Tevhid

mihrimah

Well-known member
ضَرَبَ اللّهُ مَثَلًا رَجُلًا فيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلًا سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا اَلْحَمْدُ لِلّهِ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَايَعْلَمُونَ


Zümer / 29. Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.​

قُلْ اِنَّنى هَدينى رَبّى اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ دينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكينَ


En’âm / 161. De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi.​

وَاَنْ اَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكينَ


Yunus / 1O5. "Ve (bana) hanîf (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir; sakın müşriklerden olma, diye (emredildi)."​

فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ اِلَّا الضَّلَالُ فَاَنّى تُصْرَفُونَ

Yunus / 32. İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz?​

حُنَفَاءَ لِلّهِ غَيْرَ مُشْرِكينَ بِه وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَكَاَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاءِ فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ اَوْ تَهْوى بِهِ الرّيحُ فى مَكَانٍ سَحيقٍ


Hacc / 31. Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir.​

قُلْ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحى اِلَىَّ اَنَّمَا اِلهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقيمُوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكينَ


Fussilet / 6. De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!​

وَسَْلْ مَنْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَا اَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمنِ الِهَةً يُعْبَدُونَ


Zuhruf / 45. Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?​

فَلِذلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ وَقُلْ امَنْتُ بِمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنْ كِتَابٍ وَاُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْ اَللّهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ لَنَا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَللّهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَا وَاِلَيْهِ الْمَصيرُ


Şûra / 15. İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.​
HADİS...

* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: (Bir kere) "Yâ Resûlâ'llâh, Kıyâmet gününde Sen'in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?" diye sordum. Buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten) tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ'llâh diyendir."
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurdu, dediği rivâyet edilmiştir: Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anasiyle babası onu yehûdî yâhud nâsrânî, yâhud mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tâmmü'l-a'zâ' olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü? Sonra Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh: [Habîbim! Allâh'ın insanları hakkı idrâk ve kabûle müsâid yarattığı fıtrat-ı asliyyeyi -ki, fıtrat-ı İslâmiyyedir- rehber-i hareket ittihâziyle Allâh'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyyesini şirk ile tebdîl etmek muvâfık değildir. Bu İslâm ve tevhid dîni, en doğru bir dindir] meâlindeki nazm-ı şerîfi okumuştur.
* Müseyyeb İbn-i Hazn radiya'llâhu anhümâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ebû Tâlib'e ölüm (alâmetleri) geldiği sırada ona, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl İbn-i Hişâm ile Abdullâh İbn-i Ebî Ümeyye'yi buldu. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Ebû Tâlib'e: - "Ey ammi! (Lâ ilâhe illâ'llâh) de, nezd-i Bârî'de kendisiyle sana şehâdet ve şefâat edebileceğim (bu mübârek) kelimeyi söyle!" buyurdu. Ebû Cehl ve Abdullâh İbn-i Ebî Ümeyye: - Ey Ebû Tâlib! Abdülmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin? diye men' ettiler. Resûl-i Ekrem amucasına bu kelime-i tevhîdi arza devâm ediyordu. Bu ikisi de mütemâdiyen o sözlerini tekrar eyliyorlardı. Nihâyet Ebû Tâlib bunlara söylediği son söz olarak: - "O, (yâni ben) Abdülmuttalib milleti üzredir" dedi, ve "Lâ ilâhe illâ'llâh" demekten çekindi. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: - "İyi bil amcacığım! Yemîn ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehy olunmadıkça herhalde Allâhu Teâlâ'dan senin için af ve mağfiret dilerim!" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: (âyet-i kerîmesini) inzâl buyurdu.
* Alî radiya'llâhu anh'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: (Biz bir kere) Bakî-i Garkad (kabristanında) bir cenâzede bulunduk. Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem de yanımıza gelip oturdu, biz de etrâfına oturduk. Resûl-i Ekrem'in elinde bir asâ vardı. O hazret başını eğdi. Asâsiyle yere vurmağa başladı. Sonra buyurdu ki: - Sizden hiçbir kimse ve nüfûsu mahlûkadan hiçbir nefis yoktur ki, onun (Allâhu Teâlâ tarafından) Cennet'teki ve Cehennem'deki yeri takdîr ve ta'yîn edilmemiş olsun! Onun şakî ve saîd olduğu tesbit olunmamış bulunsun! Bunun üzerine Ashâb-ı Kirâm'dan birisi dedi ki: - Öyle ise yâ Resûla'llâh! Ameli ve ibâdeti bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın takdîrine i'timâd edemez miyiz? Bizden, saâdet ehli (olması mukadder) olan her kişiyi kazâ-yı ilâhî, ehl-i saâdetin (hayır) ameline sevkeder, (kişi Cennet'e nâil olur). Yine bizden ehl-i şakâvetten (olması mukadder) olan her kişiyi de kazâ-yı İlâhî, ehl-i şakâvetin (şer) ameline sevkeder, (bu da Cehennem'e girer). Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem cevâben: - Saâdet ehline, saâdet sâhiblerinin (hayır) ameli (sevdirilerek) îfâsı kolaylaştırılır. Ehl-i şakâvete de eşkıyâ zümresinin (şer) işleri (sevdirilerek) îfâsı teshîl edilir, buyurdu. Sonra Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şu mealdeki âyet-i kerîmeyi okudu: - O kimse ki Allah hakkını verir, Allah'tan korkar, güzel kelimeyi, (Lâ ilâhe illâ'llâh) Kelime-i Tevhîd'ini tasdîk eder, muhakkak biz o kimseye hayra karşı yüsrü mûcib bir haslet müyesser kılarız. O kimse ki, hakku'llâh'a buhl edip inâyet-i ilâhiyyeden istiğnâ ve güzel kelimeyi tekzîb eder, ona da hayra karşı usrü şiddet-i mûcib bir haslet müyesser kılarız.
* Ebû Eyyûb (Hâlid İbn-i Zeyd-i Ensârî) radiya'llâhu anh'den şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kimse Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'e: Yâ Resûla'llâh! (Kendisi ile amel edince) beni Cennet'e koyacak mûteber bir ibâdet haber verseniz, diye bir niyaz ve temennîde bulunmuştu. Mecliste bulunanlardan birisi: - Buna ne oluyor ki, ne dileği var ki? diye istifsâr etmesi üzerine Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem: - Bu bir gûnâ hâcet sâhibidir, nesi olacak, buyurup sâile karşı: - Allâh'ı tevhîd edersin ve Allâh'a ibâdette hiç bir şeyi şerik kılmazsın, namaz kılar, zekât verir, sıla-i rahm edersin, diye cevab verdi.
* Ebû Mûsâ (el-Eş'arî) radiya'llâhu anh'den, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'den naklen şöyle rivâyet edilmiştir: Müslümanlarla Yehûd ve Nasârâ'nın meseli, (yâni Allâh'a ve Peygamberlerine karşı bunların vaz'iyetlerinin nazîri) bir cemâatin meseli gibidir ki, bu cemâati bir gün geceye kadar kendisine iş işlemek üzere muayyen bir ücretle bir kimse istîcâr etmiştir. Fakat bunlar günün yarısına kadar müste'cîr hisâbına çalışıp sonra: - Senin bize vermeği şart kıldığın ücrete ihtiyâcımız yoktur, işlediğimiz iş de bâtıldır, (bir ecre muâdil değildir,) demişlerdir. Müste'cîr bunlara: - Mesâînizi heder etmeyiniz, geri kalan işinizi tamamlayınız da ücretinizi kâmilen alınız! dediyse de bunlar çalışmaktan imtinâ edip terk etmişlerdir. Müste'cîr de bunlardan sonra başkalarını istîcâr edip bunlara: - Şu gününüzün geri kalan zamânını siz tamamlayınız da şunlara ücret olarak şart kıldığım ecre siz müstehak olunuz! dedi. Bu def'a bunlar çalışmağa başladılar. Tâ ikindi namazı vakti olunca bunlar da: - Şimdiye kadar işlediğimiz iş bâtıldır, (bir ecre tâbi' değildir). Bu iş senin olsun ve bu husûsta bize vermeği şart kıldığın ücret de senin olsun, dediler (çalışmadılar). Müste'cîr bunlara da: - (Öyle yapmayınız!) Geri kalan işinizi tamamlayınız (da ücretinizi alınız!): gündüzden geri kalan az bir şeydir, dediyse de bunlar da çalışmaktan imtinâ ettiler. Müste'cîr bunların bakıye-i eyyâmını ikmâl ve kendisi için çalışmak üzere bir cemâat daha istîcâr etti. Bunlar güneş gurûb edinceye kadar evvelkilerin bakıyesini tamamlıyarak çalıştılar. Ve evvelki iki kâfile amelenin ücretini istikmâl ve istîfâ ettiler. İşte bu da müslümanların ve şu (tevhîd ile nübüvvet-i Muhammediye) nûrunu kabûl edenlerin meselidir
* Ebû Zer(-i Gifârî) radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben (bir seferde) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem ile berâber bulundum. (Avdetde) Resûlullâh onu yâni Cebel-i Uhud'u görünce: - Benim için Uhud'un altın olmasını, ondan (meselâ) bir dînârın üç günden fazla yanımda beklemesini arzu etmem. (O) bir dînârı (da) ben, yalnız borç (ödemek) için hazırla (mak iste) rim, buyurdu. Sonra Resûlullâh (devâmla): - (Malca) çok (zengin) ler vardır ki, onlar, (sevabca) çok azdırlar. Meğer ki, onlar mallarını şöyle böyle (nâsa ve vücûhü birre) sarf etmiş olalar. Bu (seciyyede insa) nlarsa her halde azdır, buyurdu. Sonra Resûlullâh bana: - (Ben yanına gelinceye kadar) yerinde dur! buyurup uzak değil (şöyle yakın) gitti. Bu sırada ben bir ses işittim de Resûlullâh'ın yanına gelmek istedim. Sonra Resûlullâh'ın: ben gelinceye kadar yerinde bekle! buyurduğunu hatırladım (da vaz geçtim). Resûlullâh gelince: - Yâ Resûla'llâh! O işittiğim (ne idi?); yâhud o işittiğim ses (ne idi?) diye sordum. Resûlullâh: - Sen de (böyle bir ses) işittin mi? buyurdu. Ben de: - Evet, dedim. Resûlullâh: - Yanıma Cebrâil Aleyhi's-selâm gelmişti de bana o: - Ümmetinden her kim Allâh'a hiç bir şey'i şerîk koşmayarak (tevhîd akîdesiyle), ölürse, Cennet'e dâhil olur, dediğini hikâye buyurdu. Ben: - (Yâ Resûla'llâh!) şöyle (zinâ gibi), şöyle (sirkat gibi) bir günâh işlerse de mi? diye sordum. Resûlullâh: - Evet! diye tasdîk buyurdu.
* Abdullâh İbn-i Selâm radiya'llâhu anh'den rivâyete göre şöyle demiştir: Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem zamânında bir rü'yâ görmüştüm ve onu Resûlullâh'a arzetmiştim. (Şöyle ki:) rü'yâmda kendimi sanki bir bahçede gördüm -diyerek o bahçenin genişliğini, yeşilliğini zikretti- o bahçenin bir tarafında demir bir direk vardı. Bu direğin alt tarafı yerde, yukarısı gökte idi, yukarısında da tutunacak bir kulp, bir çenber vardı. Bana: - Haydi bu direğe çık! denildi. Ben: - Gücüm yetmez! dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi geldi. Ve arkamdan elbîsemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Ve kulpu yakaladım. Bana: Halkayı iyi tut, bırakma! diye tenbîh edildi. Bunun üzerine direğin kulpu elimde olarak uyandım, ve bu rü'yâmı Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'e arzettim. Resûlullâh (ta'bîr ederek): - Gördüğün bahçe İslâm dînidir. Direk de İslâm dîninin direği (Tevhîd) dir. O kulp da çok sağlam (olan îman) dır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzerine yaşayacaksın, (Cennetlik olacaksın!) buyurdu.
* Kinde'li Mikdâd İbn-i Amr'dan rivâyete göre -ki, müşârün-ileyh Mikdâd, Zühre oğullarının andlaşmış dostu idi ve Bedir'de hazır bulunan Ashâb'dandı- şöyle demiştir: Ben bir kere Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e: - Yâ Resûla'llâh! Şöyle bir mes'ele hakkında ne buyurulur? Ben kâfirlerden bir kişi ile karşılaşıp vuruşsam da, o, benim iki elimden birisini kılıciyle vurup koparsa, sonra benden kaçıp bir ağaca ilticâ etse de: Ben Allah için müslümân oldum: (لا اله الا اللّه) dese, ben onu tevhîd kelimesini söyledikten sonra öldürebilir miyim? dedim. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: - Hayır, onu öldürme! buyurdu. Ben: - Yâ Resûla'llâh: O, benim iki elimden birisini kesti, kopardı da tevhid kelimesini elimi kopardıktan sonra söyledi! dedim. Bunun üzerine Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: - Sakın onu öldürme! Eğer öldürürsen o, senin onu öldürmezden evvelki vaziyetindedir! (Çünkü müslümân olmuştur; kanı ma'sumdur, taarruzdan mahfuzdur). Sen de, onun söylediği tevhîd kelimesini söylemezden evvelki vaziyetindesin! (Çünkü kanın kısâs ile mubâh olmuştur.)
* Yine Enes İbn-i Mâlik'den gelen bir rivâyet tarîkında deniliyor ki: Ben dördüncü def'a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ'ya o mehâmid-i mübâreke ile hamd ü senâ edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana: - Yâ Muhammed! Başını kaldır ve söyle; sözün dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefâ'at et, şefâ'atin de kabûl olunacaktır, denilecek. Ben de: - Yâ Rab! Bana müsâ'ade buyur da Lâ ilâhe illa'llah, diyen bütün ehl-i tevhîd hakkında şefâat edeyim, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: - İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilâhe illa'llah, diyen ehl-i tevhîd'in hepsini muhakkak sûrette Cehennem'den çıkaracağım, buyuracaktır.
TEFSİR...
اِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ اِذْ اَخْرَجَهُ الَّذينَ كَفَرُوا ثَانِىَاثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِى الْغَارِ اِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِه لَاتَحْزَنْ اِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَاَنْزَلَ اللّهُ سَكينَتَهُ عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذينَ كَفَرُوا السُّفْلى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِىَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

