İnsan

mihrimah

Well-known member

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلئِكَةِ اِنّى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَليفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنّى اَعْلَمُ مَالَا تَعْلَمُونَ


Bakara / 30. Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.​

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنى ادَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلى كَثيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضيلًا


İsra / 70. Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.​

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فى اَحْسَنِ تَقْويمٍ () ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلينَ


Tin / 4-5.Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.​

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا


Ahzab / 72. Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.​

لَوْ اَنْزَلْنَا هذَا الْقُرْانَ عَلى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ


Haşr / 21. Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.​

وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُوا وَلِيُوَفِّيَهُمْ اَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَايُظْلَمُونَ


Ahkaf / 19. Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.​

اِنَّا خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍ نَبْتَليهِ فَجَعَلْنَاهُ سَميعًا بَصيرًا


İnsan / 2. Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.​

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ


Zariyat / 56. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.​
HADİS...

* Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Elhâhümü't-tekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana: "İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır."
* Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İnsanoğlunun herbiri hatakârdır. Ancak hatakârların en hayırlısı tevbekâr olanlarıdır."
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ademoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan ağlayarak ayrılır ve: "Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var '' der. ''
* Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bunun üzerine dağlarla onu sabitleştirdi ve böylece arz istikrarını buldu. Melekler dağların şiddetine hayrette kaldılar. "Ey Rabbimiz, dediler, dağlardan daha şiddetli bir mahluk yarattın mı?" "Evet, buyurdu. Demiri yarattım.'' "Demirden daha şiddetli bir şey yarattın mı?'' dediler. Hak Teâla: "Evet! dedi. Ateşi yarattım.'' "Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?" diye yine sordular. Hak Teala: "Evet, dedi, suyu yarattım! '' "Sudan daha şiddetli bir şey yarattın mı?'' dediler. Hak Teala tekrar cevap verdi: "Evet, rüzgârı yarattım.'' "Rüzgârdan daha şiddetli bir şey yarattın mı?'' diye yine sordular. Hak Teâla: "Evet insanoğlunu yarattım'' dedi ve devam etti: "Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar gizlerse (daha şiddetlidir).''
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ademoğlunun her ameli katlanır. (Zira Cenab-ı Hakk'ın bu husustaki sünneti şudur:) Hayır ameller en az on misliyle yazılır, bu yediyüz misline kadar çıkar. Allah Teâla Hazretleri (bir hadis-i kudside) şöyle buyurmuştur: "Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfaatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terketti." "Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (halüf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.''
* Mikdam İbnu Ma'dikerb radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ademoğlu, mideden daha şerli bir kap doldurmaz. Ademoğluna belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir. Ancak (nefsinin galebesiyle) illa da (mideyi doldurma işini) yapacaksa bari onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefesine (tahsis etsin, üçte birden fazlasına yemek koymasın)."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah şöyle buyuracak: "Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin!" Kul diyecek: "Ey Rabbim, Sen Rabbülâlemin iken ben seni nasıl ziyaret ederim?" Rab Teâla diyecek: "Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın!" Rab Teâla diyecek: "Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın?" Kul diyecek: "Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum. Sen ki alemlerin Rabbisin?" Rab Teâla diyecek: "Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım." Rab Teâla diyecek: "Ey Ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!" Kul diyecek: "Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!" Rab Teâla diyecek: "Kulum falan senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın, bunu benim yanımda bulacaktın!"
* İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ey Ademoğlu! İki şey vardır ki, hiçbirisi senin hakkın değildir ve ben onları rahmetimle sana bağışladım: 1) (Canını almak üzere) gırtlağından tuttuğum anda malından sana (vasiyette bulunman için üçte bir nisbetinde) bir pay ayırdım, tâ ki onunla seni temizleyeyim, günahlarından arındırayım. 2) Ecelin sona erdikten sonra kullarımın sana (kılacakları cenaze) namazı."
* Mutarraf İbnu Abdillah İbni'ş-Şıhir, babasından naklen diyor ki: "Resşlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ademoğlunun misali, yanıbaşında doksandokuz tane (öldürücü) belanın bulunmasına benzer: Bu belalardan kurtulmuş olsa bile, sonunda ölünceye kadar çekeceği düşkünlük hali yakalayacaktır."
* Ebu Sa'idi'l-Hudri radıyallahu anh, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan anlatıyor: "Ademoğlu sabaha erdimi, bütün azaları, dile temenna edip: "Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikâmette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!" derler."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm dediler ki: "Allah Teâla hazretleri şöyle buyurdular: "Ey ademoğlu! Kendini ibâdetime ver, gönlünü zenginlikle doldurayım, fakrını kapayayım. Böyle yapmazsan ellerini meşguliyetle doldururum, fakrını da kapamam."
TEFSİR..
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فى اَحْسَنِ تَقْويمٍ () ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلينَ

