Zekat

mihrimah

Well-known member
وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّهِ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

Bakara / 110. Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِىَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌ
وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Bakara / 254. Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاخِذيهِ اِلَّا اَنْ تُغْمِضُوا فيهِ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ غَنِىٌّ حَميدٌ

Bakara / 267. Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.

وَمَااتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَا فى اَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُوا عِنْدَ اللّهِ وَمَا اتَيْتُمْ مِنْ زَكوةٍ تُريدُونَ وَجْهَ اللّهِ فَاُولئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ

Rum / 39. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekât veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكينِ وَالْعَامِلينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِى الرِّقَابِ وَالْغَارِمينَ وَفى سَبيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبيلِ فَريضَةً مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ

Tevbe / 60. Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.

اَلَّذينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعينَ مِنَ الْمُؤْمِنينَ فِى الصَّدَقَاتِ وَالَّذينَ لَا يَجِدُونَ اِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ ()
اِسْتَغْفِرْ لَهُمْ اَوْ لَا تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ اِنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعينَ مَرَّةً فَلَنْ يَغْفِرَ اللّهُ لَهُمْ ذلِكَ بِاَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِقينَ

Tevbe / 79-80. Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici azap vardır. (Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.
HADİS...
* İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Muâz (radıyallâhu anh)'ı Yemen'e gönderdi. (Giderken) ona dedi ki: "Sen EhI-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin iIk şey AIIah'a ibâdet olsun. AIIah'ı tanıdılar mı, kendilerine AIIah'ın zekâtı farz kılmış olduğunu, zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna da ittaat ederlerse kendilerinden zekatı aI. Zekat alırken halkın (nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zira AIIah'la bu beddua arasında perde mevcut değildir.
* Hz. Ebü Hüreyre ve Hz. Câbir (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Deve, sığır veya davar sâhibi olup da, bunlardaki Allah'ın hakkını eda etmeyen herkese Kıyamet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve mümkün olduğunca iri ve şişman olarak geleceklerdir. Adam, onlar için, düz ve geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla tosluyacaklar ve ayaklarıyla ezecekler. İçlerinde boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak. Mahlükatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hâl devam edecek. Keza "kenz'‚ (hazine) sâhip olup da ondaki (AIIah'ın) hakkını ödemeyen herkese, Kıyamet günü hazinesi, dazlak başlı bir yılan olarak gelecek, ağzını açıp peşine düşecektir. Yılan yaklaştıkça adam ondan kaçacak. Sonunda yılan ona: "Gizlediğin hazineni aI! Ben ondan müstağniyim!" diye bağırır. Adam, neticede yılandan kaçma çaresinin olmadığını anlayınca, elini ağzına sokar. Yılan da onu, aygırın (alafı) kemirmesi gibi kemiriverecek."
* Hz. Muâz (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim malının zekâtını sevab umarak verirse, ona sevap verilir. Kim de zekâtını vermezse biz zekâtı ve malın yarısını (cezâlı olarak, zorla) alırız. Bu, Rabbimizin kesin kararlarından biridir. Al-i Muhammed'e ondan bir hak yoktur."
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince, ondan sonra Hz. Ebü Bekir (radıyallâhu anh) halife seçildi. Bunun üzerine bedevilerden bir kısmı "irtidât" etti. (Hz. Ebü Bekir halife olarak onlarla savaşmaya karar verince) Hz. Ömer, "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlar lâilaheillallah deyinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar. (İslâm'ın) hakkı hâriç artık hesapları da Allah'a kalmıştır!" demiş iken, sen nasıl insanlarla savaşırsın?" dedi. Hz. Ebü Bekir: "Allah'a yemin olsun, namazla zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zira zekât, malın hakkıdır. Vallahi, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vermekte oldukları bir oğlağı vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaşacağım" dedi. Hz. Ömer sonradan demiştir ki: "Allah'a yemin ederim, anladım ki, Hz. Ebü Bekir'in bu görüşü, Allah'ın savaş meselesinde ona ilhamından başka bir şey değildi. İyice anladım ki, bu karar hakmış."
* Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Abbâs (radıyallâhu anhüm ), Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hayırda acele etmek maksadıyla daha senesi dolmadan, erken vakitte zekâtın verilmesi husüsunda sormuştu. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususta ona müsâade etti."
* Zübeyr'in azadlısı Muhammed İbnu Ukbe'den yapılan rivâyete göre, Kâsım İbnu Muhammed'e, mukâtebe akdi yaptığı köle (sin)den aldığı para sebebiyle kendisine zekât düşüp düşmeyeceğini sormuştu. Kâsım, kendisine şu cevâbı verdi: "Hz. Ebü Bekir (radıyallahu anh) üzerinden bir yıl geçmeyen maldan zekât almazdı." Kâsım ilâveten der ki: "Hz. Ebü Bekir (radıyallâhu anh), halk kendisine bağışlarda bulunurken onlardan her birine: "Sana zekâtı vâcib kılacak miktarda malın var mı?" diye sorardı. Adam: "Evet!" derse, onun getirdiği bağıştan, malına düşecek miktarda zekât alırdı. Adam: "Hayır!" diyecek olursa, bağışını adama teslim eder ve hiçbir şey almazdı." ı
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Zekat verdiğiniz zaman: "Allahım! Bu zekatı büyük bir sevaba vesile kıl, (hak sahibine ödenip sevap beklenmeyen) bir borç kılma" demek suretiyle zekatın sevabını istemeyi unutmayın."
* Bera İbnu Azib radıyallahu anh'tan rivayet edildiğine göre, bu yüce sahabi "Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin) ve yerden sizin için çıkardığımız şeylerin temizlerinden infak ediniz ve malın kötüsünden infak etmeye kalkmayın!" (Bakara 267) mealindeki ayet-i kerime hakkında şöyle demiştir: "Bu ayet-i kerime Ensar radıyallahu anhüm hakkında nazil oldu. Onlar, hurma toplama mevsimi gelince, kendi bahçelerinden taze hurma salkımlarını devşirip Resulullah'ın mescidinde sütunlar arasına gerilmiş iplere asarlardı. Bunlardan fakir muhacirler yerlerdi. Ensarilerden biri, bu kadar çok salkımın arasında bir tane adi hurmalı salkımın bulunmasını caiz sanarak adi hurmalar da bulunan bir salkım sokuşturmuştu. İşte bunu yapan zat hakkında buyrularak "Zekatınızı, bozuk ve kötü hurmadan vermeye kalkmayın" ihtarında bulunulmuştur. "Öyle kötü hurmalar ki, eğer size hediye edilmiş olsaydı işinize yaramayan bir şeyi size gönderdiği için hissedeceğiniz öfkeden dolayı, sahibinden utanç duyarak kabul edecektiniz" denmek istenmiştir. Hak Teala hazretleri, bizim sadakalarımıza muhtaç olmadığını belirterek, sadakayı kendi menfaatimiz için verdiğimizi, öyleyse iyi şeylerden vermemiz gerektiğini ihtar etmiştir."
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhümâ) zekât hurmasından bir tanesini alıp, hemen ağzına attı. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Hişt, hişt at onu! Bilmiyor musun, biz zekât yemiyoruz!" -veya: "Bize zekât helâl değildir!-" diye müdâhale etti."
* Yine Sahiheyn'de gelen bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ben bâzan evime dönüyor, yatağımda veya odamda yere düşmüş bir hurma buluyorum. Onu yemek üzere kaldırdığım vakit, "bu, sadaka hurması olmasın?" diye aklıma geliyor, korkup (tekrar yere) atıyorum."
* Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz, kendisine bir yiyecek getirilince, mahiyeti hakkında sorardı. Eğer "hediye olduğu" söylenirse ondan yerdi, "sadaka olduğu" söylenirse yemeyip Ashabına, "Siz yiyin!" derdi."
* (Peygamberimizin azadlısı) Ebü Râfi' (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalatu vesselâm), Beni Mahzüm'dan bir adamı zekât toplamak üzere gönderdi. Adam bana: "Benimle sen de gel, zekâttan sana da bir pay düşsün" dedi. Kendisine "Hele Resülullah'a bir sorayım" cevabını verdim ve sordum. Efendimiz: "Bir kavmin âzadlısı o kavimden sayılır, bize sadaka helâl değildir" buyurdu."
Hadisin metni Ebü Dâvud ve Tirmizi'nin metnidir. İbnu'l-Esir der ki: "Bütün mezheplerce meşhur olan görüşe göre, Beni Hâşim ve Beni Muttalib'in âzadlılarına zekât haram değildir. Bu meselede Şâfi mezhebinde iki görüş mevcuttur: Birine göre, Beni Hâşim ve Beni Muttalib'e zekâtı haram kılan sebebin sona ermesi ve zekâta bedel pay aldıkları humus hissesinin ortadan kalkmış olmasından dolayı zekat haram olmaz. Diğerine göre, bu hadis sebebiyle haramdır. Ortadaki bu ihtilafın -yani sadaka Beni Hâşim ve Muttalib âzadlılarına haram değil diyen görüşle haram olduğunu söyleyen bu hadisin te'lifine gelince: Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözü, Ebü Râfi'e, tenzihen ve kendilerine benzemeye ve sünnetine uymaya teşviken söylemiş olmalıdır (gerçek mânada haram etmek ve kesin bir hükümle yasaklamak maksadıyla değil.)"
* Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Sadaka, ne zengine ne de sakatlığı olmayan güçlüye helâl değildir."
* Atâ İbnu Yesâr merhum anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sadaka şu beş kişi dışında zengine helâl değildir: 1- AIIah yolunda gazveye çıhan, 2- Sadakayı toplamak için çalışan 3- Borçlanan, 4- Sadaka malını kendi parasıyla satın alan, 5- Komşusu fakir olan kimse. Şöyle ki: Bu fakire sadaka verilir, o da bundan zengin komşusuna hediyede bulunur."
TEFSİR...

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاخِذيهِ اِلَّا اَنْ تُغْمِضُوا فيهِ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ غَنِىٌّ حَميدٌ
Bakara / 267. Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.
Ey müminler! Kazandıklarınızın temizlerinden; kaynağı ve elde edilme yolu helâl olan, helâl kazanç ile ele geçirdiğiniz her çeşit mal varlığınızın iyi ve hoşlanılanlarından, bu cümleden olmak üzere ticaret mallarından ve nakit paradan ve size yerden çıkarıverdiğimiz ürünlerden; tahıl, meyveler ve madenler gibi yerden çıkan şeylerden, bunların iyilerinden infak ediniz.
Açıkçası zenginlik kaynakları ikidir: Birincisi, kazanç adı verilen genellikle kişinin kendi emek ve gayretiyle bilgi ve sanatıyla doğrudan veya dolaylı olarak elde ettiği gelirlerdir ki, miras da bunun içindedir. İkincisi yerden çıkanlardır ki, bunda kara, deniz ve hava da dahildir. Denizden çıkan balık, inci ve benzeri şeyler de yerden çıkmış hükmündedir. Geriye bu iki kaynağın birlikte harekete geçirilmesi sonucunda elde edilen kazanç şekli kalır ki, onda da kısmen emeğin, kısmen de yerin payının büyük olduğu görülür. Hangisi daha ağır basıyorsa o tarafa bakarak durum değerlendirmesi yapılır. Sonuçta bütün kazanç yolları bu iki sebepten birine dönüşür. Öne alınmış olmasından anlaşılıyor ki, kendi emeğine dayanan kazanç yolu insanlar için daha yakın bir sebeptir. Genellikle yerden mal çıkarmak dahi bir anlamda yine buna bağlıdır. Fakat aynı zamanda kazanç, doğanın zenginliği ile de yakından ilgilidir. Çünkü bu şekilde emek ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş olan sebep ve aletlerin kullanılması demek olduğundan, bunlar da bir anlamda hiçbir emek karşılığı olmadan doğuştan ihsan edilmiş güçler, kabiliyetler ve sebeplerdir. Emek dediğimiz şey de işte bu güç ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve yerli yerinde kullanılması anlamına gelir. Bundan dolayı kesb, hiçbir zaman tek başına kazanç için bağımsız bir sebep olmadığı halde, yerden çıkanlar bağımsız ve yeterli kazanç sebebi olabilir. Demek ki kesb, aslında bir katılıma da yönelik olduğundan kesb yolu ile yerden çıkanın birleşmesinden meydana gelen üçüncü bir kazanç yolundan söz etmeye gerek yoktur. Bu zaten sözün sonucundan çıkan bir şeydir. Bu konuda insanların başlıca iki türlü hata yaptıkları görülür: Birincisi servette emek ve çalışmayı, tek başına yeterli bir sebep gibi kabul edip, öteki bütün sebepleri ve sermayeleri buna borçlu saymak ve onların hepsini geçersiz sanmaktır ki, bu hataya genellikle emek harcayıp, zahmet çeken ve sermaye kullanmayan çalışan insanlar düşer. Bunlar sermaye sahipleriyle derin ve köklü bir didişmeye girerler. Bunlar emek ve çalışmanın, kazanmanın değerinin, aynı zamanda sermayenin değeri demek olduğunu görmek istemezler. Eğer çalışıp kazanmanın amacı sermaye biriktirmek olmasaydı, tek başına çalışmanın bir değeri olmazdı. Kendi amacını gözardı eden her fikrin boş bir çelişki olduğu aşikârdır. Para biriktirmenin, sermaye elde etmenin çalışmanın hedefi ise yalnızca tüketim açısından değil, yukarıda açıklanan, değerlerin karşılıklı olarak birbirine bağımlılığı kanunu gereğince, üretilen malın yeni yeni işlemlere malzeme teşkil etmesi ve kazanç yollarını çoğaltması ve kolaylaştırması açısından da önemli olmasından dolayıdır.
