Musamaha

mihrimah

Well-known member


وَدَّ كَثيرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ايمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَاتَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّى يَاْتِىَ اللّهُ بِاَمْرِه اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ


Bakara / 109. Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.​

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا ضَرَبْتُمْ فى سَبيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ اَلْقى اِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثيرَةٌ كَذلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا اِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرًا


Nisa / 94. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek "Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.​

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَليظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلينَ


Al-i İmran / 159. O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.​

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلى شَاكِلَتِه فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدى سَبيلًا


İsra / 84. De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.​

وَلَا تُجَادِلُوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِلَّا الَّذينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا امَنَّا بِالَّذى اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلهُنَا وَاِلهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ


Ankebut / 46. İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.​

وَعِبَادُ الرَّحْمنِ الَّذينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا

Furkan / 63- O çok merhametli Allah'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) "selam" derler (geçerler).​
HADİS...

* Hâlid İbnu Ma'dan -merfu olarak (yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olarak)- rivayet ediyor: "Resülullah buyurdular ki: "Allah refikdir, (yumuşaklık, kolaylık, musamaha sahibi). Bu sebeple rıfkı sever, rıfk sebebiyle razı olur, rıfk (sahibin)'e mahsus bir yardımı vardır ki, şiddet sahipleri bu yardımı göremez. Öyleyse bu, dili olmayan hayvanlara bindiğiniz zaman bunlara konaklama yerlerinde mola verin. Eğer geçtiğiniz arazi çoraksa, oradan hayvanın iliğini kurutmadan çıkın. Gece yürüyüşünü tercih edin. Zîra geceleyin arz, gündüzIeyin dürülmeyecek şekilde dürülür. Yol üzerine (geceleyin) konaklamaktan kaçının. Çünkü o, hayvanların yolu, yılanların sığınağıdır."​
TEFSİR...
وَدَّ كَثيرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ايمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَاتَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّى يَاْتِىَ اللّهُ بِاَمْرِه اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