Tin / 4-5.Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.
Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık, yani insan cinsini maddi ve manevi olarak, doğrultmanın, kıvama koymanın, biçimlendirmenin en güzelinde, en güzel biçimde olarak yarattık. terkibi, "Kıvama koymanın en güzelinde olduğu halde" mânâsında zarf-ı müstekarr olarak insanın yaratılırkenki halini bildirmektedir.
TAKVİM, eğriyi doğrultmak, kıvama nizama koyma, kıymet biçmek, kıymetlendimek mânâlarına gelir. Sonundaki tenvin belirsizlik ve büyüklük için olarak "ahsen-i takvim", herhangi bir biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu ise her mânâsıyla biçimlendirmenin en güzel biçimi demek olacağından maddî manevî her türlü güzelliği kapsar. Belinin doğrulmasından, biçiminin güzelleşmesinden, kuvvet ve melekelerinin yükselmesinden akıl, irfan ve ahlâkıyla ilâhî güzelliğe ermesine kadar gider. Belinin doğrulmasını, boy posunun düzgün olmasını bütün bu mânâlardan kinaye olarak veya dıştan içe geçmek, yerden göğe yükselmek için bir başlangıç olarak düşünebiliriz.
Ebu Hayyân der ki: Nehai, Mücahid ve Katade, "şekil ve duygularının güzelliği" demişler, boyunun doğruluğu da denilmiştir. Ebubekir b. Tahir, "akıl, idrak ve iyiyi kötüden ayırt etme gücü ile süslenmesi" demiş, İkrime de, "gençliği ve kuvveti" demiş ise de en iyisi, her en güzel olanı içine alacak şekilde genelliğidir.<D> Yani gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlaklanıp nitelenebilecek derecede gelişme ve olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her türlü güzelliği kapsar. Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan insan en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Gerçekten insanın mahiyet ve aslına, insanlık âlemine derin ve araştırıcı bir bakışla bakan ve onun dışında ve içinde bulunan incelikleri düşünüp fikir yürüten kimse onu bazı ulu kişilerin dediği gibi görünen ve görünmeyen âlemlerin aktıkları yerlerin birleşme noktası, ifade ve istifade feleklerinin iki nuru olan güneş ve ayın doğduğu yeri, Hak Kalemi ile yaratılış kitabına yazılmış enteresan satırlardan oluşan metin ve ibareleri kapsayan ve onlardaki ilâhî sırların ve eşi benzeri olmayan güzelliklerin olmuş ve olacak mânâlarını açıklayan, kısa fakat birçok mânâları toplayan bir nüsha olarak görür ve Hz. Ali'nin söylediği bildirilen şu mânânın doğruluğundan haberdar olur:
"İlacın sendedir de farkında olmazsın,
Derdin de sendendir fakat ki görmezsin,
Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin
Oysa sende dürülmüş en büyük âlem."
Nakledildiğine göre, Kadi Yahya b. Eksem ve bazı Hanefiler; karısına: "Sen aydan daha güzel olmamış isen boşsun." diyen kimse karısını boşamış olmaz diye fetva vermişler ve bu âyeti delil göstererek bu hükme varmışlardır. Kuşku yok ki bu güzelliği yalnız o küçük cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler ne kadar yaldızlansa onda bir ay ışığı parıltısı olmaz, fakat ay ışığını gören göz, güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki güzellik ondadır. Sevgililerini parlak aydan, ışık saçan güneşten daha güzel olarak niteleyip anlatan şairlerin aşk macerasını inleyen hesaba gelmez şiirlerinde parlayan güzellik ve alımlılık cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkum maddi görünüşün değil, gönüllerde kaynaşan ruhani bir tecellinin cilvesidir. Güzellik ve aşk dışa dikilen bir şekil değil, gönülde kaynayan bir mânâdır:
"Hayaliyle tesellidir gönül meyl-i visal etmez
Gönülden özge bir yar olduğun aşık hayal etmez."
diyen şair de bu mânâyı terennüm etmek istemiştir.
Kısacası, insanın güzelliğinin en güzel biçimde olması, duygusuz olan şekil ve suretinde değil, duygusunda ve özellikle "güzellik" denilen mânâyı anlamasında ve o duygudan güzellerin güzeli, en güzel yaratıcıyı ve onun mutlak güzellikle en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmasındadır. İnsan yaratılışının kıvamı ve aday olduğu olgunlaşma budur. İnsan ilk doğuşunda bu olgunlukta olarak değil, fakat bu kıvama, bu olgunluğa, bu güzelliğe doğru ilerleme kabiliyeti verilmek mânâsına en güzel biçimde yaratılmıştır. Yoksa onda hiçbir fanilik lekesi, bir aşağılık hali bulunmazdı. Oysa böyle olmadığı görülüp duruyor. Fertlerin güzelliğinde mertebelerin bulunduğu ve her ferdin fanilikten, aşağılık âlemden, mutlak güzelliğe yaraşmayan lekelerden ve ihtiyaçlardan başlangıçta bir hissesi, günah denilen ve günden güne atılması gereken bir derdi bulunduğu ve bu şekilde beden yükünü ata ata ruhların temizliğe ve kurtuluşa gittiği ve böyle bazılarının yükselmesine karşılık diğer birçoklarının da hiçbir güzellik hissesi kalmayarak en alt tabakalara kadar yuvarlanıp durduğu görülüyor. Onun için buyuruluyor ki:
Sonra. Bunda açık olan zamanda gecikmedir. Bununla beraber rütbede olduğu da düşünülebilir, deniliyor. Buna göre bazı insanlar başlangıçta da en güzel biçimde olmamış olur. Bundan da "Allah'ın insana gücü yetmeyeceği şeyi yüklemesi" konusunun tartışmaya açılması gerekir. Doğrusu "en güzel biçim"den hiç hissesi olmayana insan ismini vermek doğru olmaz. Bir insan denilince elbette onda bir hissesi olmuştur. O halde gecikme rütbe ile ilgili değil, zamanla ilgilidir. Yani, bir zaman sonra onu, (o en güzel biçimde yaratılan insanı) aşağıların en aşağısına çevirip döndürdük. Yahut, "Sefillerin en sefili yaptık." Yahut "o güzel biçimden döndürüp de maddî ve manevî olarak kötülenmiş en sefil bir halde cehenneme veya cehennemin en aşağı tabakasına doğru ittik." Temizlik yerine eğrilik, güzellik yerine çirkinlik, ilerleme yerine gerileme, sıhhat yerine zayıflık ve hastalık, gençlik yerine ihtiyarlık, akıl ve bilgi yerine bunaklık ve cahillik, çalışma ve gayret yerine tembellik, bolluk yerine darlık, güçlük yerine zelillik, lezzet yerine elem ile bunaklık dönemine, ondan hayata karşılık ölüme, çürüyüp kokmaya, ondan kıyamette dünyaya karşılık cehenneme veya cehennemin en alt tabakasına doğru kaktık, "Cehennemin en alt tabakasında" (Nisâ, 4/45) olacak kadar geri çevrilmiş kıldık.
PIRLANTA SERİSİ...
“Muhakkâr bir varlığım” diyorsun ey insan eğer bilsen. (M.Akif)
İnsanın en önemli yanlarından biri, onun kendi kendinin şuurunda olması ve kendi kendini kontrol edebilmesi olsa gerek... Ne gariptir ki, çoğumuz itibariyle en fazla ihmal ettiğimiz husus da budur.
Evet, sık sık kendini kritiğe tabi tutan kaç insan gösterebilirsiniz? Kaç insan gösterebilirsiniz ki, zaafları-kabiliyetleri, boşlukları-güç kaynakları, kaybettikleri ve kazandıklarıyla her gün bir kere daha yeniden kendini keşfediyor ve kendi derinliklerinde dolaşıyor? Muvakkat bir hayret, geçici bir tecessüsle değil, hatta fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle de değil, belki, benliğini araştırma ve tanıma ihtiyacıyla, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi, onu gerçekci bir anlayışla ele alan kaç ferd gösterebilirsiniz.
Sokrates’in medresesinin alnına yazılı olduğu söylenen.. ve kendisinin de sık sık tekrar ettiği: “Ey insan kendini bil!” dünya kadar hikmete açık ilim yuvalarında bir bayrak gibi tüllendikten sonra, seyrini bizim tasavvuf mekteblerimizde sürdüren, sürdürürken de, lahut buudlu az bir değişiklikle:“Kendi benliğinin sırlarını kavrayan Rabbini de bilmiştir” şeklini alan bu ulu söz, bilmem kaç kadirşinas yorumcu ve kaç seviyeli temsilciye rastlamıştır..? Ben sayılarının çok fazla olacağına ihtimal veremiyorum.
Kendinden habersiz kendine yetmezlerin ve kendini keşfedememiş dar ufukların, başkalarını ve başka şeyleri bilmeleri imkânsız; onlar hakkındaki hükümleri de sathî ve tutarsızdır. Bir baştan bir başa küre-i arzın temaşası, dağların mehîb ve vakur konumları, nehirlerin ebediyyet duygusuyla inleyen çağıltıları, semanın hergün ayrı bir donanma gecesi gibi insanın rikkatine dokunan, onu büyüleyen en sehhâr, en baş döndürücü armonilerden daha sihirli ışık ve derinlikleri.. sonra bütün bu tenteneli perdeler arkasında sürekli bize ışıyıp duran ve vicdanlarımıza gamze çakan sonsuzluk televvünleri, gerçek ma’nâ ve değerlerini ancak insanın derûnundaki marifet prizmasından geçirilmek suretiyle elde edebilirler. Yoksa, levh-i mahfuz tezgâhında dokunmuş şu her biri birer mücessem lafız ve manidar kelimeler mecmuası olan topyekün varlığın bir ma’nâ ifade etmesi şöyle dursun onun kaosdan farkı kalmaz.
İnsan, dikkatleri üzerine çektiği günden bu yana, sathî ve derinden, kabaca ve hassasiyetle, kuş bakışı ve etraflıca pek çok defa ele alınmış, üzerinde durulmuş.. fizîkî ve rûhî, cismânî ve kalbî, hissî ve aklî yanlarıyla tekrar tekrar değerlendirilmiş önemler üstü öneme hâiz bir varlıktır. Ancak o, bazen, bal-kay-mak gibi şirin, bazen öğürtü hâsıl edecek kadar cıvık ve müteaffin.. bazen sonsuza açık ve âdetâ nâmütenâhî, bazen aptallığıyla sınırlı ve dapdaracık.. bazen tevazu ve mahviyetiyle sımsıcak, bazen kibir ve gururuyla takır takır ve yapayalnız.. bazen olabildiğine sinsi ve hâin, bazen alabildiğine açık, şeffaf ve emniyet buğulu.. bazen bencil ve ego yörüngeli, bazen diğergam, fedâkâr ve engin himmetli.. bazen vahşi, mütecâviz ve gaddar, bazen mûnis, hakperest ve merhametli.. bazen sahte, mürâî ve mütebasbıs, bazen yürekten, muhlis ve dobradop.. bazen basiretli, müdrik ve bakış zaviyesi sapasağlam, bazen de miyop, aptal ve şaklaban gibi birbirinden çok farklı ve birbirine zıt sıfatlarla karşımıza çıkar. Bütün bunlara rağmen o yine insandır.. ve bu farklılıkların, bu zıtlıkların temelde onun özüyle alâkası da yoktur. Temelde onun özüyle alâkası olmadığı gibi, bazılarının zannettiği şekilde onun iç güdüleriyle, korunma insiyakıyla ve üreme sevk-i tabiisiyle de hiç mi hiç alâkası yoktur.. ve aynı zamanda bunları, insanın, kendi kendini ne yapmak istiyorsa o olduğu (existansializm) düşüncesiyle irtibatlandırmak da kat’iyyen doğru değildir.
