Zan

mihrimah

Well-known member
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اجْتَنِبُوا كَثيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ تَوَّابٌ رَحيمٌ


Hucurat / 12. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.​

وَمَا يَتَّبِعُ اَكْثَرُهُمْ اِلَّا ظَنًّا اِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنى مِنَ الْحَقِّ شَيًْا اِنَّ اللّهَ عَليمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ


Yunus / 36. Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.​

وَمَا لَهُمْ بِه مِنْ عِلْمٍ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنى مِنَ الْحَقِّ شَيًْا

Necm / 28. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.​

سَيَقُولُ الَّذينَ اَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللّهُ مَا اَشْرَكْنَا وَلَا ابَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَىْءٍ كَذلِكَ كَذَّبَ الَّذينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتّى ذَاقُوا بَاْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَناَ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَخْرُصُونَ


En’am / 148. Putperestler diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de aynı şekilde (peygamberleri) yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.​

HADİS…

* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den rivâyete göre, Resûlu'llah Salla'llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Ashab'ım, zandan (sebepsiz ithamdan) çekininiz! Çünkü sanıkla ithâm sözlerin yalanı çok olanıdır. Biribirinizin eksikliğini görmeğe ve işitmeye çalışmayınız, husûsî ve mahrem hayâtınızı da araştırmayınız!
Bir de almayacağınız bir malı alıcıyı zarara sokmak için arttırmayınız, biribirinize hased de etmeyiniz! Buğuz (düşmanlık) da etmeyiniz! Biribirinize arkanızı çevirip küsmeyiniz de. Ey Allah'ın kulları, biribirinize kardeş (mesâbesinde) olunuz! (Biribirinizi seviniz!)
* Ebû Bekre (Nufey' İbn-i Hâris) radiya'llahu anh'den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir:
(Bir kere) Nebî salla'llahu aleyhi ve sellem'in huzûrunda bir kişi öbür kimseyi senâ etmişti. Bunun üzerine Resûlullah tekrarlayarak:
- Tuhaf şey? Sen (böyle övmekle) arkadaşının boynunu vurdun, yazıklar olsun sana! Sen arkadaşının boynunu vurdun, buyurdu. Sonra da:
- Sizden her kim (din) kardeşini her halde medhetmek mevkiinde bulunursa:
- Fülân kişiyi (görünüşe göre iyi) sanırım. Onun muhâsibi Allah'dır. Ben, Allah'a karşı kimseyi (siyretiyle) tezkiye edemem. Onu şöyle şöyle kimse zan ederim, desin!. bunu da (hakîkaten) o kimseyi bu sûretde zan ediyorsa, öyle söylesin! buyurdu.

TEFSİR…
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اجْتَنِبُوا كَثيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ تَوَّابٌ رَحيمٌ

