İtaat

mihrimah

Well-known member
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْويلًا


Nisa/59. Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.​

قُلْ اَطيعُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرينَ


Al-i İmran/32. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.​

وَاَطيعُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Al-i İmran/132. Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.​

تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا وَذلِكَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ


Nisa/13. Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.​

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّهَ وَمَنْ تَوَلّى فَمَا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفيظًا

Nisa/80. Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!​

وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًا وَاِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بى مَا لَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ


Ankebut/ 8. Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.​
HADİS…

* Ebu Said radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselam Alkame İbnu Mücezzez radıyallahu anh'ı, benim de içinde bulunduğum bir askeri birliğin başında savaşa gönderdi. Kumandan gazvesinin başına geçince veya yolda belli bir yere varınca, askerlerden bir grup, kendisinden (ayrı gitmek) hususunda izin istedi. Onlara izin verdi. Başlarına Abdullah İbnu Huzafe İbnu Kays es-Sehmi'yi sorumlu tayin etti. Ben onunla savaşanlar içerisinde idim. Yolun bir yerine gelmiştik, (mola sırasında) askerlerden bazıları ısınmak veya üzerinde (yemek) yapmak maksadıyla bir ateş yaktılar. Komutanımız Abdullah -ki şakacı birisiydi- "sizin üzerinizde itaat edilmek ve sözü dinlenmek hakkım yok mu?"diye sordu. Askerler: "Elbette var!" dediler. "Öyleyse, dedi ne emredersem yapacaksınız değil mi?" Askerler yine: "Elbette!" dediler. Bunun üzerine komutan: "Şu halde size, şu ateşe atılmayı emrediyorum" dedi. Askerlerin birkısmı kalkıp emri yerine getirmeye hazırlandılar. Abdullah, onların ateşe atılacaklarına inanınca: "Kendinizi tutun, ben size şaka yapmıştım" dedi. Medine'ye dönünce, bu hadiseyi Resûlullah aleyhissalâtu vesselam'a anlattılar. Efendimiz şöyle buyurdular: "Onlardan (yani başınızdakilerden) kim size Allah'a isyanı emrederse ona itaat etmeyin."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse muhakkak ki Allah'a isyan etmiştir."
* Avf İbnu Mâlik el-Eşca'î (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in huzurunda yedi veya sekiz veyahut dokuz kişiydik. "Allah Resûlü'ne biat etmiyor musunuz?" dedi. Ellerimizi uzatarak: "Hangi şarlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah'ın Resûlü?" dedik. Şu cevabı verdi: "Allah'a ibadet etmek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek -ve bu sırada gizli bir kelime fısıldayarak devamla- "Halktan hiçbir şey istemeyin" buyurdu. Avf İbnu Malik İlâveten der ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i benimle dinleyen o cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı düşse kimseye "Şunu bana verir misin?" diye talebde bulunmaz (iner kendisi alır)dı."
* İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e kulak vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken "Gücünüzün yettiği şeylerde" diyordu.
* İrbâz İbnu Sâriye (radıyallahu anh) dedi ki: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: "Ey Allah'ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz?" dedi. "Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklıktır."
* Yine aynı sahâbe (Ebu Musa) (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Benim misalimle Cenab-ı Hakk'ın benimle göndermiş bulunduğu şeyin misâli şu adamın misali gibidir: "Bir adam kendi kavmine gelip: "Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!" der. Kavminden bir kısmı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu temsil bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenab-ı Hakk'tan getirdiklerimi tekzip edip yalanlayanları göstermektedir."
* Ubeyd İbnu Umayr anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabına sordu. "Şu âyet kimin hakkında nazil olmuştur? "Sizden herhangi biri arzu edermi ki, hurmalardan, üzümlerden kendisinin bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun. Fakat ona ihtiyarlık çöksün, aciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o, yanıversin? (Bakara, 266). Cemaat: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" cevabını verdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu cevaba kızdı ve: "Biliyoruz veya bilmiyoruz" deyin dedi. Bunun üzerine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Bu hususta içimden bir şeyler geçiyor ey müminlerin emiri" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: "Ey kardeşimin oğlu söyle onu, kendini küçük görme" dedi. İbnu Abbas: "Bu, bir iş için misal olarak verilmiştir" deyince Hz. Ömer: "Hangi iş için?" diye tekrar etti. İbnu Abbas da: "Zengin bir kimsenin işi için, öyle ki bu zengin Allah'a kulluk ve itaatini yerine getiriyordu. Sonra Allah ona şeytanı gönderdi. (Zengin onun iğvasına kapılarak günahlar eşledi ve sonunda bütün (salih) amellerini batırdı."
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın şu mealdeki sözü nazil olunca: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesâba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder..." (Bakar, 284) bu ihbar Sahabe (radıyallahu anhümâ)'ye çok ağır geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiler, diz çöküp oturdular ve dediler ki: "Ey Allah'ın elçisi, bize yapabileceğimiz işler emredildi: Namaz, oruç, cihâd ve sadaka, bunları yapıyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk sana şu âyeti inzal buyurdu. Onu yerine getirmemiz mümkün değil." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara: "Yani sizler de sizden önceki Yahudi ve Hıristiyanlar gibi "dinledik ama itaat etmiyoruz" mu demek istiyorsunuz? Hayır öyle değil şöyle deyin: "İşittik itaat ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz, dönüş Sana'dır." Cemaat bunu okuyup, dilleri ona alışınca, bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk şu vahyi inzal buyurdu: "Peygamber ve inananlar O'na Rabbi'nden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. "Peygamberleri arasında hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara 285). Ashab bunu yapınca Allah, önceki âyeti neshetti ve şu âyeti inzal buyurdu: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. (Resûlullah bu duayı yapınca Allah Teâla hazretleri: Pekala, yaptım buyurmuştur). Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! (Allah Teâla hazretleri: Pekiyi buyurmuştur). Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma (Rabb Teâla hazretleri: Pekiyi dedi). Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et (Rabb Teâla buna da Pekiyi demiştir).
* İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin" (Nisa 59) ayeti, Abdullah İbnu Huzâfe İbni Kays İbni Adiy es-Sehmî hakkında, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bir seriyyeye gönderdiği esnada nâzil oldu."
* İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir grup insan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Ey Allah'ın Resulü biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, fakat Allah'ın öldürdüğünü yemiyoruz (bu nasıl iş?)" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi: "Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan şeyden yiyin. Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, hevâ ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir. Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Günah kazananlar, kazandıklarına karşılık şüphesiz ceza göreceklerdir. Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz" (En'âm, 118-122).
* Alâ İbnu Ziyâd'ın anlattığına göre, cehennemi zikrederken bir adam kendisine: "- Niye milleti ümidsizliğe sevkediyorsun?" diye müdahale etti. O da: "- Allahu Tealâ: "Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir" (Zümer, 53) ve: "...Aşırı gidenlerin ateşlikler olduklarında şüphe yoktur" (Mü'min 43) buyurmuş olunca, ben ümidsizliğe düşürebilirim. Ne var ki, siz kötü amellerinize rağmen cennetle müjdelenmekten hoşlanıyorsunuz. Halbuki Allah, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i itaat edenler için cennetle müjdelemek, isyan edenler için de cehennemle korkutmak üzere gönderdi." dedi.
* Muâz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Gazve iki çeşittir: Birincisi kişinin Allah'ın rızasını aramak için yaptığı gazvedir. Bu maksadla gazve yapan imama da itaat eder, en kıymetli şeyini harcar, ortağına kolaylık gösterir, fesaddan kaçınır. Bunun uykusu da uyanıklığı da tamamen kendisi için ücret olur. Bir de övünmek, riyâkârlıkta bulunmak ve kendini satmak için savaşan, imama isyan eden, arzda fesad çıkaran kimse vardır. Böyle gazveden asgarî ücreti bile elde edemez."
* Hz. Aişe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söydediğini işittim: "Kim Allah'a itaat etmeye nezrederse hemen itaat etsin. Kim de Allah'a isyan etmeye nezrederse, sakın isyan etmesin."
PIRLANTA SERİSİ…
İtaat çok önemlidir. Ondan daha önemli olanı da, bedevi bir toplum içinde o itaat şuurunu geliştirmektir. Evet, o cahilî toplumda kimse kimseyi dinlemez ve kimse kimseyi kabullenemezdi. Ama O, deneye deneye onları öyle bir itaata alıştırdı ki, bir gün on sekiz yaşındaki bir çocuğu, içinde Ebû Bekirlerin Ömerlerin, Osmanların, Alilerin ve daha nicelerinin bulunduğu bir ordunun başına kumandan tayin ettiğinde, bir iki sesin dışında kimse sesini çıkarmamıştı...138
“Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın; başarıya ulaşabilmeniz için Allah’ı çok anın. Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz. Sabredin; doğrusu Allah sabredenlerle baraberdir” (Enfal, 8/45-46).
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara da itaat edin!.” (Nisâ, 4/59).
Sahabe arasında itaat öylesine gelişmişti ki, Hz. Ebû Bekir (ra), halîfe olmasına rağmen, Hz. Ömer (ra)’i vezir olarak yanına almak için, genç serdar Üsame’nin yanına sokularak ona şöyle demişti: “Ey Allah (cc)’ın Peygamberinin tayin ettiği kumandan, Serdar-ı A’zâm, müsaade edersen Ömer’i yanıma alıp devlet işlerinde çalıştırmak istiyorum.”139 Halîfe izin alıyordu. Niçin? Çünkü Allah Rasûlü onu kumandan tayin etmişti.. artık ona itaat edilirdi.. hem de ölesiye, Allah Rasûlü, hayatı boyunca itaat üzerinde durdu.. ve söz dinlememeyi, kargaşaya, anarşiye açılan bir kapı kabul etti. Ve, hiç kimseye nasip olmayacak şekilde bunda muvaffak da oldu.. öyle ki bir gün, Abdullah b. Hüzâfetü’s-Sehmî’nin ordusunda, komutanın: “Kendinizi ateşe atın” direktifi duyulunca, kendini ateşe atmaya teşebbüs edenler oldu. Oysa ki bu bir intihardı. Neyse ki bunlardan bazıları: “Allah Rasûlü bize böyle bir emirde bulunmadı. Çünkü bu intihardır, dolayısıyla cehenneme girmektir. Oysa ki, biz ateşten kurtulmak için yani cehenneme girmeyelim diye dine girdik. Bunu bir Resulullah’a soralım.. soralım ki, emre bu hususta da itaat edecek miyiz?” 140 Evet itaat bu denli derinleşti. Üsten emir geleceği âna kadar, kılıç darbeleri başına inip kalkıyor ve sen kütükte doğranan et gibi doğranıyorsun ama, gözünü kırpmıyorsun; zira komutandan henüz geriye çekilme emri gelmemiştir. Aksi halde herkes kendi kafasına göre hareket ederse birlik ve beraberlik bozulur; baş ayak, ayak da baş olur, diyor Kur’ân-ı Kerîm meâlen: “Nizaa düşmeyiniz, cedelleşmeyiniz; yoksa işiniz fiyasko ile neticelenir, kuvvetiniz dağılır gider, siz de ayaklar altında pâyimal olursunuz.” (Enfal, 8/46).
SORU: İMAMA İTAATIN HÜKMÜ NEDİR? KUR’ÂN, ULÜ’L-EMRE İTAAT EDİN, BUYURUYOR.
Evet, Kur’an Ulu’l Emre itaatı emrediyor: “Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin.” (Nisa, 4/59) diyor. Yani, “Ey iman edenler, Allah’a itaat ve inkıyad dairesi içine girin. O’na karşı başkaldırıp serkeşlik etmeyin. Allah’ın Rasûlü’ne -harf-i tarifle anlatılan o belli Rasûle- de itaat edin.” (Biz, diğer peygam-berleri de sever ve kabulleniriz. Zira biz, onlara itaat ve sevgiyi, o belli Rasûl ile öğrendik. Peygamberlerin kadr-u kıymetini, O’nun elimize uzattığı ölçü ile ölçüp anladık. Mesih, O’nun nûrlu beyanı içinde, bizim gözümüzün önünde büyük bir peygamber olarak abideleşti, yoksa O, teslisle karartılmış ve kilisede, evet o karanlık zeminde tamamen tanınmaz hale gelmişti. Hz. Mesih’ten Hz. Adem’e kadar bütün peygamberleri O’nun sayesinde tanıdık. Öyleyse, diğerlerini tanımak istiyorsanız, evvela o belli Rasûl’ü tanıyınız, O’na itaat ve inkiyad ediniz!. Ve yine O’nun aydınlık ikliminde ışıktan birer yumak haline geliniz. İşte o zamanı herşey aydınlığa kavuşacaktır.
“Medyun O’na cemiyyeti, medyûn O’ne ferdi;
Medyundur O masuma bütün bir beşeriyyet.
Ya Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”