Ondaki bu televvün; daha yaratılırken herşey olmaya müsâit ve “a’lâ-yı illiyyîn” den “esfel-i sâfilîn”e kadar hem nâmütenâhî yükselmelere hem de korkunç alçalmalara açık hususî fıtratında.. ve mahiyetine hem ruhânîlik hem de nefsânîlik nüvelerinin yerleştirilmesinde; dolayısıyla da, insan tabiatının ezeliyet hedefli ve peygamber yörüngeli bir gayeye yönlendirilebilmesinde veya yönlendirilemeyişinde.. ruhundaki insânî cevherlerin idrak edilişinde veya edilemeyişinde.. özündeki potansiyel gücün sezilip değerlendirilmesinde veya değerlendirilemeyişinde.. ledünnî derinlikleri araştırılırken kalbin katmanlarına inilişinde veya inilemeyişinde.. iradenin hakkının verilişinde veya verilemeyişinde.. şuurun perde arkası sırlarının sezilişinde veya sezilemeyişinde.. hissin mâverâiliğe yönlendirilişinde veya yönlendirilemeyişinde.. vicdan mekanizmasının işleyiş keyfiyetinin bilinişinde veya bilinemeyişinde aranmalıdır.
Hayatlarını ruhun enginliklerinde, kalbin derinliklerinde ve her zaman vicdan eksenli sürdürebilenler, yer yer tabiatlarının bir yanındaki tümseklere, fıtratlarının çevresindeki dikenlere takılsalar da hep “a’lâ-yı illiyyîn”e doğru yürürler. Bütün ömürlerini beden ve cismaniyetin mahbesinde geçirenler ise, bir girdâbın etrafında dönüyor gibi, her an biraz daha gayyâlara gömülür ve hep “esfel-i sâfilîn” e doğru sürüklenirler.
İnsanı sadece aklıyla, şuuruyla, şuuraltıyla, hayvânî ihsaslarıyla veyâ içtimâî temayülleriyle ele alanlar, onun özüyle alâkalı hiçbir şey söyleyememiş, ciddî hiçbir şey ortaya koyamamışlardır. Bir şey söyleyip, bir şey ortaya koymak şöyle dursun, onu iyice mübhemleştirmiş, muğlaklaştırmış ve âdetâ bir ucûbe haline getirmişlerdir. Bu akl-ı evvellerin kimine göre o “düşünen hayvan”, kimine göre, hayatı, sindirim-dolaşım-ıtrâhâta göre programlanmış bir hayatzede, kimine göre de herşeyiyle cismânî hazlara göre plânlanmış, şuuru da, şuuraltı da “libido” mezbeleliği ve insanda öğürtü hissi uyaran cıvık bir varlık...
Oysa ki, mahiyetinde; aklında, şuurunda, şuuraltında, içtimâî temayüllerinde önemli birer yeri bulunan insan, bütün bunların verâsında, o ister, kader de yoluna su serperse, dünyada herşey aşılabilecek mahiyettedir.. ve zaman zaman aşmıştır da. Evet o, hem kendini hem de bütün cihanları aşabilecek bir iç dinamizme sahiptir. O, eğer cevherinde bulunan o sırlı, sihirli güç ve imkânları, bütün o güçlerin, o kuvvetlerin, o imkânların gerçek kaynağına yönlendirebilse kendini de aşar, fâniliği de aşar ve varlığın kokan, çürüyen, dağılan bütün değersiz parçalarına, değerler üstü ma’nâ ve mahiyet kazandırarak onları ebediyete namzet hale getirebilir.
Bugün, göklerdeki yıldırımları avuçlayıp insanlığın istifâdesine sunan, atomun, o küçüklerden küçük dünyasına girip, partiküller âlemine seyahat düzenleyen, milyonlarca sene ötelerdeki âlemlerle diyaloğa geçip, bu uzak mesafelerdeki varlıkları gören, işiten, hatta getirip gözler önüne seren.. duygularıyla, düşünceleriyle, tasavvurlarıyla, keşif ve icadlarıyla mesafeler üstü mesafeleri aşan insan, kendini hayvanî mer’alarda aramanın ve özündeki ma’nâ ve muhtevâyı anlayamamanın cezasını çekiyor. Onun bütün vahşeti, bencilliği, hak-hukuk tanımamazlığı, ihtirasları, nemelâzımcılığı, rahata düşkünlüğü, rehâvet zaafı bu inhirafında aranmalıdır.
Evet o, dünyaları aşan dehasına rağmen, kendini yanlış ma’nâlandırmanın, yanlış yorumlamanın kahrına uğramıştır. “Avalîm sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir” (M.Akif)
İnsanı bedeniyle ele alan ve ona cismaniyet buudlarıyla yaklaşan düşünce, protoplazmanın yaratılışından bu güne kadar bütün tekamül vak’alarını, sadece ve sadece biyolojik bir gelişme olarak görmüş, transformizm vadilerinde dolaşmış, evülüsyonla zifaf olmuş; dolayısiyla da insanoğlunu hayvan seviyesine indirmiş, onu hayvanlar arasında aramış ve antropolojiyi de bir ahır, bir tavla nizamnamesi haline getirmiştir.
Durum böyle olunca kendini hayvanlardan bir hayvan sayan insanın gâye-i hayâli ve kıymet idealleri, faide, keyif, eğlence, şahsî çıkar, daha doğrusu hayvânî bir mutluluk olacaktır. Dolayısiyla da bu fâideyi sağlayan faaliyet türü, bu keyfiyet ve bu neş’eyi temin eden teknoloji ve bu cismânî refaha hizmet eden imkânlar insanın değerler listesinin başına geçecek.. ve hemen herşeyin önünde, herşeye fâik bir hızla gelişecektir. Tabii böyle bir değerler nizamı, daha doğrusu bu değerler kargaşası içinde de ne seviyeli bir düşünce insanı, ne azîmli bir ilim adamı, ne de gayretli bir sanatkârın yetişmesi düşünülemez. Yetişenler de ya bir kısım şahıs ve kuruluşlara tabasbus ve dilencilikte bulunacaklar veya devlet kapısında asalak durumuna düşeceklerdir. Zannediyorum, yakın tarihimiz itibariyle durum hep böyle olmuştur.
Bugün, insanımızı kıvrım kıvrım kıvrandıran maddeci medeniyetin, bütün bunalımların kaynağı olduğu bedâhatini inkâr edecek kimse çıkmaz. İlmî vak’aları karanlık faraziyeler üzerine kuran.. fiziğin temellerini sisli-buğulu bir zemine bina eden, plastik sanatlar ve edebiyatta bize ait herşeyi yıkan ve herşeyin içine mutlaka bir parça hezeyan ve cıvıklık pompalayan.. bin seneden beri “bünyan-ı marsus” gibi devam edegelen bütün ictimaî müesseseleri temelinden sarsan.. idare ve politikayı korkunç bir yalan ve aldatma arenası haline getiren.. aileyi toplum bünyesinde bir kanser hücresi şekline dönüştüren.. evet, bütün bu buhranlar yumağı medeniyetin insanlığa keybettirdikleri, kazandırdıklarından daha fazla olduğu gibi, bir millet olarak biz de, ona yelken açtığımız günden beri, hiçbir zaman onun getirdikleriyle, götürdüklerinin yerini doldurmamız mümkün olamamıştır.
Blokajı tamamen madde olan medeniyet kılıklı bu uygarlık, insanlık için huzur ve itmi’nan temininden daha ziyade, sürekli hırs ve tamâı kamçılamış obur bir “daha yok mu?” sistemidir. Daha çok imkân, daha çok istihsal, daha çok kredi, daha çok kazanç, daha konforlu bir hayat, daha müreffeh bir yarın ve daha daha bir sürü şey... Doğrusu insan kendi özünü ma’nâlandıramayınca veya yorumlamada yanlışlığa düşünce, her şey kendisi için yaratılan bu muallâ varlık, böyle eşyanın mahkumu oluyor.
Faidelinin; güzele, iyiye, doğruya tercih edildiği bir dünyada yaşıyoruz.. ve zannediyorum, günümüzün talihsiz insanlarının ard arda gelen belalardan bir türlü bellerini doğrultamamalarının asıl sebebi de işte bu. Evet bugün, bilimi, tekniği, teknolojiyi olduğunun üstünde değerlerle tabûlaştıran, küstahlaştıran; buna karşılık, dini, ahlâkı, fazileti, estetiği, gereksiz ve lüzumsuz gibi gören gösteren akılsızlık, adeta çağın dehâsı sayılmakta. Öyle görülüyor ki, gerçek insânî değerleri alt-üst eden bu çarpık düşünceden kurtulacağımız güne kadar, milletçe yaşadığımız sarsıntılar da, bulantılar da devam edecek.
Keşke, gerçek insânî değerlere biraz daha erken uyanabilseydik!
Evet, tarihin katmanlarına altın, gümüş madenleri gibi sinmiş ve onun gerçek buudları sayılan ma’nâ ve ruh, bize, faidenin; çıkarın, keyfin, eğlencenin değerler silsilesinde yeri olmadığını, olsa bile, sıfırın bir kaç milim üstünde olduğunu göstermektedir.
Aslında insanı, diğer canlılardan ayıran en önemli hususlardan biri de işte budur. Evet, insanın dışındaki her varlık, kendi faidesi, kendi çıkarı ve kâinat dengesi arkasında koşturulur; ancak insandır ki, hem kendini hem de bütün varlığı ve cihanları aşan bir ma’nâ ve ruhu takip eder. Hayvanlarda din duygusu, ahlâk endişesi, fazilet mücadelesi, san’at gayreti yoktur. Kapıları sadece insan kalbine, insan duygularına açılan bu zümrütten sarayların biricik konuğu insandır. Evet o, din ile ikiz olarak doğmuş.. ahlâkla sarılıp sarmalanmış.. ömrünü fazilet takibine vakfetmiş ve kendini san’atla anlatmış tek canlıdır.. en ibtidâî vasıtalarla yapıp ortaya koyduğu basit eserlerden ifade ettikleri ma’nâ ve değerlerle gidip tâ sonsuzluğa ulaşan san’at harikalarına kadar her ses ve soluk, her renk ve çizgi, her şekil ve motif, onun fıtrat menşûrundan dökülen, onun derinliklerinden kopup gelen ona mahsus tayflardır.
Bugün, çoğumuz, kudretin mahkumu insiyaklarla meydana gelen örümcek ağına, bülbül yuvasına, arı peteğine, kunduz hendesesine, sivrisinek maharetine, yılan balıklarının uzun ve dolambaçlı seyahatine ve Sevk-i İlâhî ağında daha nelere nelere.. hayretlerle bakıyor ve dehşete düşüyoruz. Oysa ki, asıl hayret edilecek ve hayranlıkla alkışlanacak insandır. İnsanın öteler buudlu ufkudur, dehasıdır ve kendi kendini aşmasıdır.
Günümüzde çokları, kendilerini zirvelere çıkaracak olan gerçek insânî değerlere karşı kapalı olsalar da bu böyledir.. ve bunun tam anlaşılacağı güne kadar da kimbilir, küstahlaşan bilim, şımarıklaşan teknoloji ve faidenin dışında hiçbir değer kabul etmeyen medeniyet anlayışımızı daha ne ürpertici trajedilere sebebiyet verecek.. ve kandan, gözyaşından daha ne seylaplar meydana getirecek..!
ZAAFLARIYLA İNSAN
Biz kendimize takılıyoruz. Takıntı kendimizde. Hücumât-ı Sitte'deki viruslere takılıyoruz. Namazla, orucla, hacc'la, zekatla yükseliyorsun; fakat seni çileden çıkaracak birşey karşısında gayzını tutabilmen, bir şehvet karşısında bedenindeki o güce karşı koyabilmen, o ibadetlerle elde ettiğin yüksekliklerden daha da yüksekliklere çıkmana sebep olabilir. Dişini sıkmasını becerebilirsen, sendeki negatiflikleri pozitif güce çevirebilirsen, elde edeceğin güçle füze hızından daha aşkın bir hızla evc-i kemâle vasıl olabilirsin. Senin aklın cok ileri bir diyalektiğe, cerbezeye sahipse; o aklını arkadaşlarına karşı kullanmayarak hak ve hakikat adına onun cerbezesini dizginleyebilirsen, hak rızası için kullanabilirsen, iradenle o aklı, senin icin bir şerr-i cüz'i iken hayr-ı küllîye çevirebilirsin.