Bunun için emekleriyle geçinen insanların, sermayeye düşmanlık duyması, kendi zahmet ve yoksulluklarının daha da artmasını istemesi demektir. Bunun içindir ki, emekten sonra özellikle yerden çıkarılanlardan da sözedilmektedir. Üstelik emeğe karşılık olarak zikredilmiştir. İkinci hata, sermayeyi mutlak kazanç sebebi olarak kabul edip, emek ve çalışmayı geçersiz saymaktadır. Bu hataya da bizzat çalışmak ihtiyacını duymayan ve başkalarının emek ve çalışmalarından zahmetsizce yararlanmak isteyen sermaye, yani para sahipleri düşerler. Bunlar paraya öncelikli kaynak olarak bakarlar ve her türlü kazancın, onun eseri olduğuna inanırlar ve çalışmadan yaşamak mümkünmüş gibi zannederler. Bunun için çalışanları küçümseyerek ve kendi paralarına fazlaca önem vererek, emekleri zora koşmak ve sermayelerinin karşılığını fazla fazla almak, daha doğrusu sermaye gücüyle çalışanların emeklerini ucuza almak ve gasbetmek suretiyle kendileri hiç çalışmadan ve yorulmadan yaşamak isterler. Düşünmezler ki, bunların elindeki değerler aslında sermaye olarak doğmuş değil, emek ve çalışmanın birikiminden oluşmuş olan kazançlardır. Para, emek ve çalışmayı kolaylaştırıp geliştirmeye hizmet eden bir maya ise de, kaynağı bakımından yine de sermaye değil, birer emek birikimidir. Sermayenin, emeği sıkıştırması ve onu hareketsiz bırakması, kendi bindiği dalı kesmesi ve dayandığı temeli yıkması demektir. Gerçi asıl sermaye büsbütün yok değildir, fakat o, olsa olsa yerin zenginliği ve yaratılışın ihsanı olan şeydir. Bundan dolayı para sahiplerinin hiç çalışmadan yaşama sevdasına kalkışmaları ve çalışanları sıkıntıya sokacak bir tutum izlemeleri büyük bir hatadır. Herhangi bir toplumda para ve sermaye bu duruma gelir, para ve para sahipleri mutlak hükümran kesilirse, buna tepki olarak birinci hata kendini gösterir. O zaman sermaye ile emek arasında kavga başlar. Cemiyet düzeni altüst olur. İşte sermaye adı verilen paranın, kaynağı bakımından sermaye olmayıp, kazanç birikimi olduğu, hatta iyi yollarla elde edilmişse kazançların en hoşa gideni olduğu, en temizi bulunduğu gerçeğini hatırlatmak için, "kazandıklarınızın en güzelinden" buyurulmuştur. Asıl sermayenin yeryüzü zenginlikleri olduğu, öteki bütün zenginliklere göre emeğin de bir anlamda sermaye durumunda bulunduğu ve hatta bunun, yerin sermayesinden daha önce gözönünde tutulması gerektiği gösterilmiştir. "Kazandıklarınızın en güzelinden" ilâhî sözü, şunu da anlatıyor ki, kazançların bir temizi ve güzeli, bir de bunun zıddı olan kötüsü vardır. Her kazanılmış olan şey iyi ve temiz olmaz. Bu da ya kazanılan şeyin doğrudan doğruya kendisine veya elde edilme yollarına göre maddî veya manevî anlamda iki bakımdan ele alınır. Yukarıda açıklandığı üzere, infak sonsuz bir bereketin tohumu ve ebedî hayatın bir parçası olduğundan, bu tohumun en temizinden seçilmesi lazım gelir.
Bunun için bunları iyi düşünüp akla ve şeriate uygun olarak çalışınız da kendi emeğinizin ve yerin sermayesinin ürünü olan gelirlerin temiz ve iyilerinden infak ediniz. Ve öyle habîsini, yani kötüsünü veya haramını vermeye yeltenmeyiniz ki; siz onu başkasına infak edersiniz de kendiniz gözünüzü yummadan, sıkılmadan hediye diye veya hoşgörüyle alacağınızın yerine almazsınız. Böyle kötü, bayağı ve değersiz şeyleri kendiniz almayı düşünmezken, Allah'a olan borcunuzu bu aşağılık şeylerden vermeye kalkışmayınız.
Rivayetlere göre, başlangıçta sadaka ile ilgili emirleri bildiren âyet indiği zaman ashabdan bir kısmı hurma salkımlarını getirir, muhtaç olanlar yesin diye Mescid'e asarlardı. Bir kısım ashab da caiz zannıyla döküntü, bozuk, çürük çarık şeyler getirmişlerdi. Sonra bu âyet indi. Bununla verilecek vergilerin, zekât ve sadakaların ne gibi mallardan verileceği böylece açıklanmıştır. Her malın vacip olan vergisi kendi cinsindendir. Mesela altına altın, gümüşe gümüş, paraya para, hayvana kendi cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır, davara davar, ata at; tahıl ürünlerinde de böyledir, buğdaya buğday, arpaya arpa... Madenler ve daha başka gelirler için hep böyledir. Hepsi de daha aşağı kalitede olmamak şartıyla malın vergisi kendi cinsinden ödenir. Bunların değer bakımından düşük kalitelisini ve yüksek kalitelisini birbirinin yerine vermek, ancak kıymet ve fiyatını iyice hesap edip tam karşılığını vermek suretiyle yine caizdir. Bu husus, mükellefin seçimine aittir. Bu şekilde esnek ödeme tarzı halk için kolay bir yol olduğundan dolayı İslâm dini bunu emretmiş idi. Bunun, İslâmiyet’in yayılmasına ve İslâm adaletinin kök salmasına büyük katkıları olmuştur. Başka ülke insanlarından mutlaka nakit olarak vergi topladıkları ve toplama masraflarını da yine halkın üzerine yıktıkları için, diğer devletlerin harcama yerleri de yine İslâm’ın gösterdiği sarf yerleri gibi tamamen hayra yönelik olmadığından dolayı, İslâm dininin infakı böylece tam bir adalet uygulamasına dönüşmüş olup "Allah size kolaylık diler." (Bakara, 2/185) ilâhî hükmünün yerine gelmesi demek olduğundan, çeşitli devletlerin tebaası durumunda bulunan insanlar bu kolaylık ve adaleti yakından gördükleri zaman büyük bir memnuniyetle bunu kabul etmişlerdir. Fakat bunun bir devlet için böyle büyük bir yarar sağlaması, bir şarta bağlıdır ki, o da bunu uygulayacakların Allah'ı tanıyan, dindar ve ahlâklı vergi memurları olması, ellerine verilen görevi, kendi öz mallarından daha fazla bir özenle yerine getirmeleri ve emaneti iyi korumaları meselesidir. Bu olunca toplanan malların bir çoğu değiştirmeye gerek kalmadan devlet ve milletin ihtiyacına harcanabileceği gibi, değiştirilmesi gerekenler de en iyi şekilde değerlendirileceğinden hiçbir şekilde kötüye kullanılması söz konusu olmaz. Böyle olunca da hem milletin masrafı azalır, hem de devletin gelir kaynakları sürekli olarak gelişir. Ancak böyle olmayıp gerek vergi mükellefleri, gerek vergi toplayan memurlar arasında ahlâksızlık yayılır, görevler gereğince yapılmaz, emanetler korunmaz ve suiistimal edilirse, adam kayırma, çalma çırpma, israf, aldırmazlık ve ciddiyetsizlik meydanı almış bulunursa, malın cinsinden alınan vergiler pek çok kayba ve suiistimale elverişli olduğu gibi, masrafların artmasını ve gelirlerin azalmasını gerektireceğinden, hükümetler ayniyatı bırakıp vergilerini nakit yoluyla toplamayı daha uygun bulurlar. Nakit para ise mal ile değişime tabi tutulmadan hiçbir iş göremeyeceğinden, yine mal değişimi olacak ve yine olan olacak demektir. Devletin harcamaları durmadan artar, arttıkça da milletin vergi yükü artar ve herkes sıkıntıyı çeker, fakat sadece para hükümran olur. Bu arada en çok kazananlar da para işleriyle uğraşanlar olur. Fakat yine de diğer üretim alanlarında çalışanlar sıkıştırıldıkça para ile uğraşanların da geleceği tehlikeye düşer. Bütün bu gibi tehlikelere sebep olan şey ise, bu gibi hizmetlerde çalışan görevlilerin, görevlerini kötüye kullanmaya elverişli olan ahlâksızlıklarıdır. Bunu gerçek anlamda ortadan kaldıracak ve yok edecek olan da din ve dindarlıktır. Bunun için insanların dinden ve dindarlıktan kaçınmaları, infak görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten ve en iyi şekilde idare etmekten uzak kalmaları, ilâhî hikmetin gereği olarak acı çekmelerinin ve felâketlerinin başlangıç noktasını oluşturur. Bundan dolayı bu ilâhî emir gereğince hareket etmeyenler, ilim ve hikmet iddiasında ne kadar ileri giderlerse gitsinler, hikmetin tam aksi olan bir yöne gitmiş olurlar ve kendi elleriyle geleceklerini tehlikeye atarlar. Bu âyet, bu gerçekleri de gözeterek zekât ve sadakası gerekli malların usulünü açıklamış, bununla beraber bunun nafile cinsinden olan sadakaları da kapsamına alıp almadığı söz konusu olmuştur. Yani aşağılık ve haram şeylerden, farz cinsinden vergi yoktur ve verilemez. Lâkin nafile olarak sadaka verilebilir mi? Burası ihtilaflıdır. Doğrusu haramdan nafile sadaka dahi caiz olmaz. Bunun Allah katında bir sevabı olmaz. Fakat aşağılık yani, düşük kaliteli maldan nafile sadaka caiz olur. Ancak mendub olan en iyisinden vermektir. "kötüsünü vermeye yeltenmeyin!" yasağı farz olan sadakalarda haram, nafile olanlarda ise kerahet demektir. Âyetin zahiri her çeşit maldan zekât verilmesi gerektiğini gösteriyor gibidir. Fakat malın nisabı ve miktarı hakkında hiçbir açıklama yapmadığı gibi, "tayyib ve habis" gibi özelliklerle belirgin olduğundan hangi malları içine aldığı da mücmel ve açıklamaya muhtac bulunduğundan, bu mallar Hz. Peygamber'in uygulaması ve çeşitli hadisler ile açıklığa kavuşmuştur. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, fıkıh kitaplarının zekâta tabi mallar bölümüne başvurabilirler.
Hasılı, Allah buyuruyor ki: Ey müminler, sizin kazandıklarınızın ve bizim yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak ediniz ve kendinizin gönül rahatlığı ile almadığınız, kabul etmediğiniz kötü şeylerden zekat ve sadaka vermeye kalkmayınız! Ve biliniz ki, Allah, kesinlikle zengindir, sadakalarınıza muhtaç değildir, sadakalarınız kendi faydanız, kendi menfaatiniz içindir. Ayrıca Allah hamîddir, yani övgüye lâyıktır. Herkes O'na şükür ve hamd borçludur. İşte böylesine zengin ve övülmüş olan Allah'ın rızasına ermek için kötü ve bayağı şeyler nasıl olur da sunulabilir? Diğer bir mânâ ile Allah hamîddir, kendi adına yapılan hayır ve hasenatı daha yüksek ikram ve ihsanlarla karşılar. Rızası uğrunda ortaya konan emekleri ve çabaları makbul ve meşkûr eder. Böyle bir Allah adına en temiz, en güzel şeyler sunulmalı değil midir?
PIRLANTA SERİSİ...
Bu mevzûda Rasûl-i Ekrem (sav)’in bir te’yidini de şu hadiste görüyoruz:

“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir.
Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir”. Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katılamıyor, fakat mücahedeye omuz veriyor, müesseseleriyle mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. Bedir’de kılıç çalanlarla, onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla onları techiz edenler, Tebûk’e çıkanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar, Huzûr-u Rabb-ül Alemîn’e beraber gidecekler ve beraber haşr ve neşr olacaklardır. Zira, Rasûl-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli maniler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.
Bilhassa günümüzde, cihadın terke uğraması gözönünde bulundurulacak olursa, cüz’i-küllî bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp payidar olacaklarına yakînimiz vardır. Ve kat’i kanaatımız odur ki, Cenab-ı Hakk bizi bu yakînimizde yalancı çıkarmayacaktır.
Zira, Allah yolunda yapılan işlerin küçüğü de büyüğü de farksızdır. Allah (cc), küçüğün küçük işini bu noktada büyük kabûl eder. Binaenaleyh, “Sizin tarif ettiğiniz ma’nâda kavga veremem, irşad ve tebliğde anlatılan meseleleri anlatamam, ciddî mâlî yükler altına giremem, bu işin altından kalkamam” gibi mazeret ileri sürenler bilsinler ki, bir kaşıkla da olsa bu örfaneye iştirak eden insan, hiç farkına varmadan belki deryalarla, ummanlarla iştirak edenler gibi sevap kazanacaktır.
Şanlı Devlet-i Âliye döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde bir sadaka-i câriye yapıp, ahirete öyle gitme, en büyük ideal ve ümniye idi. Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir şifâhane yapıp gitti. Ecdâdımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin, ama, Rabbiyle her zaman irtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar. Zira camisizlik, cemaatsizlik; cemaatsizlik de, Allah’tan uzaklaşma demektir. Bu sebeple ecdadımız, yapılan her müessesenin yanına bir de cami yapmıştır.