Hucurat / 12. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.
Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının, uzak bulunun; beslemekten, yahut onunla amel etmekten sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır.
İSM, sonunda üzerine ceza gerektiren günahtır. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah'a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi'nde: "Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da..." (Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis'te "Ben kulumun bana zannı yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur.<D> Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi zanda bulunarak ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır." buyurulmuştur.
Uygulamada kati olmayan hususlarda zannı delil ile amelin vacip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah'a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır."
İşte bu âyet de bu mânâda indirilmiştir. Ve hepsinin değil, bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Burada mârife olarak denilmeyip de nekre olarak belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf gibi belagat ehli olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekire gelmesi "bazılık" mânâsını ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve belirleme olmaksızın genellikle sakınılması vacip olanlar bulunduğunu işaret etmek içindir ki, herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi araştırmadan ve düşünmeden zanna cür'et etmesin. Allah'tan korksun. Eğer nekre değil mârife getirilseydi zandan sakınma emri az bir zanna değil, çok olan zanna ait imiş ve sakınılması gereken zann çoklukla sıfatlanmış olan zann olup az olan zanna ruhsat varmış gibi kabul olunabilirdi. Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah'ın örttüğünü örtün.
TECESSÜS, cess'ten tefe'uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabız yoklamaktır ki el ile yoklamak ve haber araştırmak mânâlarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Nitekim casus da bu maddedendir. Bir Hadis-i Şerif'te şöyle rivayet edilmiştir: "Müslümanların eksiklerini ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder."
Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine'de geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var, ey Allah'ın düşmanı dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak örtecek mi sandın? Adam, sen de acele etme ey müminlerin emiri! dedi: Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ "Eksikleri araştırmayın." buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ "Evlere ön kapılarından giriniz." (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ "Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin." (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi, o da evet, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı…
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
RABBİMİZ HAKKINDA HÜSN-Ü ZAN
Meseleyi Rabbimizin herşeyi bizim hesabımıza planladığını, hep bizi kurtarmaya matuf, hep bizi bir yere celbetmeye, cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım. Namazı, orucu, haccı, zekatı.. bela ve musibetler karşısında tavır değiştirmeden sağlam bir duruşu.. ahirete gitme isteğine rağmen O’nun emrine inkıyaden biraz daha burada kalmaya tahammül etme zorluğunu.. hepsinin bizim lehimize planladığını görmek ve hatta kendisine mülâkî olma (kavuşma) hususunda bile durumumuzu bu çizgide ayarlamak lazım. Mülakatımızın (buluşma, görüşme) daha derince olması için “Benim burada kalmamı murat buyuruyorsan ben Sana firaka da katlanacağım. Vuslata da “bir miktar daha dur” diyeceğim.” deyip dünyanın boğucu atmosferini nimet bilmek lazım. Evet, bütün bunları bizim lehimize olan şeyler görmeli. Bu, Rabb-i Rahîm hakkında hüsn-ü zandır. “Kulum Beni nasıl zannederse Ben öyleyim.” hadis-i şerifini dar çerçevede anlamamalı; yani, “Beni affeden bir Rabbim var, mağfiret eden bir Rabbim var, iyi yola sevkeden bir Rabbim var.” bunlar hüsn-ü zandır. Fakat bir de hayatımız adına takdir buyurulan herşeyde, her hesapta biz esas alınmışız. Profil gibi herşey bizim üzerimize işlenmiş ve biz nanaza verilmişiz. Sürekli bu yönüyle Rabbimize bakmak, Rabbimiz hakkındaki hüsn-ü zannın ifadesidir. Sizi sürgün eder, bir başkasını zindana atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbî kılar; hep hüsn-ü zan etmek lazım. O gaddar (zulüm ve haksızlık yapan) değildir. –Hâşâ– Gaddar diye bir ismi yoktur O’nun. Hattar diye bir ismi yoktur. Kahhâr ismi bazı şeyleri tedmir etmek (mahvetmek, perişan etmek) içindir. Mesela, küfrün ve küfür düşüncesinin hakkından gelme Kahhar isminin tecellisiyle olur. Yoksa genelde Allah kullarına Rahman ve Rahîm’dir. Rahman ve Rahîm... Tesbihat yaparken ne diyorsunuz; Ya Cemîlu ya Allah, ya Karîbu ya âllah, Ya Mucîbu Ya Allah.. Bir yerde Ya Kahhâru Ya Allah diyorsunuz ama hemen arkadan son isim geliyor; gönül kapılarını açan, insanları fetheden Ya Fettâhu Ya Allah...
Bazılarınca seyr-u sülûkun son mertebesinde de “Kahhâr” zikrediliyor. Masivayla alakalı duygunun düşüncenin, dünya bağlarının yok olup gitmesi adına öyle bir duada bulunuluyor. Tabiri diğer ile; kalble Allah arasındaki engellerin, maniaların yakılması, kavrulması, parçalanması adına bu isim zikrediliyor. Bu ismin gölgesinde bir fırtına esiyor ama o fırtına tohumları taşıyor, yeşermelerine fırsat veriyor.
Evet, herşeyin bizim için yaratıldığını farkedip Rabbimiz hakkında hüsn-ü zanlı olma çok önemlidir. O’nu çok sevmek lazım. İnsan O’na delice aşık olsa hayatında en isabetli işi yapmış olur. Müslümanlar hakkında ne “dallîn” denilmiş ne de “magdûbîn”; onlar, “sıratallezine enamte aleyhim” ehli olarak vasıflandırılmış. Bunu hem dua ve talep olarak söylememiz istenmiş, hem de bir hedef gösterilmiş; “Aman, sakın elden kaçırmayın. Semtine uğranılmaması lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın. “İhdinâssıratal mustakîm sıratallezine enamte aleyhim” fırsatını da kaçırmayın.”
Bismillâhirrahmânirrahîm ile başlıyor bizim kitabımız. Bazı dinlerde çok sert, kıran geçiren, öfkeli bir tanrı imajı çiziliyor. Hadiseler sadece dış görünüşleriyle değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan bakıldığından dolayı yanlış yorumlamalar oluyor. Meselenin tek bir yönüyle Allah’ın icraatını değerlendiremezsiniz ki. Onlar neden öyle olmuş, orada adalet-i ilâhî nasıl tecelli ediyor, murad-ı ilâhî nedir onu anlamaya çalışmak, hepsini birden değerlendirmek lazım.
BAŞKALARININ KUSURU KARŞISINDA
Osmanlı padişahlarından bazıları şıra ve boza içmiş olabilirler. Ölçüyü kaçırınca bunlar sekir de verebilir. Ancak onlar hakkında konuşurken biz de ölçüyü kaçırırsak, mes’ul oluruz. Zira, bizim onlarla amel açısından bile boy ölçüşmemiz mümkün değildir. Düşünün ki, onlardan birinin, bir saat adilane idaresi, belki sıradan bir insanın bin rekat nafile ibadetinden daha hayırlıdır. Fatih veya II. Murad olmasaydı, ne Akşemseddin olurdu ne de Hacı Bayram Veli Hazretleri. Onlar, Fatih ve emsali adil hükümdarlar sayesinde yetiştiler.