Hiçbir hadise karşısında zaaf göstermeyecek melekleri, rûhânî varlıklar şekilde ya "Rabbim, beni şu anda yarattığın gibi yarat" derdim. "Alabildiğine taşkınlıklarım olsun, ama bana neticede sana râm olan, senin rızanda olan öyle bir irade ver ki; ben o iradenin kemendi ile sana yükseleyim. Çünkü senin zaaftan ârî var. Ama ben insan olmak istiyorum. Odun olmak degil", derdim. İçimde çok taşkınlıklar olabilir. Belki bunlar beni harab da ediyordur. Ama ben bu harâbiyet içinde iradenin gücüyle Allah'ın muradına varabileceksem, Cenab-ı Hakk bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim.
Allah'ın sana verdiği herseyden razı olmanın yanında, sana da düşen, bütün negatifliklerini, zaaflarını, günahlarını aşarak, yanlış tavırların esiri olmadan Cenab-ı Hakk'a tam manasıyla râm olabilmendir. Allah seninle farklı bir espri ortaya koymuştur. Seninle birşey yapmak istiyordur. Yeter ki sen zaaflarının, boşluklarının zebûnu olma.. onları aşmasını bil... Ne bahtiyarız ki Nebiyy-i Server'imiz var, aleyhissalatu vesselam.. Kur'anımız var... Hiç birşeyimiz olmasa, Kur'anımız bize yeter.
İÇ DERİNLİKLERİYLE İNSAN
Varlığın özü, usâresi insan; kâinatların fihristi ve hülâsası da insandır. Mevcudatın merkez noktasını insan tutar; canlı-cansız diğer her nesne ise onun çevresinde iç içe halkalar teşkil ederler. Öyle ki, Yüce Yaratıcı bir mânâda her varlığı ona bağlamış, onu da, vicdanındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdadı duyurarak kendi "câzibe-i kudsiyesi"ne. İnsan mazhariyetleri itibarıyla, bütün varlık içinde, eşyayı, hadiseleri ve tabiî her şeyin arkasında Kudreti Sonsuzu söyleyen bir dil ve kâinatlar genişliğinde vüs'ate sahip bir gönüldür. Varlık onunla yorumcusunu bulmuş, madde onun idraki sayesinde incelmiş ve mânâ kesilmiştir. Onun eşyayı temâşâsı tamamen bir hususiyet, kâinat kitabını okuyup yorumlaması bir imtiyaz ve her şeyi Yaratıcıya bağlaması da bir marifettir. Bu ufku itibarıyla onun, susup murakabe yaşaması bir tefekkür, ağzını açıp konuşması bir hikmet, her şeyi yorumlayıp ona son noktayı koyması da bir muhabbettir.
Varlığa hükmedip tasarrufta bulunma konumunda yaratılan o, maddede mânânın bütün hususiyetlerini ortaya çıkarıp yaratıcıya armağan eden de odur. Odur, insan-kâinat-Allah münasebetini duyup, sezip anlayıp marifete bağlayan; odur kendi potansiyel güç ve derinliklerinin sırrını kavrayıp damlada deryayı, zerrede güneşleri aksettirme mazhariyeti ile meleklerin bir kadem önüne geçen. O, yeryüzünü şereflendirmesi ile, ayağı, kendinden evvel gelenlerin başlarına taç, onun küre-i arzda yaratılması da, bu maddî kitlenin semalara karşı kıvanç vesilesi olmuştur. Varlık bütünüyle bir geniş derya, o, bu deryanın en kıymetli incisi; kâinat iç içe meşherler alemi, o ise bu meşherlerin temâşâcısı; eşya ve hadiseler, bir dengeler armonisi, o ise bu baş döndüren ahengin hassas bir müşahididir. Onun imana bağlı düşünce ve şuurunun aydınlığında, sessizlik içinde ve zulmetlerle kuşatılmış görünen varlık gündüz gibi aydınlandı ve gönüllerimizde cennet duygusu uyaracak bir güzelliğe büründü.
O, yerkürede otağını kuracağı ana kadar melekût ufuklarında Hakkı ilan bayrağını melekler ve ruhânîler taşıyordu; onun teşrifiyle bir başka şekilde livâlaşan o bayrak, mülk burçlarında dalgalanmaya başladı ve göklere nisbeten bu mini küre, ötelerin ufku haline gelerek semalara denk bir vaziyet aldı. İman onun sevinç kaynağı, İslâm yaşam programı, marifet yol azığı, muhabbet de iç dinamiği olduğu sürece o hep başlarda taç olageldi; tabiî zemini de onun neşrettiği nura muhtaç.. bu, Hakk'ın ona bir ihsanıydı; sebebi de başka değil, yine O'nun has teveccühü. Bu husûsî teveccüh onu "mevcut durumdan daha bedîi, güzeli ve çarpıcısı olamaz" sözleri ile anlatılan bu güzellikler meşherinin en nadide gülü ve cennetin bir gölgesi sayılan dünyanın da biricik bülbülü olma şerefiyle şereflendirdi.
Evet, bu iç içe galeriler mecmuası, onun için nizama tâbi tutuldu ve dizayn edildi dense mübalağa edilmiş sayılmaz. Bu cihan o nadide güle bahçe, varlık deryası da o inciye sadef olmak için yaratıldı denmesi de abartı değil, vak'anın mütevaziane ifadesidir. Doğrusu, topyekün varlık; bir mânâda, insan için, insanın emrinde ve bir tamamiyet içinde insanla yorumlanıp seslendirildiğinden, âdeta ona bağlı; insan da her şeyi onun emrine musahhar kılan Yaratıcıya muhtaç olması açısından, insan ve Allah arasında öyle sıkı bir münasebet hissedilmektedir ki, bundan, yaratılıştan gaye insan ve onun ubûdiyeti olduğu hemen anlaşılabilmektedir.
Aslında insanın ihtiyaçları, varlığı içine alacak kadar geniş ve ebedlere uzanacak kadar da derindir. Her şeyden evvel o ebed için yaratılmıştır; ebede namzettir. Arzuları, istekleri sınırsız, beklentileri de sonsuzdur. Bütün dünyalar ona verilse açlığı giderilemez ve emelleri de sona ermez.. o, açık-kapalı her zaman dünyanın ebediyetini temenni ettiği gibi, başka ebedi bir yurdun mevcudiyetini de beklemektedir. Azıcık kalbinin menfezleri açık olan herkes, cenneti ve cennet bütün ihtişam ve güzellikleri ile Cemâl'inin küçük bir gölgesi olan, o güzeller güzeli Yüce Yaratıcıyı görmeyi de arzu eder.
Evet, varlık ve hadiselerin çehresindeki hakikatleri duyup sezebilen ve kâinat içindeki konumunun farkında olan herkes yoldadır ve aynı zamanda o kendine karşı kadirşinas, Rabbisine karşı da saygıya açık demektir. Varlık içinde, bulunduğu konumun şuurunda olmayana gelince, onun ne kendine karşı ne de Rabbine karşı saygısının olduğu söylenemez; saygısının olması bir yana, böyle biri hakiki manasıyla Rabbini bilemez; bilse de ululuğu ölçüsünde ona tazimde bulunamaz. Hakiki insanlık, kul ile Rabbisi arasındaki münasebetin bilinip değerlendirilmesine bağlıdır. Aksine böyle bir münasebet sezilip değerlendirilmediği yerde, potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvi sayılan insanın, "Kel en'ami bel hüm adall" fehvasınca, en sefil varlıklardan daha aşağılara sürüklenme ihtimali söz konusudur.
Evet, umûmi mânâda iman ünvanıyla ifade edilen bu nisbet, büyük bir mütefekkirimizin ifadesiyle, insanı insan, hattâ sultan yapan bir payedir. Böyle bir nisbetin bulunmayışının diğer adı olan küfür ise, onu, canavar bir hayvan haline getirir ki, bu türden fertlerin teşkil ettikleri toplumlarda, büyük ölçüde, kinler, hiddetler, şehvetler, hırslar, yalanlar, riyalar, kıskançlıklar, aldatmalar, komplolar hükümfermâdır ve herkes âdeta biribirinin kurdudur. Zaten, bu kâbil fena huylara yenik düşmüş yığınlara da kat'iyen millet ve toplum denemez; dense dense bunlara şuursuz kalabalıklar denir. Diyojen güpe gündüz, elinde fener çarşılarda insan aramaya çıkarken, ihtimal bu kâbil yığınlara karşı tenbih ya da tepkisini ortaya koyuyordu. Aynı mülâhazayı bir başka zaviyeden değerlendiren "Düşünceler" yazarı Mark Orel : "Her sabah insanların içine girerken kendi kendime düşünürüm; yine bu gün insan şeklinde bir takım yaratıklarla karşılaşacağım. Eğer onları ürkütmeden ya da onlar tarafından ısırılmadan akşam edebilirsem mutlu sayılırım" der. Bu tesbite, büyük kadın Râbia Adeviye'nin yaklaşımı ise daha ciddi ve daha sertçedir: "Ben sokaklar da pek insan görmüyorum; gördüğüm, dükkanlar önünde bazı tilkiler, kurtlar ve zaman zaman da birbirleri ile hırlaşan daha başka yaratıklardır.. bir aralık yarım bir insan gördüm ve ona göre kapandım." Bu mülâhaza sahiplerinden hiçbirinin, bu şekildeki düşünceleriyle bütün insanları karalamak gibi bir niyetlerinin olmadığı açıktır.
Bu kâbil mülâhazalarda, daha ziyade mahiyetindeki insani değerleri, birer sefalet unsuru haline getiren kimselerin iç dünyaları resmedilmek istenmiştir. Eğer insanlar, sık sık şemâillerini yaratılış gayelerine, sîretlerini de sûret çerçevelerine göre gözden geçirip gaye ile hâl, muhteva ile şekil farklılığını gidermeye çalışmazlarsa, Râbia Adeviye'nin ve Mark Orel'in gördüğü şekilde müşahade edilmeleri ihtimalden uzak değildir.
Bazen de, bu insanlar arasında, dışı muntazam, içi oldukça perişan ve derbeder kimselerle de karşılaşırız ki, bunlar da ayrı bir türü temsil ederler. Bir düşünür bunları, caddeye bakan yanı ve arka tarafı birbirinden farklı binalara benzetir. Bu binaların ana yola bakan cepheleri temiz, güzel, görkemli ve göz alıcıdır; ama, arka tarafları kirli, perişan, bakımsız ve tiksindiricidir. Cadde tarafından baktığımızda ona "iyi" der ve değerler üstü değer veririz. Arka tarafını gördüğümüzde de biraz önce göklere çıkardığımız bu binayı yerin dibine batırırız. İnsanlar içinde de böyleleri vardır; onları tek yanlarıyla ele aldığımızda hep yanılırız; yanılır da bazen göklere çıkardığımız birisi için bir müddet sonra arz üzerinde bile yer bulamamanın darlığına düşeriz. Aslında her zaman iyi kabul ettiğimiz kimselerin çok fena yanları, fena saydıklarımızın da çok iyi tarafları bulunabilir. Önemli olan onu, olduğu gibi görüp, iyi yanlarıyla bir yere oturturken, arka cephesini de mahiyetine uygun hale getirme gayreti içinde bulunmamızdır.
İnsanoğlu kendi sıfat ve tavırlarının çocuğudur. Onun iyi veya kötü vasıflarından hangisi galebe çalarsa o da, o türden vasıf ve davranışlar göstermeye başlar. Bazen canavar duygulu bir insan haline gelir; öz kardeşini bile dişler.. bazen ay yüzlü bir Yusuf'a dönüşür, zindanları aydınlatır ve cennet koridorlarına çevirir. Bazen öyle melekleşir ki, ruhanileri bile gıptaya sevk eder. Bazen de şeytanları utandıracak şirretlikler sergiler. Mevlâna: "Bazen melekler bizim nezahet ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler" derken, zannediyorum, insanoğlunda birbirinden çok uzak bu iki yakanın, aynı zamanda ne kadar iç içe olduğunu vurgulamak istemişti.