Bakara / 109. Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.
Siz başkalarının, o kitap ehlinin sözlerine kulak asmayın. O Kitap ehlinin birçoğu cânu gönülden isterler ki, sizleri imana girmenizden sonra, geri çevirip hepinizi kafir yapsınlar, küfre sürükleyip, irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler çok memnun olurlar. Onlar sizin dinden dönüşünüzü, imandan önceki devirlere dönmenizi ve gericiliğinizi arzu ederler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu da iyilik severliklerinden, dindarlıklarından değil, sırf nefislerinden, nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten, kıskançlıktan {*} hak ve hakikat kendilerine iyice belli olduktan, İslâm dininin hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki kitap uyarınca bile vâkıf olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı sizi imanınızdan caydırmaya çalışırlar.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet olunuyor ki, Yahudi hahamlarından Fenhas b. Azura ve Zeyd İbni Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe b. Yemân ile Ammar b. Yasir'e, "Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde olsaydınız, muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız. Artık bizim dinimize dönünüz, bu sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim yolumuz sizinkinden daha doğrudur." demişler. Bunun üzerine Ammar onlara: "Sizce andını bozmak nasıldır?" diye sormuş, onlar da: "korkunç şey" demişler. O da: "Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed'e küfretmemeye andetmiş, söz vermişimdir." diye cevap vermiş. Yahudiler "Ha bu adam sapıtmış." demişler. Huzeyfe de "Bana gelince, Rabbim Allah, peygamberim Muhammed, dinim İslâm, imanım Kur'ân, Kâ'be kıblem, müminler de kardeşim. Ben de bundan memnunum." demiş. Daha sonra bunu gelip Resulullah'a anlatmışlar. O da "İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz." buyurmuş. Daha sonra da bu âyet inmiştir.
Evet onlar bütün hakikat gün gibi açığa çıktıktan, iyice malum olduktan sonra bile yine de hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları affedin, dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın, onlara aldırmayın, tâ ki, Allah'ın emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette bir gün gelecek belalarını bulacaklar. Zamanı gelir, Allah savaşmanızı emreder, o zaman siz vazifenizi yaparsınız. Zamanı gelir daha başka felaketlerini gözlerinizle görürsünüz. Nihayet ahirette büyük bir azap içinde kıvrandıklarını müşahede edersiniz. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir. Bunda şüphe yok. Siz şimdiki halde hoşgörülü ve bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.
PIRLANTA SERİSİ...
İnsan, üstün yönleriyle beraber kusurları da çok olan bir varlıkdır. Ona gelinceye kadar hiçbir canlı, bağrında bu kadar zıdlıkları barındırmamışdır. O, cennetlerin semâlarında kanat çırpıp pervâz ettiği aynı anda, beklenmedik inhiraflarıyla gayyalara (1) kadar da inen bir ucûbedir. Onda uçurumlaşan, bu korkunç iniş ve çıkışlar arasında münasebetler aramak da nâfiledir. Zira insanoğlunda, sebepler, neticeler bambaşka bir çizgide hareket etmektedir.
Zaman gelir, bir ekin gibi durmadan yatar, kalkar; zaman olur, heybetli bir çınar görünümü arzetmesine rağmen, devrilir gider de; bir daha doğrulamaz. Melekleri, hâline imrendirdiği anları az olmadığı gibi, şeytanları utandıracak zamanları da az değildir insanoğlunun.
İstidâdında bu kadar inişler ve çıkışlar olan insan için, günah asıl olmasa bile mukadderdir. Kirlenme ârızî olsa dahi muhtemeldir. Kirlenip de fıtratını ifsad edecek olan böyle bir varlık için, af ise her şeydir.
Af dileme, af bekleme ve kaçırılan fırsatlar için inleme, bir idrak ve şuur işi olması itibariyle nasıl kıymetli ise, affetme de o kadar, hatta ondan ileri bir yücelik ve fazilet işidir. Affı faziletden, fazileti de afdan ayrı düşünmek kat’iyyen yanlışdır. “Küçükten kusur, büyükten af” darb-ı meselini bilmeyen yokdur. Ve ne kadar yerindedir!
Affediliş, bir tamir, bir öze dönüş ve yeniden kendini buluş demektir. Bundan ötürüdür ki, Rahmet-i Sonsuz’un katında en sevimli davranış, hareket, bu dönüş ve arayış hafakanları içinde sürdürülmüş olandır.
Canlı-cansız bütün varlık affı, insanla tanıdı. Hakk, insanda affediciliğini gösterdiği gibi, affetmekdeki güzelliğini de onun kalbine koydu. İlk insan, insanlık fıtratının gereği olan sürçmesiyle, özüne bir darbe indirirken, vicdanında duyulan şey bir inilti ve yakarış, bu feryada semâdan kopup gelen de bir afdı...!
İnsanlık ilk atası ile elde ettiği bu armağanı; ümidi, tesellisi olarak asırlarca muhafaza etti. Her hata işleyişinde, o sihirli tahtın üstüne binerek, günahların hacâletinden ve ümit kırıcılığından yükselip, sonsuz rahmetlere ulaşdığı gibi, başkalarının işlediği günahlara karşı da onu, gözüne perde yapma âlicenaplığını gösterdi.
Affedilme ümidi sayesinde insan, ufkunu saran kasvetli bulutların verâsına (2) yükselip, dünyasını aydın görme imkânına ulaşır. Affın yükseltici kanatlarından haberdar olan talihliler, bütün bir hayat boyu, ruhlara inşirah veren bu zemzeme (3) içinde yaşarlar.
Affedilmeye gönül bağlamış bir insanı, affedicilikten uzak düşünme imkânı yokdur. O bağışlanmayı sevdiği gibi, bağışlamayı da sever. Hatalarının iç âleminde tutuşturduğu ızdırap ateşinden kurtulmayı, af kevserlerinden kana kana içmede olduğunu bilen birisinin, affetmemesi mümkün müdür..?
Hele affedilmenin yolunun, affetmeden geçdiği bilinirse... Affedenler affa mazhar olur. Bağışlamasını bilmeyen bağışlanmaz. İnsanlara karşı müsâmaha yolunu tıkayanlar insanlığını yitirmiş canavarlardır. Bir kere olsun, kendi günahının muhasebesiyle iki büklüm olmamış bu hoyratlar, hiçbir zaman affedicilikdeki yüce zevki idrak edemeyeceklerdir.
Hz. Mesih (as), taşlanmaya götürülen bir mücrim karşısında, eli taşlı kalabalıklara şöyle seslenmişdi: “İlk taşı hiç günahı olmayan birisi atsın!” Bu bağlayıcı ifâdedeki inceliği anlayan hangi ferd, taşlanacak başı varken, başkasını taşlamaya yeltenir? Keşke, hayatını başkalarının hayat muhasebesinde tüketen günümüzün talihsizleri bunu anlayabilselerdi..!
Vâkıa, mücrim cezalandırılır ve cezalandırmada şefkat dahil, hiçbir yüce duygu, fermanı yüksek yerden çıkan bu hükmün infâzına mâni olamaz. Ne var ki kin ve nefretlerimizin mahkûm ettiği kimseleri taşlamağa dair bir hüküm bulunduğunu iddia etmek de imkânsızdır. İşin doğrusu şu ki; biz, benliğimiz içindeki putu, bir Hz. İbrahim (as) cesaretiyle kırmadıkdan sonra, ne nefsimiz adına, ne de başkaları adına hiçbir zaman isabetli karar vermeye muktedir olamayacağız...
Af, insanoğluyla günyüzüne çıkmış ve onunla kemâle ermişdir. Bu itibarla en Yüce Kâmet’te, en geniş affediciliğe şahit oluruz.
Kin ve nefret ise, habis ruhların, insanlar arasına saçdığı cehennem tohumlarıdır. Yeryüzünü gayyâya çeviren bu kin ve nefret körükleyicilerine mukabil, binbir bunalım içinde, itile kakıla hep meçhûllere sevk edilen insanımızın imdadına, affedicilikle koşmalıyız. Arkada bıraktığımız şu bir-iki asır, af bilmezlerin, müsamaha tanımazların gaseyânlarıyla en kirli ve en sevimsiz hâle getirildi. Geleceğe de bu nasibsizlerin hükmedeceği düşünüldükçe, ürpermemek elden gelmiyor.
Onun içindir ki, bugünkü nesillerin kendi evlât ve torunlarına en büyük armağanı “affetmesini” öğretme olacakdır. En kaba davranışlar, en iç bulandırıcı hâdiseler karşısında dahi affetmesini... Ne var ki, ruhu hırçınlaşmış, vicdanı acı çekdirmekden zevk alan insan azmanlarının, affedilmesini düşünmek de, af müessesesine karşı bir hürmetsizlik olacakdır. Evet, onları affetmek, hem elimizden gelmez, hem de insanlığa karşı bir saygısızlıkdır. Böyle bir saygısızlığı ma’kûl görecek ve gösterecek kimse de bilmiyoruz.
Belli bir geçmişiyle, düşmanlık telkinleri altında yetişen bir nesil, içine itildiği karanlık dünyalarda hep arenaların dehşet ve vahşetini seyretti. Ufkunun ağardığı anda, öten horozların nağmelerinde dahi, o, hep kan ve irin görüyordu. Böylesine, sesi kan, soluğu kan, düşünüşü kan, gülüşü kan bir topluluktan ne öğrenebilirdi. Ona verilen şeylerle, kalbinin binbir hafakan içinde arzuladığı şeyler, tamamen birbirine zıt ve ters şeylerdi. Senelerin ihmâli ve yanlış telkinleri altında ikinci bir fıtrat kazanmış bu nesli, bir sel ve tufan hâlini aldığı şu dakikada bâri anlayabilseydik! Heyhât! Nerede o basiret...
Affın ve hoşgörünün, yaralarımızın büyük bir kısmını saracağına inanıyoruz. Elverir ki bu semâvî silah, dilinden anlayanların elinde olsun. Yoksa şu âna kadar, tedâvi deyip de sürdürdüğümüz yanlış muâleceler, karşımıza pek çok komplikas-yonlar çıkaracak ve bizi şaşkına çevirecekdir.
“Bil illeti, kıl sonra müdâyata tasaddi:
Her merhemi, her yâreye derman mı sanursun.” (*) Ziya Paşa