İşte bu düşünce Kanunî’ye de Süleymaniye Camiini yaptırdı. Ancak o, yaptıracağı eserin yalnız kendi defterine kaydolmasını arzu ediyor ve Rabbi’ne böyle bir armağan takdim etmek istiyordu. Onun için, ustalara sıkı sıkıya tenbihatta bulundu ve “Kimseden yardım kabul etmeyin” dedi. Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle başbaşa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi kendine, “Ey Allahım, Kanunî’ye servet verdin, malk-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu fakir kuluna birşey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden böyle işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmekdir.” der ve ustalara müracaat eder. Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp yerler. Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür. Terazinin bir kefesine Süleymaniye camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır. Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir: “Ne yaptınız, kimden ne aldınız?” diye sorar. “Yaşlı bir nine geldi; çok ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık.” derler. İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur. Kanunî, gördüğü rüyayı oradakilere nakleder.
Evet, Hakk’ın rızası istikametinde amelin küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Belki o istikamette zerre, batmanlara üstün gelir. Bazan o yolda atılan bir adım, insana öyle yümün ve bereket getirir ki, insan onunla ebedî hayatını ma’mur eder. Onun için, halis bir niyetle kendinizi Allah yoluna veriniz. Elinizden geleni kullanınız. Barutunuzu son atımına kadar atınız. Allah’ın inayeti mutlaka sizinle beraberdir; bunda şüpheniz olmasın.
ZEKÂT VE CÖMERTLİK
Cömertlik, Allah’ın “Cevâd” ismiyle rezonansa geçmenin adıdır. İnsan, yaptığı işlerde ne ölçüde esma-i ilâhî ile münasebet halinde ise, neticesinde elde ettiği faydalar aynı nisbette olacaktır. Bir hadîslerinde Allah Rasûlü (sav), şöyle buyurmaktadır: “Allah “Cevad”dır; cömertliği sever ve güzel ahlâkı sevmesine mukabil çirkin huyları kerih görür.”
Vermek Allah ahlâkıdır. Allah ahlâkıyla ahlâklanmak ise, her zaman ve her yerde, ayağın sağlam bir zemine basması demektir.
Demek ki zekât, fakiri zenginin yanına yaklaştırdığı gibi, zengini de Ganiy-yi Mutlak olan Allah’a yaklaştırmakta ve kul ile Rabb arasında ciddi münasebet temin etmektedir
ZEKAT VERENE MELEKLER DUÂ EDER
Zekatı verilen bir malın artması için her gün meleklerin duâ etmeleri mevzuubahistir ki, bunu da yine Allah Rasulü’nden öğreniyoruz. “Her gün iki melek inerek, onlardan biri: “Allah’ım, infak edenin (malını bereketlendirmek suretiyle) arkasını getir” diye duâ ederken, diğeri de, “malı tutup cimrilik edenin malını telef et” diye bedduada bulunur
ZEKAT MALI BEREKETLENDİRİR
Zekatı verilen mal zâhiren eksiliyor gibi görülse de, Allah’ın bereketine mazhariyetle devamlı artmaktadır. Zira bütün kevn ü mekân elinde olan Allah, malının zekatını veren insana malını artırma yollarını ilham etmektedir ki, bu hükmü aydınlatan pek çok müşahhas misal bulmak mümkündür.
Kalpler Allah’ın elindedir. O, istediği ve hikmeti iktiza ettiği zaman, kalpleri, emrini yerine getirip zekatını veren kimselere doğru yöneltir ve o insanın ticaretinde ciddi canlanmalar görülür. Bu Allah’ın, zekatı verilen mala bahşettiği bereketten başka birşey değildir.
Aynı zamanda bu mes’ele, sadece tecrübelerin ürünü olarak ortaya çıkmış bir hüküm de değil, Allah’ın va’di, Rasûlü’nün müjdesi ve meleklerin de duâsının neticesidir.
Allah (cc) yüce beyanında meâlen: “İnsanların malları içinde, artması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince işte onu verenler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır” buyurmak suretiyle, mallarını artırma düşüncesiyle faize yatıranların gerçekte, maksatlarının aksiyle tokat yediklerini; Allah’ın rızası istikametinde tasaddukta bulunanların ise, daha fazlasıyla berekete nail olduklarını anlatmaktadır.
Bununla ilgili başka bir ayette de: “Allah, faizi mahveder. Sadakaları ise artırır” denilmektedir.
Bir başka ayette de: “De ki: “Rabbim kullarından dilediğine rızkı yayar (geniş rızık imkânı verir) (dilediğinin de) rızkını kısar. Allah için infak ettiğiniz her şeyin (mutlaka Allah) arkasını getirir. (Çünkü) O, rızık verenlerin en hayırlısıdır” te’minâtı vardır.
ZEKAT MALIN GARANTİSİDİR
Allah Rasûlü (sav) sadaka ve zekatın malı eksiltmediğini bilakis artmasına sebep olduğu üzerinde ısrarla durur: “Sadaka (zekat), maldan hiçbirşey noksanlaştırmaz”
Rasûlullah (sav)’ın bu ifadesinden, Allah’ın emtiaya bereket vermesi neticesinde, zâhirdeki noksanlaşmanın, bu bereketle izale edilmesi anlaşılabileceği gibi; getirdiği sevap cihetiyle, az fedakârlıkla çok sevap kazandırması da anlaşılabilir.
Zekatın hem Hakk’a hem de halka karşı bir te’minât unsuru olduğunu Muhbir-i Sadık olan Efendimiz (sav)’den öğrenmekteyiz:
“Mallarınızı zekatla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belalara karşı duâlarla hazırlıklı olun.”
Yani fakirin eli ve dili zekatla başkalarına zarar veremez hale gelecek ve siz, başkaldırmaya müheyya bir sınıfın önünü, hem de daha onun aklına kötü duygular gelip taht kurmadan evvel izale etmiş; malınızı, sağlam kalelerin, yüksek surların koruması altına almış ve onu emniyete, güvene kavuşturmuş olacaksınız.
“İnfak et ki, infaka mazhar olasın” diyen Allah Rasulü (sav), sadakanın, Allah tarafından artırılacağını da şu ifadeleriyle anlatmaktadır: “En temizinden -ki Allah en temizini kabul eder- veren birisinin sadakasını Rahman olan Allah alır. Bu bir hurma bile olsa, Rahman’ın elinde öyle bereketlenir ki, Uhud’dan daha büyük olur. Aynen sizden biriniz, tayını veya deve yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi, Allah da (cc) sizin sadakalarınızı öyle geliştirir.”
Görüldüğü gibi zekatı verilen mal, Allah’ın teminatı altında ve Rasûlü’nün müjdeleriyle, eksilme değil bilakis artma durumundadır: Zaten, yaşanmış ve yaşanmakta olan birçok hâdise de bunun açık delilidir.
MALINIZLA CANINIZLA CİHAD EDİNİZ” BUYURULUYOR. HALBUKİ BİZ İMKANLARIMIZ NİSBETİNDE VEREMİYORUZ. VEREMEDİĞİMİZİN SEBEBİ NEDİR?
Kur’an’da, Allah-u Teâlâ “Malınızla canınızla cihad edin” diye pek çok yerde emir buyuruyor. Evet, Kur’an’da şahsi hayatımızın tekamülü, ailevi hayatımızın müslümanca teminat altında olması, cemiyet içinde İslâmi hayatın üfül üfül esip durması ve bulunduğumuz memlekette İslâmi ruh ve şuurun hakim olması mevzuunda açık kapalı pek çok emir mevcuttur. Esasen, böyle bir ruh ve şuur hâkim olmadıktan sonra insanın beş başı mamur bir müslüman olması, müslüman kalması, müslümanlığı yaşaması mümkün değildir desek, mübalağa yapmış olmayız. Bilhassa günümüzde İslâmi hayat çok fena darbelenmiş ve âdeta onun her müessesesi temelinden sarsılmış gibidir.. Oysaki İslâm içtimaiyatçıları, gerçek bir müslümanlığın ancak İslâmi bir toplum içinde mümkün olabileceği hususunda ittifak halindedirler. Çarşı İslâmî düşünceye göre tanzim edilmemişse, pazar ona göre değilse, insanlığı, insanlığa yükseltme müesseseleri sayılan maarif yuvaları, aynı duygu ve düşüncede elinizden tutmuyor ve bir Hızır gibi dâima gideceğiniz yolda önünüzde yürümüyor ve sonsuzluk yolunda size ışık tutmuyorsa, bir kaç adım yürüseniz bile bir yerde takılır kalır, bir yerde düşer, bir yerde sürçer, bir yerde müslümanlık adına çok tâvizler verirsiniz.. Ve neticede beş başı mamur müslüman olarak yaşamaya muvaffak olamazsınız. Çünkü bir yerde toplum önünüzü keser, bir yerde sokak önünüzü keser. Hepsinden fenası da bir yerde öğretilen yanlış şeyler ve eğitimdeki yanlışlıklar dev gibi, ejderha gibi önünüzü keser. Binaenaleyh, müslümanca yaşamanın yolu, ancak, müeyyidâtın kemal-i ciddiyetle ele alınması ile mümkün olacaktır. Müeyyide; dinin anlatılması, insanların vicdanlarının uyarılması, insanın bu dünyada bir yolcu ve burasının da uğrayacağı çok yerlerden sadece bir yer olduğunu; onun için de buraya geldiği gibi, buradan da esas yurduna gideceğinin kendisine hatırlatılmasıdır. Evet, müeyyide olarak bu hatırlatma işinin yapılması lazımdır ki, insan, diğer bir müeyyide olan malıyla canıyla cihad vazifesini eda edebilsin.
Bu işe teşne gönüller için, bu mevzuda söylenecek her şey fazladandır. Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diyebiliriz ki, bugün İslâmiyete hizmet eden öyle fedâkar müslümanlar var -hüsn-ü zannımıza verilsin- Sahabenin arkasında yerlerini alabilecekleri her zaman söylenebilir... Cenab-ı Hakk’ın bu nimet ve ihsanını yadeder, minnet ve şükranla O’nun huzur-u kibriyasında iki büklüm oluruz. Çünkü çok kurak bir dönemde; evet zeminimizin hiç bir şey bitirmediği; semamızın bir damla yağmur vermediği bir dönemde, Cenab-ı Hak bu kadar hiss-i semâhatle coşmuş, îmâna ve Kur’ân’a hizmetle gerilmiş mü’minleri, yeniden İslâm’a ve Kur’ân’a bağışladı.. Ve bir milleti geriye döndürdü, haristanımızı yeniden bir bağistana, bir bostana ve âdetâ bir cennete çevirdi -O’na binlerce hamd ve sena olsun!- Umumiyet itibariyle, sînesi bu mevzuda coşmuş ve ciddi gerilime geçmiş, samimi vicdanların sorduğu bu sorunun altındaki maksat -hissettiğim kadarıyla- şu olsa gerek: Acaba ma’şeri vicdanda, malla ve canla hizmet duygu ve düşüncesini nasıl uyarabiliriz? Nasıl uyarabiliriz ki, geçmekle mükellef olduğumuz zaman tünelini, biraz daha hızlı aşalım. Hariçte ve dahilde müslümanın her halini gözetleyen ve kontrol eden, onun her müsbet davranışını engellemek isteyen, Kur’an’ı Kerim’in “Hâinet’el-a’yün = Hâin gözler” dediği gözler (Mümin Suresi, 40/19) görmeden, varılacak yere varılsın, aşılması gerekli olan sarp tepeler aşılsın, geçilmesi gerekli olan tehlikeli yerler ve kandan-irinden deryalar da geçilmiş olsun. Yoksa binbir mâniâ arasında yürüyen müslümanların karşısına bütün bir dünya çıktığı zaman şimdi bir senede aşabildikleri yeri, belki o zaman 10 senede ancak aşabileceklerdir. Ayrıca, küfrü de uyardıklarından dolayı, varacakları yere kat’iyyen varamayacaklardır. İşte bu noktadan, müslümanların mes’eleyi daha hızlıca ele almaları îcabetmektedir. Diyelim ki, şimdi ellerindeki imkanlarla neslimize hizmet verecek bir irfan yuvasını bir senede dikebiliyor, ihya edebiliyorlarsa, kendilerini biraz daha sıkıp bir senede iki tane ihya etmelidirler. İhyâ etmeleri lazımdır; çünkü, onlar böyle yapmakla yarınları, daha sonraki nesiller de kendilerinden sonraki devirleri ihya etmiş olacaklardır. Eğer bugün, bugünün insanına düşen vazife bihakkın yapılmazsa, yarın bizim şu andaki güç ve kuvvetimiz şu haliyle kalsa bile yine hiç bir şey yapılamayacaktır. Zira, yarın karşımıza daha güçlü engeller, daha kuvvetli mâniâlar çıkabilir ki, bu güçle, onları aşmamız mümkün değildir. Bu itibarla, Sahabe-i Kiram’ın kendilerinden sonra 30 sene içinde fethedip Rasulüllah’ın zimamdarlığına teslim ettikleri bir dünya, kemmî ve keyfî buudlarıyla kendilerinden sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarınkine hemen hemen denktir. İsterseniz dünya haritalarına bir bakıverin. Bu kadar geniş bir saha 4 büyük halife döneminde elde edilmiştir ki, izah etmek mümkün değildir. Hatta denebilir ki, hayret edilen bu noktaya tâ seyyidina Hz. Osman döneminde ulaşılmıştır. Bu, mes’elenin bir yönüdür. İkinci yön olarak şunlar ifade edilebilir: Bu fetihler zâhiri bir istibdat ve zorbalık ile elde edilmiş değildir. Bu fütuhat esnasında kat’iyyen kalblere ve vicdanlara baskı yapılmamıştır. Bilakis kalplerin teshiri, İslâm’ın gönüllere sevdirilmesi, akılların emre âmâde kılınması şeklinde olmuştur. Dolayısiyle de Sahabelerin gittikleri yerlerde müslümanlık adeta çığ gibi gelmiş ve bu gelişmeyi bir kültür, bir ilim ve irfan devri tâkip etmiştir. O gün yapılanlar hâlâ dünyayı hayran bırakmaktadır. Diyeceksiniz ki, bıraksa ne olur, bırakmasa ne olur; ama, bu bir fazilettir ve düşman dahi bu fazîleti îtiraf etmektedir. Evet, dünyayı hayran bırakacak bir ufka, bir noktaya, bir kuşağa ulaştırdıkları kültür ve medeniyet eserleri, İslâmiyeti iyi temsil, insanları cezbetmiş ve müslümanlaştırmada da rol oynamıştır. Bugün dahi oralarda, müslümanlık hesabına bir kaynaşma varsa, onların, o mübarek, nurlu, bereketli, ihlaslı elleriyle atılan tohumların neticesidir. Bence bu mes’ele çok önemlidir. Evet, Sahabelerin bu samimiyetleri karşısında insanın hayranlık duymaması mümkün değildir. Onlar, mal ve can adına her şeyin fedâ edilmesi gerekli olan zamanı çok iyi ayarladılar. Meselâ, bir gün kendilerine “Mekke’den dışarıya çıkın!” dendiğinde, arkalarında ağlayan çocukları, meleyen koyunları, böğüren sığırları vardı. Arkalarına dönüp bakmadan, İbrahimî bir ruhla, Halîlî bir anlayışla çocuklarını, hanımlarını bırakıp gittiler. Eğer Hz.Ebu Bekir’e: “Niçin arkana dönüp bakmadın?” diye sorsalardı, “Bir insanım, Aişe’nin; “Baba, baba!” diye yalvarışlarına dayanamaz ve ihtimal ki, kalbî alâka duyardım.. duyardım da bana denirdi ki “Ya Eba Bekir, bir kalpte iki muhabbet olmaz! Ben de al birini, diyebilirdim.” Bu ruhla hiç tereddüt etmeden, zamanı çok güzel ayarladılar ve o gün için her şeyin feda edilmesi gerektiğinden dolayı, gerekeni yaptılar. Daha sonra, o zaman feda ettikleri şeyler, maddi ve mânevî olarak, kat kat Allah tarafından kendilerine ihsan edildi. Mü’min, Mekke’de servetini bırakmıştı ama, Medine’de Allah, üç-beş sene içinde bıraktıklarının kat katını ona verdi.. Evet, meselâ Mekke’de Efendimizin kerime-i muhteremesi olan Rukiye validemizi dahi bırakıp ayrılan Hz. Osman, Medine’ye gittikten sonra o kadar zengin olmuştu ki, “Ceyşül-usre” dediğimiz, Tebük’e giden orduyu techiz etme mevzuunda, 300 deveyi yüküyle beraber vermişti. Belki aklımız, kısa zaman içinde bu servetin nasıl kazanıldığını almayabilir ama; Allah, Mekke’de bıraktıkları her şeyi Medine’de adeta (Men câe bilhase - neti felehü aşru emsâlihâ) (En’am Suresi, 6/160) yani “Kim bir hasene ile gelirse, karşılığını Allah 10 kat verir” sırrıyla buldular. Aslında bu, geri verişin en asgarisidir. Yoksa Allah 100 verir, 1000 verir... Evet onlar, mevsiminde verilmesi gerekli olan şeyi çok iyi verdiler ve Allah tarafından birkaç katını elde ettiler. Bugün de “Siz Allah için verin, eğer Allah 10 kat vermezse ben vereceğim” diyen fedakâr mü’minler mevcuttur.