Evet insan bazen semâvîleşir ve gökler kadar bir derinliğe ulaşır; bazen de o kadar bayağılaşır ki, yılanlara-çıyanlara rahmet okutturur. O, ne esnek ve eksantriği geniş bir varlıktır ki, çeşitli meziyetlerinin yanında bir sürü de rezileleri; sînesinde dünya kadar güzellikleri barındırdığı aynı anda dünyaları aşkın fenalıklara da açıktır.. iman, marifet, muhabbet, ruhanî zevkler ona kalbi kadar yakın; insanları sevme, herkesi kucaklama, iyilik duygusu ile oturup-kalkma, hayatını başkalarını yaşatmaya bağlama, kötülükleri iyiliklerle savma, sevgiyi sevip ruhundaki düşmanlık duygusuna karşı her zaman savaş vaziyetinde bulunma ona kendi ruhunun sesi-soluğu kadar sıcak; hırs, kin, nefret, şehvet, iftira, yalan, tezvir, riya, komploculuk, çıkarcılık, bencillik, korkaklık, şöhretpereslik.. gibi fena duygular da ona pusu kurmuş, zayıf anlarını kollamaktadırlar. O, iyi vasıf ve olumlu davranışlarıyla kâinatların efendisi olabilme kıvamında iken, bazen kötü duygu ve kötü tutkuların pençesine düşerek bayağılardan bayağı bir tutsak haline gelebilmektedir. ışte böyle bir insan zâhiren hür görünse de, hakikatta zavallılardan zavallı bir köledir. Aslında insan, kendi içinde sürdürdüğü savaşta -ki din buna "cihad-ı ekber" diyor- başarılı olduğu ölçüde hür ve faziletlidir. Onun, kendi mahiyetindeki potansiyel derinlikleri inkişaf ettirmesi ve Hak'la münasebete açık ikinci bir tabiata ulaşması, ruhunun derinliklerinde gerçekleştirdiği bu savaşı kazanmasına ve başı-ayakları aynı noktada birleşerek halka halini almışlık içinde bir tevazu ve mahviyetle bu zaferi duymasına bağlıdır.
Afâkîlikten sıyrılıp kendi içine eğilemeyen, ruhundaki derinliklerin yanında, mahiyetindeki çukur ve boşlukları göremeyen ve her gün kendini yeniden bir kere daha inşa edemeyen iradesizler, hep mesafe almadan bahisler açsalar da iç alemlerinde sürekli yerlerinde sayar, hattâ kımıldadıkça biraz daha geriye kayarlar. Ömür boyu, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını, ellerini-ayaklarını kendi egolarının esaretinden kurtaramamış böyleleri, hep tutsak olarak yaşayıp tutsak olarak ölür giderler de bunun farkına bile varamazlar. Doğrusu, hayvânî tabiatlarının esiri haline gelmiş bu insanlar acınacak durumdadırlar. İnsanlığını koruyup geliştirmiş olanlara karşı sevgi ve alâka onların hakkı; berikilerine karşı gösterilecek muhabbet ve alâka da onları fena duygu ve tutkuların esaretinden kurtarma şeklinde olmalıdır. Böyle bir tavır, Allah'ın mükerrem olarak yarattığı insana karşı sevgi ve O'ndan ötürü alâka duymanın ifadesidir... ve insan sevilmek için yaratılmış bir varlıktı
RİSALE...
İNSANIN MAHİYETİ
insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde... Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey... Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat, emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni'met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir. Halbuki: mes'elemiz olan ubûdiyyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediyye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise: -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediyye helâketi bulunduğu; icmâ ve tevâtür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşâhedenin şehadetiyle sabittir. Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.
Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktadır.
İnsan fıtraten gâyet zaîftir. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gâyet âcizdir. Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gâyet fâkirdir. Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gâyet ağırdır. Hem insâniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firakı, mütemâdiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.
İNSANIN HİLKAT-İ CİHAZATININ HİKMETİ
Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniyye ile güzelce muhâfaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yâhut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nâzik letâif ve mâneviyyat; ve şu hassas âza ve âlât; ve şu muntâzam cevarih ve cihâzât; ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayât-ı fâniyede, nefs-i rezîlenin, hevesât-ı süfliyyenin tatmini için isti.maline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhâli, iki esâstır:
Biri: Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin bütün ni'metlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip, şükür ve ibâdetini etmelisiniz.
İkincisi: Âleme tecelli eden Esmâ-i kudsiyye-i İlâhiyyenin bütün tecelliyatının aksâmını, birer birer, size o cihâzat vâsıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak îman getirmelisiniz.
İşte bu iki esâs üzerine kemâlât-ı insâniyye neşv ü nema bulur. Bununla insan, insan olur.
İnsâniyyetin cihâzâtı, hayvan gibi hayât-ı dünyeviyyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:
Meselâ, bir zât bir hizmetçisine yirmi altın verdi; tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde Bâzı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticârete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; o sermâye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altın, bir kat libasa sarfedilmez. Şâyet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tâzib ve hiddetle te'dib edilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermâye-i ömür ve istidâd-ı hayâtınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayât-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarfetmeyiniz. Yoksa; sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.
İNSANIN CİHAZATININ VAZİFELERİ
Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mâneviyat ile, echiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile, bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır. Meselâ: Göz, Sûretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsıratta, güzel mu'cizât-ı kudretin envâını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok. Meselâ: Kulak, sadaların envâ'larını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-ı Hakk'ın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var. Meselâ kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır. Meselâ; dildeki kuvve-i zâika, bütün mat'umâtın ezvâkını anlamakla gâyet mütenevvi bir şükr-ü mânevî ile vazife görür ve hâkezâ... Bütün cihazat-ı insâniyyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddid envâ-ı muhabbetin sâbıkan Beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile isbat edilir.
İNSAN NİSYANDAN ALINMIŞTIR
İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsan nisyandan alındığı için, nisyana mübteladır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemaldir. Bu itibarla ehl-i dalâl ile ehl-i kemal, nisyan ve tezekkürde müteakistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Lâkin mükâfatın, menfaatın tevziinde bir zerreyi bile terketmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemal sa'y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faidelerde, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.
İNSANIN EHEMMİYETİ
İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs'atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanın bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasıyla şuurca alâkadar olduğundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan, nev'i gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi nevi'ler sırasına geçer. Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın nevi'lerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevam ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde câridir.
Hülâsa: Kur'anın âyetleriyle ebna-yı beşer için büyük kıyametin geleceğine kat'î delaletler olduğu gibi, kitab-ı âlemin âyât-ı tekviniyesiyle, de kıyamet-i kübraya pek kat'î delaletler ve işaretler vardır.
İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsülüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor. Öyle bir in'am ve ihsanın kesifidir ki, bütün hacatına vâkıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir. Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik'inden nasıl tegafül eder; ve bütün cinayetlerini bilen, hacatını gören, vaveylâlarını işiten Semi', Basîr, Alîm, Mucîb olarak üstünde bir Rakib'in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?
Ey nefs-i emmare! Ne için kendini hariç tevehhüm ediyorsun? Eğer evamire imtisal dairesinden çıkarsan, ya herkesin ayağını öpercesine müraat ve ihtiram etmeğe mecbur olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek "Zalim-i Alelküll" olacaksın. Bu yük ağırdır, taşıyamıyacaksın. En iyisi, ecnebi olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki, rahat edesin. Ve illâ, sefineye binip yükünü arkasına alan ebleh adam gibi olacaksın.
İNSANI HAYVANDAN AYIRAN FARKLAR
İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îmân ve duadır. Küfür, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder.
Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhân-ı kâtî'dır. Evet insâniyet, îman ile insâniyyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yâni gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yâni ona ilham olunur. Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve mârifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir. İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gâyet âciz ve zaîf bir Sûrette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyyettir. Yâni: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kadı-ül Hâcât'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yâni aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyyete uç Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyyenin esâsı ve madeni ve nuru ve ruhu; Mârifetullahtır ve onun üss-ül esâsı da İman-ı Billahtır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, îmândan sonra duadır. Dua ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yâni ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder. Maksûduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nâzdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya za'f ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona müsahhar olsun veya teshirin şükrünü edâ etsin. Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum. deyip küfrân-ı nimete sapmak, insâniyyetin fıtrat-ı asliyyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.