BİR MÜSLÜMANIN MÜSAMAHA ÖLÇÜSÜ NE OLMALIDIR?
Müsamaha bir müslüman sıfatıdır. Her müslüman bu sıfatla muttasıf olmalıdır. Müsamaha gönülleri yumuşatıcı bir unsurdur; hakikatları kabul ettirme de ancak onunla olur. Mamafih, müsamaha ne kadar güzel bir haslet olursa olsun, ifrata-tefrite düşülmeden dengeli ve belli bir ölçü içinde olmalıdır.
Allah Rasûlü kendi şahsına yapılan her türlü bed muameleye karşı alabildiğine müsamahalı davranırdı. Ancak bir başkasının hakkı veya dinin esaslarına saldırı söz konusu olduğunda, kükremiş arslanlara döner ve o hak yerine gelinceye veya o bela defedilinceye kadar da yerinde duramazdı.
Uhud’da emri dinleme nezaketini tam kavrayamamış ve geçici dahi olsa bir bozguna sebep olmuş sahabiye karşı tek kelime söylememiş ve kat’iyyen sert davranmamıştı.. yakasına sarılıp hak isteyene, tebessümle mukabelede bulunup ve yanındakilere, “buna hakkını verin,” demişti ki; bunlar O’nun müsamaha ikliminin genişliğini isbat etmesi bakımından, ibretle seyredilmesi gereken tablolar arasından sadece bir-iki misâldir. Mekke fethinde ilan ettiği umumî af ise, bugünün insanının henüz hayâl edemeyeceği kadar derin ve baş döndürücüdür. Evet, Allah Rasûlü’nün müsamahası bu kadar geniştir.
İffeti gökteki melekleri dahi gıptaya sevkedecek kadar temiz ve pâk olan anamız.. evet, binlerce yüzbinlerce anayı uğruna feda edeceğimiz ve bastığı toprağı gözümüze sürme diye çekeceğimiz anamız Hz. Aişe’ye, iftira atan ve o muallâ dâmene çamur sıçratanlar arasında, kandırılmış müslümanlar da vardı. Bunlardan biri de Hassan b. Sâbit’ti. Allah Rasûlü’nün bu mübarek şairi nasılsa bir münafık tarafından iğfal edilmiş, kandırılmış ve O da onların sözüne inanarak iftira şebekesinin arasına girmişti. Daha sonra âyet nazil olup da; anamızın iffeti vahiyle tesbit edilince bunlara iftira sopası (Haddi kazif) tatbik edildi. Ve aradan seneler geçti. Hassan b. Sabit iyice yaşlanmış ve gözleri görmez hâle gelmişti. Hz. Aişe validemizin yanında methiye okuyordu. Orada bulunanlar arasında Hz. Aişe’nin yeğeni Urve de vardı. Hâdiseyi bildiği için de Hassan b. Sabit’e karşı içinde gizli bir nefret taşıyor ve teyzesine çıkışıyordu: “Ne diye bu adamı huzuruna kabul edip dinliyorsun?” Ve anamız cevap veriyordu: “Sus Ya Urve! Ben Allah Rasûlü’nün O’na duâda bulunup: “Ya Rabbi O’nu Ruhu’l-Kudüs ile teyid et” dediğini duydum.”
Bu şebekeye girenlerden biri de Mistah’dı. Halbuki Hz. Ebu Bekr O’nun bakım ve görümünü üzerine almış ve o aileye her türlü yardımını aralıksız sürdürüyordu. İftira hâdisesine onun da ismi karışınca, Hz. Ebu Bekr, bir daha asla Mistah’a yardım etmeyeceğini söyledi. Canı iyice yanmıştı. Fakat derhal gökten bir mesaj geldi. Âyet şöyle diyordu: “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah (c.c.) yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, ferağat göstersinler. Allah (cc.)’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah (c.c.) Gafur’dur, Rahîm’dir”. (Nur,24/22)
O yeminle Mistah’a bir daha yardım etmeyeceğini söyleyen insan, bu hitap karşısında derhal dediğinden vaz geçiyor; yemin keffaretini ödüyor ve sanki hiçbirşey olmamış gibi Mistah’ı himayeye devam ediyor..
Bunlar, şahsa karşı yapılan en çirkin muamelelere karşı bir mü’minin verdiği müsamaha örnekleridir. Hakikaten çok zor olan böyle bir imtihanı onlar en muvaffak bir şekilde atlatmışlardır. Ve hakkı neşir vazifesini omuzlayan insanlara onlarda nice ibretler ve dersler vardır.
Günümüzün da’vâ adamları da kalblerinin yumuşaklığı ile vicdanlara girip hakikatı anlatacak ve kalbleri fethedeceklerdir. Huşûnet, sertlik ve kabalık hiç bir devirde faydalı olmadığı gibi günümüzde de faydalı olacağı düşünülemez. Müsamahanın sıcak iklimi ise, nice buzdan dağlar eritmiştir. Allah Rasûlü’nü öldürmek için yola çıkan nice düşman, O’nun müsamahası ile hayat bulmuş, İslâm’a girmiş ve Allah Rasûlü’nün en sadık dostu olmuştur. Ömer’i dize getiren Allah Rasûlü’nün bu müsamahası değil midir? Ya Halid’i bitirip tüketen ve gönlündeki karanlıkları gideren bütün bunlar Efendimiz (s.a.v.) in müsamaha dünyasından esip gelen aydınlık tûfanı değil midir?
Zaten Cenab-ı Hakk (cc.) da kendi dinini neşredenlerden bunu talep etmekte ve bunu istemektedir. O, Firavunun hidayete gelmeyeceğini ezelî ilminde bildiği halde Hz. Musa ve Harun’u (a.s.) ona gönderirken, Firavuna karşı yumuşak bir dil kullanmalarını emretmekte ve “Ona tatlı dille konuşun. Belki o aklını başına alır veya korkar” (Tâhâ, 20/44) demektedir.
Evet, biz bize karşı bağnazca, fanatikçe ve küfür hesabına mürteciyane hareket edenlere, müsâmahalı, esnek ve bir mü’mine yakışır mürüvvet edebini takınarak mukabele etmek zorundayız. Kur’ân’ın bize öğrettiği ahlâk anlayışı böyle olmamızı gerektirmektedir. “Onlar (mü’minler) ki, boş birşeyle karşılaştıklarında oradan vakarla geçip giderler”. (Furkan, 25/72)
Bir mü’minin ferdî plânda daima göz önünde bulundurması gereken düstur Rabb’imizin şu ifadeleri olmalıdır: “Eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız bilin ki Allah (c.c.) Gafûrdur, Rahîmdir”. (Teğâbûn, 64/14)
Cenab-ı Hakk (c.c.)’ı kendisine karşı Gafûr ve Rahîm bulmak isteyen, O’nun bu ahlâkıyla ahlâklanmalı ve müsamahayı, karakterinin ayrılmaz bir parçası kılmalıdır.
Müsâmahalı insan, hayatın her safhasında daima kazanır ve hiçbir zaman kaybetmez. Bugününü yaşarken aynı zamanda yarın olmak, ancak müsamahalı insanlara mahsus bir ilâhî mevhibe ve hikmet buududur.. buna mazhar olanlar da geleceğin dünyasının biricik mirasçılarıdırlar.
TEBLİĞ ADAMI VE MÜSAMAHA
Tebliğ adamı müsamahalıdır. Müsamaha, aslında bir ufuk genişliğidir; ve asla dâvâdan taviz verme anlamına da gelmez. Bir misal ile bunu biraz daha açacak olursak; Allah Resûlü (s.a.s)'nün Mekke fethinde, kendisini daha önce Mekke'den çıkaran ve bütün Müslümanlara her türlü işkenceyi reva gören insanlara karşı söylediği söz, müsamahanın en göz kamaştırıcı örneklerindendir. Efendimiz, o gün Mekkelilerin kendisinden ne beklediklerini sorar. Onlar da: "Sen kerimoğlu kerimsin. Beklediğimiz sadece keremdir" derler. Ve kerem ile mukabele görürler. "Gidin bugün kınama yoktur.." (Yusuf, 12/92) ifadesi Kur’ân'da, Hz. Yusuf (a.s)'un kardeşlerine söylediği söz olarak nakledilmektedir. Halbuki Allah Resûlü (s.a.s) bu müsamahayı hiç akrabası olmayanlara göstermiştir. Evet O'nun keremi Yusuf'tan çok artıktır.
ÇATLAYAN RÜYA
Milletçe birbirimize karşı saygının, sevginin, insanî münasebetlerin yeniden canlandığı yakın geçmişteki o kısa dönemde, bir baştan bir başa bütün ülkede her şey daha bir farklı görünüyor ve daha bir sıcak hissediliyordu. Ara sıra bir kısım münasebetsiz ve can sıkıcı sesler duyulsa da, toplum hemen her kesimiyle âdeta bir nevruz heyecanı yaşıyor ve upuzun yaz rüyaları görüyordu.