Eğer Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer efendilerimizin dünyaya az buçuk meyilleri olsaydı, daha sonra, dünyanın en zengin insanları olurlardı; ama, Efendimizin yolunda, O’ndan (a.s.) ayrılmak istemediler. Bir ellerine geçeni öbür elleriyle hemen tasaddukta bulundular. Böylece, gelen gitti. Yoksa Abdurrahman b. Avf gibi kimseler diyorlardı ki, “Biz servetimizin sayısını bilmiyoruz.” Mesela, Hz.Enes gibi fakir, Efendimizin kapısında büyümüş, Efendimiz (a.s.v.)’in duâsına mazhar olmuş ve bir mevsimde Efendimize hizmet etmiş -zayıf bir rivayette doğrudan doğruya annesi Ümmü Süleym tarafından “Ya Rasulallah! Herkes sana armağanla geldi, benim verecek birşeyim yoktur, ben de Enes’i sana armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurun.” denilerek-10 yaşında Efendimiz’in hizmetine takdim edilmiş bu insan, halifeler döneminde zenginler arasında sayılıyordu. Efendimiz dar-ı fenâya gözlerini kapadığı zaman Hz.Enes 20 yaşındaydı. Bu şanlı sahabi gün gelip şöyle diyecekti: “Çocuğumun çocuğunun çocuklarını gördüm. Belki torunlarımdan elimle gömdüklerimin sayısı 100’ü aşkındır. Servetime gelince, ne koyunlarımın hesabını biliyorum, ne de başka varlığımın.” Demek ki, Enes o kadar Allah’ın lütfuna mazhar olmuştu. Bütün bunlar mallarını ve canlarını vermeleri gerekli olan mevsimde vermiş, mevsimi gelince de, dünyevî ve uhrevî semerelerini dermişlerdi. Nasıl bahar mevsiminde toprağın bağrına tohumlar atılır.. kilerde, ambarda ne varsa hepsi toprağa emanet edilir.. ve sonra toprak daneyi başak veya başaklar haline getirir ve iade eder. Öyle de insan, bütünüyle toprağa dökülmeli, bütünüyle tohum haline gelmeli ve onun vefalı bağrına kendini salıvermelidir. Böyle olduğu takdirde göreceğiz ki, her bir tohum mevsimi gelince beşer-onar başakla karşımıza çıkacak ve Kur’an’ın ifade ettiği gibi ve belki de 70 dane ile arz-ı endam edecektir. Evet, o gün Allah’ın verdiği karşısında herkes şaşkınlığa düşecek ve o tohumu ekenler dahi hayret ve hayranlık içinde kalacaktır. Bazıları da bu bereket ve kilerlerin, ambarların dolması karşısında gayz içinde yutkunacaktır ve “Liyağîza bihimül küffar” (Feth, 49/29) sırrı zuhur edecektir. Öyleyse, “şimdi, bahar mevsimidir” deyip döküleceksiniz, vereceksiniz, “Ben şu kadar verdim yetmez mi?” demiyeceksiniz. İlle de sizin önünüzü almak için bir ta’dil bahis mevzu ise, ta’dil eden insanlar önünüzü almalı ve “Hayır o kadar ileri gitmeyin demeli.” Şimdi o kadar infak etmeyin ki, ilerde infak edeceğiniz anlar gelecektir. Eğer yarınlara ait infak mülâhazası olmasaydı, size, “bugün herşeyinizi harcayın” diyebilirdik. Pekala, “yarın ne olacak?” mes’elesine gelince? Yarın Allah’ın taahhüdü altındadır. İşte Halîlane bir ruhla, yani nasıl Halil İbrahim (a.s.) evladına, zevcesine arkasını dönüp gitmiş ve geriye dönüp bakmamışsa.. bize de öyle yapmak yaraşır. Allah Rasûlü (a.s.) buyuruyor ki: “Eğer Allah için Ashab içinde birisini dost edin denseydi, ben Ebu Bekir’i dost edinirdim. Ama Allah benim için Kendisi’nden başkasının dostluğuna râzı değil.” İşte Hz.Ebu Bekir’de öyle bir dostluk mevkiini ihraz etmiş ve İbrahim (a.s.) Halîlürrahman olduğu gibi, o da halîlürrasül olmuştu. Efendimiz sormuş: “Ebu Bekir! Çoluk çocuğuna birşey bırakmadın mı?” Sıddıkiyete yakışır bir eda ile cevap vermişti?: “Onları Allah’a bıraktım!” Evet Sıddık-ı Ekber’in bu tavrı hadd-i zatında zamanı çok iyi değerlendirmenin ifadesidir. “Ve câhidü bi emvâliküm ve enfüsiküm fî sebîlillah” (Tevbe, 9/41) âyetinden anladığımız da, mevsimin çok iyi değerlendirilmesidir. Bu yüce anlayışın bugün çokları tarafından, çok iyi değerlendirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, eğer, bugünkü mü’minlerin civanmertliklerini destanlaştırmak için Firdevsî’nin Şehnamesi gibi dâsitâni bir havada, bir destan yazılacaksa, o destan altmış bin beyitlik değil, altmış milyon beyitlik bir destan olarak yazılmalıdır. Bu asırda böyle civanmert davranışlara karşı, kadirşinaslığın ifadesi de ancak bu olabilir. Rabbim semâhat hissiyle coşmuş ve gerilmiş mü’minlerin cömertliklerini kat kat arttırsın. Biz bu işin baharını yaşıyoruz ve baharda açan çiçeklerin arasında bulunuyoruz. Bu bizim için beklenilen bir mevsimdir. Şimdi gençler her yerde kendilerine tevdi edilen vazifeyle kendilerine düşeni yapsınlar! Tohumu 60-70 sene önce saçıp giden büyük ruh ve yüce kâmetin etrafında pervaz eder-döner gibi hizmetlerini sürdürdükçe, herhalde o da olduğu yerde bütün bunları hissedecek ve belki de: “İşte şimdi bahar hediyeleriyle kapıma geldiler.. Ben de, senelerce evvel kendilerine vadettiğim, “Henien leküm” sadâsıyla onları karşılıyorum” diyecektir.
Evet, zannediyorum şimdi manzara ve durum budur. Ama İslâmî hizmetlerin hızlandırılması seviyesini, böyle bir fedakârlık ve civanmertliğin, Cenab-ı Kibriyanın huzurunda nasıl kabule karin olduğunu, Hz.Cenab-ı Rasulullah’ın huzurunda nasıl hora geçeceğini ve bu çığırı açan, bu mevzuda bize ışık tutan ve en karanlık dönemde bir ışık ordusu hazırlayan büyük dimağların nasıl hoşlarına gideceğini, nasıl memnun ve mesrur olacaklarını; ruhaniler âleminde bu işin nasıl karşılanacağını ben kendi idrak ve isti’dadımla ifade etme gücünde değilim. Onu sizin yüksek tasavvurlarınıza, idraklerinize havale ediyorum..
Bu mes’elenin diğer bir yanı da: “Malımızla, canımızla nasıl mücadele edeceğiz” hususudur. Bu da herşeyden evvel yine, inanca bağlı bir şeydir. Çünkü çiftçiler eğer saçtıkları tohumların toprağın altında çürümeyeceğine inanıyorlarsa, ellerindeki bütün tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına döker-saçar; sonra da beklemeye dururlar. Eğer bahçıvanlar diktikleri fidelerin ve fidanların hepsinin tutacağına inanıyorlarsa, hiç durmadan ellerindeki fidanların bir tanesini dahi ihmal etmeden, hepsini toprağın bağrına gömmeye çalışırlar. Elinde yumurtaları ve civciv makinası olan kimseler de, ellerindeki yumurtaların boş yere kokuşmaması ve çürümemesi için, hepsini ya o kuluçka makinasına kor veya bir kuluçka hayvanının altına yerleştirir. Ama dediğimiz kişilerin inancı bu seviyede değilse.. bazı tohumların çürüyeceğinden endişe ediyor; bazı yumurtalardan civciv çıkmayacağı kanaatını taşıyor veya o mevsimi, tam tohum atma mevsimi olarak görmüyorlarsa, elbetteki böyleleri, bütün tohumu kullanmıyacak ve geriye bir şeyler bırakacak, kenz yapacak hatta torunlarına bile birşeyler bırakmayı hedefleyip bu mevzuda civanmerdane davranamayacak ve vicdanlarında böyle mânevî bir gerilim ve heyecanı duyamayacaklardır.. bu bakımdan, diyebiliriz ki, Allah yolunda, dökülüp saçılma, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Şu anda, mevcudiyetimize inandığımız kadar, O’nun mevcudiyetine inanma ve O’nun uğrunda, şu anda yaptığımız her şeyin kat kat ve muzaaf şekliyle, dal budak salmış, çiçek açmış, meyve vermiş hüviyette, öbür âlem hesabına çalışan bir çark olduğuna.. hadisin beyanıyla “Ed-dünya mezratül-âhirah” dünyanın tamamen ahiretin bir tohum yeri, bir tarlası, bir ekin yeri, bir bağı, bir bahçesi olduğuna inanmamıza bağlıdır. Evet, kim ne kadar inanıyorsa, o kadar gerilime geçecek, o kadar açılacak, o kadar saçılacak, o kadar toprağın bağrına tohum dökecektir. Müslümanların şu âna kadar gösterdikleri cömertlik, izhar ettikleri hiss-i semahat bize, bu mevzuda daha büyük şeyler yapabilecekleri fikrini vermektedir. Bildiğiniz gibi Muhbir-i Sâdık’ın gelecek hakkında, beşaretleri ve müjdeleri var. Onlara mazhar olmaya çalışalım ve öyle davranalım ki, gökten bakanlar, desinler ki: “Ya Rasulallah! Acaba bunlar, onlar mıdır?” Evet Melekler de sorsunlar, “Bunlar onlar mıdır?” Evet, İslâm’a hizmet edenler ne kadar gerilir, ne kadar açılır, ne kadar koşar, ne kadar küheylanlar gibi şahlanırlarsa, gelecekte varılması mutasavver olan noktaya o kadar hızlı, o kadar derli-toplu ve o kadar avantajlı olarak ulaşacaklardır..
Soru: Malî ve bedenî ibadetler hakkında bilgi verir misiniz? Günümüzde malî ibadet adına imkânı olan mü’minler için bir ölçü söyleyebilir misiniz?
