içinde candır. “Ben taşrada ararken, O can içinde can imiş.” Bir başka şairimiz de şöyle der:
“Maveradan bekliyorken bir haber
Perde kalktı öyle gördüm ben beni.”

Evet, insan her şeyi ile, O’nun kudret elinde evrilip çevrilmekte.. ve her şey, O’nun tecellilerinden ibaret bulunmaktadır. O’nu dışta aramak beyhude yorulmaktır. Zira O, insana kendinden daha yakındır; bu sırrın inkişafı da ihsandır.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
Ben görüyorum ki: Kur'an-ı Hakîm'in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me'hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me'hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikatı beyan edeceğim. Şöyle ki:
Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki; vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ: Her ziyaretçi için tevazu' göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu' etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkeza... Demek bir insanın, vazifesi itibariyle bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyeti ile çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi, o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer, bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kabil-i te'lif olamıyor.
İşte bu bîçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.
Birincisi: Kur'an-ı Hakîm'in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ana ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sahib değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu nev'den ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makamındır.
İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: "Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek" noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.
Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki; o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyaya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisad ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.
Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû'-i hallerini söylemeyeceğim.
İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Cenab-ı Hak merhametkârane kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en a'lâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur'aniyede istihdam ediyor. Yüzbinler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a'lâ.
SIKINTILI VAKARA MECBUR OLMAMAK İÇİN
Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünki böyle pek ağır şerait altında îman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.
 
Üst