İNSANIN GAYE-İ HİLKATİ
insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat'ı tanımak ve ona îman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve îman-ı billahtır ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.
Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan îman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.
NÜKTELER...​
İNSANLARI DÖRT BÖLÜMDE ANLATMAK
İnsanlar dört kısımdır.. Birincisi: Kalpsiz ve dilsizdir. Bir asi ve hissizdir. Allah buna hayır vermemiştir. Sebebi: Bu ve benzerleri hayrı istemezler, hayır yolunu sevmezler. Şu var ki bir gün Allah (c.c.) rahmeti iktizası bunları yola getirir. Kudret eli bunların kalbine iman ışığı tutar. Eğer istidatları varsa, onlar da hak yoluna girerler.
Ama sakın bunlardan olma, onların ahlâkını alma, onların hareketine katılma... Hikmeti ise: Onlar azap, gazap ve felaket insanlarıdır. Yerleri cehennemdir, arkadaşları şakilerdir. Ancak ilim sahibi isen, onlara yakınlık sana zarar vermez. Çünkü onlara hayrı öğreten, doğru yolu gösteren bir insan olursun. Eğer kendine güveniyorsan, onların arasına gir ve Hakka davet et. Onlara doğru yolu öğret hak yola çağır. Görürsün ki bu sohbetin hoş oluyor. Allah sana Resullerin, nebilerin sevabı kadar sevap verir. Bunu anlatmak için Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Ali (k.v.)'ye buyurduğu bir Hadis-i Şerifi nakletmek yeter:
- "Allah, bir kimseyi vasıtanla doğru yola getirirse bunun sevabı yeryüzündeki bütün mülke bedeldir
ikincisi: Dili vardır, kalbi yoktur. Herkese hikmetten konuşur, ama kendisi amel etmez. İnsanları doğru yola çağırır; kendisi kaçar. Başkasının hatasını büyük görür, ama kendisi durmadan yapar. Allah'a karşı edep ve terbiye yollarını öğretir, fakat kendisi büyük günahları işlemeye devam eder. insanlar arasında iyi görünür, yalnız kalınca Önüne geleni yutan hayvana benzer.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bu adamın mühlik durumuna işaret ederek:
- "Ümmetim için en çok endişe ettiğim şey, dilli münafıktır
Buyurmuşlar, Diğer bir Hadis-i Şerifiyle de: - "Ümmetim için en korkulacak şey, kötü bilginlerdir." Buyurmuştur. Allah, cümlemizi bu gibilerden korusun. Bu zümreden de çekin ve kaç, tatlı dili seni yakalar. Güzel (!) sözü seni aldatır. Günah ateşi seni yakalar. Onun manevi kir kokusu seni öldürür.
Üçüncüsü: Kalp sahibidir, ama dili yoktur. Halbuki O, Allah'a tam inanmamıştır. Allah da, onu halkından gizlemiştir. Onun üzerine manevi bir örtü çekmiştir. Gözünü halktan kapatmıştır. Bu insan yalnız kendi ayıbını görür ve onu gidermeye çalışır. Kalbi tevhid nuru ile doludur. Bu nur, insanlar arasına karışmanın güçlülüğünü, onların ağzından çıkan sözün boşluğunu gösterir. O insan, selametin, sükûtta, sessizlikte ve yalnızlıkta olduğunu bilir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu Hadis-i Şerifini candan duymuştur:
- "Susan kurtulur."
O muhterem insan her şeyi can kulağı ile dinler, bu dinledikleri arasında şu da vardır:
- "İbadet on bölümdür; bunun dokuzu sükûtladır."
Bu zat bir velîdir. Allah onu kötülüklerden esirgemiştir. Daima selamet içinde olur. Akıl ve fikir sahibidir. Allah'ın Rahman sıfatı onda tecelli etmiştir. Hayırlı insanlar arasında bu gibileri seçilir. Bu gibilerden hem hayır umulur hem de arkadaşlık edilir. Hak onun işini gördürür, halk onu sever. Sen de sev, ona yaklaş.. Böyle yaparsan, Allah da seni sever. Bu gibi seçkin kulları ara, onların hürmetiyle yüce Allah, seni sevgili kulları ve salih kişiler arasına katar. *
Dördüncüsü: En yüksek derece buna verilmiş ve melekût aleminde kendisine:
- "Azim" Adı verilmiştir. İşte Hazret-i Nebi bu büyük zatın şanını tarif ederken şöyle buyurmuştur:
- "Bir kimse öğrenir, öğretirse.. Ayrıca bildiği, öğrettiği ile amil olursa melekût aleminde ona Azim ismi verilir
Bu zat, alim-i billahtır, mertebeler ölçülürse en yüksek derece onun olduğu ortaya çıkar. Dinin hikmet yönü tarafını en iyi bilen odur. Allah-ü Teâlâ birçok bilinmeyen ilimleri onun kalbine yerleştirmiştir. Hiç kimsenin erişemeyeceği sırlan ona sezdirmiştir. Bu saf ve temiz kul, Allah tarafından seçilmiş, sevilmiş ve Hakka cezbedilmiştir. İlahî hikmetlerin çözüldüğü kapıya yalnız bu insan yetişmiştir. Hidayet yolları buna açıktır. Bunda istidat çok büyüktür. Ve bütün sırları anlamak kabiliyeti vardır. Bunda bilgi sonsuz, hikmet ölçüsüzdür. Bu zat, Allah yolunda bir şahtır. Kulları, Hak yola çağırır, kötülükleri onlara o gösterir, kıyamet günü şefaatçi, dünyada temiz, Allah indinde her şeyi makbul ve merguptur. Doğrudur, doğruluğu tasdiklidir. Resul ve nebilerin vekilidir. İşte peygamberler, bunları vekil etmişlerdir.
İşte son had buraya kadar... insanoğlunun son durağı bu makama varır. Buradan öte peygamberlik başlar. Sana bu insan lazım, bunu ara, bulunca muhalefet etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma. Onu sev ve sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu gezdir. Şunu bil ki: O ne söylerse selamet ondadır. Helak, bataklık başkadadır. Allah'tan, onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur. Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz, ama Allah başka türlü emretmiş ise bir şey denemez. Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselere kimse şaşmaz. *
Ey iman sahibi, insanları sana bölüm bölüm gösterdim. Kendini düşün, eğer gözün varsa bak. Bu sayılanlara basiret gözünü gezdir ve kendine bir sığınak ara. Eğer kendine acıyorsan, bunu yap ve kurtul..
Allah, bize ve sana verdiği ve razı olduğu yolları göstersin... Amin!..
İNSANIN ACELECİLİĞİ
Çin'in bir köyünde bir yaşlı adam varmış... Çok fakirmiş. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş; ama adam satmaya yanaşmamış... "Bu at, benim için bir dost... İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep...
Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış ve başlamışlar söylenmeye:
- Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala sataydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın.
İhtiyar:
- Hüküm vermek için acele etmeyin, demiş. Sadece *At kayıp* deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi kendine dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.
- Babalık! demişler. Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.
- Karar ve hüküm vermek için gene acele ediyorsunuz, demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.
Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan, ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye düşünmüşler...
Bir hafta geçmeden, vahşi atlan terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşüp ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
- Bir kez daha haklı çıktın, demişler. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın, demişler.
İhtiyar:
- Siz erken hüküm verme hastalığına tutulmuşsunuz, diye cevap vermiş köylülere. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu... Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde yasana gelir ve daha sonra neler olacağı size asla bildirilmez...
Birkaç hafta sonra, düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan büyük gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, İhtiyar'ın sakatlanan oğlu dışındaki bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin öleceğini ya da esir düşüp köle olarak satılacağını biliyorlarmış.
Köylüler, ihtiyara gelmişler...
- Gene haklı olduğun anlaşıldı, demişler. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.
- Siz erken karar ve hüküm vermeye devam edin, demiş ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.
La Tzu, etrafına anlattığı bu gizemli hikayesini, şu nasihatle tamamlarmış:
- Acele karar vermeyin. Hayaün küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında hüküm vermekten kaçının, Karar aklın durması halidir. Hüküm verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Üstelik akıl, insanı daima karara, hükme zorlar.
Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Ne var ki, gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
“BEŞER” ÜZERİNE KÜÇÜK BİR DENEME
O, Tuba'ya asılı, bir salkım ve bir cennet meyvesidir. Çürümediği, özü bozulmadığı ve aslını kaybetmediği sürece yitirmez cennetini ve iman hevengiyle orada asılı kalır. Eşyanın aslına rücû edişi en çarpıcı keyfiyetiyle ondadır. Çıkarıldığı yere, artık geçici bir misafir gibi değil, aziz bir ev sahibi olarak gelir, otağ ve obasını cennete taşır ve orada ebedileşir..
Bulmak için kaybetmek, çıkmak için inmiş olmak değişmeyen kaderdir. Cenneti bulmak için de önce onu kaybetmek gerekiyordu. Soy ağacına dokunma, bir bakıma Hz. Âdem için fânilik aşısı oldu. Ebed canibinde esen fânilik fırtınası, soy ağacının yapraklarını döktü. Cennete sonbahar gelmişti. Hz. Adem ise kışı kendi köyünde geçirecekti. Gerçi köy, ıssızdı, bakımsızdı, küçük bir yerdi. Ama o mayasında bu köyün çamurunu taşıyordu. Belki bir özlem, bir hasretti onunki. Belki de vicdanında yankılanan yanık ses köyünün türküsüydü. Toprak ana, oğlunu sılaya çağırıyordu. Ve Hz. Âdem-beşer sıfatıyla bu davete uydu..
Severim beşer kelimesini.. İnsanın ilk ve değişmeyen adı olduğu için. Her insana en munis kelime kendi adıdır, derler. Bana ise beşer. Onda ben aslımı ve asaletimi bulurum.
Zaaf ve faziletleriyle insanı, mânâsına en uygun çapta ancak o ifade eder. Hatalar karşısında "Beşerdir şaşar" denir. Halbuki, bazen melek ona imrenir, seklini değiştirir ve onun yanına bir beşer gibi gelir. Bu beşer olmanın faziletindendir.,
Her nebi beşerdir. Onlar bu yönlerini hep bir tahdis-i nimet olarak ikrar ettiler. Ayırıcı fark vahiy gelmesidir. Çünkü beşer olmayı idrak ancak vahiyle mümkündür. Ve bu imkân sadece nebilere verilmiştir. Onlar da bu imkanın bahşettiği ölçüde, beşere, beşer olmanın şartlarını öğretmişlerdir. Ve öğrenen öğrenmiştir ki, esma aynasında kendini seyreden tek varlık beşerdir. Allah {c.c.) onu "Rahman Sureti "nde yaratmıştır. Yani o, Rahmân'a tam bir aynadır. Bu beşerin şeref sırrıdır. Onunla herhangi bir varlık olmaktan ayrılır. O hâlifedir, sultandır.
Ruh. Hz. Meryem'e beşer şeklinde getir. Araya "temessül" den perde çekilir. Ve Hz. Mesih Hz. Meryem'e böylece üflenir. Hz. Mesih ki. lâhut âleminin bağrından kopup gelen bir çığlıktır. Ses yönü, toprak yönüne ağır basmıştır. Hem geliş hem de gidiş keyfiyeti bizce bilinmemektedir. Ancak bilinen bir taraf vardır. Bazen tekvinî kanunlar, beşerin nabzına göre atmaktadır.
Cibril'in Dıhye'ye benzerliği misliyet derecesindedir. O gelişlerinin bir çoğunda, Allah Rasûlü'ne, Dıhye şeklinde gelmiştir. Sebep ve hikmeti akla karşı perdelidir. Ya Dıhye, Cibril yaradılışlıdır; ya da Cibril, Dıhye olmak istemiştir. Bu, onun için bir seçkinlik pâyesidir..
Hz. Mus'ab bir destan adamdı. Yaşadığı müddetçe yapması gereken ne varsa yaptı. Bir gün de Uhud onu bağrına aldı. O yere düşer düşmez yeni bir Mus'ab doğdu. Aksama kadar harb meydanında arslanlar gibi kükredi, düşmana korku saldı. Bir ara Allah Rasûlü ona "Mus'ab" diye bağırdı. Hayret ki Mus'ab, "Ya Rasulallah ben Mus'ab değilim" diyordu. Evet, O Mus'ab olamazdı. Çünkü Mus'ab (r.a.} hemen oracıkta, kolu kanadı kırık upuzun yatıyordu.Hz. Mus'ab şehid olmuştu. O şehid olup melekleşince, bir melek de Mus'ab'laşmak istemişti. Duası kabul edildi ve melek o şerefe erdi. Şimdi o, tepeden tırnağa Mus'ab kesilmişti..
Beşer, sinesinde nice büyükler, nice dehalar çıkardı. Ama o, kamusta herhangi bir kelime olmaktan gayri bir talepte bulunmadı. Bu sadelik ona yetiyordu ve zaten o. bütün efsununu bu sadelik ve durulukta saklıyordu.
Severim beşer kelimesini.. Mahviyeti simgelediği için. On da kibir, onda gurur ihsas eden hiçbir mânâ yoktur. O, lügata girdiği günkü saffetini muhafaza etmiştir. Varsın ondan nice devler doğmuş olsun, beşer kalma tesellisi ona yetmiştir.
Ben daima bu kelimede bir samimiyet, bir sıcaklık hissederim. O resmiyetten uzak olduğu kadar laubalilikten de uzak gelir bana. Yüzünde tebessüm görür gibiyim, ancak onda ne aşıklık ne de yılışıklık hiç görmedim. O iddiadan ve şatahattan uzaktır. Göründüğü gibi olmak veya olduğu gibi görünmek bu kelimenin öz yapısında vardır.
Beşer kelimesinde saklı ölçüye de hayranım. İfrat ve teindin her çeşidi bu kelimede erir ve dengeli hale gelir. Beşeri, beşer gibi ve beşer olarak sevmek veya öfkeyi hem kendimizin hem de muhatabımızın beşer olduğunu düşünerek dizginlemek, beşer kelimesini bir şuur haline getirmekle çok yakından alakalıdır. Böyle bir sevgide sarsıntı, ve böyle bir öfkede asla taşkınlık olmaz.
Müsamaha mânâsı da vardır onda. İnsan eşya ve hâdiseleri beşer perspektifinden değerlendirdiğinde hoşgörü ufkunun nâmütenahiliğini yakalar ve bütün değerlendirmelerini bu ılık iklimde yapar. O iklim ki onda sertlik, huşunet ve kaba kuvvet yoktur. Çünkü o iklimde beşer bütün mahremiyetiyle ortadadır. Beşerde, ego vardır, inad vardır, hırs vardır. Bunlar ise ancak hoşgörü, müsamaha ve ikna ile arıtılır.
Ve bir de adalet. Bu mânâ beşer kelimesinin ifade ettiği ölçüde, bir de kendisinde vardır adalet kelimesinin. Beşerin, diğer bir beşere sadece "beşere "sinin (derisinin) renginden dolayı üstünlüğü olamaz hükmü, "Hepiniz Ademdensiniz, Âdem de topraktandır" gerçeğine bağlanabildiği zaman, beşer, pürşer sistemlerden kurtulup, püradalet bir sisteme kavuşmuş olacaktır. Bu da yine beşerin Allah (c.c.) tarafından kendilerine verilen beşer ismini çok iyi idrâk edip. ifade ettiği mânâlara göre kendisini yönlendirmesine bağlıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, onun irade-i cüz'iyyesini kendi yaratmasına bir şart-ı âdi yapmıştır. İşte beşerin bir de böyle bir seçkinliği vardır.
Severim beser kelimesini.. Bana beşer olduğumu hatırlattığı ve beşeri bana bir beşer olarak sevdirdiği için, severim. Siz de onu sevin ve beşer olduğunuz için sevinin.
Bundan da Önemlisi beşer olduğunuza şükredin!.
İNSAN VE YÜKÜ
Terazinin bir kefesine deve olmakla yük taşımak, diğer kefesine de insan olmakla ibadet etmek konulsa ve seçme ihtiyarı bize bırakılmış olsa idi hangisini seçecektik? Elbetteki insanlığı...
O halde, deve yükünü taşırken, biz niçin ibadetimizi yapmıyoruz?
HAYATIN KIYMETİ VE GAYESİ
Hayatının son dakikalarını yaşadığını bilen bir kimseye, .bütün servetini verdiği takdirde ömrünün bir ay daha uzayabileceği söylense, elbette ki hiç tereddüt etmeden bütün servetini verecektir. Demek ki, bir ömür boyu kazanılan servet, bir ay ömre mukabil gelemiyor. O halde, hayatımızın kıymetini bu misâle göre ölçüp, ona göre değerlendireceğiz.
Bir günü dünyalara değen ve göz, kulak, dil, akıl gibi küçük bir cihazı dahi kâinatla değişilmeyen insan hayatı, elbette ki ebedî saadetin kazanılması için verilmiştir. Dünyevî işlerimiz ise beşeriyet itibariyle ferdî veya içtimaî hayatımızın devamı için yapmamız gereken birtakım faaliyetlerdir. Bu faaliyetler, hayatın gayesi olamaz.
"İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesidir"
hakikatinin işaretiyle, insanı elma ağacının başındaki bir elmaya teşbih ettiğimizde şu hakikat kendini güneş gibi gösterir: Bu meyve sadece kendini beslemek için yaratılmamıştır ve bu meyvenin ağaç Ötesi bir gayesi olacaktır.