Cenab-ı Hakk, Fatiha Suresi’nde kendisini anlatırken, Rahman ve Rahim’in hemen ardından Melik olduğunu anlatır. Bu, meliklik ve malikliğin önemine İlâhî bir işarettir. İşte Osmanlı padişahları, bu önemli mevkii ellerinden geldiğince en güzel şekilde temsil etmişlerdir.
Öte yandan insan başkasının kusurlarına bakarken, kendi kusurları adesesinden bakmalıdır. Her halde o zaman kendi kusurları onun gözünü dolduracak, o da hariçte kusur aramaya yol bulamayacaktır.
Kendi hataları gözlerini doldurmayan insanların vay hallerine!
İslâm’da ölçü, ferdin halini salâha hamletmektir. Hele bir cemaat ve cihanı idare edecek seviyeye yükselmiş bir millet hakkında hüküm veriliyorsa...
Birini uygun olmayan bir davranış içinde mi gördünüz? Gözlerinize inanmayacak ve “gözlerim beni yanıltıyor” diyeceksiniz. Gözlerinizin sizi yanıltmadığını mı söylüyorsunuz? Ne biliyorsunuz; belki de kardeşiniz hakkında su-i zanna düşesiniz diye şeytan size onun suretinde göründü...
Kusuru çekiştirmek, mertlik değildir: Asıl mertlik görülen kusurun üzerine bir perde daha çekip, o kusurun izalesi için Cenab-ı Hakk’a duâ etmektir. Sonra da, ibret almaktır. O’nun ayağını kaydıran Allah (cc), sizin ayağınızı da kaydırabilir.
Bana göre insanlığın birinci mertebesi, başkasına ait kusurları hiç görmemektir. Gördüğü halde hüsn-i zan etmek ise daha düşük bir mertebedir..
SU-İ ZAN ETTİKLERİMİZİN ARKASINDA NAMAZ
Soru: Su-i zan ettiğimiz kimselerin arkasında namaz kılabilir miyiz, kılamaz mıyız?
Cevap: İmamın arkasında namaz kılma, sünnet-i müekkede, Hanbeliler’e göre ise farzdır. Bir insan hakkında su-i zan etmek ise kat’iyen haramdır. Hele bir imam hakkında su-i zanda bulunmak o bütün bütün çirkindir. Çünkü:
“Ehl-i ilme karşı bir gıybet iki gıybet sayılır.” Asrın büyük düşünürü “Hüsn-ü zanna memuruz” diyor. Ama bir insan vardır ki, açıktan açığa içki içer, faiz yer, ahlâksızlık ve hovardalık yapar. Bunun böyle olduğu bilindiği takdirde, onun arkasında namaz kılmak da, onun imam olması da mekruhtur. Fitneye mahal olmaması için sahabe Velid gibi, Yezid gibi kimselerin arkasında namaz kılmıştır. Sahabenin anlayışı bu ise buna ters düşen, sahabeye ters düşer. Şayet, fıskı açık birinin arkasında namaz kılmak istemiyorsak, o camiye değil, başka camiye gideriz ve kat’iyen fitne çıkarmayız. Zira fitne bazen cinayetten daha büyük günah sayılır.
SÛ-İ ZAN
Konuştuğumuz şeyler, üslubumuz, jest ve mimiklerimiz başkalarını yanlış mülâhazalara sevk edecek televvün içinde olmamalı. Düşüncelerimiz, düşüncelerimizi ifadede kullandığımız kelimeler, hukukta olduğu gibi, çerçevesi belirli, eskilerin ifadesiyle de efradını câmi, ağyarını mâni, fevkalâde sağlam ve muhkem olmalı. Bilhassa sırtlarında ağır mesuliyetler taşıyan insanlar, uluorta konuşmamalıdırlar.
Evet, toplumun "matmah-ı nazarı", farklı bir ifade ile "cazibe merkezi" hâline gelmiş bir cemaat, "sıradan" olmayı terk etmek mecburiyetindedir. Onlar, şahsî hayatlarında veya Allah ile münasebetlerinde "İnsanlardan bir insan ol" emrince, kendilerini "sıradan bir insan" olarak kabul etseler bile; toplum içindeki konumları itibariyle aslâ sıradan bir insan gibi davranamazlar.
Bu anlattığımız hususlara, Nebiler Serveri'nin (sav) şu hâli ne güzel örnektir: Efendimiz (sav), mescid-i şerifte itikaf buyururlarken Safiye validemiz O'nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye validemiz (ra) dönüp giderken, (aslında bütün âlemin kendisine ayağa kalkması gereken Yüce Nebi) ayağa kalkar ve zevcesini mescidin dışına kadar teşyi' eder. -Evet O, feministlerin akıllarının köşesinden bile henüz geçmeyecek ölçüde hanımlarına karşı ciddî bir vefa ve sadakat, hatta saygı hisleriyle doludur.
Allah Resûlü (sav), günümüzde nereden aldıklarını bilemediğim bir anlayışla hanımlarını üç adım arkadan yürüten bazı Müslümanlara da ders verircesine, zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs Kabilesi'nden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr'dir. Efendimiz (sav), onlara "Olduğunuz yerde kalın" diye emreder. Sonra da Safiye validemizin yüzünden nikabı açar ve "Bakın, bu zevcem Safiye'dir" der. Sahabe Efendilerimiz; "Estağfirullah ya Rasûlallah, senin hakkında suizan mı?" dediklerinde, Allah Resûlü: "Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır" buyururlar.
İmam-ı Şafii Hazretleri, bu hâdise münasebetiyle: "Eğer o iki sahabinin aklından, acaba Peygamber bir kadınla mı dolaşıyor? diye geçseydi, kâfir olurlardı" hükmünü vermiştir. Demek ki, Hz. Seyyidi’l Mâsûmîn hakkında, bu kadarcık olsun suizanna girilmemelidir. Bu mülâhaza “başkaları hakkında suizan edilir” şeklinde yorumlanmamalıdır. Burada konumuzla ilgili olan husus Efendimiz'in (sav), Hz. Safiye'yi onlara gösterip "zevcem" demesiyle, suizan kapısını kapatmış olmasıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, konuşma ve davranışlarımızın yanlış yorumlanmasına meydan verilmemesine dikkat ve su-i te'vil, su-i tefsir kapılarını kapatmanın bizim için de bir sorumluk olduğu hükmünü çıkartabiliriz.
Evet, bizler, kendimiz günaha girmeme mükellefiyeti altında olduğumuz kadar, başkalarını günaha sokmamakla da mükellefiz.
Burada mevzu ile ilgili bir düşüncemi daha sizlere açmak istiyorum; benim, düşüncelerimi ifadede su-i taksirim, aceleciliğim, insanların idrak seviyelerine mümaşat edememem ve benzeri sebeplerden dolayı bazılarını günahlara sürükleme gibi bir tavrım olmuşsa, Rabbimin beni affetmesini dilerim. Şayet benim hakkımda suizanda bulunanlar, bu mevzudaki yanlış yorumlarından dolayı İlâhî prensiplere göre, benim etimi yemiş, yani gıybetimi etmişlerse, yerden göğe kadar onlara hakkım helâl olsun. Bundan dolayı, Rabbim "ne kabirde, ne de daha ötesinde onları muahaze etmesin." derim. Ancak, benim kendilerine hakkımı helâl ettiğim kimseler, acaba benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyorlar mı? Bilemiyorum. Şahsen ben, bu noktada "Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez" (Maide/105) âyetinin muhtevası doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorum.
HÜSN-Ü ZAN VE İHTİYAT
Bir müslüman, başkaları hakkında kötü şeyler düşünmemeli, ulu orta konuşmamalıdır. Onun, diğer müslümanlar hakkında söylenenlere, uydurulan haberlere inanmaması, ihtiyatlı davranması lazımdır. Başkaları “falan şöyle yaptı, böyle yaptı” dese, hak-hukuk gözetmeyen bazı gazeteler bunu yazsa da bir mümin aceleci davranmamalı, dedikodulara ve gıybetlere girmemelidir. Eşyada ibaha esas olduğu gibi, insanlarda da masûmiyet esastır. O halde insan, aslından emin olmadığı iddialarla başkalarını hemen mahkum etmemelidir.