Tevbe / 40. Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.
Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca (nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. Enfâl Sûresi'nde "O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek, yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivayet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. "Ya Resulallah, ben ölürsem, nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?" Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun, endişen niye? "Üzülme Allah bizimle beraberdir." dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir
...ün kondurmadıktan başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Resulullah'ı öldürmek maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Resulullah'ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir'in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli günlerdi Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler... Ve öyle bir zamanda bile Resulullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah kesinlikle bizimledir." dediği anlar Ve işte böyle bir anda bile Resulullah'ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir Sonra öyle kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsun Sıddık'ın kalbindeki sadakat ve iman u nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman Ve o anda hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Resulünü böylesine müşkül durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o durumlardan kurtarıp Mekke'nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı, onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır oldu halbuki Allah'ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), "Allah'dan başka tapacak yoktur." sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu yok edilmez, kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın dinine yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir.
PIRLANTA SERİSİ...
KÂİNATTA PLANSIZ HİÇBİR İCRAAT YOKTUR
Kâinatın en uzak köşelerinden Dünya'mıza kadar, en büyük galeksilerden Ay'ımıza kadar hesapsız ve nizamsız hiçbir şey yoktur. Herşeyde, her hadisede, her icraatta bir plan ve hesap vardır. Yapılan tetkikler ve araştırmalar da kâinatta derin bir hendese ve hesabın hâkim olduğu kanaatini vermektedir. Kim, hangi nazarla bakarsa baksın bunu müşahade edecektir.
Mesela, hendese ile uğraşanlar, kendi perspektifleriyle bakıp, istedikleri yerlere nazarlarını dikip, istedikleri noktayı ele alsınlar. Nerede olursa olsun, heryerde hendesî ölçüler ve şekiller göreceklerdir. Şuuraltlarındaki üçgenlerin, dörtgenlerin, helezonların, elipslerin veya sarmalların her çeşidi ve boyutu ile karşılaşacaklardır.
Mesela, matematikle uğraşanlar, içinde bulunduğumuz Güneş sistemini ele alsalar; en yakınındakinden en uzağındakine, bütün gezegenler arasındaki mesafeleri ölçseler, bu mesafeler arasında sabit oranlar, formüle edebilecekleri bağlantılar arasalar, sadece birbirleriyle değil, bütün kâinatla alakalı formüller, oranlar ve bağıntılar bulacaklardır.
Araştırmacılar, yaptıkları bir araştırmada, Mars ile Jüpiter arasındaki bilinen mesafenin belirli oranlara ve formüllere uygun gelmediğini görünce şaşkına dönmüşlerdi. Fakat, ondokuzuncu asrın başlarından yirminci asrın başlarına kadar geçen zaman içinde, bu iki gezegen arasında binden fazla meteoridin, belirli bir yörünge ile gezdiğini görünce "Burada ayrı bir hesap vardır. Bilemediğimiz bir oran, bir formül vardır. Bunu da zamanla tesbit edebiliriz" dediler.
Biz burada, meselelere birer kapı açıyor, tefekkür ufkunda bir ışık yakıyoruz. Kâinatın geniş sayfalarındaki Allah'a ait ma'nâların, ma'rifet üsareleri halinde damlamasına, cazibe ve cezbenin Allah muhabbeti ma'nâsını taşımasına, O'na ait malûmatların birer çekirdek ve nüve hâlinde takdim edilmesine -kametine uygun ifade edilemese bile- gayret ediyoruz. Onun için, Allah'ın yarattığı herşeyde bir hesap ve nizam olduğuna misaller veriyor, bundan ötesini tefekkür ufkunuza havale ediyoruz.
SEBEPLER ve TABİAT KANUNLARI YARATICI OLABİLİR Mİ?
Burada, yanlış kanaatler neticesinde revaç bulan mesnetsiz ve çürük iki anlayış üzerinde duracağız. Eşyayı sebeblere vererek "sebebler yarattı" diyenler ile fen adına ortaya çıkıp Cenâb-ı Hakk'ın icraatını "tabiat kanunları"na vererek Allah'ı inkara yeltenenlere sille-i te'dib de bulanacağız.
"Eşyayı sebebler yarattı" denilerek herşeyin bir meçhule bağlanması ilim adamı işlenen böyle bir cinayetin ifadesidir. Maalesef bu, kendini ilim adama sayan bir kısım insanlar nazarında da rağbet ve revaç bulmuştur. Hâlâ böyle bir muhal ve hurafenin tesirinde kalan bu insanlara Cenâb-ı Hakk'ın varlığını anlatmak, sebeblerin Allah'a ayine olduklarını göstermek lazımdır.
Meydana gelen herşeyin bir kısım sebeblere bağlı olduğunu görmekteyiz. Çiçeklerin tebessüm etmesi için yağmurun yağması, güneşin şualar neşretmesi, rüzgarın esmesi, toprağın tavına gelmesi, mevsimlerin değişmesi, yeryüzünün bütün gezegenler ile tenasüb içinde bulunması gibi sebeplerin içtimaı gerekmektedir. Ama bu sebebler gerçekten bir çiçeği yaratabilecek, ondaki revnekdar hayatı varedebilecek kabiliyet ve kudrette midirler? Üzerinde asıl durulacak ve düşünülecek nokta budur.
İnsanın ve diğer canlıların yaratılışını bir kısım sebeblere bağlayanlar: "Daha önce şöyle olmuştur, sonra anne ile babanın izdivacı, sonra döllenmeler, üremeler ve türemeler vuku bulmuştur..." gibi şeyler söylerler. Bir çocuğun yaratılışını, karanlıklar ve bilinmezler içindeki spermin yumurtaya ulaşmasını, yumartanın döllenmeye hazır hâle gelip beklemesini, ceninin kan ve fışkı arasında ışıksız, havasız bir ortamda beslenmesini, doğum vakti gelince en uygun pozisyonu almasını ve diğer gelişmeleri annenin meşimenine verirler. Üstelik Cenâb-ı Hakk'ın mümtaz ve antika bir sanatı olarak kıymet ve değerini ancak O'nun bildiği ve ahsen-i takvim suretinde yarattığı insanın yaratılışını, bir kadın ile erkeğin şehevî hislerinin tatminine bağlayarak, onu sefil arzuların semeresi olarak mütalaa ederler.
Resûl-ü Ekrem'in huzuruna gelen dağdan inmiş, baldırı çıplak bir bedevi şöyle diyordu: "Bir yerdeki deve pisliği, oradan devenin geçtiğine delalet etmez mi? Bir yerdeki ayak izi, orada yürüyen birisinin mevcudiyetine delalet etmez mi? Sema burç burç nizam içinde, yıldızlar ve güneşler ahenkle hareket etmekte, yeryüzü vadi vadi insanlığın ihtiyaçlarına hitab edip cevap vermekte... Bütün bunlar, herşeyi yaratan ve herşeyi bilen Alîm ve Hakîm bir Allah'ın varlığına delalet etmez mi?"(32) O baldırı çıplak bedevi, laboratuar tahlilleriyle bile Cenâb-ı Hakk'ın varlığını ve azametini göremeyen gafil ilim adamlarından daha ileriye gitmiş, esbab perdesini yırtmış, sebeplerin neticesine varıp Allah'ı bulmuş, idrak sahibi bir insandı.
Hayatın ve yaratılışın hiçbir sebebe bağlanamayacağını, "Hayat sırrı"nı izah ederken arzetmiştim. Hayat ve yaratılış bir muammadır ama, ötesinde bulunan mübeyyin kudret izleri ile müzeyyen bir muamma. Ve o muammayı çözmek, bahsi geçen bedevinin bakışı ve anlayışı içinde bakmakla mümkündür. Böylece kâinattaki çeşit çeşit eserler, çok çeşitli izler ve yollar görülecek, bilinecek, kör, şuursuz ve ma'nâsız şeylere bağlanılmayacaktır.
EŞYA BİRBİRİNE HEM MAHKUM HEM DE HAKİM OLABİLİR Mİ?
Her varlık çeşitli atomlardan mürekkeptir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bu atomlar, kâinattaki umumi aşk, cezbe ve incizabdan nasibdar olarak birbirleri etrafında vecd ile döner, birleşir, kendilerinden büyük varlıkları meydana getirmeye çalışırlar. İnsanların ve diğer mahlûkatın vücudunu teşkil eden bu atomlar şuursuz ve cansızdırlar. Hâttâ atomun parçalanıp enerji hâline gelmesi, maddenin kaybolması durumu " Atom madde midir, değil midir?" istifahamını da karşımıza çıkarmıştır. Buna rağmen, mahiyeti tam olarak bilinemeyen, "Madde mi, değil mi?" tartışması yapılan atomda ruh, can ve hayatîyet aranması, hele ruhu, canı ve hayatı verebileceğinin düşünülmesi hangi aklın ve mantığın tezahürüdür?
Bütün vücutlar, batbata vererek bir kubbe meydana getiren tatlar gibi birbirine dayanan atomların teşkil ettiği uzuvlardan meydana gelmiştir. Eğer, Allah'ı kabul etmez, bütün uzuvlar ile vücutları O'nun yaratıcılığına vermezsek; adeta, birlikte uzuvlar teşkil eden atomların hem emredip hem de itaat ederek, hem hâkim hem de mahkûm durumunda olduklarını kabul etmemiz gerekecektir. Herhangi bir atom diğerine: "Gel, yanyana duralım, başbaşa verelim. Sen altta kal ben üste çıkayım. Şöyle bir varlık meydana getirelim." gibi şeyler diyecektir. Veya aynı şeyleri başka bir atom söyleyecektir. Hangisi böyle şeyler dese, diğerleri ona itaat edecek, karşı koymadan kabul edecektir. Birbirinin emsali ve aynısı olan şeyler, yine birbirinin hâkimi ve mahkûmu olacaklardır. Aynı zamanda, her atom kâinattaki bütün dengelere, kanunlara ve şartlara uygun olarak istedikleri uzvu, istedikleri canlıyı meydana getirebilecek sonsuz ilme, iradeye ve ihataya sahip olacakdır.
Bu durumda, eğer, Allah'ın ilmi, iradesi ve kudreti inkar edilip, birbirinin aynı ve emsali şeylerin hem hâkim hem de mahkûm olabileceği kabul edilse bile; her zerreye Eflatun kadar akıl, Aristo kadar muhakeme ve çağları aşan dâhilerinki kadar deha vermek gerekecektir. Bu ise Cenâb-ı Hakk'a layık görülmeyip, O'na verilmeyen kudret, irâde, ilim ve hikmetin şuursuz, ruhsuz ve cansız atomlara layık görülmesi demektir. Böyle bir muhal elbette irâde, ilim ve şuurdan mahrum akılsızlara layık bir iddiadır.
Mesela, parmağınızın ucuna bakın. Oradaki başbaşa vermiş milyarlarca atom, adeta bir kubbeyi meydana getiren taşlar gibidir. Parmağı teşkil eden kemik, tırnak, kılcal damarlar, sinirler vs. hepsi de atomların birleşmesiyle meydana gelmişlerdir. Aynı zamanda kâlbinizdeki ve beyninizdeki bir kısım atomlar müstesna, -onlarda molekül halinde değişir- vücudunuzun tamamı değişmektedir. Bütün insanlar her an değişmekte ve üç-dört senede tamamen başka bir vücuda sahip olmaktadırlar.
İşte bedeninizi teşkil eden atomlar, çeşitli yollarla ayrılıp yerlerini yeni gelenlere bırakırken, çok hassas bir hesap ve plana uygun olarak hareket ederler. Öyle ki, kulağınız veya bir başka uzvunuz hiç bir zaman olduğundan küçük veya büyük hâle gelmez. Gözlerinizin rengi, çenenizin şekli, kaşlarınızın kavsi değişmez. Hastalık ve maraz belirtisi olan arızalar müstesna, vücudunuzun herhangi bir yerinde şişlikler veya yarıklar meydana gelmez. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve irâdesine ait plana göre teşkil edilen hücreler ve atomlar hadlerini aşmaya kalksalar "Dur! Hududun burasıdır. Buradan ileriye geçemezsin!" emriyle karşılaşırlar. İlmî, şuurî, iktidarî ve irâdî bir sevk ile tedvir ve tedbir edilirler.
FARKLILIKLAR ve ZITLIKLARA RAĞMEN UYGUNLUK NASIL OLUYOR?
Yaratılan herşeyde, hâttâ zıtların biraraya gelmesinde bile, birbiriyle uygunluk görülmektedir. Vücudumuzun fizyolojik, anatomik ve ruhî yapılanışı ile yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar ve galaksilerin yapılanışı arasında hiçbir aykırılık yoktur. Herhangi bir aykırılık mevzu bahis olsaydı, nebatlardan, hayvanlardan ve aslî unsurlardan istifade ile ihtiyaçlarımızı temin edemeyecek, böylece hayatımızı idame ettiremeyecek, mahvolup gidecektik. Cenâb-ı Hakk birbirinin zıddı şeyleri hayatîyetimize mastar yapmakta, onlar arasındaki mübayenetle hayata ayrı bir neşve katmaktadır. Artı ve eksi kutupların zıtlarını çekip, aynılarını itmesi veya erkek ile dişinin birbiriyle alakası gibi münasebetlerin yanında, insan ile nebat arasındaki tatlı alışveriş gibi... Nebatat ile insanların, biri oksijen alıp karbondioksit verirken, diğerinin karbondioksit alıp oksijen vermesi... Adeta, ellerinde bulunan emtiayı takas ederek ticaret yapmalarını, arz ve talepleri ile yeryüzündeki hayatın devamına vesile olmalarını Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve irâdesine vermediğimiz takdirde, cansız ve şuursuz atomlara yaratıcılık vermemiz gerekecektir ki, bu yüz derece akılsızlığı gösterecek bir hurafedir, deliliktir.
Diğer bir nokta da şudur: Her varlık zamanla çeşitli suretlere girer, hergün ayrı bir şekil alır. Bazı canlılar saniyede, bazıları günde, bazıları ayda, bazıları da yılda birkaç defa değişir, farklı suretlere girerler. İşte bunlar her bir şekil, tavır ve suret için ayrı ayrı modeller ve kalıplar ister. Siz, bezlere sarılmış bir bebek, sokaklarda oynayan bir çocuk veya arzularının itişi ile sağa-sola koşan bir delikanlı iken, ayrı ayrı tavırlar ve kalıplar içinde bulunursunuz. Kudret ve İrâde elinin ahirette göstereceği filimlere, her anınız, ayrı ayrı şekiller ve pozlar olarak kaybedilmektedir. İşte bu tavırların hepsi aslî hüviyetini kaybetmeyen ayrı kalıplar ister ki, herhangi bir tavır ve hareketinizin akabinde kafanızın duruşu, vücudunuzun endamı, iç organlarınızın şekli ile ahlak, huy ve karekterinizde kalıcı değişmeler olmasın.
İlim adamları karakter, manevî yapı ve maddî sima gibi hususiyetlerin kromozonlar tarafından taşındığını ve nesilden nesile aktarıldığını söyleyerek, herşeyi onlara bağlıyorlar. Ama tamamen maddeden müteşekkil ve değişmeye mahkum olan kromozonlar bu işi nasıl yapabilirler? Bütün hususiyetlerini, şifrelerini ve sırlarını kendi yerlerine geçen zerelere bırakmaya ve değişmeye mecbur iken nasıl oluyor da hiçbirşeyi karıştırmadan aktarabiliyorlar? Hangi sırla karekteristik yapılar değişmiyor, fizyonomiler bozulmuyor da uzuvlar kemal buluyor?
Hâlbuki mütemadi değişmeler var. Yenilen şeyler, teneffüs edilen hava, içilen sular, dışarıya atılan şeylerle yer değiştirirken; aslî unsurların hiç değişmemesi ve bozulmaması gösteriyor ki, eşya var edilmeden evvel bir hesap ve hendeseye tâbi tutulmuş, o planlar ve kanunlara göre Âlem-i şehadete gönderilmiştir. Böylece hiçbir karışıklık ve hecr-ü merç meydana gelmemiş, âlemler birbiriyle çekişmemiştir.