Cevap: Dînimizde ibadetler, esas itibariyle iki bölümde mütalâa edilir: 1 Malî ibadetler. 2. Bedenî ibadetler. Yalnız bu taksimi birbirinden kesin hatlarla ayrılmış, birinin diğeri ile uzaktan yakından ilgi ve alâkası olmayan bir ayrım şeklinde düşünmek doğru değildir. Belki bu ikisi birbiri ile iç içe, ve omuz omuzadırlar. Meselâ namaz bedenî bir ibadettir ama, namazı bütün bütün maddeden tecrid etmeniz mümkün değildir. Namazda zaman, mekân unsurları tamamen madde ile izahı yapılabilecek hususlardandır ki, namazın içindeki ve dışındaki şartları tetkik edildiğinde bunlar apaçık görülecektir. Hem meselâ zekât malî bir ibadettir ama, kişinin zekât verebilecek seviyeye gelinceye kadar çarşıda-pazarda çalışması, çabalaması da onun bedenle olan ilgisini gösterir. Bir de hac vazifesi vardır ki, bu da, bir yönüyle malî, bir yönüyle bedenî bir ibadettir. Hac farizasını ifada harcanacak paraları temin, işin malî cihetini teşkil ederken, uzun hac yolculuğu, tavaf, vakfe, şeytan taşlama sa’y vs. gibi menâsik de işin bedenî cihetini teşkil eder. Oruç da bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. Görüldüğü gibi, İslâm’ın şartları içinde yer alan 4 ana unsurun mânâ ile olduğu gibi madde ile de çok ciddî bir alâkası vardır. Dolayısıyla Allah’a karşı yapılan ubudiyetlerin âdetâ maddeden tecerrüdü imkânsız gibidir.
Bu kısa açıklamadan sonra, soruya esas teşkil eden mevzuya geçebiliriz: Günümüzde, imân ve Kur’ân’a sahip çıkmada ve onu neşretme vazifesini üzerine alma konusunda, çok defa, madde ön plâna çıkmaktadır. Meselâ; malıyla Allah yolunda mücadele etme, yani onu hak yolunda, zekât ve zekâtın ötesi hibe, vakıf, sadaka vs. şeylerle destekleme.. (Yalnız burada yanlış anlamalara sebebiyet verebilecek ince ve dakik bir noktaya işaret etmek istiyorum). Allah’ın kendilerine mal-mülk ihsan ettiği insanlar, zekâtlarını versinler, hatta zekâtın ötesinde ve onun çok çok üstünde infaklarda bulunsunlar, ama bedenen hizmet yolunda koşmasalar da olur demek doğru değildir. Bu konudaki mütalâalarımı farklı yerlerde ve defaatle arz etmişimdir. Yeri geldiği için kısaca tekrar etmek istiyorum: Meselâ, Hz. Ebû Bekir (ra), İnsanlığın İftihar Tablosu (sav)’nu tanıdığında, Mekke’nin ileri gelen zenginleri arasındaydı. Vefat ettiğinde ise geride bıraktıkları hepimizin mâlumu!. Evet O, Allah Rasûlü’nü (sav) tanıdıktan sonra, bütün mal varlığını İslâm yolunda harcamış ve bitirmişti. Ama beri taraftan da, başta hicret olmak üzere, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Tebük vs. bütün muharebelere, bütün mücahedelere bedenen de iştirak etmişti. Görüldüğü gibi malın hepsini Allah yoluna infak etmek, bedenen yapılan mücadelelere katılmaya engel değil. Farz-ı muhal, Hz. Ebû Bekir (ra), bunlardan birisine katılmasaydı, belki de Allah Rasûlü (sav) Tebuk hareketi dönüşü, Ka’b b. Malik’e, dediği şeyleri ona da diyecek; Ka’b b. Malik ve arkadaşlarına uyguladığı boykotu ona da uygulayacak ve hakkında semavî afv fermanı gelinceye kadar onunla konuşmayacak, kimseyi de konuşturmayacaktı. Nereden biliyorsunuz?
Evet, başa dönecek olursak, İslâm ve Kur’ân’a hizmette bazen madde ön plâna çıkar.. çıkar ama, bu mutlak bir hakikat değildir. Zamana, mekâna ve kişilerin durumuna göre değişkenlik arz eder şekilde çıkar.
Bunu böylece tesbit ettikten sonra, mes’eleyi iki ayrı açıdan değerlendirebiliriz: 1. İnsanların az veya çok sahip oldukları maddî imkânları Allah yolunda harcamaları ve infak etmeleri. 2. Bu mevzuda yapılabilecek fedakârlığın, İslâm’ın getirmiş olduğu sınırlar içinde ele alınması.
Evet; günümüzde, mü’minler arasında çok çarpık ve çarpık olduğu kadar da yanlış bir anlayış var. Diyorlar ki; “benim maddî imkânlarım geniş değil, servetim yok, dolayısıyla malî ibadetler, yani zekât, hibe, vakıf, sadaka vs. benim işim değil.” Hayır. Bu düşünce kat’iyen doğru değil. Herkes, Allah’ın kendisine bahşettiği imkânlarla, O’nun yolunda kullukta bulunmakla mükelleftir. Öyleyse, on milyona sahip olan da, yüz milyara sahip olan da, elinde bulundurduğu meblağ içinde, Allah’ın hakkını araştırarak, halkın hakkını araştırarak infakta bulunup Rabbisinin rızasını kazanmaya çalışacaktır. Hususiyle günümüzde, Allah’ın yüce dîninin yüceltilmesi ve yükseltilmesi uğrunda, bu yüce davaya inanan herkesin ama herkesin, sahip bulunduğu imkânlarla bu kervana katılması şarttır. Dolayısıyla “şu anda fakirim, zengin olayım da, ondan sonra infak ederim” mü’min anlayışı değildir ve olamaz da.
Evet, Allah kendi katında amelleri değerlendirirken, onun azlığına ve çokluğuna göre değil, o işin ihlaslıca yapılıp yapılmadığına bakar. Onun için Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “bazen bir zerre ihlaslı amel batmanlarla halis olmayana racih gelebilir.”
Netice itibariyle; herkes sahip bulunduğu imkânlarla Allah yolunda seferber olmakla mükelleftir. Birinin atı vardır; o atını alıp gider ve kervana katılır; bir diğerinin atı da yoktur, arabası da, o da o haliyle orduya katılır; bir başkasının atı hatta atları yanında, birçok askerî teçhizatı vardır, o da onları alır askere gider ve hep birlikte, Allah yolunda mücadele ederler. İşte bütün bunlar belki de Cenab-ı Hakk indinde atbaşı sayılabilir ve hepsi de aynı sevabı alır. Çünkü, bunların hepsi sahip oldukları bütün imkânlarıyla seferber olmuşlardır.
Burada bir ayrı hususa bilhassa temas etmekde fayda mülâhaza ediyorum: Bir insanın hem çok vermesi hem de ihlasını koruması olabildiğine zordur.. zordur ama “meşakkat miktarınca sevap” kaidesince böyle bir davranışın sevabı da çok fazladır. Evet, maddî imkânların bir yandan refah, ferah va’dettiği, bir yandan da riya ve sum’aya kapılar açtığı bir dönemde, insanın ihlasını, samimiyetini ve Rabbisi ile irtibatını koruması elbette onun ecir ve sevabının da çok olmasını netice verecektir.
Mes’elenin diğer yanı, İslâm’ın fedakârlıklar adına getirmiş olduğu ölçü ile alâkalı idi. Şahsen ben bu mevzû üzerinde sabit bir ölçü bilmiyor ve hatırlamıyorum. Gerçi zekât ve öşür adına âyet ve hadîslerle tesbiti yapılan sabit miktarlar vardır.. ve bu miktarlar insanı mes’uliyetten kurtaracak minimum sınırları bildirirler. Meselâ; altın, gümüş ve ticarî emtia’da nisab 20 miskal altın, tarladan elde edilen ürünlerde onda bir vb. gibi. Yalnız bu miktarlar, işin minimum yanıdır.. ve bu, zekât veya öşür verilirken bu İlâhî kıstasların altına düşülmemesi demektir. Tıpkı namazlarda olduğu gibi... Yani biz nasıl 5 vakit namazı 4’e, 3’e indiremiyor 6’ya, 7’ye çıkartamıyoruz; vakitlerde veya rekât adetlerinde değişiklik yapamıyoruz; aynen öyle de zekât veya öşürde de aynı şekilde yorumlama mecburiyetindeyiz. İbn-i Mace’nin rivayet ettiği bir hadîse göre sahibi bulunduğumuz mallar üzerinde zekâtın haricinde hak vardır ki, hadîs şarihlerinin ifadelerine göre, devlet reisi ihtiyaç anında bunu teb’asından talep edebilir. Nitekim devlet ve millet bütünlüğünün tehlikeye düştüğü dönemlerde, sadece mallar değil, canlar da istenmiş ve millet seve seve bunu vermiştir. İşte bu duruma düşmemek için, malların infakı hem de zekât miktarından çok çok üstün ölçülerle infakı gerekiyorsa, bu mutlaka yapılmalıdır.
Bu perspektifle günümüze bakacak olursak; günümüzde din-i mübin-i İslâm payimaldir... Allah Rasûlü (sav)’nün yâd-ı cemili unutturulmak istenmektedir.. yeryüzünde İslâm âlemi adına muvazene unsuru olabilecek şerefli, haysiyetli, ağırlıklı bir devlet yoktur... Amerika, Rusya ve sair devletlere karşı Müslümanın hak ve hukukunu koruyabilecek ve onu müdafaa edebilecek güçte değildir. İşte bütün bunlar, Müslümanın değil malının yarısını, hatta hepsini, canını dahi bir kesenin içine koyup mücadele ve mücahedeye atılması için yeterli sebeptir. Evet bu gayret Müslümanın ma’kus talihinin değişmesi, cereyan eden her şeyin Müslümanın lehine cereyan edebilmesi için yapılacak zarurî faaliyetlerdir ve bunlar kırkta bir ölçüsünde verilecek zekât ile olacak şeyler de değildir. Onun için dava şuuruna sahip her ferd, ukba-dünya muvazenesini çok çok iyi değerlendirip, inancı ve imânı ölçüsünde minimum zekât miktarının üstünde yapacağı infaklarla mutlaka bu kervana katılmalıdır. Hatta katılmak zorundadır. Bana öyle geliyor ki, bugün Allah adına ne verilirse verilsin, Hakk katında çok hora geçecek ve bire binler sevap verilecektir.
Evet, herkes inandığı ölçüde Allah yolunda -malıyla, canıyla- hizmet etmekle mükelleftir. Bunun ölçüsü de bir manâda yoktur veya bunun ölçüsü izafîdir. Yani kim ne kadar Allah’a ve O’nun yüce adının ufkumuzda şehbal açmasının lüzumuna, Rasûlullah nam-ı cemilinin sinelerimizin dermanı olduğuna inanıyorsa, değil sadece malını, o canını dahi verecektir.. verecek ve “ah keşke, kırk canım olsaydı onu da verseydim” diyecektir. Tıpkı Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî gibi. Hani onu, Bizanslılar esir edip, işkencenin akla-hayale gelmeyenini tatbik ettikten sonra idamına karar kıldıklarında Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî ağlamaya başlar. Ona: “Niçin ağlıyorsun?” diye sorarlar. O dakikaya kadar defalarca kafasını kaynar suya sokmuşlar, atların arkasına bağlayıp sürüklemişler ve Abdullah’ın dayanıklılığı karşısında hayran olup “Keşke Hristiyan olsa” düşüncesine kapılmışlar.. onu çok iyi tanıyorlar, tanıyorlar ve bütün bunlara katlanan birinin ağlamasını görünce de hayrete düşüyorlar.. düşüyor da “Korkuyor musun?” diye soruyorlar. Abdullah ise; “Hayır! Böyle bir tek canla gideceğim için üzülüyorum. Arzu ederdim ki, başımdaki saçlarım adedince canlarım olsun da, onları sevdiğim Allah ve Rasûlünün uğrunda feda edeyim. Ama şu anda buna sahip değilim ve ben burada çok basitçe, sadece bir insan olarak ölüyorum...”
Bizler de, o şanlı sahâbi gibi varımızı-yoğumuzu Allah yolunda infak etsek, ikame etmeyi düşündüğümüz hakikatin ikame edilmesi karşısında yine de az görmemiz, “keşke başımızdaki saçlarımız adedince başlarımız olsaydı da, hepsini feda etseydik” düşüncesine iştirak etmemiz gerekir.
RİSALE...
Beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşe'i iki kelimedir:
Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"
İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekattır. Bu iki müdhiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekatın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadır. Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev'-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekattır. Çünki beşerde, havas ve avam iki tabaka var. Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itaatı temin edecek, zekattır. Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer daimî bir mücadele-i maneviyede, bir keşmekeş-i ihtilafta bulunur. Gele gele tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.
Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!
İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakk'ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekat namına versen; Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?
SADAKANIN ŞARTLARI
Name=389; HotwordStyle=BookDefault;
Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder.
• Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, Name=r0187; HotwordStyle=BookDefault; lâfzındaki Name=r0188; HotwordStyle=BookDefault; -i teb'îz ile o şartı ifade eder.
• İkinci şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı Name=r0189; HotwordStyle=BookDefault; lâfzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.
• Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta Name=r0190; HotwordStyle=BookDefault; 'daki Name=r0191; HotwordStyle=BookDefault; lâfzı işaret eder. Yani, "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
• Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa, sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta Name=r0192; HotwordStyle=BookDefault; lâfzı işaret ediyor.
• Beşinci şart: Allah nâmına vermektir ki, Name=r0193; HotwordStyle=BookDefault; ifade ediyor. Yani, "Mal Benimdir; Benim nâmımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma, Name=r0194; HotwordStyle=BookDefault; lâfzındaki Name=r0195; HotwordStyle=BookDefault; umumiyetle işaret ediyor. Hem şu cümlede bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsâs ediyor.