“Ve uli’l emri minküm” Yani “Rasul’ün aydınlık yolunda, O’nun yürüdüğü şehrahı bulmuş, sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz.” Üç-beş kişiyi idare edenden, binlercesini, milyonlarcasını idare edenlere kadar, Allah’ın gös-terdiği, Rasûl’ün elindeki meşalenin aydınlattığı yolda yürüyen ve o yoldan ayrılmamaya azimli, kararlı olan bütün önderlere, bütün liderlere tabi olunuz! Yerinde ve belli ölçüler içinde. Öbürlerinin de sözü dinlense, onlara da başkaldırılmasa hatta bir ölçüde müdârat ve mümâşat yapılsa bile; mutlak itaat edileceklerin peygamber çizgisinde olmaları şarttır.
Âyet, birbirine bağlı, Allah’a, Rasûl’e ve ulu’l emre olmak üzere üç itaattan bahsediyor. Peygamber, bütün büyüklüğünü, ihtişam ve celadetini, Allah’ın elçisi olmada kazanmıştır. O bir insandır, fakat bizim Allah’a ulaşmamız yolunda, gaye çapında bir vesiledir. Biz de bu vesileye tutunmuş gidiyoruz. Efendimizin elinde bulunan vesile öyle bir iptir ki, biz o ipe tutunduğumuz zaman Allah’a ulaşırız. Zira bu ipin öbür ucu Allah’ın elindedir. Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ı anlatırken öyle buyuruyor: “Kur’an öyle bir iptir ki bir ucu Allah’ın elindedir, kim ona tutunursa, Allah‘a yükselir.” İşte, Nebi Cenab-ı Hakk’ın emirleriyle ve bizim Allah’a karşı vazifelerimizle böyle içli dışlı olmuş ve böyle bütünleşmiştir. Nebi, Allah değildir. Hıristiyanların Hz.Mesih için dedikleri gibi, Allah’ın tahtının bir yanına oturmuş da değildir. Fakat yeryüzünde O, “Bir Mir’at-ı mücella dır ki, O’nda Allah görünür daim.”
Zatıma mir’at edindim zatını,
Bile yazdım adım ile adını.