Günümüzde, haberdar olma hakkı, haber alma hürriyeti gibi bahanelerle insanların iffetlerine ve şahsiyetlerine saldırılıyor. Kim vermiş ki iffetlerle, ismetlerle oynama hakkını? Kur’an’da mı yazıyor, Sünnet mi söylüyor bunu? Bize iffetleri, ismetleri sıyanet düşer. Hukuk açısından bakıldığında da, bir cürüm delilleriyle sübut bulacağı ana kadar maznun masum sayılır. Cenab-ı Allah bizleri insanların hata, kusur ve günahlarını ortaya çıkartmak için görevlendirmedi. Bilakis, tecessüsü, insanların gizli hallerini araştırmayı yasakladı. İnsan kendi nefsini daima sorgulamalı, fakat başkaları hakkında da hüsn-ü zan kapılarını ardına kadar açık bırakmalıdır. Allah (c.c.) insanlara, başkaları hakkında kötü düşünme, elin-alemin eksiğini, kusurunu görme şeklinde bir sorumluluk yüklememiştir. Efâl-i mükellefîn (bir müslümanın yapması gereken fiiller) arasında “Falan şahıs –özür dilerim- zina etmişti, hırsızlık yapmıştı, neden bunu teşhir etmediniz, gidip şahitlik yapmadınız, gidip adamın canına okumadınız.” diye hesap sorulacak bir yükümlülük yoktur. Zina, hırsızlık ve benzeri suçlarda suçluyu bulma ve cezalandırma ancak devletin yapacağı bir iştir. Devlet denen, toplum denen müesseseler vardır, onlara karşı cinayet işleniyorsa bu âmme hakkıdır. Amme hakkı Allah hakkı demektir, bu hakla alakalı yapılacakları da sorumlu, vazifeli kimseler yaparlar.
Malum hadis-i şerifte geçen “elle, dille müdahale” meselesi de sadece emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l münker hususunda umum için geçerlidir. Belki belli ölçüde anne-baba kendi evlatlarına, muallim kendi talebelerine bu hadis zaviyesinden müdahalede bulunabilir. Fakat, elle müdahalenin asıl mercii devlettir. Dille müdahale herkes için olabilir; ama orada da üslup çok önemlidir. Kimse dinden soğutulmamalı, kaçırılmamalı, rencide edilmemeli, herkesin konumuna, durumuna, seviyesine uygun şeyler anlatılmalıdır. Hadis-i şerifte kalbten buğz etme maddesi de vardır ki bunu, yapılan bir kötülüğe katılmama, kalben taraftar olmama, kötülüğü yapanla alakayı kesme şeklinde anlayabiliriz. Kendini insanlığın hidayetine adayanlar kalbî müdahaleyi dua etme, “keşke şu insan hidayete erse, kötülüklerden vazgeçse” diye içinden geçirme şeklinde de anlayabilirler.
Berika’nın müellifi Konyalı İmam Hâdimî, “Bir mümini zina halinde bile görsen, yanlış gördüğünü düşün. Dön bir kere daha ‘o mu’ diye kontrol et. O ise, ‘ihtimal yine yanlış gördüm’ de. Sonra da, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir şeye düşürme’ deyip çek git.” diyor. Hz. İmam’a çok hürmetim var ama o sözünü fazla buluyorum. Bence, gördün ki, bir mümin bir yerde böyle bir haldedir; tecessüs etmeden sırtını dön; ‘Allahım günahkar kullarına hidayet et, beni de affeyle’ de ve gördüğünü unut.
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), bizzat itiraf edene dahi “Dön, git, tevbe et. Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” buyuruyorken insanlara ne oluyor ki, başkalarının en mahrem hallerini araştırıp teşhîr ediyorlar! Acaba onların kendi ayakları kaysa, aynı duruma düşseler, haklarında nasıl muâmele yapılmasını arzu ederler?. Hata ve kusurlarının ortaya dökülmesini, sırlarının açılıp saçılmasını mı isterler?
Evet, en çok zikredeceğimiz isimler Gaffâr ve Settâr olmalı; günahlarımızı bağışlasın ve bizi utandıracak şeyleri setretsin, mahşerde bizi rüsvay eylemesin! Kalbimizden geçen şeylerden dolayı dahi bizi sigaya çekerse ne yaparız?. Yunus gibi “Senin ismin Gaffâr iken ya ben kime yalvarayım.” deyip O’na iltica etmeli.
MUHASEBE VE HÜSN-Ü ZAN
Bir diğer çok önemli husus da şudur: Ben kendi hakkımda düşünürken demeliyim ki, “Her namazdan sonra uzun uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmuatü’l-Ahzab’tan bir bölüm okumam, bir-iki saatımı zikre, fikre vermem katiyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkârla bana dense dense “tembel” denir, “miskin, uyuşuk” denir. Ama bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’deki arkadaşlarımı düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin bildiği “Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber” şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de “Yâ Cemîl Yâ Allah…” diyerek Esmâ-i İlâhî’yi uzun uzun saysınlar, “inşaallah vazife-i ubudiyetlerini, genel durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır” demeliyim. Onlar hakkında katiyen hüsn-ü zan etmeliyim. Kendim hakkında da hüsn-ü zanna zerre kadar yer vermemeliyim. Yoksa biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkında “Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah’ı anmıyor.” diye bir mülahazaya girersem sû-i zan etmiş olurum. “Bunlar ne zikir, ne fikir, ne de şükür vazifelerini hakkıyla eda edemiyorlar.” dersem sû-i zanna saplanmış olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu; Kendimiz hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsî-i tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama başkaları hakkında da, onların fahrî avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsn-ü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız.
Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben ölçü olmasam da bazen canımı sıkan şeyler oluyor. Meselâ, namazda imam arkasında ses çıkarmalar oluyor. Birisi durup dururken boğazı sıkılıyor gibi sesli sesli “Allaaahuekber” diyor; “ettehiyyaaaaatü lillaaaahi vessalavaaaatü” diyor. Dinde böyle bir sorumluluk yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca “Bu bir riyadır” dersiniz. Vakıa, duyurmaya matuf olan şeylere riya değil “süm’a” denir. Göstermeye yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere de “riya” denir.
İşte birinin böyle bir hareketi karşısında aklımıza o şahsın süm’a yaptığı gelebilir. Meselâ gece erkenden kalkıyor, kapıları sertçe açıp kapatıyor, su sesini duyuruyor bize. İçimize “Acaba daha sessiz yapamaz mı bunu? Allah’a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini ortaya kalınlık şeklinde koymak suretiyle hakkında su-i zan ettirmemeli değil mi?” gibi duygular gelebilir. Bu meselenin bir yanı. Fakat bu türlü meselelerde biz, neden o adam hakkında böyle düşünürüz? Çünki bir insan, ibadet ü taata, o ibadet ü taat teşri kılınırken söz konusu olmayan meseleleri iradî olarak katarsa Allah’a ibadete başka şeyleri karıştırmış olur. Dinde, imamın arkasında boğaz sıkılıyor gibi ses çıkarmak diye bir şey yoktur. İbadet ü taat yaparken ses çıkarılacak diye bir şey yoktur. Bunların hepsi süm’adır dinimize göre. Ve dolayısıyla bu tür hareketlere riya ve süm’a nazarıyla bakılır. İnsanın kalbinde öyle kendini harap edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu manevî hava itibariyle gerçekten boğazı sıkılır gibi olmamışsa, “Allah” dendiği zaman halinde bir değişiklik olmuyor, aynı kararında devam ediyorsa çok iyi bir kul hali sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı değildir ki; halkın içinde “Allah” diye seslensin. Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mani olabileceği halde olmayıp söylediyse riya ve süm’a yaptı demektir.
Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete karıştırma demektir. Onun için Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) riya hakkında “debîbü’n-neml” buyuruyor. Yani, karanlık bir zeminde bir karıncanın yürürken bıraktığı izler gibi bir şeydir riya.. farkına varamazsınız, ibadetinizin içine girer de farkedemezsiniz.
 