Hemen hepimiz, hatıralardaki altın günlerimizi, bugünler içindeki kendi şive ve kendi edâmızı yeniden bulmuş gibi pürneş’e, birbirimizle kucaklaşıyor, koklaşıyor; birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hatta birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahlarıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk. Hülya ve rüyalarımızda her gün biraz daha derinleşen sevenler ve sevilenler dünyasından pırıl pırıl renkli fotoğraflar, her yerde teneffüs edilen sımsıcak hava, her yanda tüllenen derin bir şefkat ve merhamet, yürüyorduk kinin, nefretin bulunmadığı–bulunamayacağı günlere. Ümitlerimizi, beklentilerimizi bütün canlılığıyla içimizde duyarak her şeyin bizcesine açılıyor ve benliğimizi saran bir büyü ile, bir zamanlar hayatımızı onun etrafında örgülediğimiz sevgi, saygı ve hoşgörü günlerine dalarcasına “eyyâmullah” diyeceğimiz altın çağlarımıza abanıyor ve yakın geçmişimiz itibarıyla, milletçe bir türlü gerçekleştiremediğimiz sevgiyi sevme, nefretten nefret etme ve sînelerimizdeki düşmanlık duygusuna karşı tavır alma istikametinde ümitle, iştiyakla durmadan koşuyor ve kendimiz olmaya çalışıyorduk.
İhtiyarlamaya yüz tutmuş ruhlarımıza gençlik aşılamaya, renk atmış duygularımıza imanlarımızın boyasını çalmaya ve hâlâ yaşadığına inandığımız saatlere zamanın sihrini duyurmaya; duyurup akrep ve yelkovanı bir hayli zamandan beri bağlı bulundukları paslı zembereğin tesirinden kurtarmaya ihtiyaç vardı ve bunlar mutlaka yapılmalıydı.! İhtiyaç duyulan bu hususlar tam yapıldı veya yapılmadı o ayrı bir konu ama, yapılmak istenenler işte bunlardı.
Yakın geçmişimiz itibarıyla biz, işte böyle bir diyalog vetiresi (süreç) içinde hep günlerin bahara kaydığını görür gibi oluyor; yeşeren ümitlerimizle kendimizden geçiyor ve bu ince, nazlı, yumuşak havanın, toplumun hemen bütün kesimlerince benimsenip yaşanabileceği hülyalarıyla oturup kalkıyor; her hamleyi az ilerideki sevgi günlerinin şafak emareleri gibi değerlendiriyor ve âdeta bir “şeb–i arûs”a hazırlanıyormuşçasına seviniyor, heyecanlanıyor, ümitlerimizin ufkuna doğru kanat çırpıyor ve gönüllerimizin zarını yırtacak seviyedeki bir neş’e ve cûşişle yitirdiğimiz saatlerin, günlerin bize iade edildiğini/edileceğini duyar gibi oluyorduk.
Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizdeki enginlik ve zenginliğiyle devam ettirebilseydik.! Aslında ettirilmemesi için zahiren hiçbir sebep de yoktu. Yoktu ama, doğrusu biz bu konuda ümit ve hayallerimizin çok çok gerisinde kalmıştık; kalmış ve her şeyi iyimserlik, hoşgörü ve hüsnüzanna bağlı değerlendirerek pusuda fırsat kollayan kini, nefreti, gayzı, öfkeyi, bağnazlığı, yobazlığı bütün bütün düşünemez olmuştuk; mâzur da sayılabilirdik; zira bizler medenî bir dünyada, aydınlar arasında tarihten kalma bu mel’ûn düşüncelerin bütünüyle ölüp gömüldüğünü; iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin ve evrensel değerlerin peşi peşine “ba’sü ba’de'l–mevt”lerinin yaşandığı bir dönemde bunların bir daha da hortlatılamayacaklarını sanıyorduk.. keşke yanılmamış olsaydık!. Ne var ki biz, insanlara saygıya ve hüsnüzanna takılarak yanılmıştık...
Bir daha dirilmez sandığımız bütün kötü duygular, kötü tutkular yeniden hortlamış ve birer gulyabâni gibi her köşe başını tutmuştu; işte bu duygu ve tutku sergerdanları, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırıyor, bir Hâricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip–biçiyor; bir anarşist tavrıyla her şeye tecavüz ediyor; kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koşuyor; sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıkıyor, yolları harap edip yürünmez hâle getiriyor, seven ruhları sindiriyor, sevgiyle çarpan sînelere şiddet, hiddet aşılıyor; çevresine şefkatle bakan çehrelerdeki tebessümleri karartıyor ve değişik çevre ve kesimlerin birbirleriyle olan iltisak noktalarını kırıyor, yıkıyor; onlar arasındaki birlik ruhunu kesiyor, biçiyor, parçalıyor ve ulaşabildiği bütün gönüllere düşmanlık tohumları saçıyorlardı..
Evet, bunlar, önce, toplumu teşkil eden fertlerin birbirlerine karşı güvenlerini sarsıyor; milletin değişik kesimleri arasına sûizan ve kuşku tohumları saçıyor; sonra da hoşgörü temsilcileri hakkında akla–hayale gelmedik iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını dahi evirip–çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere, hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundaklıyorlardı. En olumlu gayretler etrafında şüpheler uyarıyor; diyalog adına ortaya atılan tekliflerde başka maksatlar arıyor; en yararlı sözleri, beyanları sağa–sola çekiyor, bölüyor, parçalıyor, montajlarla farklı kalıplara ifrağ ediyor ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergiliyorlardı.
İşte bu şeytanî gayretler, millet çoğunluğu üzerinde müessir olmasa da, öteden beri hayatını şiddete, hiddete, kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey düşünmeyen marjinal bir kesimi ayaklandırmaya yetmişti. Ayaklandılar ve “hoşgörü”, “diyalog”, “sevgi”, “herkesi kendi konumunda kabul etme” ve “kavgasız bir dünya”.. gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler. Yüreklerdeki ümitleri sarstı, insanların birbirine karşı güven ve itimadını yıktı, toplumun değişik kesimlerini birbirine bağlayan esasları parçaladı, dağıttı ve yerle bir ettiler.
Herkesi aldatamadıkları, her sîneye giremedikleri, her dimağda şüphe uyaramadıkları ve çoğunluğu iğfal edemedikleri muhakkaktı; ancak bu kesme–biçme, bölme–parçalama ve her şeyi hurdahaş etme gayretleri tamamen de neticesiz kalmamıştı. Eski kavgalı günlerden henüz sıyrılmış bulunan ve fakat durduğu yerde biraz da iğreti duran pek çok kimse, yeniden sarsılmış ve bunların hoşgörü çağrılarıyla alâkalı bütün duyguları, düşünceleri alt–üst olmuştu. Bu da, yıllardan beri kardeşlik, dostluk ve diyalog adına ortaya konan gayretlerin hebâ olması ve bu çizgide gayretlerle gerçekleştirilmesi muhtemel diyalog ve barışa giden yolların muvakkaten de olsa yürünmez hâle gelmesi demekti...
Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Doğrusu şu anda, kalbimde sıkışmalar hâsıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda tavattun etmeye karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallere karşı yapacak başka bir şey de düşünemiyorum. Ne var ki, ben onlardan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine de olup bitenler, herhangi bir boşluktan sızıp düşünce dünyamın içine giriyor, bazen bir zehirli ok gibi kalbime saplanıyor; istemediğim hâlde zihnime akan bu meş’ûm bilgilerle inliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabbime el kaldırıyor, “Rabbenâ feracen ve mahracen.” deyip sızlanıyorum...
Bazen, toplumun değişik kesimleri arasındaki sevgi ağlarının yırtıldığını görür gibi oluyor; bazen gelip duygularıma çarpan hoşgörü ve diyalog etrafındaki homurtularla ürperiyor; kin ve nefret aktörlerinin öldürücü darbeleri altında inleyen dostluk ve kardeşlik hislerinin acı talihlerini düşünüyor ve irkiliyorum. Bazen de hiçbir şey düşünmeden olduğum yerde kalakalıyorum.