Mesela, Allah bir ağacı yaratırken, ona öyle bir mahiyet vermiştir ki, güneşin yakıcı şualarına maruz kaldığı hâlde zarar görmez, bilakis özümleme yaparak gelişmesini temin eder. O ağaca böyle bir karakter verilmeseydi, kavurucu güneş şuaları altında hayatîyetini devam ettiremeyecekti. Keza suda bulunan erimiş ve havada gaz hâlinde bulunan oksijen ile bunlara göre yaratılmış kara ve deniz hayvanlarının ciğerleri, solungaçları ve bunun gibi binlerce misal...
Sizi, binlerce koridora açılan bir kapıdan girmeye mecbur etseler. Geçeceğiniz o koridorların herbirinin adab, usul ve kanunları farklı; giyeceğiniz kıyafetler, yiyeceğiniz şeyler ve alacağınız tavırlar değişik; giriş-çıkış şekilleri, yürüme ve durma tarzları, kapıları açıp-kapama usulleri vs. hepsi ayrı ayrı olsa, siz, hiçbir bilgi ve tecrübeniz olmadan; muhakeme, irade ve insiyatiften mahrum olarak o koridorlara itilseniz, herşeye rağmen bir baştan girip öbür başa kadar, bütün usul ve kaidelere riayet ederek geçip, hiç hata yapmadan öbür taraftan çıkabilir misiniz? Böyle bir teyin vukuu dütünülebilir mi?
Bütün mahluklar, hususiyle Ahsen-i takvim sırrına mazhar olan insan ruhî, bedenî, şehevî gadabî ve aklî yapısı, melekiyete ve şeytaniyete ait yönleriyle her an başka bir koridora, farklı bir Labirente girmekte, kendileri için meçhul olan mukadder ve muhakkak neticeye doğru, her şart ve duruma göre tavır ve şekil alırken aslî hüviyetlerini muhafaza etmektedirler. İşte bu hâl ve keyfiyet, Allah'ın siyanet bulutu hâlinde bütün eşyayı ihata eden mutlak ilmine, irâdesine ve mevcudiyetine delalet eder: "Allah vardır! Bütün sebebleri, sebeblerin de sebeblerini yaratan Müsebbib-ül Esbab O'dur." der.
TABİAT NEDİR?
"Kâinat nasıl meydana geldi?" sorusunu sorduğumuzda bazıları hiç düşünmeden: "Tabiat yarattı" derler. Biz sorulara devam edip "Tabiat nedir? Şu ağaçlar, kuşlar, sularda oynaşan balıklar, kulaklarımızda yankılanan cıvıltılar nedir?" dediğimizde de: "Bunların hepsi tabiattır. Tabiat kanunlarıdır" diyeceklerdir. "Pekala insanlar, hayvanlar ve diğer varlıklar nasıl meydana geldi?" sorumuza da "Tabiat yarattı" şeklinde cevap vereceklerdir. Nedir bu muamma? Nedir bu heyula? Nedir bu tabiat?
Ledünniyata karşı olup, hikmetlere göz kapayan ilim bilmezler Kant'a kızarlar, Kant eşyayı "nomen-fenomen" şeklinde ikiye ayırmıştır. -Kant'ın düşüncesinin isabetliliği veya isabetsizliğini burada tartışmıyacağız- Buna bizim dilimizde "Şehadet âlemi- Gâyb âlemi" veya "mülk-melekut" denilmektedir. Eşyanın mülk tarafı yani Şehadet âlemi, gözle görülen varlık alemi ile onların tâbi olduğu ahval ve asardır. Melekut, yani gayb âlemi, hayat mekanizmasını harekete geçiren illetler, hikmetler âlemidir. Maddecilerin Kant'a kızmalarının sebebi ise inkar ettikleri madde dışı âlemi kabul etmesidir.
Tabiat, lugat ma’nâsıyla seciye, ahlak demektir. Maddecilerin anladıkları ma'nâ ise, madenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, sistemler, vs. herşeydir. Onların anladıkları gibi, tabiat eşyanın kendisi ise "Kâinatı kim yarattı? İnsanı kim yarattı?" sorularına "Tabiat yarattı" cevabını vermekle, "Tabiatı tabiat yarattı. Yeryüzünü yeryüzü yarattı. Taşlar, ağaçlar, kuşlar, insanlar, atomlar, galaksiler, herşey kendi kendini yarattı" demiş olmaktadırlar. Bu ise garipliğin, acaibliğin ve tenakuzun tezahürü olan bir safsatadır.
Eğer, tabiat demekle eşyanın bir kısmı hususiyetlerini, hâllerini ve vasıflarını kastederek, sıcaklık-soğukluk, çekme-itme, artı-eksi vb. gibi eşyanın arizî hallerini söylemek istiyorlarsa, biz soracağız: "Kromozonları ve taşıdıkları şifreleri kim yarattı? Karakterler, renkler, huylar vb. hususiyetleri kim verdi?" Onlar da, eşyayı vasıflarının yarattığı cevabını vererek yine gülünç duruma düşeceklerdir. Biraz iz'anları ve mantıkları kalmışsa, hiçbir cevap vermeyeceklerdir. Zira böyle birşeyi kabul etmek: "O şeyi vasıfları yarattı. İlim alimi, sanat sanatkarı, resim ressamı yarattı" demek gibidir.
Toprağa düşen bir tohum, Allah'ın icraatına perde olan nemi ve sıcaklığı da neşv ü nemasına uygun bulunca ukde-i hayatisini salıverir, başını yukarılara uzatıp hava, köklerini aşağılara bırakıp gıda alır. Şimdi tabiatçılara sorsak: "Çekirdek çatladı, kök saldı, filiz verdi. Bu iş nasıl oldu? Kendi kendine mi oldu? Su, hava veya toprak mı yaptı? Tohumdaki ukde-i hayatiye nereden geldi?" Birbirine bağlı, müteselsil yüzlerce, binlerce soru... Tohumun meydana gelmesine ve onun yeşermesine sebeb olan herşey için bir başka sebeb, o sebeb için de başka bir sebeb arayan sorular zinciri ard arda gelir. "Onu kim yaptı? O dediğinin sebebi ne? Bu nasıl oldu? Şu neden öyle? O niye böyle?" gibi mütemadi devam eden sorular...
Mekanik sistemlerle hareket eden bir otomobile bakınız. Onun hareketinin bir kısım şeylere bağlı olduğunu görürsünüz. Deposuna konulan benzini gaz pedalının püskürtmesi, bujilerin ateşlemesi, ateşlemeyi yanmanın takib etmesi, hararetin harekete dönüşmesi, hareketin tekerleklere intikali ve otomobilin uçarcasına gitmesi... Bütün bunlar, o mekaniğin vasıfları, hususiyetleridir. Bu durumda "Benzine yanma kabiliyetini veren, pulvarize olabilmesini öğreten kimdir? Ateşlenen benzin ile ısınan hava pistonları itmeyi nereden öğrenmiştir? Mekanikî itmenin-çekmenin, dairevî hareketlerin sistematiğini ortaya koyan kimdir?" gibi sorulara: "Bu mekaniği meydana getiren benzinin yanma kabiliyetidir, havanın genleşme kabiliyetidir vs." denilemeyecektir. Çünkü bunlar birer hususiyet ve vasıftır. Vasıflar, hususiyetler ve sıfatlar zata tesir edemez.
Binaenaleyh bugün moda hâline getirilip, "Herşeyi yaratan doğa kanunlarıdır, tabiattır" denilerek, neslimize empoze edilen düşünce asılsız ve esassız, gülünç birşeydir. Eşyanın varlığını doğa ve tabiat denen şeye havale etmenin kıymet-i ilmiyesi olmamakla beraber, ahmaklık ve akılsızlık alameti olarak farklı bir değeri vardır.
Hulusa, eşya vardır, nizamlı ve hikmetlidir, her parçasında, her zerresinde Cenâb-ı Hakk'a ait ma'nâlar gizlidir. Sebeblerin tesir-i hakikileri yoktur. Tabiat kanunları denilen şeyler mahiyetleri meçhul bir kısım arizî vasıflardır. Çekme-itme kanunu, yerçekimi kanunu kılcallık ve sair tabiat kanunları mahiyetleri anlaşılamayan ama rizayi hesaplarla formüle edilmeye çalışılan birer nam, birer addır.
Yerinde kullanılmayan ilim dallarıyla neslimize dalalet ve sapıklık enjekte edilmeye, şüphe ve tereddüt tohumları ile kâlb ve ruhlarının bozulmasına çalışılmakta olan günümüzde bu mevzuda yapılacak her araştırma ve tahkik, Allah'ın ma'rifeti ile ilimlerde terakkiyi temin edecektir. Kâlbimizi îman ziyasıyla tezyin edecek, her adımla ölmezliğimizin, yokluğa atılmayışımızın bahtiyarlığı ve saadeti ile sermest olacağız. Böylesine bir îman anlayışına yükseldikten sonra Allah'ın tevfik ve inayeti ile aşamayacağımız hendek, geçemediğimiz vadi kalmayacaktır.
Resûl-ü Ekrem, insanların himmet ve gayretlerini tahkiksiz, araştırmasız, teemmülsüz ve tetkiksiz olarak birşeye bağlamalarından kurtararak, Cenâb-ı Hakk'a bağlamıştır. Tetkik, teemmül ve tefekkür neticesinde elde edilecek tahkiki îmanın yolunu göstermiştir. Bundan ötürüdür ki, hakiki îmanı elde etmiş mü'minler kâinattaki bütün hadiseler aleyhlerine dönse bile sarsılmaz, mukavemet ederler.
Cenâb-ı Hakk bizlere basiret ve ma'rifet ihsan etsin. Herşeyde O'nun varlığını ve birliğini müşahade edelim. Tefekkür, araştırma ve tahkik yoluna girerek, taklidî îmandan kurtulup, O'na îmanımızı artıralım. Amin...
LABORATUARDA CANLI YARATILABİLİR Mİ?
Bir mahlûkun, bir tek sıfatının değişebilmesi için, -Buton'un hesaplarına göre- bir milyon neslin geçmesi lazımdır. Yani burnunuzun şeklinin veya kulağınızın yerinin değişmesi için bir milyon neslin geçmesi gerekir.
Drosophila adındaki bir çeşit meyve sineği laboratuara alınarak, üzerinde denemeler yapıldı. Çeşitli kimyasal maddeler enjekte edilmesi sonucunda kısmî değişiklikler meydana getirildi. Ama bu değişiklik, kanatlarının biraz kıvrılması, biraz daha çirkin ve anormal hâle gelmesiydi. Bunun üzerine, sevinçle: "Tamam! Canlıları bazı müdahalelerle değiştirmek mümkündür. İşte biz bunu başardık." dediler. Hâlbuki, istatistikler bu tür çalışmaların neticesinde, yüzde seksen oranındaki sineğin yapısının bozulduğunu, çirkinleştiğini ve hiçbir şekilde, daha güzel gelişmiş bir forma gelmediğini ortaya koyuyordu. Geriye kalan yüzde yirmisi ise, daha gelişmiş bir formda oluyorlar ancak kısa zamanda ölüyorlardı. En mühim problem ise, gelişmiş formların yeni nesillere aktarılamamasıydı. Neticede kendileri de tatmin olmadılar yine mağlub, yine müzmehil kaldılar. (29)
Mağlubiyete doymayıp, Allah'ı inkar için başka vesile ve vasıtalar araştırdılar. Sonra da, yeni bir iddia ile ortaya çıkıp: "Geçmiş zamanlardaki atların beş tırnağı varken, zaman ile, bu tırnaklar azaldı ve bugünün tek tırnaklı atları meydana geldi. Demek ki muhit ve ihtiyaçlar, zamanla değişiklikleri, tekamülleri meydana getiriyor. İnsan da başka bir varlıktı, zamanla değişip bu hâle geldi" dediler.
Bir lahza durup, düşünelim. Bunu yapan ve yaratan Allah olduktan sonra, tek tırnaklı olan at beş tırnaklı olsa veya beş tırnaklı at tek tırnaklı olsa ne farkeder? Allah, dilediğince yaratır, dilediği gibi yaşatır. Ama işin aslı böyle değil. Tekamülcülerin dediği gibi hiç değil.
Evveliyetle, bildiğimiz atların ceddi kabul edilecek tek tırnaklı bir at neslinin geçmiş zamanlarda yaşadığı katiyetle iddia edilemez. Ayrıca, insanın atası olduğunu söyledikleri maymunun, tekamül ederek insan hâline gelebileceğini ispat edebilmek için öne sürülen bu delil mantıkî değildir. "Beş tırnaklı at, tek tırnaklı at hâline geldi" demek, her hangi bir hayvanın at hâline gelmesi demek değildir. Aynı hayvanın bir vasfının değişmesi, beş tırnağının, tek tırnak hâline gelmesi demektir.
İddialarına mantıklı bir izah getirebilmeleri için, geçmiş devirlerde yaşayan herhangi bir hayvanın at hâline geldiğini isbat etmeleri gerekmez miydi? Tekamüle delil olarak ortaya çıkardıkları, atın tırnaklarının azalması küllî bir değişmeye misal teşkil edemez. Eğer, gerçekten, herhangi bir hayvanın tekamül edip at hâline geldiğini isbat ederek, insanın da başka bir mahlûktan tekamül edebileceğini söyleselerdi; biz de o zaman, belki inanır: "Tekamül varmış, oluyormuş" derdik. -haşa ve kella- Ama küllî bir tekamüle, vasıflarda meydana geldiği iddia edilen cüz'î bir değişmenin misal olabileceğini bile kabul etsek. Beş tırnaklı bir atın, tek tırnaklı hâle gelebilmesi için elli milyon senenin geçmesini beklememiz gerekecektir. Kendi hesaplarına göre de, hayatın başlangıncından bugüne kadar geçen süre bu tırnakların değişmesine yetmeyecektir. O hâlde, bir atın tırnaklarının değişmesine bile yetmeyen zaman, bir maymunun insan hâline gelmesine nasıl yetecek ki!?
Bir diğer husus, beş tırnaklı at ile tek tırnaklı at arasında, birbirini bağlaması gereker milyonlarca ara nesilden ancak beş nesli sayabilmeleridir. Sadece dört tırnaklı, üç tırnaklı ve iki tırnaklı at formlarını misal verirler. Sanki bir gece önceki beş tırnaklı at, sabaha kadar dört tırnaklı hâle gelmiş. Bir başka gün, bir tırnağı daha düşmüş. İleriki günlerde veya gecelerde de diğer iki tırnak düşüvermiş ve tek tırnaklı at arz-ı endam etmiş. Buton'un tesbitine göre, bir sıfatın değişmesi için gerekli olan bir milyon ara nesil nerededir? Meçhul... İşte bu iddianın da kıymet-i harbiyesi.(30)
Kimya ve fizik laboratuvarlarında canlı yaratma sevdasına düştüklerinde de, benzeri gülünç durumlara düştüler. Maddenin terkip ve tahlilleri neticesinde canlı var etmeye uğraşanlardan Ruslar, yirmi sene çalıştıktan sonra 1962'de gazetelere de yansıyan şekliyle aynen şöyle dediler: "Biz şu kanaata vardık ki, kimya ile fizik ile fizikoşimik ile canlı varetmeye, labaratuarda bu işe muvaffak olmaya imkan yoktur. Varolan canlı başka bir elle varolmuttur."
Neticede, böyle safsata ve hezeyanları duyup, gördükçe kâinatın her vechesinde, binlerce dil ile: "Allah herşeyin yaratıcısıdır. Herşeyin dizgini O'nun elindedir. Başka bir sebeb veya şey O'nun mülkünde tasarruf edemez." hakikatının velvelelerle haykırıldığını duymanın ve o cılız iddiaların, bu velveleler arasında boğuluşunu görmenin hazzına eriyoruz.
RİSALE...
TEVHİD KİME AİT
Her yapan, eserinin üzerine kendisine ait olduğunu göstermek için adını yazar. Bir şeyin kime ait olduğu iki türlü bilinir.
Birincisi, uzaktan uzağa ve cahilanedir ki, "Bu kadar şeyin sahibi olsa olsa o olabilir." şeklinde bir bilmedir. Böyle bir bilmede şüphesizlik yoktur. Yakınlık kazanılmamıştır. Tanıma azdır. Bilgi kulaktan dolma ve sevk iledir. 'Acaba' ya açıktır.
İkincisi, hakikî bilmedir ki, onda şüphenin zerresi olmadığı gibi, sevk değil tasdiktir. Böyle bir hale eren insan her eserin üzerinde müessirin taklit edilmez mührünü okur. 'Bu ona aittir, işte her parçasında adı silinmez kalemle yazıyor.' der. Sağdan soldan esen şüphe fırtınalarından, günahkarlık psikolojisinden gelen reddiyelerden etkilenmez. Aklı ve kalbi her zaman hakikate açıktır.
Mesela, 'Yüzlerce tırın taşıdığı bu kadar bisküvi ancak şuna aittir." dese bir insan, desiseciler tek tek bisküvilerin üzerindeki isimleri okumadığı için onu yanıltabilir. Fakat, değil tırın kapağını açmak, en küçük paketçiği bile açan bir insanı yedi düvel gelse kanaatinden şaşırtamaz.
Aynen misaldeki gibi, Allah'ı bilme de iki türlüdür. Birincisi, amiyanedir, taklididir ki, Bu kadar mevcudat sonsuz güç sahibi birisine aittir şeklindeki bir imandır. Diğeri, hakikî imandır ki, onda marifet-i İlahî, yani; her eserin üzerine Allah'ın koyduğu mührü görme, esmayı okuma vardır.
Yaratıcıyı inkar etmemek, Kur'an'ın, kâinatın ve Efendimizin (sav) tarif ettiği Allah'a iman etmek değildir. İman başka, inkar etmemek başkadır. (22.Söz 2Makam)