İşte, heyette böyle pekçok nazımlar var. Kelimâtın dahi, birbirine karşı, aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var; sonra, kelâmların da.
NÜKTELER...
Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliği sırasında Medine'de büyük bir kıtlık başgöstermişti. Halk ekmek yapmak için bir buğday tanesini bile bulamaz olmuştu.
Bu durumu gören Medineli tüccarlar, ellerindeki bütün parayı buğday alıp satmaya yatırmışlardı.
Hazret-i Osman da bu arada Şam'a bir ticaret kafilesi göndermişti. Oradan yüz deve yükü buğday satın alarak Medine'ye getirtmişti. Bu miktar, halkın buğday ihtiyacını büyük ölçüde karşılayabilirdi.
Bâzı tüccarlar derhal Hz. Osman'a müracaat ettiler. Şam'dan getirttiği bu buğdayı satın almak istediler. Buğdayın bir mennesine (5 kilo 12 gram ağırlığındaki bir ölçü birimi) 4 dirhem veriyorlardı. Fakat Hz. Osman, tüccarların verdiği fiyatı az buldu. "Sizden fazla veren var," dedi ve buğdayını hiç kimseye satmak istemedi. Tüccarlar bu durumda teklif ettikleri fiyatı arttırdılar. Fakat yine Hz. Osman'dan "Sizden fazla veren var" cevabını aldılar. Nihayet buğdayın bir mennesine 7 dirhem vermeye bile râzı oldular. Bu, verebilecekleri en son ve en yüksek fiyattı. Fakat Hz. Osman'ın ağzından "Sizden fazla veren var" sözünden başka lâf çıkmıyordu.
Bâzıları onun bu tutumunu, fırsat düşkünlüğüne ve çok kazanmak hırsına veriyordu. Halk şiddetli ihtiyaç içinde kıvranırken, onun böyle davranmasını kendisine hiç yakıştıramıyordu.
Nihayet mes'eleyi Halife Hz. Ebû Bekir'e anlatmaya karar verdiler. Ondan, Hz. Osman'la aralarını bulmasını isteyeceklerdi.
Halifenin huzuruna çıkarak, durumu olduğu gibi anlattılar. Hz. Ebû Bekir anlatılanları sonuna kadar dinledi. Ve onlara:
"Bu işte bir gariplik var," dedi. "Bana öyle geliyor ki, siz Hz. Osman'ın sözünü iyi anlayamadınız. O, Resûlüllah'ın dâmadı ve Cennet'te arkadaşıdır. Halkın ihtiyacını fırsat bilip ondan kâr ve çıkar elde edecek kimse değildir. Böyle davranışının mutlaka bir hikmeti vardır. Haydi, beraber gidip mes'eleyi bizzat kendisinden öğrenelim."
Hep birlikte Hz. Osman'ın yanına vardılar. Hz. Ebû Bekir tüccarların anlattıklarını Hz. Osman'a söyledi. Ondan, niçin malını verilen fiyata satmadığını sordu.
Hz. Osman'ın bu suâle cevabı şaşırtıcıydı:
"Ey Resûlüllah'ın halifesi! Bunlar benim bir menne buğdayımı 7 dirheme satın almak istiyorlar. Yani, bire 7 veriyorlar. Halbuki, ben onu, bire 700 veren birine satmak istiyorum. Yüce Allah, her bir hasenata karşılık 700'e kadar ecir ve mükâfat vereceğini va'detmiyor mu? Böyle kârlı bir ticaret varken, ben ne diye malımı onlara satayım."
Hazret-i Osman'ın bu cevabı üzerine, tüccarlar derin bir düşünceye daldılar. Onun hakkında kötü düşünmekle ne kadar hatâ ettiklerini anlamışlardı.
Hz. Osman, bundan sonra 100 deve yükü buğdayının hepsini de Medine halkına sadaka olarak dağıttı. Fakir ve yoksulların yüzünü güldürdü. Şehirdeki kıtlık da böylece büyük ölçüde giderilmiş oldu.
Şuurlu bir Müslüman, işlediği bütün işlerde Allah rızâsını ön plânda tutar. Halkın yardımına koşmayı, fakirlerin dertlerine derman olmayı, insanlara faydalı bulunmayı en büyük fazilet bilir...
MALLARIN SİGORTASI
Peygamber Efendimiz (A.S.M): "Zekât vererek mallarınızı kal'a içine alınız" buyurmuştur ki, malını korumak istiyen kişinin en büyük mânevî sigortası zekâttır. Hattâ hadis ve siyer kitablarında beyân edildiğine göre: bu hadîs-i şerîf, Efendimiz tarafından Ashâbına îrad edildiği sırada, oradan geçmekte olan bir Hristiyan Arab durup Peygamberimize: "Ben şimdi gidip zekâtımı hesaplayıp vereceğim, bakalım dediğin olacak mı?" demiş. Zât-ı Risâlet-penâhi tebessüm buyurmuşlar. Adam, evine gidip dediğini yapmış. Bir müddet sonra, Şam'a hareket edecek olan bir ticaret kafilesine iştirâk etmek istemiş; ancak kendisince mühim başka ticaret işlerinin zuhur etmesi üzerine, kafileye katılan komşularından, kendinin bir deve yükü eşyasını da yanlarına almalarını ricâ etmiş. Komşusu muvafakat ederek Şam'a hareket edilmiş. Aradan bir hafta geçtikten sonra, şehirde eşkiyanın ticaret kafilesini soyduğu haberi yayılmış. Hâdiseden iki cihetle müteessir olan Hristiyan tâcir, Efendimize müracaata karar verdiği günün ferdâsı, komşusundan kendisine bir haber gelmiş: "Kafileyi eşkiya vurdu. Ancak son menzile gelirken senin devenin ayağı burkulmuştu, yürüyemiyordu, mecburen deveyi eşya ile birlikte menzilde bırakıp yola çıkmıştık. Başımıza bu felâket geldi. Senin eşyan ve deven kurtuldu."
Haberi alınca sevinçten doğruca huzur-ı Risâlet'e gidip: "Yâ Muhammed, sen hak Peygamber'sin. Dediğin çıkmıştır. Ben İslâm'a giriyorum. Bana onu öğret..." diyerek mu'cizat-ı nebeviyyeden birinin zuhuruna sebeb olmuştur.
MALLARIN EN İYİSİ
Resûlüllah Hazretleri, Ashâbından bâzılarını zekât toplamak için vazifelendirmişlerdi. Ensâr'dan Übey bin Kâ'b, zekât toplamak üzere vazifelendirilenden biriydi. Kendisine bildirilmiş olan mıntıkanın Müslümanlarını bir bir gezer, Allah'ın farz kıldığı zekâtlarını, Beytü'l-Mâl'e teslim etmek üzere kendisine getirmelerini isterdi.
Bizzat kendisi bâzı hâtıralarını anlatırken oldukça ibretli bir vak'a nakleder. O günün Müslümanlarının zekât gibi malî ibâdetlere nasıl bir hisle baktıklarını gösteren bu tarihî hâdiseyi, aynen nakletmekte büyük fayda mülâhaza etmekteyim.
Şimdi söz, zekât toplama me'muru Übey bin Kâ'b'tadır. Diyor ki:
- Resûl-i Ekrem Hazretlerinin emirleri üzerine Benî Kudâ, Benî Üzre ve Benî Saad kabilelerinin sadakalarını toplamaya gitmiştim. Bunların hepsinin sadakalarını topladım, yalnız bir adam kalmıştı. Onun yanına gittim. Zekât toplamak üzere geldiğimi söyledim, beni sürünün içine götürdü:
- Dilediğini alıp götür, dedi.
Ben de gezdim, malların içinde ne en iyisi, ne de en kötüsü olan orta bir inek seçtim.
- Bu kâfidir, alıp götürürüm, dedim. Bana itiraz etti:
- Ben böyle süt vermeyen bir ineği zekât olarak önüne katıp da Resûlüllah'ın huzuruna göndermekten hayâ ederim, bu süt vermeyen ineği bana bırak, şu genç ve semiz deveyi bari al! dedi.
Ben, kendisine cevap verdim:
- Bunu alamam. Zira, bu senin mallarının en iyisidir. Resûlüllah Hazretleri bana, zekâtları malların ne en iyisinden, ne de en kötüsünden seçmeyip, orta olanından almamı emrettiler. Bunu alabilmem için Resûlüllah'ın izni olmalıdır.
Konuşmamız bu minval üzere uzadı. O:
- Ben, Resûlüllah'ın huzuruna süt vermeyen bir ineği, zekât olarak göndermekten utanırım, diyor, ben ise: - Bundan başkasını almaya me'zûn değilim, diye ısrar ediyordum.
Bir ara şu teklifi yaptım:
- Sen şu deveni al, birlikte Resûlüllah'ın huzuruna gidelim, mes'eleyi kendisine anlat. Resûlüllah emir verirse kabûl ederim!
Adam teklifimi kabûl etti. Birlikte deveyi de alarak Resûlüllah'ın huzuruna geldik. Şöyle konuştu:
- Yâ Resûlâllah! Zekât me'murunuz geldi. Ona malımı arzettim. İçlerinden bir sütsüz inek seçti. Ben de ona râzı olmadım, benim verdiğim genç ve semiz deveyi de o kabûl etmedi. Şimdi deveyi buraya getirdim, lütfen kabûl buyurun!
Malının en iyisini zekât vermek isteyen bu zâta karşı Resûlüllah Hazretleri gülümseyerek şöyle buyurdular:
- Übey senin malından vermek mecburiyetinde olduğunu ayırmış, sen ise daha fazla vermek hamiyetini göstermişsin. Allah niyetini kabûl buyursun. Bundan sonra:
- Übey, bu deveyi al ve zekât malları içine kaydeyle, diyerek ellerini açıp o zâta duada bulundular. Resûlüllah'ın o duasından sonra, o zâtın Medine'nin sayılı zenginlerinden biri olduğu görüldü.
ÜÇ TİP İNSAN
Hayırseverler; çakmak taşı, sünger ve arı kovanı olmak üzere üç sınıfa ayrılabilir.
Çakmak taşından bir şey alabilmek için ona çekiçle vurmak gerekir. Ve alabildiğiniz ancak çakmak taşı ve kıvılcımdır.
Süngerden bir şey alabilmek için onu sıkmak gerekir. Ne kadar çok sıkarsanız o kadar çok şey alırsınız.
Ama, arı kovanının balı ve tadı dışarı taşar.
Cimri insan, bir şey vermek mevzuunda taş gibi katıdır. Esnemez, yumuşamaz, hissetmez, anlamaz. Bir şey vermek zorunda kalırsa, yüreğinden hiddet, dilinden övünmek ateşi yayılır.
Bazı insanlar iyi tabiatlı olmalarına rağmen, hayra teşviğe ihtiyaçları vardır. Vakıa birçok insan yer yer nefsine, şeytana, şeytanın vazifesini fahrî üstlenen yakınlara ve çevreye karşı manevî desteğe ihtiyaç hissedebilir. Bu yumuşak .tabiatlı insanlar ne kadar sıkıştırılırsa o kadar verir. "Bizi hayra zorlayın" diyen çok insan vardır.
Fıtratlarını Hz. Ebubekir'lerin, Ömer'lerin, Osman'ların, Ali'lerin rengine boyamaya muvaffak olmuş İnsanlar vermekten zevk alır. Ve İncil'in de dediği gibi, "Allah (c.c.), neşe ile vereni sever."
CİMRİ ZENGİNİN PABUÇLARI
Bir zamanlar, Bağdat'ta Ebûlkasım Tanburî adında bir zengin varmış. O kadar cimri biriymiş ki ayağındaki pabucuna yama üstüne yamalar vurdurur, dikiş üstüne dikişler diktirirmiş. Yeter ki, yeni bir pabuç alma masrafına girmesin.
Kimseye fark para yardım etmeyen, ömründe tek defa olsun bir yaralı parmağı sarmayan bu cimri zengin, nihayet halkın bedduasına uğramış; pabucunu yamata yamata biriktirdiği parasını, yine pabucu yüzünden basma gelen olaylarda, ceza parası olarak vere vere bir güzel harcayıp bitirmiş.
Olaylar şöyle gelişmiş:
Tanburî, bir cuma günü hamama gitmiş. Orada karşılaştığı bir dostu:
- Şu ayakkabınızı bir daha tamir edeyim, yine yırtığı görünüyor, diye şakalaşmış. Hamamdan çıkarken yamalı ayakkabısını bulamamış Tanburî, orada yeni bir ayakkabı bulunca, dostunun tamir için kendi ayakkabısını götürüp, yenisini bıraktığını düşünmüş. Yeni ayakkabıları giyip hamamdan çıkmış. Neden sonra şehrin Kadısı da hamamdan çıkınca, yepyeni ayakkabısının yerine, bir köşede Tanburî'nin yamalı ayakkabısını bulmuş.
- Kadı efendinin ayakkabısını Tanburî çalmış! diye olay yorumlanmış. Bu yüzden Tanburi yi derhal yakalayıp hapse atmışlar. Bir süre hapis yatıp epey para harcadıktan sonra çıkan Tanburî'ye, yamalı ayakkabısı teslim edildiğinde, götürüp başına bu belayı açan ayakkabıyı hemen Dicle'ye atmış. Ama nehirdeki balıkçılar, ağlarını içinde o meşhur ayakkabıyı bulunca derhal tanımışlar ve getirip Tanburî'nin penceresinden içeri fırlatmışlar.
Rafta gül yağı şişelerine çarpan ayakkabı, gül yağının yere dökülüp ziyan olmasına sebep olmuş.
Başına gelen olaylar yüzünden iyice çileden çıkan Tanburî, bu defa onu evinin yanından akan bir akar suya atmış. Aşağıda suyu içenler ise Tanburi’nin ayakkabısıyla suyun kirlendiğini anlayınca yine onu alıp şehrin kadısının huzuruna çıkarmışlar ve çevreyi kirletmekten bir hayli ceza almasına sebep olmuşlar. Tanburî cezayı ödedikten sonra, meşhur ayakkabısı yine kendisine teslim edilmiş.