Kardeşlik ve dostluğa açık o sımsıcak günlerin, şimdilerde uçmuş renklerini, gönüllerde soldurulmuş nakışlarını, karartılmış ufuklarını her tasavvur ve tahayyül edişimde, ölüme yürüyen bir insanın çehresini ya da inkırâza yüz tutmuş mâil–i inhidam bir binanın hâlini temâşâ ediyor gibi oluyor ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde sadece inleyerek tepkimi ortaya koyuyor ve gönlümü bununla serinletmeye çalışıyorum. Bir duygu, bir düşünce, bir anlayış, bir felsefe bu kadar hoyratça bir muameleye maruz kalınca ne kadar iflâh olur ve ne kadar var olma gayesini edâ edebilirdi, onu her şeyi yakından takip eden insaf dünyasının insafına bırakıyorum.
İddialar mesnetsiz olsa da, taarruz insafsız, koparılan gürültü korkunç, kampanya plânlı, komplo şeytanî ve bütün bu hareketlerin hedefi de dostluk, kardeşlik ve sevgiydi. Bir kere daha Çanakkale işgali yaşamıştık; ama bu defa Çanakkale içinde vurulan, işte bu değerler olmuştu. Toplum ne kadar sağduyulu hareket etse de, gönüllerden birçok şey kopup gitmiş ve değişik kesimlerin birbirlerine karşı güveni büyük ölçüde sarsılmıştı. Bu korkunç gürültü ve yaygaradan sonra artık, insanlar eskisi gibi birbirini sevemeyecek, birbirine güvenemeyecek, gönül rahatlığı içinde bir araya gelemeyecek, gelseler bile birbirlerini yürekten kucaklayamayacaklardı. Otel lobileri ya da değişik toplantı salonları artık tebessüm alış verişi göremeyecek, insanlar gönülden birbirlerinin elini sıkamayacak, sîneler şefkatle çarpamayacak ve o sımsıcak günler bir garip Şubat soğuğuna yenik düşecekti. Demek ki, artık gönül kapıları o eski sıcaklığıyla herkese aralanamayacak, gözler tebessüm cimriliğine gidecek, dudaklar da sevgi mırıldanmayacaktı.
Sanki, gelecek adına görülen rüyalar bitmiş, birlik–beraberlik hülyaları yıkılmış, sînelerdeki ümit ışıkları sönmüş, emniyet soluklayan nefesler susmuş/susturulmuş, –Allah bu garip sessizliği bir daha göstermesin– her şey endişe verici bir sükûta teslim olmuş gibiydi... Ben her gün birkaç kere hayalimle bu ürperten resimleri seyrediyor ve kırılıp dökülen, parçalanıp sağa–sola saçılan sevgi, beşerî münasebetler, hoşgörü, diyalog ve birbirimizi anlama... gibi kazanılmış güzelliklerin horlanıp hakir görülmesi karşısında iki büklüm oluyor ve inliyorum.. iki büklüm olup inliyorum çok ciddi gayretlerle elde edilen başarıların altının oyulmasına; o sevgi atmosferinin delinip yırtılmasına, toplumun değişik kesimleri arasında yeniden kavgaya start verilmesine; kinin, nefretin mergup bir metâ gibi gelip baş köşeye oturmasına; sevginin, merhametin, şefkatin ve bunlara bağlı olarak da gelecek adına ümitlerimizin kapı kapı kovulmasına; sînelerde uykuya yatmış düşmanlıkların bir kere daha hortlatılmasına.. evet bütün bunlar karşısında kaddim bükülüyor; kendimi âdeta öldürülmüş bir sürü güzel şeyin mezarı başında tahayyül ediyor, acıyla kıvranıyor ve ürperiyorum.
Ne var ki, olup biten bunca kemlik, bunca kötülük ve bunca vefasızlığa rağmen hâlâ o günlerin avdet edeceğini gösteren ve onları bize geri veriyor gibi görünen saatlerin emâreleri de başımızın üstünde. Yarısı uçurulmuş bir bina veya eksik kalmış bir mısra gibi imara azmi şahlandıracak, kalemi bir kere daha coşturacak bir hayli ışık var geçtiğimiz yollarda. Yıkılıp giden, sökülüp atılan o ümit dünyasından geriye kalan her parça bize: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (Âkif) diyor gibi. Gerçi mevcut durum, bir yıkık rüyaya benzeyen hâliyle bana oldukça dokunuyor ve yapılanlar çok gücüme gidiyor; ama yürüdüğümüz yol millet yolu olduğuna göre, neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her şeyi sabırla, tevekkülle karşılamaya kararlıyız. Gönül gözlerimizle milletimizin mutlu yarınlarını süzerek, yaşatma zevkiyle hasret ve hicranlarımızı tadil edip, yolda bulunmanın hakkını vermeye çalışacağız.
Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları yürünmez birer patika hâline getirse de, hâlâ her tarafta salınıp duran yeşillikler, gönüllerimizde yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları, insanî duygularıyla diyaloğa açık sîneler; el sıkışmasını, kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını devam ettiren gönül insanları; günahını bilen vicdanlar, hatalarına pişmanlık duyan ruhlar, geleceği mantık ve muhâkeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini devam ettirdikleri sürece, ruhumuzun sarsılan sistemlerini yeniden derleyip toparlayacak ve “yeni baştan” deyip herkesi sevmeye devam edeceğiz.
Şimdilerde hemen her yanda duyulan o sun’î ağıtların, solgun nefeslerin pörsüttüğü duygular, düşünceler, mevsimi gelince yeniden canlanacak ve her yanda bir kere daha bahar nârâları duyulacaktır.
Ben bunca yıkılış, kırılış ve dökülüş karşısında imanımın gereği olarak bir gadr u efgânı, bir azim ve diriliş duygusunu dile getirmeye çalıştım. Beklentilerimin, Hz. Kâdiyü’l–hâcât dergâhında birer dua yerine geçeceği ümidini besliyorum.
HOŞGÖRÜDE DENGE
Her meselede itidal ve denge çok önemlidir. Hoşgörü meselesinde de kalb balansının çok iyi ayarlanması gerekmektedir. Biz, hoşgörü hususunda dengeli olduğumuza inanıyoruz. Zannediyorum bazıları, biz hoşgörü derken, bunu milletimizin ve ülkenin geleceğinin zararına olarak tarihimizi, millî-manevî değer ve dinamiklerimizi tahribe karşı da hoşgörülü olunmasını kasdettiğimizi sandılar. Bugünümüz ve yarınımız adına nelerin hoşgörüleceği ve nelerin hoşgörülmeyeceği bellidir. Ümit ediyorum ki bu toplum, zamanla birbiriyle kaynaya kaynaya o dengeye ulaşacaktır. Fakat kanaat-i acizanemce, şu demokratik hava içinde, tartışma ve ayrılık konusu meselelerden çok, bizi toplum olarak, millet olarak birbirimize bağlayan hususları öne çıkararak, herkesi bulunduğu konumda kabûl edip, hoş görmekle işe başlamak, en isabetli yol olsa gerektir.
Başkalarının hukukunun sözkonusu olduğu bir yerde müsamaha gösterme, kimsenin hakkı değildir. Biz nefsimize ait meselelerde fedakârlıkta bulunabiliriz; fakat toplumun hakkını fertlere bağışlamaya gelince, o topluma karşı işlenmiş bir zulümdür. Ben cüzdanımı veya sırtımdaki elbiseyi birisine verebilirim; bu bir fedakârlıktır. Ama millete ait bir cüzdanı, millet malını ve kamunun hakkını birisine bağışlamam, zahiren hayır gibi görünse de, temelde zulümdür.
Bu açıdan, birisi kalkıp da bir toplumun bugününe, geleceğine saldırıyor, aileyi tehdit ediyor; cana, nesle, akla, dine ve mala dokunuyorsa, bu türden davranışlara karşı müsamahalı olma bizi aşar. Hoşgörünün gâyesi, hedefi ve milletin ondan ne anladığı açık ve nettir.