mihrimah

Well-known member
MEDH-Ü SENADA DENGE
Soru: Yer yer başkalarını medh ü sena ederken dengeyi yakalayamadığımızın farkındayız. Bu konuda takınmamız gereken tavır nedir, ne olmalıdır?
İnsanlar yer yer ve zaman zaman yaptıkları ameller ile başkalarının takdirlerini bekleyebilirler. Bu kabil takdir ve tebciller karşısında insanın kalb balansını ayarlaması çok önemlidir. Kişi "Allah'ım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur, ayağımı kaydırma, beni bir lahza bile benimle baş başa bırakma" demelidir. Aksine, insan kendini şımarıklık ve gaflete salarsa, Allah da onun ayağını kaydırabilir. Evet, yapılan takdir ve tebciller, gökten bir nida halinde gelse bile insan bir İmam Rabbani, bir Bediüzzaman edasıyla "Allah'ım, ben çok hakir bir köpek olduğuma o kadar inanmışım ki, şu nidalar benim kanaatimi değiştiremez." diyebilecek ölçüde düşünce duruluğuna ve hazımkâr bir nefse sahip olmalıdır.
Bu konu, üzerinde ne kadar durulsa değer, biz hususî bir zâviyeden önemli bir iki meseleyi işaret edip geçeceğiz. Birincisi; Allah'a karşı insanların tezkiye edilmesi, ikincisi de; yüze karşı senanın öldürücü olması. Ewela, bilinmelidir ki, Allah Rasulü (s.a.s) yüzüne karşı kardeşini medheden birine "Kardeşinin boynunu kırdın." buyurmuştu. Demek ki o sahabi, bu medhi kaldırabilecek ruhî seviyeye henüz ulaşmamıştı veya bu ona verilmek istenen bir dersti. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Osman b. Maz'un un cenazesinde bir kadının "Ne mutlu sana! Cennete girdin!" sözleri karşısında kaşlarını çatmış ve "Ben Allah'ın Peygamberiyim, bilmiyorum. Sen nereden biliyorsun?" demişti. Bir başka hadislerinde ise; "Sevdiğin kişiyi ölçülü sev bir gün gelir düşmanın olabilir; gadab ettiğin kimseye ölçülü gadab et, bir gün gelir dostun olabilir." buyurmuştu. Bu hadislerin muhtevası ışığında, Bediüzzaman Hazretleri de "mübalâğa zımnî yalandır" der. Onun için medih, takdir ve tebcil babında söylenecek sözlerde çok dikkatli, fevkalade temkinli ve dengeli olmak gerekir. Aksi halde, kişi hüsn-ü zannın verdiği makam karşısında konumunu koruyamayan o insanların hadisteki ifadesiyle boynunun kırılmasına -hem de istemeden- vesile olabilir. Bütün bunlar bir tarafa, Allah Rasulünün "Hiç kimseyi Allah'a karşı tezkiye etmem/edemem" beyanları, bu konuda başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmayacak bir ölçüdür zannediyorum.
Evet, her türlü takdir ve tebcilin üstünde bulunan Nebiler Serveri (s.a.s), "Beni, Musa b. İmran'a tercih etmeyin." Bir başka yerde "Beni Yunus b. Metta'ya tercih etmeyin" buyurarak, hangi yolun tercih edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Öyleyse, kıyamete kadar bütün müminler Hz. Alivâri hep "insanlardan bir insan olma" mülâhazası içinde bulunmalıdırlar. Bu mülâhazaya kendini kilitleyebilen insan, hiçbir beklentiye girmez, teveccüh-ü nas beklemez, hüsn-ü zannın layık gördüğü makamlara dilbeste olmaz, tabasbus ve riyaya da girmez.
Öte yandan Allah Rasulü nün beyan buyurduğu "Ölü, kabirde ehlinin ağlamasından dolayı azab edilir." hakikatinin de nazar-ı dikkate alınması gerekir. Gerçi Hz. Âişe validemiz "Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez." (En'am, 6/164) ayetini delil göstererek bu hadisi reddetmiş ise de, hadisçiler, bu hadisin hadis kriterleri açısından sıhhatini kabullenmiş ve ona şöyle bir yorum getirmişlerdir: Arkada kalanlar ölü hakkında, ağıtlar yakar, tevhid akidesine ters, Allah'ın irade, meşiet ve kudretine dokunan sözler söylerlerse, bu sözler münasebeti ile ölü rahatsız olabilir.
Hasılı, yüze karşı yapılan medhiyeleri hazmedebilecek, hüsn-ü zanların verdiği farazî makamları reddedebilecek ruh olgunluğuna ulaşmamış kişilere medhiyeler düzme, onları başaşağı götürebilir. Kim bilir, belki de ... böyle birisiydi. O, etrafın şişirmesiyle kendini, önce müceddid, sonra Mehdi, sonra Mesih-i Mev'ud görmüş, sonra da bununla kalmamış hulul ve ittihad'a inanarak dalâlete düşmüştür. Şahsen ben, ... 'ın da yoldan sapıttığı kanaatindeyim. Geçenlerde arkadaşlar Türkiye'de 15-20 kadar Mehdî'liğini ilan eden insandan bahsediyorlardı ki, bunların kaymaları da her halde aynı yollarla olmuştur.
Söz buraya gelmişken, yaptıkları hizmetlerle dost-düşman hemen herkesin takdirlerini kazanan arkadaşlara bir-iki hususu hatırlatmakta yarar var: Bu çığırın başındaki o büyük zat, o kâmet-i bâlâ, o serv-i revân yapmış olduğu onca devâsâ hizmetlere rağmen diyor ki: "Biz yapageldiğimiz hizmetlerle, ahir zamanda gelecek zâtlara zemin hazırlıyoruz."; "Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. "Allah bu dini facir bir adamla da te'yid ve takviye eder." sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü facir bilmelisin; hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucub ve riyadan kurtul."; "Güneşe müteveccih su kabarcıklarında güneşin aksi bulunur. Onlar karanlığa girdiğinde veya güneşle alâkası kesilince her şey de biter." Onun bütün hasiyeti güneşi tam aksettirebilmesindedir, yoksa o güneş değildir. Aynen öyle de, sen kabarcıklar misali Allah'tan gelen şeyleri aksettirebiliyorsan ne güzel!
Görüldüğü gibi bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh ü senaları, o medh ü senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur. Biz, her zaman Hz. Alınin "insanlardan bir insan olmâ' hedefine ulaşmaya çalışmalıyız. Bizim büyüklüğümüz, şahs-ı manevide, güncel tabirle tüzel kişiliğimizdedir. Bâki hakikatler, fani şahısların üzerine bina edilemez.. bina edilse, onlar âhirete irtihal ettiğinde, dava da akîm kalır. Bu açıdan birbirimizle irtibatımızı kavî tutmalı ve sabah-akşam bir ve beraber olma yollarını araştırmalıyız.. araştırmalı ve vahdet-i ruhiyemizi korumaya çalışmalıyız. Kendimizi her daim sıfırlayarak yolumuza devam etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, "büyüklerde büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklüğün alameti tekebbürdür." "Ben yaptım, ben ettim." demek şirkin bir uzantısıdır. Ene'yi yırtıp, Nahnüyü ya da "Hu''yu göstermek bizim vazifemizdir. Topluluk içinde ihtilaf çıkarmama, yalanın en küçüğüne dahi tenezzül etmeme de yine vazifelerimiz cümlesindendir. Çeşitli vesilelerle anlattığım şahsî velayet değil, cemaat veliliğini yakalamak gayemizdir. O halde yapılan ve yapılacak olan medh ü senalar bizi bizden almamalı ve vazifelerimizi yapmaya engel teşkil etmemelidir. Bu ise, yukarıdaki esasları benimsemeye ve özümsemeye bağlıdır.
Soru: Efendim, belki bir insan esfel'i safilindedir; fakat başkaları onu alay-ı illiyyînde görüyorlar. Bu hususta, Cenab’ı Hakkim muamelesi insanların hüsnü zanlarına göre midir?
Cenab-ı Hak, insanların hüsn-ü zanlarını bir dua kabul edebilir. Nitekim, Peygamber Efendimiz, cenazesinde kırk (hatta bir rivayette üç) salih adam bulunan bir insanın cennete gideceğim müjdelemiş, o insanların iyi şahadette bulunmalarının şefaatçi olacağım beyan buyurmuşlardır. Bununla beraber, Allah'ın rahmetine sığınma, "sadece Senin kapın var" deme çok önemlidir.