AYASOFYA'NIN KUBBESİ
Ayasofya'nın kubbesindeki taşlar, eğer mimarın emrine ve sanatına tabi olmazlarsa, her bir taşın Mimar Sinan kadar dülgerlik sanatına maharetli olması gerekir. Ayrıca, düşmemek için omuz omuza verdiklerinden, her biri, diğerine "Gel beraber omuz omuza vereceğiz." diye emir verecek kadar hakim olmalıdır. Aynı zamanda ona muhtaç olduğundan mahkumdur.
Öyle de, Ayasofya'nın kubbesinden bin defa daha sanatlı ve maksatlı olan zerreler, Allah'a verilmez ise, her birinde Sani-i Kâinat kadar vasıf bulunmalıdır.
Öyle bir tek Zat'ı kabul etmeyen adamın, o Zat'ın kudretinin kör zerreler adedince olmasını kabul etmesi ne kadar ahmakçadır. (30.Söz 2.Maksat 2.Nokta)

MAHLUKATIN EŞREFİ İNSAN
Bütün varlıkların etrafında pervane edildiği insan, açıkça görülmektedir ki, mahlukatın en şereflisi, iradesi ve tasarrufu en geniş olanıdır. İnsanın ise ilk akla gelen ve en kolay görünen fiilleri, yemesi, konuşması ve düşünmesidir. Halbuki, yemek, konuşmak ve düşünmek, binlerce hikmetli icraatın neticesidir. Mesela, yiyeceğin sindiriminden hücrelere gıda olmasına, oradan insan yapısına yerleşmesine kadar ki muhteşem icraatta, insanın iradesine bırakılan sadece ağzına konulan dişleri hareket ettirip çiğnemesidir. Konuşmak icraatında yaptığı ancak, harflerin kalıplarına havayı sokup çıkarmasıdır. Halbuki, ağzında bir çekirdek gibi duran kelime, bir ağaç gibi milyonlarca aynı kelimeyi meyve verir, milyonlarca vasıta ile dinleyicilerin kulağına gönderilir. Bu misali ağaca insanın hayalinin eli bile ancak yetişirken, meydana getirilmesinde ne aklının eli ve ne de iradesi yetişebilir. Havadaki zerrelere o kelimeler söylettirilmese, hangi akıl onları konuşturup insanlar adedince dili onlara öğretebilir?
Demek, mahlukatın en eşrefinin icatta eli bu kadar bağlı ise, cansızların ve şuursuz behimî varlıkların, şuurlu gibi görünen icraatlarında tasarruftan yoktur. (32.SÖZ 2.Mevkıf l.Maksat)