Öte yandan hükümler, muhtemeller üzerine kurulmamalıdır. Eğer hüküm muhtemeller üzerine kurulacak olursa, bu takdirde, su-i zan yapılmış, günaha girilmiş olur. Hükümler vukuâta, yani olup bitmiş hâdiselere göre verilir. Ortada bir işaret ve delil olmadığı müddetçe, beraat-ı zimmet, yani kişilerin masumiyeti asıldır. Bu, hukukî bir disiplindir. O açıdan, bazılarının, siz hoşgörü diyerek millet ve mâneviyat aleyhinde her şeyi dinamitliyorsunuz ve bazılarının dümen suyunda gidiyorsunuz gibi dayanaksız ve tamamen sû-i zanna dayanan suçlamaları, nasıl bir bühtandan öte geçmiyorsa, aynı şekilde, daha başkalarının, şimdi hoşgörü diyorsunuz ama, fırsat elinize geçse şöyle yaparsınız gibi düşünce ve sözleri de, hiç bir işaret ve delile dayanmayan birer kuruntu olup, böylesi kuruntu ve bühtanlara dayanılarak hüküm verilemez.
Görünen o ki, bize düşen, âlemin inanıp inanmaması değil, samimiyetle inandığımız sevgi ve hoşgörü davasında, risalet vazifesinin ayları ve güneşleri olan peygamberlerin vazifelerini yaparken gösterdikleri azim, sebat ve kararlılığı göstermektir.
RİSALE...
HERKES BİR MEŞREPTE OLMAZ
Ehl-i dalalet, şâkirdler arasındaki meşreb ve hissiyat ayrılığından istifade edip ve maişet cihetinde zayıf damarları bulup, tesanüdü birlik ve beraberliği bozmak istemelerine karşı Üstadın tavsiyesi: Sakin, dikkat ediniz, içinize bir ayrılık, aykırılık düşmesin, insan hatadan hali olmaz, fakat tövbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan karşedinize karşı haklı tenkide sevk ettiği zaman: (Biz değil böyle cüz'î hukukumuuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nurun en kuvvetli râbıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. Onun bize kazandırdığı netice itibari ile dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir, deyiniz nefsinizi susturunuz, ihtilafa sebeb olarak bir mes'ele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrebde olmaz. Musamaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir.) demesi.
NUR TALEBELERİ DİĞER DİNDARLARLA MÜNÂKAŞAYA GİRMEZ
Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz, sakın sakın hocalarla münâkaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musâlâhakârâne davranınız, enâniyetlerine dokunmayınız. Bid'at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi'lerle uğraşıp onları, dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münâzaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle îtirazları, münâfıkların ellerinde bir senet olur. (Emirdağ Lâhikası-I, s.130.)
NÜKTELER...​
HZ. MUSA'YA YAKIŞIYOR
Hz. Musa (a.s.), Peygamberliğinden evvel bir müddet koyun çobanlığı yapmıştı. Bir gün sürüden bir koyun kaçtı. Musa (a.s.) peşine düştü. Koyun kaçtı, o kovaladı. Nihayetinde ayağındaki çarıkları çıkardı. Ayağı şişmiş, yaralanmışa. Akşamüzeri yakaladı. Hz. Musa (a.s.) hiç öfkelenmedi, koyunu okşadı ve:
- Ey hayvan, dedi, haydi bana acımadın, kendine de mi acımadın? Neden kendine zulmediyorsun?
Cenab-ı Rabbülalemin meleklere;
- Peygamberlik Musa'ya (a.s.) yaraşır, buyurdu.
Birilerinin ufak bir kötülüğüne maruz kalsak, hemen sadece nefsimizi düşünüyor, feryat figan ediyoruz. Halbuki, zulmeden kendine ediyor, insan dünyada, olmazsa ahirette muhakkak hakkını alır. Haksızlık eden ziyandadır. Biz de onlar gibi, maruz kaldığımız şey karşısında yürekten "Senin için, akıbetin için üzülüyorum" diyebilseydik, birçok insanın yaptığından pişman olduğunu, salihler arasına karıştığını görecektik.
Evet, Peygamberlik onlara yakışıyor. Bize düşen o ahlâkla ahlâklanmaya çalışmaktır.
ATEŞLİ SİLAHA KARŞI ŞEFKAT SİLAHI
"Allah indinde makbul olan tevbe,
kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk vazgeçip tevbe edecek olanların tevbesidir." (Ku’an-ı Kerim, Nisa, 17)
Uzun zamandır camisine müezzin bulamayan imamın yanında günün birinde bir müezzin göründü. Cemaattan Vehbi Bey buna sevinmişti.
- Gözünüz aydın olsun, Hoca Efendi, nihayet müezzininiz de tayin olmuş! imam Efendi biraz mütereddid. Tebessüm ederek cevap verdi:
- Bu müezzin tayinle gelen müezzinlerden değil. Şefkat silahıyla teslim aldığımız müezzinlerden! O bize ateşli silahını çekti, biz de ona şefkat silahımızı çektik, önce o bizi, sonra da biz onu teslim aldık. Şimdi de müezzinliğimizi yapacak kadar bize sadakat göstermiş bulunuyor!
Vehbi Bey bundan bir şey anlamamıştı. İmam Efendi hadiseyi şöyle anlattı:
- Bir sabah alacakaranlıkta camiyi kapattım, evime gitmek üzere avludan çıkarken bir ses ansızın beni yerime mıhladı:
- Hoca Efendi eller yukarı. Yoksa kurşunu yersin!
Baktım, karanlıkta seçemediğim bir şahıs, tabancasını bana çevirmiş, işaretler ediyor:
- Şu yana doğru yürü!
Ellerim başımda, istediği yöne doğru yürüdük. Nihayet mezarlığa girdik. Geriden gelen komutla mezarlıkta bir hayli dolaştığımız halde bir yerde karar kılamayınca arkama bakmadan seslendim, neden dolaştırıp duruyorsun, dedim. Cevap enteresandı:
- Ben, cemaatinden çok sevdiğin falan adamın oğluyum, babamın mezarını arıyorum, demez mi?
Hem şaşırdım, hem de biraz rahatladım:
- Babanın mezarı işte şurasıdır, diyerek aradığı mezarın başına geldim. Arkamdan yeni bir komut geldi:
- Bulunduğun yere çok ve bir Yasin oku!
Şaşkınlığım bir hayli artmış halde Yasin'i okudum. Merhumun ruhuna bağışladım. Bu sırada göz ucuyla arkama baktığımda tabancasını cebine koymuş, ağladığını gördüm. Yasin bittikten sonra bana işaret etti:
- Sen vazifeni yaptın, buyur git!
- Hayır, dedim. Seni bırakıp da asla gitmem. Bu işin mahiyeti nedir, bilmeliyim?
Ağlaması hıçkırıklarla yükseldi. Neden sonra kendine geldi. Başladı durumunu anlatmaya:
- Ben ne yazık ki, içiyorum, bu gece yine İçmiştim. Rüyamda babamı gördüm, bana sitem etti:
- Sen nasıl evlatsın, senden ayrılalı bunca zaman oldu, hiç bir hediyeni almadım, reva mı? dedi. Ben de uyanınca babam için bir Yasin okutmak istedim. Sağ ol, sen vazifeni yaptın. Şimdi beni kendi halime bırak. Ben çamura düşmüşün biriyim!
- Hayır, dedim, sen çamura düşmüş biri değilsin. Öyle olsa bile altın yere düşmekle değerinden bir şey kaybetmez. Sadece çamurunu silip altınını çıkarmak gerekir. Haydi seni eve götüreyim, dedim. Tereddüt etti, ısrar ettim, birlikte eve geldik. Kendisini ilgi göstermeye değmeyen biri olarak kabul ediyordu. Ben ise öyle babadan kötü evlad doğmaz, her şeyin bir vakti var, işte şimdi dönüş zamanıdır, dedim. Böylece bir dostluk kurduk. Bu dostluk öylesine gelişti ki, gördüğünüz gibi camimize müezzin olacak hale geldi.
Kısacası, o bize ateşli silah çekti, biz de ona şefkat silahı çektik, önce o bizi korkuttu ama sonra biz onu işte böyle teslim aldık.
ZAYIFLAR KÖTÜLERLE GÖRÜŞMESİN
Adam Hazret-i Mevlânâ'yı dinliyormuş.
— Senin yanında iyi ile kötü, eğri ile doğru bir olmamalıdır. Sen düzgünün yanında, bozuğun da karşısında olmalısın!
Bunları dinledikten sonra doğruluğunu teyid makamında başını sallayarak çıkıp gitmiş.
Ne var ki bir gün Mevlânâ'yı eğri bildiği birinin yanında görmüş, candan sohbet ediyormuş kötü ile. Beklemiş, kalkıp da uzaklaşırken yaklaşmış.
— Sen, demiş, doğrunun yanında, eğrinin de karşısında olunmalı, dememiş miydin?
Evet, demiştim.