Hani bir menkıbede anlatılır: Bir zat pekçok talebe yetiştiriyor. Talebeler, bir zaman sonra ufakları açılınca bakıyorlar ki; efendi hazretleri şekavet kutbunda duruyor. Yavaş yavaş ayrılıyorlar onun yarımdan, birer birer gidiyorlar. Tek bir mürid kalıyor vefa ile dopdolu. "Dine muhalif bir yanı var mı üstadın?" diye düşünüyor; kılı kırk yararcasına dini yaşayan, mişkat-ı nübüvvet altında hareketlerim götüren bu zatta dine ters hiçbir şey görmüyor. Herkes gitse de o kalıyor hocasının yanında. Birgün Hak Dost diyor ki, "Arkadaşların neden gitti, sen neden kaldın?" Sorusunda ısrar edince vefalı talebe cevaplıyor. "Efendim, onlar, hakkınızdaki müşahedeleri ve berzahî mahiyetiniz itibariyle sizi J şakî gördüklerinden yanınızdan ayrılmayı uygun buldular. Bana gelince, gözüm sizde hakikate açıldı. Size vefasızlık edemezdim." diyor. Şeyh efendi, "Evladım, ben o yazıyı kırk senedir öyle görüyorum, ama bana başka kapı gösterebilir misin ki ona gideyim..." diyor. Bu sözünden sonra o şaki yazışı silinip "said"e inkılap ediyor.
Onun için meselenin imtihan yönünü de ihmal etmemek lazım. Siz başınızı eşiğe kor beklersiniz de kırk sene hiç kabul edilmeyebilirsiniz. Bir fert namaz kılsa, oruç tutsa, binlerce ibadet ü taat yerine getirse de ancak Allah'ın rahmetiyle cennete gidebilir. O murad buyurursa, bütün insanlığı cehenneme koyar ve buna kimse bir şey diyemez; mülk O'nundur; istediği gibi tasarruf eder. O zat, bu mülahazalarla başım hiç bu eşikten kaldırmıyor, hep vefayla davranıyor. Allah bu şahsın zatında örnek alınacak bir yüksek karakteri ortaya koyuyor. Kırk sene Rabbisine el açmış, o kapıdan başka kapı bilmemiş, neticede bir vefa kahramanı olmuş, işte, bu vefa önemlidir. Bazen bir söz, bir tavır, bir davranış Hak kalında çok hora geçer.
Bilemeyiz, Erzurumluların ifadesiyle bahane tanrısı'nın, kimi ne ile affedeceğim bilemeyiz. Bize düşen şey kemal-i sadakatle O'na bağlı yaşamaktır. O'nsuz yapamayacağımızı hem vicdanımızda duymak, hem de bunu her fırsatta ifade etmektir. Geçenlerde On ikinci Nota münasebetiyle söylemiştim; Üstad da aynı şeyi ifade ediyor: "Senden başka kapı yok ki ona gidilsin.' diyor.
Bu genel bir mülahazadır. İbrahim Ethem’de aynı nağmeyi seslendiriyor: "Hecertü’l-halka turran fi hevake/ Ve eytemtü'l- iyale li key erake/ Velev katta'tenî fi'l-hubbi irben/ Lema hanne'l- füadü ila sivake.// Tecavez an daîfin kad etake/ Ve cae raciyen yercü nidake/ Ve in yekü ya müheyminu kad asake/ Fe lem yescüd lima'budin sivake. // İlahî abdüke'l- asi etake/ Mukırran bi'z-zünubi ve kad deake/ Fein tağfir fe ente ehlün lizake/ Fein tadrud femen yerham sivake. - Allahım, Senin uğruna her şeyi terkettim, Cemalim görmek için çoluk-çocuğu yetim bıraktım. Aşkınla beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına meyi etmeyecektir. Eşiğine gelmiş bu dilenciyi hoşgör. Hoşgör ki, o Senin davetinden ümitlenip Sana koşmuştur. Ey her şeyi bilen, her şeyden haberi olan Müheymin, kulun günahlara batmıştır, batmıştır ama Senden başkasına da secde etmemiştir, işte, asi kulun kapma geldi, günahlarım itiraf edip yalnız Sana iltica ediyor. Onu affedecek yalnızca Sensin; affetmez de kapından kovarsan. Senden başka kim var ki ona merhamet etsin." Evet, "Her ne kadar hayatım sana isyanla geçmişse de Senden başka mabuda secde etmedim" diyor, işte bu duygu, nezd-i uluhiyette hora geçen bir duygudur. Bu duyguda bir mahviyet vardır; ma'siyeti kabul vardır. Şahsı adına yaptığı en küçük inhirafları çok büyük ve mahvedici olarak görme vardır. Fakat aynı zamanda Allah'ın rahmetinin enginliğine sığınma da vardır.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsızlıkla ittiham etmemek için, bir hakikatı beyan etmek ihtar edildi.
Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat'î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikayet ederler. Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade bîçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşif ve keramet ve ezvak ve envar, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.
İşte kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasında sizleri aldatmasın; Risâle-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelendirmesin.
AŞIRI HÜSNÜ ZAN
Risale-i Nur Talebelerinden bir kısmı kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsn-ü zanlarını tadil etmek için ihtar edilen bir muhaveredir.
Bundan kırk sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:
O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden Hazret-i Ziyaeddinin (Kuddise sırruhu) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de, makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki: «Hazret-i Ziyaeddin, bütün ulûmu biliyor; kâinatda, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.» Beni, onunla rabtetmek için hârika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: «Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes'elelerde onu ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar hakiki onu sevmiyorsun. Çünki, kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin seversin; yâni o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikatı görülse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i îmana hâlis ve te'sirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı görülse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbetde noksan olmak; bil'akis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakiki bir Ziyaeddini, sen de hayalî bir Ziyaeddini seversin.» Benim o kardeşim, insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etdi.
Ey Risale-i Nurun kıymetli talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız, belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikat-bîn zatlar; vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla âlûde mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak için, kusuratımı gizliyorum.
SU-İ ZAN HASTALIĞI
Dördüncü Hastalık: "Sû'-i zan"dır.
Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû'-i ahlâkı, sû'-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek, sû'-i zandır. Sû'-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.
BİRİBİRİNE SÛ-İ ZAN ETMEMEK
Risâle-i Nur şâkirtlerinin tesânüdlerine zarar vermek için, birbirinin hakkında sû-i zan verdiriyorlar; tâ birbirini ittiham etsin. Belki filân talebe bize câsusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz. Gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukâbele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz. Sır vermeyiniz. Zâten sırrımız yok; fakat, vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslâhına çalışınız.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...​
PAY BİÇMEK
îki kör aynı tabaktan köfte yiyormuş. Birisi diğerine:
- Niçin, demiş, ikişer ikişer alıyorsun?
- Sen ele körsün, demiş diğeri, nereden biliyorsun?
- Kendimden pay biçiyorum.
"Hep nefis çıkar Harsıma ölüp ölüp dirilsem, İnsandan kaçmak kolay kendimden kaçabilsem!"
der N. Fazıl.
Kendinden kaçmak zordur, kendine takılmamak... Dünyayı şahsî kıstaslar ile hesaba çekip yargılamamak... Bilmediği şeyler hakkında, zanlarına göre ahkâm kesmemek zordur. O boş boğazlıktan kurtulmak edeb ister, ilim ister, irfan ister. En önemlisi de haddini bilmek gerekir.
"Sen bu koşuyu kaybetmezdin yiğidim,
Gölgen ayaklarına çelme takmasaydı."
der A. Nihat
Evet, gölgeler ayaklara çelme takınca, körler kendinden pay biçip âlemi suçlar.