Aynı şekilde, kâinat ağacının başında duran insanın da kainat ötesi bir gayesi olacaktır. Böyle bir insanın yaratılışının gayesi, İman-ı billâh, Mârifetullah Muhabbetullah ve Cenâb-ı Hakk'a kulluk etmek gibi ulvî maksatlardan başka ne ile izah edilebilir?
DÜNYAYA SIĞMAYAN ÎNSAN !
Farz-ı muhal olarak, bir insan Karadeniz'den çok daha büyük bir balık görse, bu balığın o denizin çok fevkinde diğer bir denize ait olduğuna derhal hükmedecektir.
Aynı şekilde, insanın istidattan da dünyaya sığmamakta ve bu dünya insanı tatmin etmemektedir. O halde bu insan balığı âhireti göstermektedir ve oraya namzeddir.
İnsandaki akıl, hafıza, göz, kulak, dil gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese ettiğimizde, terazilerden birinin tartılan şeylerden daha kıymettar olduğunu görürüz. Yani, insanın herhangi bir aletiyle kazandığı dünyevî zevk ve lezzetler, o âletin kıymetine değmiyor.
Demek ki bu teraziler yalnız bu fâni işler için verilmemiştir. O halde bunların yüzünü ebedî âleme çevirmemiz lâzımdır.
ÎNSAN KABİR YOLUYLA AHİRETE YOLCUDUR
Bir tünele girmeden önce birisi bize bu tünel arkasında mükemmel bir şehir olduğundan bahsetse, tünelden çıktığımızda hakikaten bahsedilen şehri görsek ve bu şehirde bir müddet kalsak; daha sonra şehrin öte başındaki ikinci bir tünel bize gösterilse ve bu tünel arkasında da bu şehirle kıyas kabul etmeyecek diğer bir şehrin mevcudiyetinden bahsedilse ve biz bu haberi tekzib etsek ne derece divanelik etmiş oluruz. İşte birinci şehir dünya, ikinci şehir ise âhirettir. Ana rahminden bu dünyaya gelen insan, kabir yoluyla âhirete yolcudur. Buna inanması veya inanmaması onun yolculuğuna tesir etmez. Fakat âhiretteki istasyonlar Cennet ve Cehennem olmak üzere iki tane olduğundan; bu yolculuğun hangisinde biteceğine tesir eder.
Dünya gemisi üzerinde her an seyahat eden insanın, ben âhirete gitmem, demesi ne kadar ahmakânedir. Bu gemi âhirete gitmektedir. Gitmemeye kudreti yeten var ise, buyursun aşağı insin.
EY YOLCU, DİKKAT ET!
İnsan, halife-i arz olduğu için her hareketi zaptediliyor.
Bilindiği gibi, bir başkanın seyahati esnasında basın mensupları onu adım adım takip ederek, müspet veya menfî bütün hareketlerinin, sözlerinin ve davranışlarının pozunu alıyorlar. Bu sebeble o da, her hareketine dikkat ettiği gibi, değil bir cümle, bir tek kelime dahi menfî veya lüzumsuz söz söylememeye İhtimam gösteriyor. Bununla beraber, aynı gün uçakla veya diğer vesaitle daha binlerce insan seyahat ettiği halde, onların hiçbirinin peşine gazeteciler takılmıyor.
Aynen bunun gibi, her bir insan da melekler tarafından devamlı murakabe altında tutuluyor ve bütün hareketleri ve sözleri zaptediliyor. Bu durum, hayvanat ve nebatat için söz konusu olmuyor.
İşte, mezkûr başkanın yolculuk esnasındaki hassasiyetini, bizim de bütün ömrümüz boyunca göstermemiz lâzım geliyor. Tâ ki, ahirette kendimize ait menfî tablolarla karşılaşmayalım ve onlardan hesaba çekilmeyelim.
İNSAN VE KÂİNAT
Zerrelerin insan vücuduna girmesi bir hâdise, çıkması ı ise ayrı bir hâdisedir. Aynı şekilde, insanın da bu dünyaya gelmesi bir hâdise, gitmesi de ayrı bir hâdisedir.
Zerrelerin vücudumuza gelip gitmeleri, bizim de bugün bu kâinattan gideceğimizi gösterdiği gibi; bizlerin bu kâinata gelip gitmemiz, bir gün kâinatın da vefat edeceğine işaret etmektedir.
Bir ağacın dalından kopardığımız küçük bir parçanın yanması, ağacın tamamının da yanabileceğini gösterir. Zira, yanma kabiliyeti o dala, parçası olduğu ağaçtan sirayet etmiştir. Aynı şekilde, kâinatta inhilâl ve bozulma hassesi bulunduğundan, bu hasseler kâinatın bir küçük misâl ve parçası olan insana da sirayet etmiştir.
Nitekim, kâinat, önceleri mayi halinde iken bilâhare dağlar, taşlar, topraklar ve nebatat vücud bulduğu gibi, kâinatın küçük misâli olan insan da önceleri bir damla su iken, bu bir damla mayiden azalar, kemikler ve saçlar meydana gelmiştir.
SEN DE BİR MECNUN MUSUN ?
Mecnun, gölgeye âşık olduğu için bu adı almıştır. Bu haliyle Mecnun, gökte uçan kuşun yerdeki gölgesini avlamak için hırs ile saldıran bir kediyi andırmaktadır. Dünyevî istikbâl de Cennete nisbeten bir gölgedir. Mala ve cana karşı gösterilen hırs da meratib-i mâneviye, derecat-ıkurbiyet, zâd-ı âhiret ve âmâl-i sâliha'ya nisbeten gölgeye saldırma mesabesindedir.
O halde, mecnunluk sadece Leylâ'nın Mecnun'una münhasır değildir. Gölgeye yapışan herkes mecnun olduğu gibi, bizi hakiki vazifemizden uzaklaştıran herşey de Leylâ hükmündedir.