BİR ŞEYE RAB OLMAK
Bütün tabiat perestler adına bir hayalî şahsı tasavvur edelim. O şahıs, evvela mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rabb ve malik olmak istediğini söyler. O zerre hikmet-i rabbani diliyle:
"Benim birçok görevim var. Her varlığın içine giriyorum. Bütün bunları bana yaptıracak ilini ve kudret sende varsa...
Hem benim gibi sayısı belirsiz zerreler var. Eğer hepimizi emrinin altına alacak bir iktidara sahip isen...
Bir intizam içerisinde çalıştığım ve bir parçası olduğum varlıklardan, mesela, bir canlının kanında bulunan trilyonlarca alyuvarın da sahibi isen.... Onların yaptığı bütün vazifeleri biliyorsan ve buna gücün yetiyorsa... Hem onların ait oldukları kanı, o kanın ait olduğu vücuttaki bir hücreyi, o vücuttaki bütün hücreleri, o hücrelerden oluşan vücudu, insanlar adedînce vücutları, o insanların maddi ve manevî mahiyetlerini, onların hesaba gelmez özelliklerini, her birinin üzerine vurulan şahsa hususî mühürleri, kafile kafile arkasından gelen beşer taifelerini, asırları, insanların üzerinde misafir edildiği dünyayı, dünyanın ayrı ayrı birer sahife gibi olan mevsimlerini ve coğrafyasını, atmosferi, bulutu, yağmuru, rutubeti, üzerinde yaşanılan toprağı, bir dinamit gibi patlamaya müsait merkezini, dünyanın oturduğu yörüngeyi, gök cisimlerini, onların sahip olduğu yörüngelerden ötürü milyarlarcası ile ilgili zaman ayarını, birbirine çarpmam alarmı, gezegeni olduğumuz güneşi, onun ısı ve ışığını ve daha hadsiz nice şeyleri biliyorsan, hepsine hakimsen ve sözün geçiyorsa bana da hakimlik iddia edebilirsin. Çünkü ben bütünüyle irtibatlıyım.
l Birimizi yapan kim ise hepimizi yapan da odur. Hem el de karıştıramazsın. Zira, başka bir el karışsa, hepimiz karışacağız. Beni, , yani bir zerreyi elinde tutan kim ise, koca kâinatı elinde tutan da o Zat'tır. Böyle bir Zatın sanatına, senin gibi cansız, katı, karanlık, görmez, duymaz, anlamaz, bilmez tabiat ve inkar fikri el karıştıramaz, sus ve defol git!" der.
O iddiacı, bütün madde perestler adına: "Sen kendi kendine sahip ol, ne için başkası adına çalışıyorsun?" der.
Zerre ona cevaben der ki: "Güneş gibi bir dimağım, ışıklan kadar ilmim olsa idi, her yere yetişse ve her şeyin yanında bulunabilse idim, her şey benim sözümü dinleseydi, belki senin gibi ahmaklık yapıp böyle bir iddiada bulunurdum. Ezele, ebede, afaka ve enfüse eli yetişen ancak bir Zat olabilir. Haydi, defol. Sen, onun mahlukatı yanında kendine yer bulamazsın. Arının karnını yazan kudret ile, semaları tanzim eden kudret aynı eldir."der.
Böylece, dinin aleyhindeki felsefe hakkında verilen idam kararı Kur'an'dan alman dersler ile infaz edilir ve inkar fikri esfeli safiline kadar kovulur. (32.Söz l.Mevkıf)