Artık hiddetten deliye dönen Tanburî, kurusun da ateşe atayım, diyerek onu çatıya fırlatmış. Ama ayakkabıyı çatıdan kapan bir köpek, bir diğer çatıya atlarken ağzından ayakkabıyı yere düşürmüş. Aksilik bu ya, havadan düşen ayakkabı, duvarın dibinde bulunan üzeri yüklü bir kadının korkudan çocuğunu erken doğurmasına sebep olmuş. Kadın şikayetçi olduğundan, Tanburi’ye yeniden yüklüce bir tazminat cezası daha vermişler.
İşin sonunun gelmeyeceğini anlayan Tanburî, nihayet bir gün Bağdat'ın en geniş meydanına çıkıp, halka hitaben şöyle bağırmak zorunda kalmış:
- Ey ahali, bundan sonra hepinizin malûmu olsun ki, bu ayakkabı ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgim kalmamıştır. Onun yüzünden işlenecek suçlara bundan 'sonra iştirak etmiyorum. Ama bununla beraber dayanıklı ve antika bir ayakkabıdır. Biri alıp uzun zaman yine de giyebilir. Hediyem olsun! Böylece bana cimri diyenler de utansınlar.
YARDIM EDEN YARDIM GÖRÜR
Irak-İran Savaşı sırasında, Irak'ta büyük bir açlık ve yoksulluk yaşanmaktadır.
Genç bir kadın, Kerkük'te, bir taksi şoförüne gelerek, Allah rızası için yardım etmesini ister. Günlerdir kendisinin ve çocuklarının aç olduğunu, artık tahammüllerinin kalmadığını, yardım edecek bir el bulamazsa, kötü yollara düşmekten korktuğunu söyler.
Taksi şoförü de, fakir biridir. Kıt kanaat, kendisini ve ailesini geçindirmektedir. Aylardır çalışması sonunda, taksisinin artık iyice eskiyen lastiklerini değiştirmek için bir miktar para biriktirmiştir. Kadının bu sızlanışı ve de kötü yollara düşmekten korkuyorum sözü karşısında dayanamaz. Lastikler için ayırdığı parayı "Allah Kerim" diyerek genç kadına verir. Kadın, "Allah ve Peygamber, senden razı olsun" diye dua ederek sevine sevine gider. Evden şoföre sık sık:
- Lastikleri ne zaman değiştireceksin? diye sorarlar.
O da bir bahane ile ev halkını oyalayıp durur. Bir yandan da ne yapacağını düşünür. Çünkü lastiklerin mutlaka değişmesi gerekmektedir.
Bir gün kendisi evde yokken bir zat gelir. Bir lastikçi adresi bırakır. Bu adrese mutlaka uğramasını ister. Ev halkı, bunu tabii karşılar. Çünkü lastik değiştirme konusu evde her gün konuşulan konudur. Şoför eve gelince, bir lastikçi tarafından arandığını öğrenir. Meraklanır, çünkü kendisinin bu konuda hiçbir teşebbüsü olmamıştır. Ertesi gün, lastikçiye uğrar. Lastikçi onu karşısında görür görmez, ağlayarak boynuna sardır.
- Kardeşim, sen ne iş yaptın Allah aşkına söyle. 3 gecedir rüyamda Allah Resulünü görüyorum. Bana senin ismini ve adresini veriyor. Arabasının tüm lastiklerini ücretsiz değiştir, diye emrediyor. Sen, Allah Resulünü hoşnud eden ne amel yaptın söyler misin?
Şoför bu sözler karşısında çok duygulanır. O da ağlamaya başlar. Başından geçen olayı lastikçiye anlatır.
Bu olay, darda ve zorda kalan birine yapılan yardımın Allah katında ne kadar makbul bir davranış olduğunu gösteren yaşanmış bir olaydır. O makbûliyetin alâmeti de, lastik parasını, ihtiyaç sahibi kadına verip onu kötü yola düşmekten kurtaran şoförün yardımına, bizzat Allah Resulünün yetişmesidir.
HAC PARASINI MUHTAÇ KOMŞUSUNA


VERİNCE...
Hicri İkinci asır gönül sultanlarından Abdullah bin Mübarek hacca gidiyordu. Günlerce tozlu yollarda mesafe alıp nihayet Mekke'ye ulaştı. Gözyaşları içinde Kabe'yi tavaf edip Arafat'a çıktı. Mina'da şeytan taşladı, vicdan huzuru içinde tekrar Mekke'ye dönüp tavsifim yaptı.
Ayrılacağı son gecede bir rüya gördü. Abdullah'a gelen iki melek onun yanında şöyle konuşuyorlardı. Biri diyordu ki:
- Bu sene üç yüz bin hacı geldi, ama içinden haccı kabul olacak biri çıkmadı! Abdullah buna çok üzüldü ve dayanamayıp sordu:
- Bütün hacıların emeği boşa mı gitti? Hiç birininki de kabul olmadı mı? Melek şöyle açıkladı:
- Şam'da Emeviye Camii cemaatından Abdullah bin Muvaffak adında hacca niyetlenip de gelemeyen bir kişi var. işte o kişinin hürmetine Allah, bu seneki hacıların haccını kabul etti, yoksa durum tehlikeydi.
Abdullah bin Mübarek, hemen yola koyulup Şam'a varmaya niyetlendi. Hacca gelmediği halde bütün hacıların baççının kabul olmasına sebep olan o zatı görmeyi istiyordu. Dere tepe demeden yol alan Abdullah bin Mübarek, nihayet Şam'a geldi. Emeviye Camii cemaatından Abdullah bin Muvaffak'ı arayıp buldu. Kendisinde misafir olmayı istediğini söyledi. Adam bu isteği kabul etti. Akşam sohbet ederken, Ona niçin hacca gelmediğini sordu. O da başından bir olayın geçtiğini, onun için üç senedir hac için hazırladığı parayı harcayıp gelemediğini söyledi. Abdullah:
- Neymiş başından geçen bu olay anlatır mısın? Diye sordu. O da anlatmaya başladı:
- Hac paramı uzun zamandır biriktirip tam yola çıkmaya niyetlendiğim günlerdi. Hamile eşim bir gün ısrar etti:
- Komşunun evinden et kokusu geliyor, ne olur bana bir parçacık et getir! Canım çok çekti. Ben de gidip komşunun kapısını çaldım. Durumu anlattım. Gözü yaşlı, benzi solmuş komşu kadını, titrek sesle özür dileyerek bu etten veremeyeceğini söyledi. Ben de merak ettim:
- Bizden ne kötülük gördün ki, üzeri yüklü hanımımın istediği bir lokma eti esirgiyorsun, dedim. Kadın mecbur kalınca şöyle konuştu:
- Benim çocuklarım çoktur. Ne var ki hepsi de bir haftadır yiyecek bir şey bulamadılar, aç yatıp kalkıyorlardı. En son gün hayattan tehlikeye girdi. Ben de gidip çöplüğe atılmış bir hayvan leşi buldum. Ondan et kesip getirdim. Şimdi kokusunu duyduğunuz et, o leşin etidir. Biz aç kaldığımızdan bize helaldir, yiyebiliriz, ama siz maşallah hacca niyetlenecek kadar zenginsiniz. Bu etten yemeniz size haramdır. Onun için size veremem!..
Ben bu açıklama karşısında başımdan vurulmuşa döndüm. Hemen eve gelip nafile hac için hazırladığım paranın tümünü de, işte bu komşuya verdim. Tekrar hacca gidemeyişim bundandır. Çok üzgünüm. Demek ki Rabbim bana nafile haccı nasip etmeyecekmiş ki karşıma böyle bir durum çıkardı. Abdullah bin Mübarek derhal şu açıklamayı yaptı:
- Üzülme, Allah senin bu yaptığın yardımı öyle bir hac yerine saydı ki, bütün hacıların haccını da bu yüzden kabul etti.
BEDEVİNİN ARMAĞINI
Zamanın birinde cömertliği dillere destan bir halife vardı. O kadar cömertti ki yaptığı bağış ve ihsanların haddi hesabı yoktu. Bu halifenin devrinde son derece fakir bir bedevi bir çölde karısıyla birlikte yaşıyordu. Bir gün karısı fakirlikten usanıp şikâyete başladı. Dünyayı adama zindan etti. Adam kadına diller döktü nasihatler etti, sabrın fazi(etlerini anlattı fakat nafile kadın dinlemedi, sonunda da ağlayıp gözyaşı dökmeye başladı. Bunun üzerine adam dayanamadı.
"Ağlamayı bırak bir çare biliyorsan onu söyle." dedi. Kadın fırsatını yakalamıştı biraz daha ağlayıp nazlandıktan sonra:
"Halifeye git derdini anlat o sana ihsanda bulunur, çünkü halife İhsanda nisan bulutunu geçmiştir fakir fukaranın ümit kapısıdır." dedi.
Adam: "Yahu hatun iyi diyorsun da koskoca halîfenin huzuruna eli boş varılır mı, benim götürecek bir hediyem yok ne götüreyim, o kutlu kişinin huzuruna nasıl varayım?" dedi. Kadın:
"Sen halifeye bir testi yağmur suyu götür, çünkü tatlı su çok değerlidir. Halifenin suyu kim bilir nasıl acı ve içilmez bir sudur." dedi. Bu iş adamın da aklına yattı ertesi gün bir testi suyu alarak yollara düştü, günlerce gittikten sonra nihayet halifenin sarayına vardı.
Halifenin mihmandarları adamı karşılayıp güler yüzle tatlı sözler söyleyerek saraya aldılar. Halifenin sarayı Dicle nehrinin kıyısındaydı. Adam testideki suyu halifeye sundu, sonra getirdiği o suyu öve öve bitiremedi.
Halife suyu teşekkür ederek aldı. Testiyi altınla doldurarak adama geri verdi. Adamlarına:
"Çöl yolu uzundur bu zavallı adamı Dicle yoluyla, gemiyle gönderin." diye tembihledi.
Halifenin adamları bedeviyi gemiye bindirmek üzere Dicle'nin kenarına götürdüler. Bedevi gürül gürül akan tatlı sulu Dicle'yi görünce mahcup oldu. Halifenin bu ihsanı karşısında hayretler içinde kaldı.
 

mihrimah

Well-known member
HZ. ÖMER’İN YANGINI SÖNDÜRMESİ
Hz. Ömer döneminde bir yangın çıktı bu o kadar şiddetli bir yangındı ki ateş taşları bile kuru odun gibi rahatlıkla yakıyordu.
Yangın çok büyüktü ve her an daha da büyüyordu. Yangın büyüdükçe büyüdü; evleri, yapıları hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını tutuşturmaya başladı.
Kısa bir sürede alevler şehrin yansını sardı: Artık su kâr etmiyordu. Halk ateşe kova kova su ve sirke döküyordu, fakat nafile. Yangını söndüremeyen halk Ömer'e koşmaktan başka çare bulamadı.
"Ya halife yangını söndüremiyoruz, bize yardım et." diye yalvardılar.
Hazreti Ömer işin aslını ve sırrını biliyordu.
"O yangın Allah'ın (c.c.) alâmetlerindendir. Sizin cimrilik ateşinizin bir şulesidir. Yangına su serpmeyi bırakın cömertlik edip fakirlere, yoksullara yardım edin, yiyecek içecek dağıtın, cimriliği bırakın." dedi.
Bunu duyan halk itiraza başladı:
"Biz cömert insanlarız fakirleri doyuruyor yoksullara yardımda yarışıyoruz." dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
"Siz âdet hâline getirdiğiniz İçin yoksula yardım ediyorsunuz, Allah (c.c.) rızası için değil. Sizin derdiniz, maksadınız, övünmek, gösteriş yapmak. Yoksa siz Allah'ın (c.c.) rızasını gözetmiyorsunuz. Bunu terk edin ki Rabbim size merhamet etsin." buyurdu.
• Dış alemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.
HELVACI ÇOCUK
Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.
Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.
Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hakkında fena fena şeyler düşünüyorlardı. O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:
"Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da bu alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun." dedi.
Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım dinara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücetini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh:
"Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım bende para ne arar." dedi.
Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp İnlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı ileri geri söylenmeye başladılar. Çocuk ta ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.
İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabak içeriye girdi tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi tabağı alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Zira tabakta -Şeyhin borcu olan-dört yüz dinar vardı. Tabağın bir kenarında da kağıda sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı. Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkındaki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman oldular. Şeyhin ellerine sarıldılar:
"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize." dediler. Bunun üzerine Şeyh:
"Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah'tan (c.c.) diledim. Cenabı Allah (c.c.) bana doğru yolu gösterdi. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helvacı çocuk ağiamasaydı rahmet denizi coşmazdı." dedi.
* Ey kardeş, çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.
ZENGİN İLE FAKİR
Vaktiyle çok zengin bir adam vardı. O kadar zengindi ki. malının ve parasının hesabını bilmezdi. Yine de son derece cimriydi.
Günlerden bir gün kapısına bir fakir geldi. yardım edeyim.
— Allah nzası için karnımı doyurun, diye yalvardı. Merhametsiz zengin:
— Defol kapımdan. Çalışıp kazanacağın yerde dilenmekten utanmıyor musun? Defol, dedim...
Fakir boynunu büktü.
— Ne tuhaf. Hadi ben fakir olduğum için yüzümü buruşturuyorum, sen zengin olduğun halde gülmeyi, güzel söz söylemeyi unutmuşsun.
— Defol dedim, defol..
— Kibirlenme, ne fakirlik, ne zenginlik ebedidir.. Bir gün bütün malını kaybedip fakir olabileceğini hiç düşündün mü?