diyen Süleyman Çelebi’nin ifadesi içinde, O’na bakmadan Allah’ı görmek imkansızdır.
Şimdi, bu yol buraya kadar aydın olduğu gibi O’ndan sonra da aydın olarak devam edecektir. “Ve uli’l emri minküm” Rasul nasıl Allah hesabına hükmeder, karar verir ve itaat ister, aynen öyle de “Ulu’l emr” dediğimiz kimseler de evvelâ, Rasulullah’ın yolunda olacak, O’nu dinleyecek, O’na itaat edeceklerdir.. İşte Sıddık-ı Ekber Ebu Bekir, işte Faruk-u Âzam Ömer, işte Zinnureyn Osman, işte Haydar-i Kerrar, Şah-ı merdan Hz.Ali (r.anhüm). Bunlar, bir göz açıp kapayacak kadar dahi Efendimiz (a.s.m.)’e muhalefet etmemişlerdir. Muhalefettense, yerin dibine girmeyi yeğlemişlerdir. Sonra da mü’minler bu türlü emirlere itaat ve inkıyad edeceklerdir. Aksine çok büyük hizmetler yapsalar da Allah Rasulü’ne muhalefetleri nisbetinde inkıyad edilme hakkını kaybederler. Onun için emir olma mutlaka itaatı gerektirmez. Emir, emirliğinin yanında eğer Rasulullah’a sımsıkı bağlı ise ona da itaat edilir. Hem de ibadet neşvesi içinde. Şimdi eğer mü’minler, yukarıdaki ölçülere uygun hareket etmiyorlarsa, bildikleri şer’î maslahatlar, ve mecbur oldukları zaruretler vardır. Dine hizmet, ve “i’lâ-i kelimetullah” sulholmayı, inkıyadı ve müsbet hareket etmeyi emrediyorsa, bütün dünya toplansa, onlara menfî hareketin en küçüğünü dahi yaptırtamaz.
İkincisi; itaat dairesi, çok geniş ve mütedahildir. Efendimiz (s.a.v.) buyururlar ki: “Eğer bir yerde üç kişi bulunursa, bir tanesi onlara emîr olsun.” Üç kişinin birisi emîr olacak ve diğer iki kişi onu dinleyip ona itaat edecekdir. Bir yolculuğa çıkarken, içlerinden biri emîr seçilecek; oturma-kalkma, yatma-oturma, kalma-gitme, hareket etme veya durma, hepsi ona sorulacaktır. İşte, itaat dairesi ta buradan başlar!
Namaz bize itaatı talim eder. Çünkü imam, “yat” der yatarız, “kalk” der kalkarız. Böylece bir askerin talim ve terbiye ile disipline edilişi gibi, namaz da temel hedefinin yanında bizi disipline eder. Esasen cemaatle namaz kılarken de söz dinlemeye alışırız.
Bilhassa yüce bir davaya gönül vermiş olan mü’minler, müslümanlığı alakadar eden mevzularda, kat’iyyen kendi başlarına hareket edemezler. Görüşürler, konuşurlar, meşveret ederler; gerekirse, meşveret söz kesen birine götürülür, iş onun tesbitiyle bağlanır ve ondan sonra ortaya konan her ne ise, herkes o hususda itaat ve inkıyad eder. Hadd-i zatında, meşveretle hareket eden bir ulu’l emrin arkasındaki mü’minler onu kabullenme içinde Hakk’a itaat etmiş olurlar.
Evet, Hakk’ın hatırı için, Efendimiz’in beyanıyla “saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahi bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” “İsmeû ve etîû velev üstü’mile aleyküm abdün habeşiyyün keenne re’sehû zebîbetün”le anlatılan kimselere dahî itaat edeceğiz. Tarihi gelenekleri itibariyle Kureyşli bir efendi için, siyahi bir köleye itaat mümkün değildi. Ama Efendimiz bütün cahiliye adetlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Ve O’nun bu ifadeleri aynı zamanda; “İmam mutlaka Kureyş’den mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesine de beraberinde getirmişti. Demek ki Habeşli bir köle imam olabilecekti...
Hülâsa, mü’minler, iman ve Kur’an hizmeti adına yapacakları her meseleyi meşveret edecek, neticede meseleyi bir hükme bağlayacaklar ve bir söz kesen de bu hükmü noktalayacaktır. Bundan sonra ise artık itaat ve inkıyad faslı başlar. Aksi takdirde herkes kendi kafasına göre hareket ederse, ondan anarşi doğar. Kalbler bir noktada ittihad ve ittifak edemediğinden dolayı da Cenab-ı Hak, cemaate lûtfedeceği şeylerden onları mahrum bırakır. Ferd hususi meziyet ve fazîletleriyle belli şeylere taliptir ve Allah onları verir. Ama cemaate Allah’ın vereceği bazı şeyler vardır ki, onlar ancak cemaat halinde istendiği zaman verilir. İnsanlar şayet cemaat yapısını bozmuş ve parçalamışlarsa, teker teker ve münferit hareket ediyorlarsa, Allah’ın, cemaata terettüp eden lütûflarından mahrum kalırlar. Bir istiska duası, bir hüsuf ve küsuf namazı, bir bayram namazı, bir Arafat’ta toplanma vazifesi.. evet bütün bunlar, cemaatle yapılır, cemaatle eda edilir. Zaten bu mükellefiyetler de müslümanların cemaat olma seviyesine ulaşmalarından sonra bahismevzuu olmuştur.
Namaz Mekke’de farz kılınmış olmasına rağmen, Cuma namazı Medine’de farz kılınmıştır. Zira Mekke’de henüz bir cemaat teşekkül etmiş değildi. Ne zaman ki mü’minler hicretle cemaatleşti, işte o zaman Cuma namazının farziyeti söz konusu edildi.
Halbuki Medine’de bu merhale daha önce katedilmişti. Gerçi Cuma farz değildi; ama Es’ad b. Zürare, cuma günleri, Medine müslümanlarını toplar ve onlara cuma namazı kıldırırdı. Çünki Medine cemaatleşme adına, o gün için Mekke’den daha müsaitti.
Belki de kader, Es’ad b. Zürare, Allah Rasulü’nün arkasında cuma namazı kılamayacak diye onu bu nasipten mahrum bırakmak istememiştir! Zira Allah Rasûlü’nün şeref kudüm buyurduğu dakikalarda, Esad b. Zürare ebedî yolculuğa çıkmış bulunuyordu. Seniye-i Veda’da söylenen türküleri o, berzahtan dinleyecekti. Bera b. Azib (r.a.) ne zaman Esad b. Zürare’yi hatırlasa ağlardı. Niçin ağladığı sorulunca da bunları anlatırdı.
İtaat, cemaat olmaya has bir hal ve keyfiyettir. İnsanlar cemaat halinde hareket etmeye başladıkları andan itibaren büyük veya küçük her dairede itaat ve inkıyad da önem kazanmıştır.
Bir mü’min, itaatın ne demek olduğunu bilmeli ve mutlaka etmelidir. Efendimiz, kemal-i hassasiyetle bu iş üzerinde durmuş ve bu duygunun gelişmesi için lazım gelen her şeyi yapmıştır. Biz bu mevzuda sadece bir-iki misal arzedeceğiz.
Ammar b. Yasir ve Halid İbn-i Velid beraberce bir birlikte bulunuyorlardı. Bunların aralarında bir huzursuzluk çıktı. Halid, Ammar’a biraz sert konuştu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) ikisinin de hakkını verdi: (Ammar Sabikûn-u evvelinden yani ilk müslüman olanlardandı. Fakat Halid de o birliğin başında kumandandı.) Ammar’a “Kumandanınıza itaat edeceksiniz.” dedi. Fakat beri taraftan da Halid’e: “Sakın sakın Ashabıma ilişmeyin” dedi. Çünkü o daha önce iman etmişti.