 

elfaz

Well-known member
Cevap: Insan

Menba çok değerli bi ilim deposu...Böyle bi çalışma çok istifadeli olur bizler için inşAllah..Konularda elzem mevzular..

Yalnız biraz parça parça mı verseniz acep?Uzun olması hasebiyle okumayı 'üşengeçlik' telakki edenler olabilir sanki..Ayet, risale, pırlanta, hadis v.s gibi..Öyle başlığa tıklanıp kapatılmaması, sayfalarda kaybolmaması için bi fikir sadece..

Vesile olandan Hak razı ola..
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Insan

Menba çok değerli bi ilim deposu...Böyle bi çalışma çok istifadeli olur bizler için inşAllah..Konularda elzem mevzular..

Yalnız biraz parça parça mı verseniz acep?Uzun olması hasebiyle okumayı 'üşengeçlik' telakki edenler olabilir sanki..Ayet, risale, pırlanta, hadis v.s gibi..Öyle başlığa tıklanıp kapatılmaması, sayfalarda kaybolmaması için bi fikir sadece..

Vesile olandan Hak razı ola..
Allah razı olsun ...
İnş. en kısa zamanda isteğinizi yerine getireceğim...
Fazla zamanım olmadığı için konuyu bütün ekledim kusura bakmayın..
Selam ve dua ile...
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Cevap: Insan

Menba çok değerli bi ilim deposu...Böyle bi çalışma çok istifadeli olur bizler için inşAllah..Konularda elzem mevzular..

Yalnız biraz parça parça mı verseniz acep?Uzun olması hasebiyle okumayı 'üşengeçlik' telakki edenler olabilir sanki..Ayet, risale, pırlanta, hadis v.s gibi..Öyle başlığa tıklanıp kapatılmaması, sayfalarda kaybolmaması için bi fikir sadece..

Vesile olandan Hak razı ola..


İlim araştırana verilir . Bu nedenle kişi araştırıyorsa mutlaka okuyacakdır ümidindeyim.. Mesela bir kardeşimiz var çalışmalarını takip ediyorum kendisi bir konu hakkında bir şey araştırdımı günlerini alıyor. Uzun yaıları sesli ve görüntülü dosyaları takip ediyor..
 
Üst