— Öyle ise işin ne bu kötü adamın yanında? Niçin onunla senli benli oluyorsun? Tatlı tatlı sohbet ediyorsun?
Mevlânâ:
Ben, demiş, yetmiş iki buçuk milletle beraberim!

Bu söze büsbütün zıvanadan çıkan adam:
Zaten demiş, sizin gibilerdir bizim ahlâkımızı bozanlar. Kürsüde öyle konuşuyorsunuz, sokakta da böyle hareket ediyorsunuz.

Mevlânâ tebessüm ederek cevap vermiş:
İşte bu sözünle de beraberim!

Adam süt köpüğü gibi sakinleşmiş.
Olayı geriden seyreden bir Mevlânâ dostu, yaklaşmış, adamın yakasından tutup beriye çekerek konuşmuş.
— Sen, demiş, Mevlânâ'yı anlamıyorsun. Mevlânâ'nın söylediği doğrudur. Senin gibileri hep doğrularla konuşmalı, eğrilere yaklaşmamalıdır. Zira sonra sen de eğrilir-sin. Ama Mevlânâ için böyle bir tehlike yoktur. O hangi eğrinin yanına varırsa, mutlaka ona bir doğruluk ilham eder, ondan asla eğrilik almaz...
Aklı başına gelen adam koşarak Mevlânâ1 nın arkasından erişip özür dilemiş.
Seni yanlış anlamışım, özür dilerim, kusuruma bakmayın.