Allah Rasûlü bir seriyye gönderiyordu. Onlara, kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Daha sonra yolda seriyye kumandanı, arkadaşlarında hissettiği bir şeyden ötürü, hemen bir ateş yaktırıp, onlara kendilerini ateşe atmalarını emretti. Orada bulunanların bir kısmı “Hemen kendimizi atalım; zira Allah Rasûlü mutlak itaatı emretti” dediler. Diğer kısmı ise, “Biz ateşten kurtulmak için müslüman olduk. Gidip Rasûl-i Ekrem’e (a.s.m.) soralım. Eğer bu hususda da kumandana itaat edilecekse o zaman kendimizi ateşe atalım” karşılığını verdiler. Medine’ye dönüldüğünde durum Allah Rasûlü’ne intikal ettirildi. Efendimiz: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebediyyen ondan çıkamazdınız” buyurdu. Yani Cehenneme giderdiniz. Allah’a isyanda mahluka itaat olmaz. Demek ki, Allah’la isyanın dışında herşeyde Emîre itaat edilecek..!
İtaat anlayışını kuvvetlendirmek için, Efendimiz (a.s.m.), Hudeybiye’den sonra, Mu’te’ye gönderdiği ordunun başına azadlı kölesi ve evlatlığı Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etti. Oysa ki, ordunun içinde Cafer İbn-i Ebu Talib vardı. Cafer çok büyük bir insandı. O, yaptığı işler itibariyle eşsizdir ve ona hayranlık duymamak mümkün değildir. O, Hz.Ali Efendimiz’den tam 8 yaş büyüktü. Müslümanlığı önceden tanıyanlardandı. Habeşistan’a hicret etmiş ve orada Necaşi’nin karşısında Kur’an okumuş, konuşmuş ve ona te’sir etmişti.
Zaten nâfiz’ül kelâmdı, tesirli konuşurdu. Şimdi de kılıcını kullanma zamanı gelmişti. Doğrusu o, bu mevzuda da hatırı sayılırdı. Ama Efendimiz, bütün bu meziyetlerine rağmen Cafer’in başına Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Mute’de düşman ordusunu hesap eden mağazi yazarları, üçyüzbin kişi olduklarını söylüyorlar. O kadar olmasa bile, zannediyorum yüzbin olduğunda şüphe yoktu. Bu yüzbinlik ordunun karşısında da sadece üçbin müslüman vardı. Bir insanın kaç kişiyle dövüştüğünü lütfen bir düşünün. İşte Cafer’i adım adım takip edenler derler ki, başına, gözüne, kulağına inen her kılıç darbesi, ağaç buduyor gibi onu budarken, bir an olsun yüzünü düşmandan çevirmedi. Bu manzarayı mânevî bir ekranda seyrediyor gibi seyreden Efendimiz, Medine Mescidinde oturmuş ve olanları teferruatıyla Ashabına anlatıyordu. Bir ara, Cafer’i cennette gördüğünü, diğerlerinin boynunda birer tasma olduğu halde, onun kayıtsız, dümdüz yürüyüp gittiğini haber verdi ve tablonun diğer yüzündeki durumu da şöyle izah etti: Diğer komutanlar sıkışdıklarında, başlarını hafif sağa-sola çevirdiler. Cafer işte, yaşama endişesine hiç düşmeden dosdoğru yürüyüp gitti... İşte Cafer buydu. Ama yine de ordunun başında Cafer değil de Zeyd İbn-i Hârise vardı. Bu azatlı köleye herkes itaat etti ve dinledi. Hatta bir aralık, “Bu kadar düşman karşımıza çıkınca Efendimiz’e haber versek de sonra yapacağımızı yapsak” diyenler oldu. O zaman Zeyd İbn-i Hârise öne atıldı ve dinleyip, itaat etmelerini söyledi ve “ne olursa olsun Efendimiz bize geri gelin diye birşey söylemedi. Öyleyse dayanacak ve burada hepimiz şehid olacağız!” dedi. Mute’de üç kumandan şehid olmuştu. Ondan sonradır ki, Halid zuhûr etti. Âdeta o ana kadar akan kanlar Halid’i yiyip bitiriyordu. Şimdi artık O konuşacaktı. Müslümanların ilelebed iftihar edecekleri Halid bin Velid’in müslümanlığı kabullenmesinin üzerinden henüz bir kaç ay geçmemişdi ki, kendini bu çetinlerden çetin muharebenin ortasında buldu. Buldu ve savaşa iştirak için adetâ yanıp tutuşuyordu. Bazı meğazi yazarlarına göre, Efendimiz önce Halid’in savaşa iştirakını istememiş, fakat, sonra bu düşüncesinden vazgeçip izin vermişti. Şimdi soralım acaba Halid, Kur’an’dan 60 gün içinde ne öğrenmişti? Efendimiz’i ne kadar tanımıştı? Tanımıştı ki, içtimaî mevkiine rağmen, kendinden evvelki zatların emrine girip çalışmış ve bilmeyerek kaderin kendi hakkındaki hükmünü beklemişti. Birinci kumandan şehid olduktan sonra sıra ile Cafer İbn-i Ebu Talib ve dili kadar kılıcı da keskin Abdullah İbn-i Revaha da şehid düşmüş ve peşipeşine cereyan eden hadiseler adetâ, şanlı bir geleceğe namzet olan büyük kumandanın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı.
Şimdi bir de meseleye cemaat ruhu ve itaat açısından bakalım: Efendimiz (a.s.m.) bir azatlı köleye itaat ve inkıyadı, onu kumandan nasbederek öğretmiş oluyordu. Tabii böyle bir operasyonu günümüzün şartlarına görede değerlendirmemek icab eder. Zira o gün, köle hayvan muamelesi görüyor, efendileriyle beraber oturup yemek yiyemiyor, üçüncü sınıf bir insan olarak kabul ediliyordu. İşte Efendimiz (a.s.m.) öyle birisini, onların başına getirdi; “itaat ve inkıyad edin” buyurdu. Bu mevzuda Efendimiz (a.s.m.), o kadar ısrarlıydı ki, vefat etmeden bir kaç gün evvel babasının intikamını almak ve düşmanlara ders vermek üzere, Bizans’a teşkil buyurdukları bir ordunun başına, 20 yaşını henüz doldurmuş, Üsame İbn-i Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Halbuki bu orduda Ebu Bekirler, Ömerler birer nefer olarak bulunuyordu. Bununla da Efendimiz, yine bir cahiliye düşüncesini yıkmak; itaat ve inkıyad ruhunu oturtmak istiyordu. Çünkü Üsame, bir kölenin evladı ve fakirlerden fakir bir insan idi. Efendimiz (a.s.m.) de işte böyle fakir, genç ve bir köleden doğma birisine itaat ettirmek suretiyle, itaatin ne demek olduğuna dikkat çekiyordu. Allah Rasulü, bütün hayatı seniyeleri boyunca itaat ve inkıyada çok ehemmiyet vermişti...
Yeniden onun düşünce dünyasında hizmet-i imaniye ve İslâmiye ile gerilen ve yeni bir diriliş hazırlayan günümüzün kudsileri, evet bu güzideler kadrosu da -inşallah- aynı şuurla meseleye sahip çıkarlar. Aksi taktirde her türlü perişanlık, dağınıklık, itaatsızlık, müslümanları uzun zaman tünelde iki büklüm yürümeye mecbur ve mahkum edecektir.
Halbuki, insanımızın uzun süre beklemeye tahammül ve gücü yoktur. Kudsiler doğrulmak ve bu tüneli en kısa zamanda geçmek zorundadırlar. Ta ki, itaat ve inkıyatları bereketiyle, canı dudağına gelmiş insanların gönüllerine biraz ümit üflemiş olsunlar!
TEFSİR…
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْويلًا

Nisa/59. Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.
Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz ve Allah'ın elçisine (Hz. Muhammede) itaat ediniz. Sizden olan emir sahibine (idarecilere) de itaat ediniz. Dikkat etmek gerekir ki Allah ve Resulü hakkında mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir sahipleri (idareciler) hakkında buyurulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere itaata atfedilmiş ve yalnız Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş ve bu şekilde tabi olma altında itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak gerektiği gösterilmiş, hem de isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır. "Allah'a isyan hususunda hiç bir mahlukata itaat edilmez". Aynı şekilde "İyi ve faydalı şeylerde itaat edilir." Şu halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim ki, bir memur amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan kurtulamaz. Bu mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru sorumluluktan kurtarmaz, diye de ifade olunur.
Dikkate değer kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek "sizden" kaydıdır ki, mânâsı apaçıktır. Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat etmenin vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine başkadır.
Bundan dolayı buradan mümin olmayan bir çevrede (ortamda) bulunan müminlerin şuna buna karşı isyancı ve ihtilalci bir durumda kabul edilmemeleri ve belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah'a ve Resulüne karşı itaatsizlikten sakınmak ve aynı zamanda kendilerinden olan idarecilere itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemelerinin gerekli olduğunu anlamak gerekir. Bu bakımdan Taberî tefsirinde de zikredildiği gibi şu hadisler ne kadar önemlidir:
İbnü Zeydin babasından rivâyet ettiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki: "İtaat, itaat, itaatte imtihan da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep peygamberlere verirdi." Yani peygamberler mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi nasib etmiştir. Ve nitekim Yahya aleyhisselâmın öldürülmesine bile hükmetmişlerdir. Aynı şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur: "Benden sonra size bir takım valiler valilik edecek iyi iyiliği ile velâyet edecek, günahkar da günah işlemekle velâyet edecek; hakka uygun olan her konuda bunları dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın, iyilik yaparlarsa hem sizin, hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa sizin lehinize (menfaatinize), onların zararınadır."
Aynı şekilde Abdullah b. Ömer hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Müslüman olan kişinin itaat etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında da. Ancak günah işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi emredene itaat yok." Şuara sûresinde: "O aşırıların emrine uymayın. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler." (Şuarâ, 26/151-152) âyeti de bu hususu apaçık ifade ediyor. Ebu's-Suûd, tefsirinde bütün bunları şu şekilde özetlemiştir. Bunlar raşid halifeler ve onlara uyan ve doğru hareket eden hakkı emreden idareciler ve adil davranan valilerdir<D>. Zâlim idarecilere gelince, bunlar Allah'a ve Hz. Peygambere atf ile kendilerine itaat etmenin vacib olmasını hak etmekten uzaktırlar.
Said b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre bu âyet, Abdullah b. Huzafe b. Kays dolayısıyla indirilmiştir. O sırada Hz. Peygamber onu bir müfrezeye komutan olarak göndermişti. Süddi'nin rivâyetine göre de Resulullah, Halid b. Velid kumandasında bir müfreze göndermişti ki, içlerinde Ammar b. Yasir de vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri olan kavime yakın bir yere kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir haber üzerine sabaha kadar kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna eşyalarının toplanmasını emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid'in askerine gelmiş ve Ammar b. Yasir'i sorup yanına varmış, "Ey Ebu Yakzan! demiş, Ben müslüman oldum diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince kaçtılar, ben kaldım; benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi, yoksa ben de kaçayım mı?" diye sormuş, Ammar da, "Hayır kaçma! Sana fayda verir." demiş. O da kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan başka kimseyi bulamamışlar. Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca Halid'e gelmiş, "O adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman verdim." demiş. Halid de, "Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun." diye çıkışmış ve bundan dolayı birbirlerine söz atmışlar. Nihayet Resulullah'a mahkeme için başvurmuşlar. Hz. Peygamber, Ammar'ın eman vermesine izin vermiş ve bir daha amire karşı böyle kendi kendine söz vermemesini de hatırlatmış, bunun üzerine peygamberin yanında da atışmışlar. Halid, "Ey Allah'ın elçisi! Bu burnu kesik kölenin bana sövmesine müsaade eder misin?" demiş. Resulullah da: "Ey Halid! Ammar'ı kötüleme, çünkü Ammar'ı kötüleyeni Allah kötüler Ammar'a karşı kin besleyenden Allah nefret eder, Ammar'a lanet edene Allah lanet eder." buyurmuş. Ammar da öfke ile kalkmış. Bunun üzerine Halid, arkasından koşup elbisesinden tutmuş, özür dilemiş, o da razı olmuştu. İşte âyet bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir. Bu iki rivâyetin çözümüne göre âyet, müfreze komutanları ve askerî işler sebebiyle inmiş ve fakat itaat meselesini genel olarak esaslı bir nizama bağlamıştır…
RİSALE…
Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühûda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için Kur'ân-ı Kerîm, öyle i'câzkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bâhir üslûblarla ve öyle gàlî ve zâhir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecr eder ki, kâinatı titretir. Meselâ, "Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse, çıkınız" meseline işaret eden
Name=197; HotwordStyle=BookDefault; (Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. • Rabbinizin ni'metlerinden hangi birini inkâr edersiniz? • Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. (Rahmân Sûresi: 33-35.)) âyetindeki azametli inzâra ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et.
Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne temerrüdlerini, gayet mu'cizâne bir belâgatla kırar, aczlerini ilân eder, saltanat-ı Rubûbiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir. Güyâ şu âyetle, hem Name=198; HotwordStyle=BookDefault; âyetiyle böyle diyor ki:
"Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesâret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evâmirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi, emirlerine itaat ederler.
"Hem, tuğyânınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki; öyle azametli mutî askerleri var, farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler.
"Hem, küfrânınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki; ibâdından ve cünûdundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.
"Hem, öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki; o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler."
Evet, Kur'ân'da bâzı mühim tahşidât vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki, haşmetin izhârı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.
KALP KATILIĞI
…Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katılaşmıştır. Zîrâ görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye, ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de; tahte'z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cedvelleriHâşiye ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukàvemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtât ve ağaçların dallarının suhuletle sûret-i intişârı gibi o derece suhuletle köklerin nâzik damarları, yer altındaki taşlarda mümânaat görmeyerek evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişâr ettiğini Kur'ân işaret ediyor ve geniş bir hakikati, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasâvetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:
Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasâvetle mukàvemet ediyor. Halbuki, o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla karanlıkta nâzik vazifelerini mükemmel ifâ ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi'l-hayata, âb-ı hayatla beraber sâir medâr-ı hayatlarına öyle bir hazînedarlık ediyor ve öyle bir adâletle taksimâta vesîledir ve öyle bir hikmetle tevzîâta vâsıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukàvemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zîrâ toprak üstünde müşâhede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufât-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acîb ve intizamca daha garip bir sûrette hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecellî ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlâhî olan o latîf sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukàvemetsiz ve kasâvetsizdir. Güyâ bir âşık gibi, o latîf ve güzellerin temâsıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
EFENDİMİZE İTAAT
Name=r0046; HotwordStyle=BookDefault; âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır. Şöyle ki:
Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış." Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler.
Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.
Evet, Cenâb-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.
Evet, bu kâinatı bu derece in'âmât ile dolduran Zât-ı Kerîm-i Zülcelâl, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir. Hem bu kâinatı bu kadar mucizât-ı san'atla tezyin eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, elbette, bilbedâhe, zîşuurlar içinde en mümtaz birisini Kendine muhatap ve tercüman ve ibâdına mübelliğ ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez tecelliyât-ı cemal ve kemâlâtına mazhar eden o Zât-ı Cemîl-i Zülkemal, elbette, bilbedâhe, sevdiği ve izharınıistediği cemal ve kemal ve esmâ ve san'atının en câmi ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, herhalde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibâına sevk edecek. Tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bid'alara giriyor.
MUHABBETULLAH VE İTAAT