BİR TEK ZAT
Güneş, müşahhas bir vücudu olduğu halde, havadaki zerreler ve parlak şeyler adedince yerde bulunur, onlarla adeta konuşur, biri diğerine mani olmaz. Her yerde olmasına rağmen, hiçbir yerde değildir.
Bir ağacın, bir çekirdeğinden neşet eden on bin meyve ve onların her birinde bulunan yüzlerce çekirdekte, o çekirdeğin asıl hayatı ve kanunları her birinin yanında bulunduğu halde, hiçbir yerde de bulunmaz. Onun için en uzak, en yakın gibidir.
Zat-ı Ehad-i Samedin, irade gibi bir sıfatının bir küçük cilvesi, milyonlarca yerde, milyonlarca işe vasıtasız sebep olursa, kudret ve iradesinin bütün yaratılmışlardaki tasarrufu apaçık görünür.
ORDU KUVVETİ
Bir padişahın, her bir askerinin arkasında o padişahın bütün ordusu manen hazırdır. Bir asker bîr ordu kadar kuvvetlidir. Onun içindir ki bir asker bir şahı esir edebilir, padişahı adına hükmedebilir.
Hem o padişah, saltanatının birliğinden ötürü, bir orduyu bir asker gibi idare eder. Öyle de, şu kâinatın Sanii, Vahid olduğundan, bir şeye bütün eşyada tecelli eden esmasını tahşid eder. Nihayetsiz bir sanatla, kıymetli bir şekilde icat eder. Lüzum olsa, bütün varlığı o bir tek şeye baktırır. Her şeyi, bir şeyin yardımına koşturur. Bütün eşyayı da bir tek şey gibi icat eder. (20.Mektup 2.Makam 10.Kelime Üçüncüsü)

HEPSİ AYNI TERZİDEN
Bir ordunun bütün askerlerinin teçhizatı aynı yerden yapılsa, bir tek asker kadar kolay olur. Eğer ayrı ayrı yerlerden teçhizatı yapılsa, bir ordunun teçhizi için gereken bütün fabrikalar bir asker için de gerekir. Mesela, askerler adedince terzi ve dikiş makinesi gerekir. Eğer, bir ağacın meyveleri bir tek köke bağlanmaz ise, her bir meyve için bir ağaç kadar müşkülat peyda olur. Her meyve bir tek köke isnad edilirse, binlerce meyve tek bir meyve kadar kolay olur.
Şu kâinatın Sanii, Vahid-i Ehad olduğu için, vahdetle iş görür. Bütün eşya bir eşya kadar kolay olur. (20.Mektup Z.Makam 10.Kelime Üçüncüsü)

MAHİYET FARKI
Nasıl ki, kemerli kubbelerdeki ustalık sanatı o kubbedeki taşlara havale edilirse, o kubbe vücuda gelmez. Veya bir taburun idaresi bir nefere bırakılırsa, o taburda intizam kalmaz. O kubbe için taş nevinden olmayan bir ustaya, o taburun nizamı için de neferin ötesinde bir mertebe sahibi zabite ihtiyaç vardır.
Öyle de, Vacib-ül Vücudun kutsi mahiyeti, var ettiği mahluklar cinsinden değildir. O mukaddes mahiyetin varlığı bizzat kendindendir ve maddeden mücerreddir. Misli, misali yoktur. Onun f içindir ki, Ona, baharın icadı bir ağaç kadar, Cennet ve Cehennemin icadı, kışın ölmüş bir ağacın baharda diriltilmesi kadar kolaydır. (20.Mektup 2.Makam 10.Kelime Üçüncüsü 2,Sır)

ZERRE VE GÜNEŞ
Şeffaf, parlak bir zerrenin, zerre kadar bir nuru olabilir. Fakat o zerre güneşe bağlansa, güneşin ışığını, yedi rengini, hararetini, hatta mesafesini bile içine alabilir. Demek ki, o zerre kendi başına kalsa, gördüğü iş kendi kadar, güneşe bağlansa, onun memuru, bir nevi aynası olsa, güneşin bir kısım numuneleri kadar iş görebilir.
Öyle de, her zerre kendine isnad edilirse, o zaman muhit bir ilim ve kudret sahibi olması gerekirken, Vahid-i Ehade verilirse nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. (20.Mektup 10.Kelime Zeyl 1.Temsil)



ASKERİN HÂLİ
Bir muharebe zamanında, iki kardeşten birisi kendine güvenip devlete intisap etmez. Bütün cihazını kendi tedarik edip taşımak zorunda kaldığı gibi, düşman ordusundan ancak bir onbaşı ile baş edebilir.
Diğeri, padişaha intisab ettiği için, koca bir ordu kadar kuvvet kazanır. Düşmanın koca bir müşirini padişahı adına esir alır.
Öyle de, Vahid-i Ehade isnad eden her zerre kendi kuvvetinin çok Ötesinde İşe muvaffak olur. Karınca Firavunun sarayını başına geçirir, sinek Nemrudu gebertip cehenneme atar, bir mikrop en cebbar bir zalimi kabre sokar, bir çam çekirdeği dağ gibi çam ağacını bütün tezgahı ile sırtında taşır.
DEVLETİN TELEFONU
İki arkadaş, hiç bilmedikleri bir memleketin haline dair istatistikli bir coğrafya yazmak isterler. Birisi, o memleketin padişahına bağlılığını ilan edip, devletin telefon dairesine gider. Kendi telefonunun kablosunu, devletin telefon hattına bağlar. O kadarcık bir masraftan sonra her yerle görüşür, mükemmel bir eser yazar.
Diğeri, eğer devletin telefonuna bağlanmaz ise, ya elli senede o yerleri gezip bîr eser yazmalı veya çok büyük masraflar ederek o memleketteki telefon hatları kadar hat kurmalıdır.
Öyle de, Vahid-i Ehade isnad eden her zerre, her yeri gören bir göze, her şeyi işiten bir kulağa, herkese geçen bir söze sahipmiş gibi bir cilve-i Rabbaniye mazhar olur. (20.Mektup 10.Kelime Zeyl 3.Temsil)

SEBEP MADDİ İSE
Bir sineğin küçük bir uzvu kâinatın ekser unsurları ve kanunları ile alakadardır, belki onların bir hülasasıdır. Eğer Ezelî Kudret'e verilmez, her şey maddeye bağlanır ve mana inkar edilirse, o maddi sebepler sineğin küçücük vücudunun yanında ve içinde hazır bulunmalıdır.
Sebep maddi ise, neticenin yanındadır. Yani, sineğin iğne ucu gibi parmaklarının yerleşmediği bir hücrecikte âlemin bütün unsurları ve maddeleri bulunmalı, bir usta gibi içine girip çalışmalıdır. En ahmak felsefeciler bile böyle bir düşünceden utanmalıdır. (23.Lem'a 1.Yol 2.Muhal)

HER TARAFI GÖRMEK
Eğer, insan vücudundaki zerrelerin Kadir-i Ezelînin küçük birer memuru olduğu kabul edilmezse, o zaman insanın göz bebeğinde çalışan her zerreye bulunduğu vücudun her bir tarafım, irtibatta olduğu bütün kâinatı gören bir göz, geçmişini ve geleceğini, neslini ve aslını, unsurların membalarını ve rızklarını madenlerim bilecek bir akıl lazımdır.
Bütününde zerre kadar akıl olmadığı için dalalete batmış bir insanın, zerresinde bin Eflatun kadar aklın, ilmin ve şuurun bulunduğuna ihtimal vermek divaneleri bile güldürecek bir ahmaklıktır. (23.Lem'a 2.Mesele Birincisi)

YA HAKİM YA MAHKUM
Zerreler, eğer şu âlemin ustasının emrine tabi birer memur olmasalar, o zaman her zerrenin cesedi oluşturan diğer zerrelerin hepsine hem mutlak hakim, hem mutlak mahkum olması gerekir. Birbirinin dengi ve benzeri olduğu halde, hakimiyet açısından zıt olmalıdırlar. Vacib-ül Vücuda ait isimlerin bütününe sahip olmaları gerekirken, aynı zamanda da elleri ve imkanları dardır.
Yani, havaya, gıdaya, suya, ısıya muhtaç bir hücre; ağza, burna, nefes borusuna, akciğere, ondaki hücrelere, atmosfere, güneşe, oksijene, alyuvarlara, ağaçlara, dile, dişlere, meyvelere, toprağa, kan damarlarına, beyne, sinir sistemine emir verebileli, "Emrimi dinlemeyenin hali perişan olur!" diyebilmeli ve hem de "İstediklerimi çabuk bana getirin!" deme ihtiyacı ile malûl olmalıdır. Eğer her şeye, her zerreye uluhîyet verilir, Allah kabul edilmezse, bir İnsanın ayağının altındaki hücre, hem dünyaya hükmü geçen bir hakim, hem de herkese yalvaran bir dilenci olur, Bir şey ya hakimdir, ya mahkumdur. Eti, Ömrü, iktidarı kısa olan mahlukat mahkum, Allah hakimdir. (23.Lem'a 2.Mesele 2.Muhal)

YAZI
Bir el, bir mektubun sayfalarını yazabilir. Eğer, o mektubun "Her bir harfi kendi kendine olmuş." denilirse veya tabiata havale edilirse, her bir harf için demir bir kalıp gerekir. O zaman, o ' kalıplar içinde kalemler, kalıplar, eller gerekir. Bu anlayış, bir biri içinde sayısız imkansızlıkları gerektiren bir divanelik ve deli safsatası olur. (23.Lem'a 2.Mesele 3.Muhal)