TUTİ KUŞU
Bir bakkalın, çok güzel konuşan bir tuti kuşu vardır. Dükkana öylesine alışmıştır ki, bakkal gittiğinde artık dükkânı beklemektedir. Birgün yine bakkal dükkândan çıktığında içeriye bir kedi girer. Tuti, ondan kurtulayım derken, dükkandaki bütün gül yağlarını yere döker. Bir müddet sonra gelen bakkal, dükkânı dağılmış, gül yağlarını yerlere dökülmüş bulur.
"Kızdı hem tutiye bakkal, dövdü hem, Tuti, hem kel oldu, hem dilsiz o dem!"
Tuti, o gün dayak yedikten sonra artık hiç konuşmaz ve tüyleri dökülmeye başlar Bakkal, çok üzgündür. Fakat hangi çareye başvursa tutiyi konuşturamamakta, gönlünü alamamaktadır.
"Keşke dövmeden evvel kırılsaymış elim, Böyle dilsiz tuti görmek pek elim" diyerek dövünür.
Aradan uzun zaman geçer. Tuti, bir gün kapıdan bir kel adam görür. Ve herkesi şaşırtan şey olur, birden konuşmaya başlar.
"Söyle kel, niçin karıştın kellere, Zannedersem sen de gül yağlar döktün yere" der. Bakkal sevinir, tutinin bu sözleri herkesi güldürür.
İnsanlar herkesi kendileri gibi bilerek aldanabilir, kendi hatalarını ve hâllerini umuma mal ederek suizanna düşebilir. Mevlana bu hakikati ders verir ve mevzuyu şöyle tamamlar:
"Olmaz asla evliya insanla bir,
Yaz da bir bak, sütte "şir", aslan da "şir." Çoğu insan, iki kelime öğrenince büyüklerin kritiğini yapmaya başlar. Bilmez ki onun bir ömürde kazandığı marifeti bazıları bir saatte kazanmaktadır, Farsça da, şir, hem süt, hem aslan demektir. Bizdeki, elimiz manasında-ki "el" ile, yabancı manasmdaki "el" gibi... Nasıl, ikisi de "şir" diye, aslan ile süt aynıdır denemez, öyle de ikisi de insan diye, her insan aynıdır denilemez.