Muhabbetullah, ittibâ-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah'ı sevmek, Onun marziyâtını yapmaktır. Marziyâtı ise, en mükemmel bir surette zât-ı Muhammediyede (a.s.m.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (a.s.m.) harekât ve ef'alde benzemek iki cihetledir.
Birisi: Cenâb-ı Hakkı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyâtı dairesinde hareket etmek, o ittibâı iktiza ediyor. Çünkü bu işte en mükemmel imam, zât-ı Muhammediyedir (a.s.m.).
İkincisi: Madem zât-ı Ahmediye (a.s.m.) insanlara olan hadsiz ihsânât-ı İlâhiyenin en mühim bir vesilesidir; elbette Cenâb-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabilse, fıtraten benzemek ister. İşte, Habibullahı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittibâ ile ona benzemeye çalışmaları katiyen iktiza eder.
NÜKTELER…
Anlatıldığına göre, Samanoğulları’nın son zamanlarında Buhara yöresinde Kaderiye ve Mu’tezile fırkaları galebe çalar. Öyle ki, vezir de onlara meyleder. Bu yüzden Ehli Sünnet ve'l Cemaate mensup olanlar onların elinde makhur ve perişan olurlar. Ancak emirin imamı sünnidir. İmam bir gün emire der ki: “şu kendilerinin kaderi olduğunu iddia edenler var ya, onlar senin emir ve sultan olmadığına itikad ediyorlar. Sadece ehli Sünnet âlimleri senin sultan olduğuna inanıyorlar.” Emir: “Bu nasıl olur” der. Berikisi: “Sabret inşallah yarın sana göstereceğim” der.
Ertesi gün, ehli sünnet vel cemaatten olan imamları çağırtır ve hilafet sarayına oturtur. Emir de bir perdenin gerisinde saklanır. Muallim davetlilere:
- “Emir zina yapsa, işkence etse, şarap içse, gılmanlara tabi olsa ve bunları yapmanın haram olduğuna da inansa acaba bu durumda emir azledilir mi?” diye sorar, alimler hep bir ağızdan:
- “Hayır, ancak onun üzerine bu yaptıklarına karşı tevbe etmesi gerekir” derler.
Muallim bunlara izin verir, onlar da giderler. Arkadan Kaderi ve Mutezile imamları çağırarak der ki:
- “Emir zina yapsa, işkence etse, şarap içse, gılmanlara tabi olsa ve bunları yapmanın haram olduğuna da inansa acaba bu durumda emir azledilir mi?” diye sorar, alimler hep bir ağızdan:
- “Evet azledilir.”
Bunlar azledileceğini söylemekle kalmayıp, fikirlerinde ısrar da ederler. Muallim, çıkmaları için onlara izin verir. Sonra Emire:
“Dediklerini işittin değil mi?” der ve ilave eder: “Gördün ya, onlar seni azledilmiş biliyorlar ve seni imamlıktan çıkardılar. Zira sen bu fenalıkların bir kısmını yapıyorsun.”
Emir onların yakalanıp hapsedilmesini emreder ve köklerini kazır.öyle ki, Buhara’da Hanefiler’den başka kimse kalmaz. Ehli Sünnet alimlerine değerli hil’atler verilir.
FASIK VE ZALİM İMAMA İTAATİ EMREDEN HADİSİN TAM METNİ
İtaat hususunda alimlerin en ziyade delil getirdikleri bir hadisin Buhari’de gelen tam metnini veriyoruz:
Huzeyfe İbn-i Yemân radiya'llahu anh'den rivâyete göre, şöyle demiştir:
Nâs, Resûlullah salla'llahu aleyhi ve sellem'e (geleceğe âit) hayır (lı işler) den sorarlardı. Ben de (tersine İslâm ümmetine gelecek) şerden -o şerrin bana erişmesinden korkarak- sorardım. Bu endîşe ile bir kere:
- Yâ Resûla'llah! Biz vaktiyle câhiliyet devrinde şirk ve küfr içinde idik. Sonra Allah'ın Peygamber'i şu İslâm umdeleriyle bize geldi. Bu hayır ve saâdetten sonra, gelecek bir şer ve fitne var mıdır? diye sordum. Resûlullah:
- Evet vardır, buyurdu. Ben:
- O şerden ve fitneden sonra bir hayır ve salâh var mıdır? dedim. Resûlullah:
- Evet, bir hayır ve salâh vardır. Fakat onun içinde bâzı şerr-ü fesâd bulunacak (hayırı bulandıracak, safvetini bozacak) buyurdu. Ben:
- O hayrın (temizliğini bulandıran) kiri nedir? diye sordum. Resûlullah:
- O devrin âmirlerinden bir zümre, ümmeti, benim sünnetim hilâfına idâre edecekler. Sen o devrin âmir ve vâlîlerinden bâzılarının hareketlerini (ma'rûf bulup) tasvîb, bâzılarının hareketlerini de (münker bulup) red edeceksin! buyurdu. Ben:
- Yâ Resûla'llah! Bu karışık hayır devrinden sonra yine bir şerr-ü fesad devri hulûl edecek midir? dedim. Resûlullah:
- Evet edecektir. O devirde bir takım dâîler (çığırtkanlar) halkı Cehennem kapılarına çağıracak. Her kim onların da'vetine icâbet ederse, onu Cehennem'e atacaklar, buyurdu. Ben:
- Yâ Resûla'llah! Bu da'vetçileri bize vasfetseniz! dedim. Resûlullah:
- Onlar bizim milletimizden insanlardır. Bizim dilimizle (bizim azîz duygularımıza seslenerek) konuşurlar. (Halbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur) buyurdu. Ben:
- Yâ Resûla'llah! O (uğursuz) devir bana yetişirse (ben o devirde yaşarsam) nasıl hareket etmemi emredersiniz? dedim. Resûlullah:
- İslâm cemâatine mütâbaat, ve onların devlet reîsine mutâvaat eyle! (Devlet reîsi zulmederse, seni divğr, malını alırsa bile sözünü dinle, itâat eyle!) buyurdu. Ben:
- Yâ Resûla'llah! Onlar cemâat hâlinde değiller (de bozgunculukla parçlanmışlar) sa, başlarında devlet reîsi de yoksa, dedim. Resûlullah:
- O fırkaların hepsinden ayrıl! (Evine çekil!). Velev ki bu i'tizâl, bir ağaç kökünü ısırman sûretiyle (meşakkatli) olsa bile. Artık ölüm erişinceye kadar bu i'tizâl üzere bulun! buyurdu.
Bu hadiste fukahaca ifade edilmiş bulunan zalim imamlara isyan etmemek ve Müslümanların cemaatine katılmak gerektiği hususda delil vardır…
(Bu konuda geniş bilgi “HADİS KÜLLİYATI 1. CİLT BİAT AHKAMI s:111-147)
İTAAT
Bir kışlada duran arabalar itaattedirler ve bir sultanı gösterirler. Depolar, silahlar, talimgahlar da itaattedirler. Onlar da aynı sultana işaret ederler. Bu cansız eşyanın itaati yanında askerler de itaattedirler, kumandanlar da. Demek ki bunların hepsine hükmeden bir Sultan vardır.
Bu misal gibi, kainatta da güneş, ay ve yıldızlardan denizlere, dağlara, taşlara kadar bütün cansız varlıklar itaatte oldukları gibi, bütün bitkiler, hayvanlar ve insanlar da itaattedirler. İşte bu külli itaat, bir Sultan-ı Zülcelal’i bedahetle göstermektedir. Mesela bir ağaç otur emri aldığından, yerinden kat’iyen kımıldamaz. Rüzgara karşı dayanması, sellere mukavemet etmesi, onun itaatteki hassasiyetini gösterir. Bir deve de üzerine yük konulması için çökmekle kendi aleyhine olan bir işe diz kırmakta, böyle bir itaat kanununa riayet ve dolayısıyla da ibadet etmektedir.
Bir gezegen ise, ağacın hilafına olarak gez emri aldığından bu emre harfiyen riayet etmekle ve bir an bile olsun bir durakta konaklamamaktadır.
İnsanlar da, dünyevi hayatlarının idamesi için bir çok emirlere hassasiyetle itaat etmektedirler.mesela; hava içersinde yaşamakta, gözleriyle görmekte, kulaklarıyla işitmekte, dilleriyle konuşmaktadırlar.
Bütün bu itaatler, kainatın sultanı olan Sani-i Zülcelal’i kör gözlere dahi göstermekte ve bildirmektedir.
KİME İTAAT EDİLECEK?
Bir padişah, başkasının askerini beslemez, silahlandırmaz ve barındırmaz. O halde bu kainatın sahibi kim ise insanları da O terbiye etmektedir. İnsanlar O’nun kuludur ve O’na itaatle mükelleftir.
Cenab-ı Hakk’ın nimetleriyle beslenip başkasına veya bizzat nefsimize itaat edersek, hesabımız çok çetin olur.
ALLAH’IN MEKRİNDEN YİNE ALLAH’IN RAHMETİNE SIĞINIRIZ
Rivayette vardır ki, İblis ateş alevinden yaratılmış ruhani bir şahıs olup, yedi yüz yetmiş beş bin sene fütur getirmeden ve gevşeklik göstermeden Yüce Allah’a(c.c.) ibadet etmişti. İtaat ve ibadette o kadar ileriye gitmişti ki;
Dünya semasında âbid (çok ibadet eden) olarak,
İkinci kat semada râki (çok ruku yapan) olarak,
Üçüncü kat semada sâcid (çok secde eden) olarak,
Dördüncü kat semada hâşi (çok saygılı) olarak,
Beşinci kat semada kânit (çok itaatkar) olarak,
Altıncı kat semada müctehid (çok gayretli) olarak,
Yedinci kat semada zâhid (masivayı terk eden ve sadece Yüce Allah’ı (c.c.) arzulayan) olarak anılıyordu. Emri altında yetmiş bin melek vardı. Yeşil zümrütten kanada sahipti. Cennette Rıdvan meleğiyle birlikte bin sene kaldı. Duası müstecap olanlardandı. Bir gün Cenab-ı Hak tarafından yazılmış şu ibareyi gördü:
- “Bütün kullarım içinden bana çok yakın görünen birisi var ki, ben ona bir şey emredeceğim. O ise onu yapmayacak ve emrimi yerine getirmeyecek. Ben de onu kapımdan kovacak ve bütün ibadetlerini etrafa saçılmış toz zerreleri haline getireceğim. Senelerce yaptığı ibadet ve itaatlerin, hayır ve hasenatın en küçük bir karşılığını göremeyecek”
İblis bu mealdeki ibareyi görünce aklı Allah’a (c.c.) isyan etmeyi bir türlü kabul etmediğinden dedi ki:
- “Ya Rabbi! Bana izin ver de, o kimseye lanet okuyayım ve beddua yapayım”
Kendisine izin verildi. O da Cenab-ı Hakk’ın emrine isyan edecek olan o kula (ki bu kul İblis’in kendisi olacaktır) bin sene lanet okudu. Ne zaman ki, Cenab-ı Hak meleklere Hz. Âdem’e (a.s.) inkıyad secdesi etmelerini ve onu üstün tanımalarını emretti. İblis’in de aralarında bulunduğu bütün melekler secde emrini itirazsız, tereddütsüz, kemal-i itaat ve tam iştiyakla yerine getirdiler. Fakat o zamana kadar binlerce sene abid ve zahid olarak görünen İblis, Hz. Adem (a.s.)’e secde etmeyi kibir ve gururuna yediremediğinden; daha doğrusu emre itaatteki inceliği kavrayamadığından ve gerçek kulluğun manasını idrak edip de onu bütün duygularıyla hazmedemediğinden; secde ve inkıyad emrini içine, özellikle aklına sindiremedi ve bu emre isyan etti. Cenab-ı Hak (c.c.) onu rahmet kapısından ebediyen kovdu ve o güne kadar yaptığı bütün hasenatını boşa çıkardı.
İblis’in ibadet, mücahede ve riyazat olarak bunca meşakkatlere ve zorluklara katlanmasına rağmen; samimi olmadığından ötürü Yüce Allah’ın (c.c.) ilminde şaki olarak yerini aldığını ve yüce Rahmetten kovulduğunu duyan ve gören Hz. Cebrail ile Mikail (a.s.) uzun bir müddet ağlayıp durdular. Vakitleri hep ağlamakla geçiyordu. Yüce Allah her ikisine de bu kadar ağlayışlarının sebebini (kendisi daha iyi bildiği halde) sorunca; onlar şöyle dediler:
- “Ey Rabbimiz! Sen’in mekrini şimdi daha iyi anladık. Sen’in mekrin bize de ulaşıp, İblis’in başına gelenlerin bizim de başımıza gelmesi korkusundan ötürü ağlıyoruz. Ya biz de göründüğümüz gibi Sen’in ilminde de böyle değilsek; halimiz nice olur”
Yüce Allah da onlara şöyle ferman etti:
- “İşte hep böyle olun da, mekrimden hiçbir zaman emin olmayın”
Bu hadise bizi ümitsizliğe sevketmemeli. Aksine bir taraftan Mekr-i İlahiden korkmaya, diğer taraftan da Rahmet-i İlahiyeyi reca etmeye ve O’ndan ümitvar olmaya sevketmeli…
KEŞKE DEMEMEK İÇİN
Zülkarneyn Aleyhisselam ordusuyla gece yolda giderken ordusuna:
- Ayağınıza takılan şeyleri toplayın, diye emir verir.
Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:
-Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım, diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.
İkinci grup ise;

- Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordun komutanına itaat etmek gerekir, diyerek az bir şey topluyorlar.
Üçüncü grup ise;

-Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete vardır, diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.
Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:
Hiç almayan birinci grup;

-Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık diyerek pişman oluyorlar.
Az alan ikinci grup ise;
-Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık diye sitem ediyorlar kendilerine.
Çok alan üçüncü grup ise:
- Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.
İTAATTEKİ İZZET
Sehl Tüsteri Hazretleri'nin bulunduğu yerdeki vali hastalanmış, tabipler bir türlü çare bulamamıştı. Bir memuru kendisine:
-Şehrinizde yaşayan salih bir zat var. O dua buyurursa " belki hastalığınız geçebilir, dedi. Vali, bunu duyunca onu köşküne davet etti. Gelir gelmez:
- Benim için Allah ü Teâlâ'ya dua eder misiniz? diye sordu. Hazret, olumsuz manada başını salladı ve:
-Zindanlarında suçsuz insanlar yatarken senin için edeceğim dua kabul olur mu sanıyorsun dedi. Vali, derhâl hapishanelerde yatan suçsuz mahkumları sal-. di. Hazreti Sehl'de Allah'a ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
- Ya Rabbi!... Şu kuluna günah ve musibetteki zilleti gösterdiğin gibi, itaatteki izzeti de göster. Onu dert ve hastalıktan kurtar Allah'ım...
Dünya imtihan ve hikmet diyarı olsa da, bazı sebepler bazı şeyleri perdelese, insanlar hakikatleri olanca çıplak lığı ile göremese de, öyle hâdiseler yaşanmakta, Allah (c.c) öyle ibret dersleri vermektedir ki, Ona isyanın çirkinliği insanın vicdanından başlayarak kendisini hissettirmekte, âdeta cehennemdeki sıkıntının haberini vermekte, itaatteki güzellik de yine insanın kalbindeki huzurdan hayatının bütün sahalarına kadar tesirini göstermekte, cennetten müjdecilik yapmaktadır.
İtaat eden misalde olduğu gibi izzetle, hakikî sultanlıklara yükselmekte, isyan eden sultan da olsa rezil ve zelil olmaktan, er geç dilencileşmekten kendisini kurtaramamaktadır.

HZ. SÜLEYMANIN KUŞLARA EMRİ
Silsile-i Sâdâttan SELMAN-I Farisî (r.a.) Hazretleri yanında bir misafir olduğu halde sahraya çıkmıştı. Dağda havada uçan kuşlar ve ovadan geçen ceylan sürüleri gördü: Hazreti Selman (r.a.) uçan kuşlara ve oradan geçen ceylan sürüsüne hitaben :
—Yanımda bir misafirim var. içinizden biriniz buraya gelsin. Misafire ikram edeceğim, diye seslendi.
Kuşlardan ve ceylan sürüsünden birer tane süratle hazreti Selman'-m huzuruna geldiler. Misafir bu işe,çok hayret etmişti :
—Sübhanallah.' diyerek hayretini belirtti. Selman-ı Farisî Hazretleri :
—Bunda hayret edecek ne var? Allah'a itaat edene mahlûk'atın isyan ettiğine bu zamana kadar hiç şahit oldun mu? buyurdular...
YANMAYAN PEŞKİR
Enes bin Malik'in evine bir misafir gelmişti. Enes ona ikramda bulundu, sofra kurup yemek sundu. Yemekten sonra peşkirin -sofra bezinin- sararıp kirlendiğini, yemeğe bulaştığını görünce peşkirini, hizmetçiye vererek:
"Bunu al tandıra at bir müddet kalsın." dedi. Hizmetçi hiç itiraz etmeden peşkiri alıp ateş dolu tandıra attı. Oradaki herkes şaşırıp kaldı. Herkes tandırdan duman çıkmasını, peşkirin kavrulup yanmasını bekliyordu. Derken hizmetçi biraz sonra peşkiri temizlenmiş olarak getirdi.
Oradakiler şaşırıp kaldılar:
"Bu nasıl iş böyle, nasıl oldu da peşkir yanmadı?" dediler.
Enes cevap verdi:
"Resulullah (s.a.v.) buna elini ve ağzını silmişti." dedi.
Bunun üzerine hizmetçiye döndüler:
"Sen nasıl oldu da hiç tereddüt etmeden böylesine değerli bir peşkiri bir sözle götürüp ateşe attın." dediler.
Hizmetçi:
"Peşkir de ne oluyor ki, efendim bana ateşe atla dese hiç tereddüt etmeden atlarım." dedi.
GARİP BİR DENEME
Gazneli Sultan Mahmut bir gün divana gittiğinde bütün memleket büyüklerinin orada toplanmış olduklarını gördü. Beylerini ve vezirlerini denemek istedi. Bir mücevher çıkararak vezirine uzattı:
"Bu nasıl bir mücevher, değeri ne olabilir?" diye sorunca vezir:
"Bu çok kıymetli bir mücevherdir, yüz eşek yükü altın eder." dedi. Padişah:
"Bu mücevheri kır." dedi. Vezir:
"Efendim, dedi. Ben bunu nasıl yapabilirim, ben padişahımın iyiliğini dileyen bir kişiyim, eğer kırarsam, bu size kötülük olur." dedi.
Padişah vezirin bu davranışını takdir etti ve ona çok değerli şeyler hediye etti.
Padişah bir müddet konuştuktan ve bu bahis unutulduktan sonra aynı mücevheri perdecinin eline verdi ve:
"Bunun bir müşterisi çıksa acaba buna ne verir?" dedi. Perdeci:
"Bu mücevher ülkenin yarısı değerindedir." dedi. Padişah ona da:
"Bu mücevheri kır, parçala." dedi. Perdeci:
"Ey sultanların sultanı bunu kırmak çok yazık olacak, böyle değerli bir mücevher ancak sizin gibi eşsiz bir padişaha lâyıktır, onu kırmak olmaz. Bunu yapmak padişaha ve hazinesine düşmanlık olur." dedi. Padişah perdecinin bu söylediklerini de çok beğendi ona da çok değerli hediyeler verdi.
Biraz sonra mücevheri başka birine verdi, o da benzer şeyler söyledi. Padişah ona da değerli hediyeler verdi. Böylelikle birçok kişiyi sınayan padişah sonunda sadık bendesi Eyaz'ı çağırdı ona da mücevheri vererek değerini sordu sonra da: "Kır bunu." dedi. Eyaz hiç düşünmeden mücevheri paramparça etti. Etrafındakiler acıdılar:
"Ey Eyaz ne yaptın öyle değerli bir mücevhere kıyılır mı, bu padişahın hazinesine ve padişaha hıyanettir, nasıl yaptın bunu?" dediler. Eyaz şöyle dedi:
"Padişaha gerçekten sevgi bağıyla bağlı olan için padişahın emrinden ve arzusundan daha değerli bir şey olamaz." dedi.


 

Eyvàh!