TOPRAK
Gerek hayvanların ve bitkilerin tohumlarını, gerekse yumurtaları meydana getiren temel maddeler aynıdır. Hepsinde, oksijen, hidrojen, karbon ve azot karışımı vardır. Hava, su, ısı ve ışık da, basit, şuursuz, sel gibi akan, kimse ile tanışıp konuşmayan maddelerdir.
Eğer, çiçekler için saksılık vazifesini yerine getiren bir kase toprak Kadir-i Ezelîye verilmezse, o çiçeklerin yetişmesi için o kadarcık şeyin içerisinde Avrupa'daki bütün matbaalar ve fabrikalar adedince tezgahlar bulunması gerekir.
Hem, o bir kase toprak zemin bahçesinde yetişen her bitkinin ihtiyacım, şeklini, meyvesini, şurubunu, yaprağını boyunu bilmeli, ona göre dokumalıdır. işte inkar, bu kadar ahmakça bîr anlayış ve yoldur. (23.Lem'a 3-Kelime 2.Muhal)

TABİAT KİTAPTIR
Vahşi bir adam, boş bir sahrada kurulan ve medeniyetin bütün.eserleriyle süslenen mükemmel bir saraya girmiş. Binlerce ihtiyaca cevap veren eşyaları görmüş. Sonra kendince araştırmaya başlamış. Sarayın nakış ve sanatlarına hayran kaldıkça oranın dışında da birilerinin, bir dünyanın ve dünyaların olacağını unutmuş. O sarayın ustasını sarayın içindeki şeylerin arasında aramaya başlamış. Neye baksa, o şeyin o sarayı yapabileceğine ihtimal verememiş. Bîrine havale etmek, kendini tatmin etmek için, o sarayın fihristesinin ve geçerli kanunların yazılı olduğu defteri bulmuş. Ve hemen, "Bu sarayı yapan bu defterdir." demeye başlamış. Vahşice hezeyanlara düşmüş.
Onun gibi, Kader-i İlahînin bir yaz boz tahtası olan, İlahî adaletin, Rabbanî fihristenin, kanunların kaydedildiği tabiat bir kitaptır, katip değildir. Gözsüz, kulaksız, şuursuz bu kitap, mutlak rububîyete ait icraatları yapamaz. (23.Lem'a 3.Kelime 3.Muhal l.Misal)


MANEVÎ İP
Vahşi bir adam, bir askeri kışlaya girer. Onların hareketlerini hayranlıkla seyreder. Bakar ki, hepsi, bir emirle, bîr asker gibi, birlikte hareket eder. "Ateş!" emri ile ateş eder. Vahşi aklı, padişahı, kumandanı, kanunu bilmediği için hepsinin birbirine bir iple bağlı olduğunu zanneder, O ipin ne kadar harika olduğunu düşünür.
Sonra, Ayasofya gibi bir camiye gider. Cemaatin bir adamın sesi ile hareket ettiğini görür. Semadan gelen manevî bağı ve emri bilmediğinden, onların da birbirine maddî iplerle bağlı olduğunu düşünür. En vahşi hayvanları bile güldürecek maskaraca bir fikre düşer.
İşte Ezel ve Ebed Sultanının sayısız askerlerinin bir kışlası, Mabud-u Ezelînin muntazam bir mescidi olan kâinata, küfrün vahşeti ile bakan bir münkir, Mabud-u Ezelînin kanunlarını ve Rabbani kudretinin cilvelerini, "tabiat" diye isimlendirdikleri vehimlere yükler. Nakşı nakkaş, sanatı sanatkar, hükmü hakim zannetme vahşetini gösterir. (23.Lem'a 3.Kelime 3.Muhal 2.Misal)

MÜDAHALEYİ RED
Hakimiyetin gereği, müdahaleyi reddetmektir. En küçük bir hakim, bir memur, hakimiyetine oğlunun müdahalesini bile kabul etmez. Bir nahiyede iki müdürden, bir memlekette ki iki padişaha kadar, hakimiyetteki istiklalin gerektirdiği iştiraki reddetme kanunu insanlık tarihindeki bir çok karışıklıkla kendini göstermiştir. Acaba aciz ve yardıma muhtaç insan, hakimiyetin bir gölgesine mazhar iken müdahaleyi bu kadar reddederse, Zat-ı Zülcelâlin, şirki ve şirk düşüncesini reddi o hakimiyetin zaruri bir gereği olarak ne kadardır, kıyas edilebilir. (23.Lem'a 3.Kelime 3.Muhal El cevap)

YÜZ SUBAYA BİR ASKER
Bir subayın emrine yüz askerin verilmesi, yüz subayın emrine bir askerin verilmesinden yüz derece daha kolay bir durumdur.
Binlerce meyvenin bir meyve ağacına verilmesi, her meyvenin bir ağaca verilmesinden daha kolaydır.
İşte, bütün varlığın nihayetsiz bir Kudret tarafından icadı bir tek varlık kadar kolay İken, bir tek varlığın sebeplere havale edilmesi bütün mevcudat kadar zordur. (23.Lem'a Hatime 2.Sual)

RAHMETİN İHTİŞAMI
Güçsüz ve İradesiz bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, saf ve temiz bir süt göndermeye, tevhid açısından bakılırsa, birden umum yavrularda harikulade görünen şefkat ve merhamet, Rahmet-i Rahmanın nihayetsiz güzelliğini mükemmel bir ihtişamla gösterir.
Müthiş bir hastalıkta, birden büyük bir hastahane gibi olan yeryüzünde, herkese âlem eczanesinden şifaların ihsan edilmesi de o rahmetin ihtişamına, azametine ve genişliğine ayinedir. (l.Şua 1.Makam l.Meyve)

SENİN GÖZÜNLE
Gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mana ile gözün
gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar da buna kıyas edilebilir.
Evet, kendinde olmayan veremez. Görmeyi veren kendi görendir. Gözü yapan, o gözü hem kendi görür, hem o gözle görür. Hem kendi nazarıyla, hem gayrın nazarıyla asarına bakar. Mukaddes memnuniyeti ile kendi memnun olur. Sizi memnun eder. (2.Şua l.Makam l. Meyve)

HEDEF MEYVEDİR
Meyveli bir ağacın sahibinin, o ağaçla ilgili an fazla alâka duyduğu ve kıymet verdiği şey, o ağacın meyveleri ve tohumlandır. O ağacın sahibi onları kimseye bırakmaz ve kaptırmaz. Öyle de, şu kâinat ağacının dallan olan unsurları, o unsurların ucundaki çiçekler ve yapraklar hükmünde olan bitkileri ve hayvanla-n ve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarsındaki meyveleri hükmünde olan insanları; onların meyvesi hükmünde olan şükürlerini, çekirdekleri olan kalplerini ve hafızalarını, bu kâinatın sahibi başka ellere bırakmaz, saltanatını ve mabudîyetini bozmaz. (3.Şua 3.Makam Birincisi)

KANDAKİ ZERRELER
Kandaki her bir zerre o kadar çok vazifeyi muntazam bir şekilde görür kî, yıldızlardan geri kalmaz. Kanda bulunan her bir alyuvar ve akyuvar şuurlu gibi cesedin muhafazası ve beslenmesi hususunda öyle işler görür ki, en iyi erzak memurlarından ve muhafız askerlerden daha mükemmel iş görürler.
Alyuvar, oksijeni ve besinleri taşırken hiçbir hücreyi unutmadığı gibi, hiçbir görevini de ihmal etmez. Akyuvarlar ise vücuda giren ve girebilecek olan her türlü yabancı maddeye karşı gözünü kırpmadan ve mola vermeden çarpışan ve savaşın her tür tekniklerini kullanan askerler gibidir. Vücuda giren yabancı bir maddeyi aralarındaki hafıza memurları kaydeder ve ona karşı artık her zaman hazırlıklıdırlar.
Güçlerinin yetmediği bir mikroba veya maddeye karşı omuz omuza verir, vücutlarını birleştirirler. Kimileri gerekirse ölümü seve seve göze alır. Etrafında bir çember, fibröz doku ile ördükleri bir duvar oluştururlar. Düşmanı görünce anında alarma geçer, bütün arkadaşlarına haber verirler. O düşmana göre askerler silahlanır. Gerekirse yenileri askere alınır. Ve yapacağı ise göre eğitilir.
Cesetteki her hücre en mükemmel bir saraydan daha güzel idare edilir. İnsanın haberinin bile olmadığı bu milyarlarca icraat, onun bedeninde her an bir rahmet eli tarafından yapılır. Yoksa hayat her an azab olabilir. (4.Şua 2.Makam 3.Muktazisi)

BANA BAK
însan adeta bu dünya misafirhanesinin seyyahıdır. Çocukluktan kabre kadar süren ömür seyahatinde her sene, her mevsim bir başka bahçededir. İnsan hayatı yavaş yavaş, alışarak tanın Ve alışmak, insanın varlıklardaki harikuladeliği görmesine mani olur. Gözüne ülfet perdesi iner.
Hayalen insanın yetişkin bir halde dünyaya geldiği düşünülür ve bir kamera ile adım adım takip edilirse, o, gördüğü her varlığa kendisini buraya getireni soracak ve her şey de ona "Bana bak, seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." diyecektir.
O adam, kendisini göndereni göklerden, gök cisimlerinden, güneşten, yerden, yağmurdan, denizlerden, dağlardan, nehirlerden, ağaçlardan ve sair bütün varlıklardan soracak ve hep aynı cevabı alacaktır. "Beni oku!" sesini duyacaktır onlardan...
Ve okudukça varlığın sim; kim tarafından gönderildiği, neci olduğu, nereden gelip, nereye gittiği apaçık ortaya çıkacaktır. (7.Şua Ayet-ül Kübra)

SEMAVÎ CİSİMLER
Bazıları dünyadan bin defa büyük olan gök cisimleri, fırlatılan bîr top güllesinden yetmiş kat daha süratli dönerler. Birbirine çarpmadan gezerler. Boşlukta direksiz dururlar. Sönmeden, yağlan, gazlan, benzinleri bitmeden mütemadiyen yanarlar. Hiçbir gürültü ve karışıklık çıkmaz. Hiç birisi cüssesine güvenip haddini aşmaz, isyan etmez. O kadar kalabalık içerisinde hiçbir enkaz ve kire rastlanmaz. Hepsinin hesabı, çehresi birbirine benzer, mahiyetlerinde bir gül kadar muhteşem bir ahenk vardır. Gündüz güneşle yeryüzünü seyreden insanlar, her akşam, bir sinemadaki tablolan seyrediyormuşçasına, gece karanlıkla haşmetli manevralardan hasıl olan manzaraları seyrederler. Bu muhteşem idare ve tanzimden çıkan hakikat, kâinatın Halikının varlığına ve birliğine apaçık delildir. (7.Şua Ayet-ül Kübra l.Basamak)