Mevlânâ yine mütebessim, aynı cevabı vermiş:
Bu sözünle de beraberim!
Maneviyat büyükleri, elektrik yüklü bulutlara benzerler. Vardıkları yerde şimşek gibi çakar, orayı aydınlatırlar, oranın karanlığında kaybolmazlar.

Mevlânâ gibi büyükler mesaj yüklüdürler. Onlar kimlerin yanına varırlarsa ancak mesajlarını verirler, oradan mesaj almazlar. Zira mesaj alacak boşlukta değildi.
Sırtında küfe dolusu gül taşıyan insan, hangi kötü kokunun yanından geçse onun tesirine girmez, orayı tesiri altına alır. Kötü kokanlar dahi gül kokmaya başlardı.
Sırtımda gülü hiç olmayan, yahut da az olanlar, vardıkları kötü kokulu yerin kokusundan etkilenirler, belki de kötü kokmaya başlarlar.
Öyle ise gülü az olanlar, lağım temizleyenlere yaklaşmasınlar. Sonra kötü kokarlar da temizlenemezler.
ARİFLERİN ÂLEMİNDEN
Hatem-i Esam'ı biliyorsunuz.
Velilerin büyüklerinden. İsmi Hatem olmasına rağmen, bir de Esam lakabı almış, Hatem-i Esam olarak meşhur olmuştur. Kısaca arzedelim olayı.
Bir gün ziyaretçilerinden biri, karnındaki yeli tutamaz, gürültülü şekilde dışarı çıkarır. Ama bundan, aşın derecede utanır, yüzü kızarır.
Hatem hemen söylenir:
Sözlerini duyamıyorum. Biraz yakınıma gel, konuş. Son günlerde kulağıma sağırlık arız oldu.

Rahatlayan ziyaretçinin yüzündeki kızartı durur. Büyük veliden meselesini sorarak çıkıp gider.
Bundan sonra Hatem durumunu değiştirmez. Hep sağır adam görünüşünü sürdürür. Adı Hatem-i Esam, Sağır Hatem kalır.
Bir gün bir sineğin örümceğin ağına düşüp de vızıltısını duyan Hatem söylenir:
— Ey aç gözlü sinek, niye vızıldıyorsun? Her yerde bal, pekmez bulunmaz ya! Tahammül et, ümidini yitirme, kurtulmaya çalış!
Orada hazır bulunan biri şaşırır. Der ki:
— Ey Hatem, senin sağır olduğunu sanıyorduk. Halbuki sen bizim duymadığımız sinek vızıltısını dahi duydun. Demek senin kulağın, bizden de hassas. Sağırlık filan yok?
Hatem cevap verir:
— Ey gerçeği arayan kimse, beni iyi dinle. Ben kendimi sağır bildiriyorum. Çünkü yanımdakiler kusurlarımı da söylesinler, duymadığımı sanarak hatalarımı da anlatsınlar da kendi kendime gururlanmayayım, nefsimin şerrinden kurtulayım diye... Nitekim çok kimseler hatalarımı sayarlar, yanlışlığımı söylerler. Ben de istifade ile dinler, kusurlarımdan kurtulmaya çalışırım. Demek benim sağırlığım bana çok şey kazandırıyor, sizin duyarlılığınız ise, size çok şey kaybettiriyor. İstersen gel, sen de seni övenlere kulağını tıka, kusurlarını sayanlara aç ki istifade edesin..
Yolda giden bir arife, evin camından bakan biri, sövmeye başladı.
Rahatsızlığının sebebi belliydi.
— Neden evimin önünden geçiyorsunuz? Halbuki, evinin önünden yol geçiyordu. Herkesin
geçme hakkı vardı. Anlaşılan çatacak kimse arıyordu.
Adamın sövüp saymasına rağmen, yoluna devam eden arifi gören biri, sitem etti:
Efendi, baksana hep sana sövüp sayıyor, neden cevap vermiyorsun?

— Veremem, dedi. O, havlıyor, ben ise insanım, onun gibi havlayamam ki!
Hem söven sustu, hem sitem eden. Ama o devam ediyordu:
— O havlıyor. Ben ise insanım, onun gibi havlayamam ki!..
Bir adam kırda koyunlarını otlatırken dalaşan köpekleri ayırmak istemiş, köpeklerden biri de adamın bacağını ısırmıştı.
Akan kanları durdurmak için çaput yakıp yaraya basmak istedikleri sırada, küçük kızı feryat etti:
Babacığım, neden sen de onun bacağını ısırmadın?

Gülümseyen baba cevap vermeyince yavrucağız ısrar etti.
Babacığım neden sen de onun bacağını ısırmadın? Baksana sana ettiğine?

Mecburen söylendi:
Kızım, ben onun bacağını ısıramam. Ben insanım, o köpek.
— Olsun babacığım. Köpeğin bacağı çok mu büyük?
Hayır kızım. Onun bacağı çok büyük değil, benim dişlerim çok küçük.

"HEPİMİZ BİRDEN ABDEST ALALIM...
" Hz. Ömer, hilâfeti zamanında sahâbeden seçkin bir toplulukla birlikte bir mecliste oturmuş sohbet ediyordu. Cemaatin içinde Cerir bin Abdullah da vardı. Birden bir yellenme kokusu duyuldu. Toplulukta biri, herhalde irâdesine hâkim olamıyarak yellenivermişti. Kokuyu duyanların canları sıkılmış, "kim bu işi yapan münasebetsiz" dercesine yüzlerini buruşturmuşlardı. Hz. Ömer'in de canı sıkılmıştı. Kızgın bir sesle: Fakat Hz. Ömer'in bu dediğini yapmak çok zordu. Yellenen kimsenin o kadar insan arasından kalkıp abdest almaya gitmesi, bütün şimşekli bakışları üzerine toplaması, itibarını zedelemesi ve insanlar önünde kendini mahcub düşürmesi demektir.
Cerir bin Abdullah, bu hususları düşünerek derhal duruma müdahale etti ve Hz. Ömer'e şu teklifi yaptı: Mü'minlerin emîri! Acaba hep birden abdest alamaz mıyız?" Hz. Ömer, Cerir'in bu ince düşünüşünü, hatâyı, hatâ sâhibini mahcub etmeden tâmir edici fikrini çok beğendi. Kendisine hitaben: çok yaşa... Müslüman olmadan önce de ârif idin. Şimdi de ârifsin" diye iltifatlarda bulundu.
Böylece toplum içinde ortaya çıkan bir hatâ, en güzel şekilde izâle edilmiş, hiç kimse mahcub olmadan iş tatlıya bağlanmış oldu...

 
Üst