Well-known member
b. Rasûlüllah’a İtaat İmanın Gereği

Dinimizde sünnetin ehemmiyeti çok büyüktür ve bu hiç şek ve şüphe kabul etmez, münakaşa götürmez bir açıklıkla ortadadır. Pek çok ayet-i kerime var; her bakımdan Rasûlüllah SAS Efendimiz’e ittibâ etmemizi, uymamızı bize kuvvetli bir şekilde emrediyor. Onlardan birkaç tanesini nümûne olmak üzere zikretmek isterim. Çok açık kısa bir ifade ile meselâ:


اطيعوا الله واطيعوا الرسول (النساء:٥٩)​

(Etîullàhe ve etîur-rasûl) “ALLAH’a itaat ediniz ve onun gönderdiği peygamberi olan, elçisi olan Rasûlüllah’a itaat ediniz!” (Nisâ: 59)
Sonra:


وما كان لمؤمنٍ ولا مؤمنةٍ اذا قضى الله ورسوله امرًا​

ان يكون لهم الخيرة من امرهم (الاحزاب:٣٦)​

(Ve mâ kâne limü’minin velâ mü’minetin izâ kadallàhu ve rasûlühû emran en yekûne lehümül-hıyeratü min emrihim) “ ALLAH ve Rasûlü bir mü’min erkeğe veya hanıma, şunu şöyle yap, bunu böyle yapman lâzım gelir diye bir hükmü hükmettiği zaman...” Tabii ALLAH’ın hükmü vahiy indirmek sûretiyledir, Peygamber SAS Efendimiz’in hükmü de o kişi hakkında, o olay üzerinde onun hakemliği iledir, ona karar vermesi iledir.
“Bir mü’min erkek veya hanım için, böyle kendisi hakkında bir hüküm, ALLAH ve Rasûlüllah tarafından açıkça beyan edildiği zaman, artık kendisinin bir seçme hakkı, tercih hakkı veya yapıp yapmama durumu bahis konusu olamaz.” Yâni ne olacak? O işi Rasûlüllah’ın emrettiği şekilde yapması lâzımdır. Yapmadığı takdirde günahkâr olur.

Bu sadece Peygamber SAS Efendimiz hakkında özel bir durum değildir. Buyruluyor ki:


وما ارسلنا من رسولٍ الا ليطاع باذن الله​

(النساء:٦٤)​

(Vemâ erselnâ min rasûlin illâ liyutàa biiznillâh) “Biz hiç bir peygamberi başka bir maksatla göndermedik, ancak kendisine itaat edilsin diye gönderdik.” (Nisâ: 64) Peygamberler boşuna gönderilmiş, sözüne, hükmüne, emrine itibar edilmeyen kimseler değildir. Peygamberler itaat edilsin diye gönderilmiş kişilerdir. Bütün peygamberler böyledir. Bütün peygamberler hangi ümmete gelmişse, hangi insanların peygamberiyse, onların ona itaat etmesi kanûn-i ilâhîdir.ALLAH ’ın emri böyledir.


فلا وربك لايؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم​

ثم لايجدوا فى انفسهم حرجًا مما قضـيت ويسلمــوا​

تسليمًا (النساء:٦٥)​

(Felâ ve rabbike lâ yü’minûne hattâ yühakkimûke fîmâ şecera beynehüm sümme lâ yecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kadayte ve yüsellimû teslîmâ.) “Hayır, iş sizin sandığınız gibi değil, sizin zihninizde tasavvur ettiğiniz gibi, düşündüğünüz gibi değil; insanlar, o mü’minim diyen kimseler, iman ettik deyip Rasûlüllah’ın etrafında toplanan insanlar gerçekten iman etmiş olmazlar, (hattâ yühakkimûke fîmâ şecera beynehüm) ey Rasûlüm seni aralarındaki ihtilâflı konularda hakem kabul etmedikçe... Yâni, “Rasûlüllah’a gidelim, ne derse âmennâ ve saddaknâ, kabul edelim!” demedikçe, böyle bir teslimiyet içinde olmadıkça; (sümme lâ yecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kadayte) senin verdiğin hükümde de, içlerinde bir eziklik, bir kabul etmeme duygusu, bir hoşnutsuzluk da olmamak şartıyla, böyle bir teslimiyetle teslim olmadıkça gerçek bir mü’min olmuş olmazlar.” deniliyor bu ayet-i kerimede... (Nisâ: 65)

Demek ki Rasûlüllah ne derse, hem kabul edecekler, hem de içlerinde bir itiraz duygusu bile tahakkuk etmeyecek. “Tamam! Mâdem Rasûlüllah böyle emretmiş, öyle olsun!” diyecekler, lehlerine de olsa, aleyhlerine de olsa, öyle yapacaklar.
Bunun mükâfâtı nedir:


ومن يطع الله والرسول فاولئك مع الذين انعم الله عليهم​

من النبيين والصديقين والشهداء والصالحين، وحسن​

اولئك رفيقًا (النساء:٦٩)​

(Ve men yutıillâhe ver-rasûle feülâike meallezîne en’amellàhu aleyhim minen-nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sàlihîn, ve hasüne ülâike refîkà.) “Kim ALLAH’a itaat ederse ve Rasûlüllah’a itaat ederse; işte bu itaat eden kimseler, kendilerine ALLAH’ın lütfettiği, ikram ettiği, ihsân eylediği kimselerin yanında olacaklardır.” ALLAH’ın in’am ettiği kimseleri de sıralıyor ayet-i kerime: (Minen nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sàlihîn) “Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihler.” Yâni, “’ALLAH'a ve Rasûlüllah’a itaat eden kimseler, peygamberlerle beraber olacak, sıddîklarla beraber olacak, şehidlerle, salihlerle beraber olacaklar. Mükâfâtı bu kadar yüksek olacak.” (Nisâ: 69)
 

ARİF

Well-known member
Sahabe arasında itaat öylesine gelişmişti ki, Hz. Ebû Bekir (ra), halîfe olmasına rağmen, Hz. Ömer (ra)’i vezir olarak yanına almak için, genç serdar Üsame’nin yanına sokularak ona şöyle demişti: “Ey Allah (cc)’ın Peygamberinin tayin ettiği kumandan, Serdar-ı A’zâm, müsaade edersen Ömer’i yanıma alıp devlet işlerinde çalıştırmak istiyorum.”139 Halîfe izin alıyordu. Niçin? Çünkü Allah Rasûlü onu kumandan tayin etmişti.. artık ona itaat edilirdi.. hem de ölesiye, Allah Rasûlü, hayatı boyunca itaat üzerinde durdu.. ve söz dinlememeyi, kargaşaya, anarşiye açılan bir kapı kabul etti. Ve, hiç kimseye nasip olmayacak şekilde bunda muvaffak da oldu.. öyle ki bir gün, Abdullah b. Hüzâfetü’s-Sehmî’nin ordusunda, komutanın: “Kendinizi ateşe atın” direktifi duyulunca, kendini ateşe atmaya teşebbüs edenler oldu. Oysa ki bu bir intihardı. Neyse ki bunlardan bazıları: “Allah Rasûlü bize böyle bir emirde bulunmadı. Çünkü bu intihardır, dolayısıyla cehenneme girmektir. Oysa ki, biz ateşten kurtulmak için yani cehenneme girmeyelim diye dine girdik. Bunu bir Resulullah’a soralım.. soralım ki, emre bu hususta da itaat edecek miyiz?” 140 Evet itaat bu denli derinleşti. Üsten emir geleceği âna kadar, kılıç darbeleri başına inip kalkıyor ve sen kütükte doğranan et gibi doğranıyorsun ama, gözünü kırpmıyorsun; zira komutandan henüz geriye çekilme emri gelmemiştir. Aksi halde herkes kendi kafasına göre hareket ederse birlik ve beraberlik bozulur; baş ayak, ayak da baş olur, diyor Kur’ân-ı Kerîm meâlen: “Nizaa düşmeyiniz, cedelleşmeyiniz; yoksa işiniz fiyasko ile neticelenir, kuvvetiniz dağılır gider, siz de ayaklar altında pâyimal olursunuz.” (Enfal, 8/46).

el emr-ü fevkal edeb.....
 

NURS&#304;MA

Well-known member
ALLAH(cc) razı olsun...

أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ “Allah’a itaat edin, Resul’e de itaat edin.”(Nur suresi 54)

Ey iman edenler! Allah`a ve Resul'üne itaat edin. İşitip durduğunuz halde ondan yüzünüzü çevirmeyin. ” (Enfal suresi 20. ayet)
 
Üst