BULUTLAR
Zemin ile asuman arasında boşlukta duran bulut, gayet maksatlı ve şefkatli bir tarzda yaşamak ateşinin hararetini söndürür, yer bahçesini sular ve yeryüzü misafirlerine hayat suyu getirir. Muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünüp gizlenmesi gibi, birden koca gökyüzünü dolduran bulut bütün asan ile beraber gizlenir. Sonra, "Yağmur başına arş!" emrini aldığı anda, bir saat, belki birkaç dakika içerisinde semayı doldurur ve emir bekler gibi durur. Müsaade edilince yağmurunu boşaltır, çekil denilince çekilir. Ne zaman yağıp, ne zaman durması gerektiğini o şuursuz bulutlar ve onlardan hasıl olan yağmur elbette bilemez. Bir sonsuz iradenin habercisidirler. (7.Şua Ayet-ül Kübra 1.Mertebe)

MÜBAREK NİL
Nehirlerin faydalan, görevleri, gelir ve giderleri o kadar maksatlı ve merhametlidir ki, bir Rahman-ı Zülcelâl'in ikramı oldu
MÜBAREK NİL
Nehirlerin faydalan, görevleri, gelir ve giderleri o kadar maksatlı ve merhametlidir ki, bir Rahman-ı Zülcelâl'in ikramı olduğu, onun Rahmet hazinelerinden geldiği apaçık görünür. Hatta o kadar olağanüstü depolanıp, sarf edilirler ki, Efendimizden, "Dört nehir cennetten geliyor." diye rivayet edilmiştir. Mesela, Mısır'ın kumistanını gülistana çeviren mübarek Nil nehri, kuzeyden, Ay Dağı denilen bir dağdan, küçük bir deniz gibi tükenmeden akar. Altı aydaki akıntısı buz şeklinde toplansa o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan mahzen, dağın altı da biri olamaz. Geliri ise o hararetli mıntıkaya az yağan yağmurdur. Halbuki susamış toprak, o az yağan yağmuru da mahzene inmeden yutmakta, çok az bir kısmı belki ancak ulaşmaktadır.
Yağmurun bu yağış durumu, gelir gider dengesini koruyamadığından, o gelir, bu gideri karşılamadığından, gaybî bir cennetten geliyor rivayeti gayet güzel ve manalıdır. (7.Şua Ayet-ül Kübra 3.Mertebe)

KALPLERİN VE AKILLARIN İCMASI
Kabiliyet, meslek ve mezhepleri bir birbirinden farklı, nurlu akılların ve selim kalplerin tevhid de, aynı noktada buluşmaları, aynı şeyi tasdiki, hakikat güneşine açılan öyle bir penceredir ki, o ittifaktan güneşe ayinedârlık eden deniz gibi büyük bir ayine hasıl olur. (7,Şua 1. Makam 13-Mertebe)

İBADETLER
Dünyadaki ekser insanların inançlarına göre bir ibadette bulunmaları, sair canlıların ve hatta cansızların fıtratlarının gereği olarak yaptıkları vazifelerin adeta onların bir nevi kulluğu ve teşekkürü olması, bir Mabudu Mutlak'a şehadet eder. Fıtratlara yerleştirilen kulluk şevki onun sonsuz Uluhîyet'ini ve ibadetleri kabulünü gösterir. (7.Şua 2.Bab l.Hakikat)

BAL ARISI
Bal ansı, öyle bir kudret mucizesidir ki, koca bir sureye "Nahl Suresi" denilerek onun adı verilmiştir. Çünkü, küçük bir bal makinesi olan arının başında, onun o çok önemli vazifesinin programını yazmak, küçücük karnında leziz gıdaların en tatlılarından olan balı pişirmek, süngücüğüne tahrib etmek ve öldürmek özelliğinde olan zehiri kendisine hiç zarar vermeyecek bir şekilde yerleştirmek, nihayetsiz bir ilme, hikmete, sanata ve iradeye şehadet eder. Adetsiz çokluktaki anların hepsi aynı kudret eline aittir. Kör, şuursuz, mizansız tesadüfün eli karışamaz. (7.Şua İkinci Hakikat 1.Ayet)

SÜT FABRİKALARI
Başta inek, deve, koyun, keçi olmak üzere, süt fabrikaları olan validelerin memelerine, kan ve fışkı içinde, bulaştırmadan ve bulandırmadan, saf, temiz, hoş, besleyici, beyaz sütü koymak, ondan daha şirin bir şekilde validelerin sinelerine ruhlarını feda ettirecek şefkati yerleştirmek apaçık bir Rahmet'e şahittir, hiç bir kör kuvvete havale edilemez. (7.Şua İkinci Hakikat 2.Ayet)

ŞEMSİN AZAMETİNDEN
Güneş, akıllı, irade sahibi farz edilirse, ışığı ile bütün âlemi aydınlatırken, pis, kokuşmuş bir zerre de onun ışığından istifade ettiği zaman, güneşe, "Niçin bu pis, bu kokuşmuş zerreyle meşgul oldu, niye ona ışığını verdi?" denilebilir mi? Bu güneşin azametine bir eksiklik getirmediği için hiçbir akıl sahibi diyemez. Zira değil noksanlık, bunun güneşin azametinden olduğu bellidir.
Öyle de, Cenab-ı Hakkın, irade, ilim, kudret gibi sair sıfatla-n da umumîdir, şamildir, her şeyi kuşatmıştır. Ve Cenab-ı Hakkın sanatını hakikî aksettiren ancak üzerinde çok özellik toplanmış, cami eserleridir. Bir eser mikyas olamaz. Cenab-ı Hakkın bir zerreyi muhatap alması, küçük şeylerden bahsetmesi, tenezzül-ü İlahî olduğu gibi, sıfatlarının şümulünden, her şeyi içine almasındandır. (İşarat)

SUYUN MEMBAI
Su arayan iki şahıstan bir tanesi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arkları görürler.
Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun kaynağını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. O kaynaktan akan bütün su arkları hakkındaki kanaati temiz ve tatlı olduğu mevzuunda nettir. Şüphesi ve vehmi yoktur. Aşağıya giden diğer şahıs ise, suyun membaım görmediğinden arklara tek tek bakmak ihtiyacı hisseder, suyun tatlı olup olmadığını anlamak için deliller arar. Vehimlere maruz kalır, küçük bir kuruntu ile kafası karışır.
Aynaya bakan iki kişiden, şeffaf yüzüne bakan hem kendini, hem de başka şeyleri görebilir. Arkasından, karanlık yüzünden bakan hiçbir şey göremez.
Öyle de, Allah'ın sanatına Allah'a iman yönünden bakmak gerekir. Yoksa, Cudi Dağı'nı bir sineğin saklaması, görünmesine mani olabilmesi gibi, insan kendi gözünün önünü kapatan manasız bir vehimden ötürü hakikati göremez hale gelebilir. Aklı kesrette boğmadan, vahidiyet ve ehadiyet tecellîleri okunmalıdır. Membaı bulamayanın aklı karıştırabilir. (İşarat)

KESRET VAHDETE
Kesret vahdete verilmediği takdirde, vahdeti kesrete vermek mecburiyeti doğar. Halbuki bir subay, yüz nefere kumanda etse de, bir nefere yüz subay kumanda edemez.
Bir ordudaki askerin tamamına elbise dikmek İçin ne kadar alet, edevat ve makine lazım ise; bir asker için de o kadar lâzımdır. Bir kitabın bin nüshasıyla, bir nüshasının ücreti matbaada birdir. Bazen tek bir nüsha daha pahalıdır.
Her şeyi bir ele vermek daha kolay ve makuldür. (Mesnevi- Lem'alar 10. Lem'a)

İSİMLER VE CİLVELERİ
Bir canlı vücuda geldiğinde Bari (düzenle yaratan) isminin cilvesine, şekillendiğinde Musavvir (şekil veren) sıfatının cilvesine, gıdalandığı zaman Rezzak (rızık veren) isminin cilvesine, hastalıktan şifa bulduğunda Safi (şifa veren) isminin cilvesine mazhardır. Bu isim. ve sıfatların tecellileri birbirini desteklerken, aynı zamanda da hususîleşir. Biri diğerinin önüne çıkar. (Mesnevi - Katre)

KUDRETİN TASARRUFU
Bir salkım üzümün yapılmasına ince, cansız bir dal; bir cam parçasına güneşin sığmasına küçük bir delikten ışığın geçmesi; bir evin aydınlanmasına bîr kibritin yanması vesile olur. Böyle büyük neticelerin o küçük sebeplere bağlanması Cenab-ı Hakkın kudretine ait tasarrufu gündüz gibi aşikâre gösterir. (Mesnevi- Katre)

YAKINLIK UZAKLIK
Güneşin yakınlık ve uzaklık olmak üzere iki özelliği vardır. Güneşin eli, insana yetişir, ışığıyla başını okşar. Güneş insana yakındır. Fakat, insanın eli ona yetişemediği için, insan uzaktır. İnsan ondan uzak olduğu için "O bana tesir edemez." o yakın olduğu için de "Ona tesir edebilirim" derse, cehaletini ilan etmiş olur.
Yaratıcı ile insan arasında da Öyle bir yakınlık ve uzaklık vardır. Yakınlık yaratıcıdan, uzaklık insandandır. İnsan nefsinin uzaklığına bakıp Hâlık'ına 'Bana tesir edemez' derse, dalalete düşer. (Mesnevi-Katrenin Zeyli-Remiz)

KÜFÜRDE ISRAR
Bir insan her tarafının güneş görmesini istiyorsa, Mevlevi gibi dönerek her tarafın güneşe gösterecek veya güneşi o uzaklıktan yanma getirip kendi etrafında çevirecektir. İman yolu, suda havada, ışıkta yürümek kadar kolay, küfür yolu buzda yürümekten daha zor ve tehlikelidir. İnsan, inatla güneşi kendi etrafında döndürmek gibi bir çılgınlığa düşmemeli, muhali talep etmemelidir. İman yolu kolay ve makuldür. (Mesnevi - Kortenin Zeyli- Remiz)

İKİSİ BİR
Bir kelimenin işitilmesinde bir adamla, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da, kudret-i ezelîye için bir şey, bin şey birdir. Tür ve fert arasında fark yoktur. (Mesnevi- Katrenin Zeyli- Remiz)

NÜKTELER...​
TİTO'DAN TARİHÎ İTİRAFLAR
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İslâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:
Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; ölmek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gidiş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...
Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...
Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi ...
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!

 
Üst