Bir sinek olan arı bal yaparken, başka bir sinek zehir yapmaktadır insanlar tuti kuşunun akıbetine düşmemek için zahire takılmamalı, haddini bilmezlik yapmamalıdır.
AİLE YUVASINI YIKAN SABIRSIZLIK...
Su-i zan, kelimeden de anlaşılacağı üzere kötü düşünce, yanlış tahmin. Varlığı kesin olmayan kötülüğün var olduğuna kesin gözüyle bakmak.
Bundan dolayı Âyet-i Kerime kesin olarak bilinmeyen konularda kötü tahmini, yanlış iddiayı yasaklamış:
— Ey iman edenler! diye hitap ettiği müminlere su-i zandan kaçmalarını emretmiştir.
Su-i zan her konuda mahzurludur ama, aile içindeki su-i zanlar daha da mahzurlu ve korkunçtur. Zira beyin hanımından, hanımın beyinden su-i zan etmesi (Allah korusun) yuvanın yıkılmasına sebep olacak kadar kötü neticeye varmaktadır.
Nitekim tarihte böyle iç yüzü incelenmeden verilen bir çok kararlar var ki, yuvayı yıkmış, sonra da bunun bir su-i zandan başka bir şey olmadığı anlaşılmıştır. Ama, yıkılan yuva sonra yeniden yapılamamıştır.
Bunlardan biri de Haccac'ın kız kardeşi Zeynep'in başına gelen su-i zan hadisesidir.
Zeynep, Mugîre ile evlidir.
Ancak Mugîre çok şüpheci ve titiz adamdır. Birçok şeyden nem kapar. Gördüğü bir olayın iç yüzünü incelemeden hüküm verir. Bir pire için, bir yorgan yakar.
Zeynep ise, beyinin bu inceliğim pek hesaba katmayan, onun titizliğini düşünmeyen vurdum duymaz bir hanımdır.
işte tehlike de burada... Biri birlerini bilmemelerinde.
İki tarafın da birbirini tanımamaları, mizaçlarının, su-i zanna ne kadar müsait olduğunu anlamamaları... Acaba hiç mi mizaç farklılıklarım düşünmemişler?
Ne gezer? Şayet öyle bir dikkatleri olsaydı, arzedeceT ğim aile yuvası yıkımı başlarına gelir miydi? Basit bir şüphecilik yüzünden bu ibretli olay yaşanır mıydı?
Şu aceleciliğe, şu tahammülsüzlüğe, şu peşin hükümlülüğe bakın! Bakın da ibret alın... Bir sabah erkenden kalkan Zeynep abdest almazdan önce dişlerini kurcalamaya başlar. Anlaşılan, dişleri arasında kalan kırıntıları çıkarmaya uğraşmaktadır. O sırada beyi de yanında belirir. Bakar ki, sabahın erken saatinde Zeynep dişlerini karıştırmaktadır. Hemen hükmünü verir:
Boşamalı Zeynep'i! Niçin mi?
Bakın niçin? İşte söylediği sözleri:
— Zeynep! Dişlerinin arasındakiler erken kahvaltının kırıntısı ise, bu bir sabırsızlık örneğidir. Akşam yemeğinin bakiyesi ise, bu da kokmuşluğun delilidir. Her iki halde de sen bana yaramazsın. Doğru babanın evine!..
Bakın şu aceleciliğe, peşin hükümlülüğe. Araştırmadan karar vermeye... Babasının evine giden Zeynep'e sitem ederler:
— Keşke sen de erkenden kahvaltı yapma hatasını işlemeseydin, yahut da akşam yemekten sonra dişlerini temizlesen de sabah yemek kırıntısı çıkarmak zorunda kalmasaydın?
Zeynep nasıl cevap verir buna biliyor musunuz?
Asıl ibret burada. Lütfen dikkat buyurun. Meselenin aslı nedir? Şöyle açıklar durumu:
— Benim diş kırıntılarımla meşgul oluşum, ne erkenden kahvaltı yapışımdan, ne de akşam yemeğinden sonraki kırıntıları çıkarışımdandır. Yatarken dişlerimi mis-vaklamıştım, sabah kalkınca misvak parçalarının diş arasında kaldığını hissettim, onları çıkarmaya uğraşıyordum! Gördünüz mü işin iç yüzünü. Ne öyle, ne de böyle.
Mesele tam aksine. Temizliğin, sabrın örneği. Beslenen su-i zanla uzaktan yakından ilgili değil.
Şimdi ne olacak? Evet, olayın iç yüzü anlaşıldıktan sonra durum ne olacak?
Ne olacak, olmayan şeyi var kabul edip de peşin hüküm veren su-i zancılarm akıbeti ne ise, onlarınki de öyle olacak. .
Nitekim ip kopmuş, nikah düşmüş, yuva yıkılmıştır. İstersen bin pişman ol, yüz elem ve teessür duy..
Mugîre de öyle olmuş. Bin pişman. Ömür boyu elem ve teessür söz konusudur. Bu tarihî olay, aile içindeki acelecilere, peşin hükümlülere, su-i zancılara büyük bir ibret dersidir. Şayet ibret almak ister, ikâz olmayı düşünürlerse... Mugîre ve Zeynep hadisesi unutulmamalıdır.
PADİŞAHIN İŞİ NE?
Sultan Murad Han o gün bir hoştu. Telaşlı görünmekteydi. Neşeli deseniz değil; üzüntülü deseniz hiç değil. İçinden çıkılmaz bir ıstırap kaplamıştı yüzünü .
Sadrazam Siyavuş Paşa:
- Hayrola hünkarım, canınızı sıkan bir şey mi ola? diye sormaktan kendini alamadı.
Bu soru Sultana bir kurtuluş gibi geldi ve içini dökmek istedi sırdaşına:
- Akşam garip bir rüya gördüm lala.
- Hayırdır inşallah Sultanım!...
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?!...
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıktılar yola. Padişah hâlâ gördüğü rüyanın etkisi altındaydı ve gideceği yeri iyi bilmekteydi. Seri, kararlı adımlarla Bayezit'e çıktı, sonra Vefa'ya döndü. Zeyrek'ten aşağılara salındı. Unkapanı civarında soluklanıp; etrafına dikkatle bakındı. Sanki bir adres, bir kişi arıyor gibiydi. İşte tam o sırada yerde yatan bir adam gözlerine çarptı. Yaklaştılar, baktılar ki adam dünyadan geçmiş. Kimsenin ilgilendiği yok. Sanki orda biri yatmıyor. Üzerinde sonbahar yapraklan savrulmakta. * Nabzını yokladılar; ama nafile, nabız atmıyor.
Sordular halka: -Kimdir bu?
- Aman molla hiç bulaşma buna, dedi ahali. Ayyaşın, sarhoşun biri. Kırk yıllık komşumuz... Ne menem biri olduğunu .bildiğimizden biz bulaşmak istemeyiz.
Bir başkası anlatmaya başladı hemen:
- Biliyor musunuz, dedi, aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısında çalışırdı. Nalının en iyisi yapardı. Ancak kazandığı her kuruşu içkiye, fuhuşa harcadı ömrü boyunca. Hem şişe şişe şarap taşıdı evine; hem de nerede bir mimli kadın varsa, taktı peşine, yazık etti değerli ömrüne.
Hele yaşlıca bir adam çok öfkeliydi:
- İsterseniz sorun komşularına, dedi. Sorun bakalım onu bir kez olsun bir cemaatte gören olmuş mu ?!..
Hasılı, dönüp ardını gitti mahalleli. Bizim tebdil-i
kıyafet mollalar kaldılar mı. ortada? Tam Sadrazam da toparlanmak üzereydi ki sultan, kesti yolunu:
- Nereye lala!?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
Sultan kızdı:
- Millet bu, çeker gider; ama biz gidemeyiz. Bu ahalinin çobanı biziz, şöyle veya böyle onlar bizim tebaamız. Demini tamamlamamız gerek.
- İyi ya hünkarım, saraydan birkaç hoca yollarız, böylece vebalinden de kurtulursunuz.
- Olmaz!... Rüyamızın sun çözülmedi ki daha.
- Peki ne yapmamamız emir buyurulur?
- Mollalığa devam. Na'şını kaldırmalıyız bu zatın en azından.
- Aman sultanım, nasıl kaldırırız biz?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayınız, etmeyiniz hünkarım; bunun yıkanması, paklanması var; kefenlenmesi, gömülmesi var.
- Merak etme lala, ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var...
Birlikte cenazeyi yüklendiler ve camie geldiler. Siyavuş Paşa, sağa sola koşturdu önce. Kefen, tabut buldu. Padişah bakır kazanları ocağa vurdu. Usûl ve erkanınca bir güzel yıkadılar ki na'ş ayan beyan güzelleşti sanki. Ayın on dördü gibi parlamaktaydı yüzü. Çehresi şakilere hiç benzemiyordu, hem manâlı bir tebessüm okunuyordu dudaklarında. Hünkarın kanı ısınmıştı o anda bu adamcığa. Meçhul nalıncıyı kefenleyip, tabutlayıp yatırdılar musallaya. Ama namaz vaktine de bir hayli vardı daha. O arada Si-yavuş Paşa sıkıntı içinde yaklaştı:
- Hünkarım, dedi yanlış yapıyoruz galiba.
- Nasıl yani lala?!
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki ailesinden birileri vardır, hanımı mesela, yahut yetimleri.
- Doğru, öyle ya. Sen bekle başını, ben mahalleyi bir dolanıp geleyim. Bakalım kimsesini bulabilir miyiz?!..
Sadrazam Kur'an okumasına devam ede dursun, hünkar koştu, garip maceranın başladığı noktaya geri döndü. Sorup soruşturdu ve nalıncının evini buldu.
Kapıyı yaşlıca bir kadın açmıştı. Olayı metanetle dinledi ve sanki vefatın bu türlüsünü bekler gibi.
- Hakkını helal et evladım, dedi. Belli ki çok yorulmuşsun. Allah senden razı olsun. Garibimi yerde bırakmadın demek. Hakkını helal eyle.
Sonra üzgün, yıkılmış halde, eşiğe çöktü hanımcık; ellerini yumruk yapıp şakaklarına dayadı. Gözleri kısıldı yalnızca, eski hatıralara daldı gitti bir zaman. Silkinip çıktığında zamanın dehlizinden,
- Biliyor musun oğul, diye dertli dertli anlatı. Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar, gücünü tüketir, emeğini harcardı... Ama birinin elinde şarap şişesi görmeye görsün. Elindeki avucundakini verip satın alırdı. Sonra getirip dökerdi hepsini. Niye!? Ommet-i Muhammed'in kursağından haram geçmesin, günaha girmesinler diye.
- Hayret!..
- Sonra malum kadınların ücretlerini öder, getirirdi bu eve. "Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım.** derdi, öyleyse şimdi dinlenmeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım o zavallı düşkünlere saatlerce. İlmihal, Huccetül-islam okurdum onlara.
- Bak sen!.. Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir İmamın arkasında durmalı ki, insan tekbir alırken Kabe'yi görmeli, derdi.'
- Öyle imam var mı ki şimdi?
- İste bu yüzden Nisancı'ya Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün, "Bak a efendi, dedim. Sen böyle yapıyorsun; ama komşular seni kötü belleyecek. Namazsız niyazsız zannedecek. Cenazen ortada kalacak hafazanallah!.."
-Doğru, öyle ya!..
- Ama o, kimseye zararım olmasın diye, mezarını bile kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, İş mezarla bitiyor mu? Dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?!..
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü. Sonra elinin tersini, fani dünyayı boşlar gibi salladı ve:
"Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?!.."
İKİ KÖLE
Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.
Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.
Nihayet İkinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı, onu övücü sözler söyledi:
"Sıhhatlar olsun ne kadar zarif ve lâtif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu." dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.
Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.
Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:
"Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güze! huylu kölenin ermindesin haydi git." dedi.
• Güzel ve iyi yüz, kötü huyla birlikte olursa bir kalp akça bile etmez.

 
Üst