Merhametsiz zengin büsbütün sinirlendi. Hizmetçisine bağırdı:
— Defet şu herifi başımdan! Hizmetçi ezile-büzüle fakiri kovdu. Bir kaç yıl geçti...
Merhametsiz cimri zenginin işleri bozuldu. Her şey ters gitmeye başladı. Sanki altını tutsa kömür oluyordu. Bütün parası kısa süre içinde erimiş, elinde avucunda hemen hiçbir şey kalmamıştı.
Ve bir gün hizmetçisi karşısına dikildi:
— Bana izin, dedi. Ücretimi veremediğin için yanında çalışamam. Kendime başka bir kapı aramalıyım.
Eski zengin bağıra çağıra hizmetçiyi kovdu. Hizmetçi gitti, merhametli bir zenginin yanında iş buldu. Yeni efendisi çok iyi kalpliydi. Kapısına gelen her fakirin karnım doyurur, elbise verir, cebine de bir miktar harçlık koyup duasını alır, öyle gönderirdi.
Bir gün yine kapısına bir fakir geldi. Adam perişan haldeydi. Günlerce yemek yemediği ilk bakışta anlaşılıyordu. Kapıdan elini uzattı:
— Allah rızası için bir dilim ekmek verin.
İyi yürekli, merhametli ve cömert zengin hizmetçisini çağırdı. Kapıdaki dilenciyi gösterip:
— Yemek ver, diye emretti, sırtına elbise giydir, cebine harçlık koy...
Hizmetçi kapıdaki dilenciye yemek götürdü. Ama yüzünü görür görmez hayretler içinde kaldı. Efendisine koştu, nefes nefese:
— Efendim, diye konuştu, kapıdaki dilenci kim biliyor musunuz?..
— Kim?..
— Benim eski efendim! Yanından ayrıldığım cimri zengin!..
Merhametli zengin gülümsedi.
— Ya beni tanıdın mı? diye sordu. Sen onun yanında çalışırken kapısına gelmiştim. Beni kovmanı söylemişti. Çalış ve kazan, dilenmeye utanmıyor musun? demişti. Allah'ın hikmetine bak ki o fakirleşti ben zengin oldum. Kimse servetine güvenmemeli, kimse de fakirliğinden utanmamalı. Allah herkesin Rabbidir, bol hazinesinden istediğine verir. Kul kendisine verilen serveti Allah yolunda harcamalı...
CİMRİ ZENGİNİN PİŞMANLIĞI
Çocuklarına ekmek alacak parası kalmayan fakir baba, yakınlarındaki zengin komşusuna gider, durumunu anlatarak: — Ciddî sıkıntı içindeyim, bana yardım eder misiniz? der.
Yardım sözünü duyan zengin birden rahatsızlanmış gibi yüzünü buruşturup, çehresini ekşiterek:
— Sorma kardeşim, bugünlerde işler kesat gidiyor, fazla kâr edemiyorum, maalesef yardım edemeyeceğim, cevabını verir.
Çocukları aç bekleyen baba, çaresiz kalkıp gider. Bu defa tanıdığı bir fakir dostuna varır:
— Birader, senin durumunu da biliyorum, ama mecbur kaldığım için geldim, çocuklar bütün gün aç beklediler, bir tek ekmek alacak kadar olsun para bulamadım, der.
Kendisi de muhtaç olan bu fakir dost, hemen ayağa kalkar, öbür odaya gider, çekmecede bulunan parasını kavradığı gibi alıp getirir dostunun eline uzatın
— Aziz kardeşim, Allah kimseyi sıkıntı içine düşürmesin, ben çoluk çocuğun aç kalmasının ne demek olduğunu çok iyi bilirim, biz büyükler çöp tenekesinden de olsa ekmek bulur yeriz ama çocuklar bunu anlamazlar. Sen hemen evine git ve çocuklarına gereken ekmek ve katığı da yoldaki bakkaldan alıp, yavrularına ulaştır, der.
Sıkıntı içinde bunalmış olan baba eline geçen bu parayla dünyanın en zengin adamı olduğu hissine girerek hemen bakkala koşar, ekmek ve katık olarak da kucak dolusu yiyecekle eve gelir. Bekleşen çocuklar, babalarını bayram havasıyla karşılarlar. Karınlan doyunca da birer köşede uykuya dalarlar. Çocukları seyrederken derin bir nefes alan baba da, sıkıntısını atmış olarak uykuya dalar.
Beri tarafta zengin adam, o gece uykusunda enteresan bir rüya görür. Rüyasında gökyüzünde herkesin hayranlıkla seyrettiği iki tane köşk görür.Yıldızlarla süslenmiş köşkün birinden diğerine uçan melekler, kanatlarında köşkün sakinlerini götürüp getirirler. Zengin sorar:
— Bu köşkü satın almak isterim, kimindir acaba? Cevap verirler:
— Bu köşkün ikisi de falan mahalledeki fakir adamındır. Sıkıntı içinde kalan bir baba kendisine gelmiş, çocuklarının karnını doyuracak kadar olsun bir yardımda bulunmasını istemiş. O da çekmecesindeki son parasını vermiş, hemen gidip çocuklarına yiyecek almasını te'min etmiş. Onun bu yardımı Allah'ın hoşuna gittiğinden dolayı bu iki Cennet köşkünü ona verdi.
Heyecanla uyanan zengin sabahı iple çeker, hemen gidip yoksul adamı bulur ve teklifini yapar:
— Dün sana gelen yoksul babaya ne verdiysen iki mislini vereyim de o yardımı ben yapmış olayım olur mu? Yoksul adam, cimri zenginin yüzüne dikkatle bakar ve şöyle cevap verir:
— Olmaz! Çünkü senin gördüğün rüyayı Allah bana da gösterdi. Ve iyi kalpli yoksul adam şunu da söyler:
— Hem senin vereceğin bu parayı alsam bile, sen o köşkü alamazsın.
— Neden? Sen aldın ya?
— Ben o yardımı yaparken sırf Allah rızası için yaptım. Sen ise bu parayı bana Allah için değil, rüyada gördüğün köşke sahip olmak için vereceksin. Anladın mı şimdi aradaki farkı?
— Keşke, der, böyle cimri zengin olacağıma, senin gibi iyi kalbli, dindar, kanaatkar biri olsaydım da o köşklere ben sahip olsaydım.
AĞACA ASILAN ZEKAT PARASI
Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın, günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bulamadığını...
Bunun üzerine zekatının tutan olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:
"Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al"
diye yazdığını...
Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını...
ALLAH’LA ORTAKLIK
Yıllarca önce William Colgate isimli Amerikalı bir genç, kendi özel hayatını kurmak için Baltimore şehrinden New York'a gitti. Yola çıkmadan önce akrabalarından birisi:
- Yapmayı bildiğin şey nedir? diye sordu. Genç Colgate:
- Sadece mum ve sabun yapmayı biliyorum, dedi. Bunun üzerine o dostu ve akrabası genç Colgate'e şu nasihatte bulundu:
-
Öyle ise, yapabileceğin en iyi mum ve sabunu yap ve Allah'ı da kendine ortak al. Genç adam. bu öğüdü yürekten benimsedi ve zamanla büyük bir sabun fabrikasının sahibi oldu. Günümüzde o gencin adını taşıyan sabun ülkemizde de satılmaktadır.
İnsan, bir işi yaparken Rabbine arz ediyormuşçasına yapmalıdır. Allah (c.c.) güzeller güzelidir, Kâinatı mükemmel yaratmıştır. Ve Allah kulunun yaptığı İşi güzel yapmasını ister, ona verdiği güzellikleri ve kabiliyetleri onun üzerinde görmekten hoşnut olur. Kabiliyetin ve gayretin hakkı eserin güzelliğiyle verilir. Bu dikkat ve hassasiyet de insanın kendisine yapılan ihsanın kıymetini bildiğini, hakkı takdir ettiğini göstermesi hasebiyle, manevî bir şükürdür.
İnsan, taleb ettiğine erer.
"Vermek istemeseydi, istemek vermezdi."
Her şey düşlerle başlar. Talep bir şeye kavuşmanın İlk şartı ve duasıdır. Güzel şeyler hedefleyip düşlemenin zorluğu da, mahzuru da yoktur.
İnsan yaptığı işin hakkını vermeye çalışmalı, daha güzeli olmayacak şekilde işini yapmayı istemelidir.
Ümit ve gayret aç gözlülük olan hırstan farklıdır.
İşin hakkını verdikten sonra netice Allah'a bırakılmalı, hayatın ağır hadiselerinin ve mükellefiyetlerinin altından onun yardımı olmadan kalkılamayacağı unutulmamalıdır.
Allah'a dayanan sağlam bir ortaklık kurmuş demektir.
EKONOMİK KRİZ
İzzeddin bin Abdusselam'ın Şam'da bulunduğu yıllarda büyük bir kıtlık olmuş, halkın bir kısmı bahçelerini ve arazilerini ucuz fiyata satıp başka yerlere göç etmişlerdi. Hanımı, boynundaki gerdanlığını vererek bir bahçe satın almasını İstemişti.
İzzeddin bin Abdusselam, gerdanlığı sam. Aldığı parayı da fakirlere dağıttı.
Eve dönünce hanımı, bahçeyi satın alıp almadığını sordu. Hanımına şu cevabı verdi:
-
Gerdanlığı sattım, onunla bir bahçe satın alacaktım. Fakat, baktım ki insanlar çok zor durumdalar. Kıtlıktan sonra muhtaçların sayısı da, ihtiyaçları da artmış. Bunun üzerine, Şam'dan bir bahçe satın almaktan vazgeçip cennetten bir bahçe satın almaya karar verdim. Ve gerdanlığın parasını halka sadaka olarak dağıttım. Şam'da bir bahçe satın alamadım ama, inşallah cennette bir bahçe satın almışımdır.
Hanımı, beyinin bu ticaretini büyük bir memnuniyetle karşıladı:
- Çok iyi yapmışsın, dedi.
Ahirete yatırım yapmak, birilerine yardım yapmak değildir, insan, o eller ve bahanelerle erzakını ebed diyarına göndermekte; karanlığını aydınlığa, ateşini esenliğe çevirmeye çalışmaktadır. Herkesin yardımı kendinedir.
Evinizi taşıyan nakliye firmalarına ücretini ödemek, hayırseverlikten öte, vazifedir.
Vermenin zor olduğu günler, hasenatın bire bin katlandığı günlerdir. Böyle zamanlarda hayırlı hizmetlerden el gevşetmek yerine, neslin imdadına koşmak için yapılan fedakârlıkları ve gayreti artırmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, insanın kendi nefsini kurtarması, neslinin kurtuluşu için çalışmasına bağlıdır.
ZEKATTA ÖLÇÜ
İmam-ı Şiblî'yi çekemeyen birisi İmtihan niyeti ile:
- Ey Üstad, beş devenin zekatı ne kadardır? diye sordu. Hazret-i Şİblî cevap vermek istemedi. Adam ısrar ediyordu.
- Normalde bir koyun vermek vaciptir, fakat bizim gibiler için usul hepsini vermektir, dedi.
Adam şaşkınlıkla tekrar sordu.
- Bu hususta kime uyuyorsunuz, İmamınız kim? Şiblî Hazretleri:
- Hazreti Ebubekir, dedi, ona uyuyoruz.
- Hangi sebeple?
- Çünkü o evine gidip nesi varsa Efendirniz'e (a.s.v.) getirmiş ve "Evdekilere ne bıraktın?" dendiğinde, "Allah ve Resulünü..." demişti.
Adamın cevap çok hoşuna gitti, İmam-ı Şiblî'nin aleyhinde olmaktan vazgeçti.
Fedakârlık, sizden ayrıldığında yokluğunu fark ettiren şeydir. Küçük şeylerle büyük neticelere ulaşılacağı düşünülemez.
İslam, verme mevzuunda bal kovanı gibi taşıp boşalamayanlara vermeleri gereken en alt sınırı göstermiştir.
On dört asır evvel, cemiyette yangın varken nasıl fedakârlıklar ince hesaplarla yapılmamışsa, felaket ve helaket tufanının dünyayı kasıp kavurduğu günümüzde de o hesaplarla yapılmamalıdır. insanların imanı bahis mevzuu iken başka şey düşünülmez.
Önce Allah'ın bilinmesi muraddır.
KİME VERMELİ
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri, Fütuhat isimli eserinde anlatıyor:
"Bir gün İşbiliye'de, hocam Ebü'l Abbas'ın meclisinde bulunuyorduk. İçimizden biri, birisine sadaka olarak bir şeyler vermek istedi. Bir diğeri:
- Sadakayı neseben yakın olanlara, (akrabaya) vermek daha evladır, dedi.
Bu sözü duyan hocam Ebü'l Abbas:
- Sadakayı Allah'a yakın olanlara vermek daha evladır, buyurdu.
Bazen, yakın akrabaya yardım etmek, nefislerin hayırlı işlere koşmasına manı bahaneler haline dönüşüyor.
Az şeyle teselli arayanlar, insanların karınlarını doyurmaktan bahsettikleri kadar, ebedî açlıklarına çare bulmaktan bahsetmiyorlar. Keşke birincisini bari ciddi olarak dert etselerdi...
İnsanları Allah'a yaklaştırmak, insanın en büyük muradı ve vazifesidir. Din, önce Allah'a ait meseleleri, Onun davasını emreder. Sair her şey ondan sonra gelir.
Verirken öncelik Onun yolunda yapılan gayretlerdedir. Öyle olmasaydı, Ebubekir Efendimiz (r.a.), arkada bırakır, akrabasına bırakır, her şeyini alıp gelmezdi.
BAŞARI GETİREN ORTAKLIK
Geçen yüzyılın sonunda Baltimore'lu bir delikanlı kendine yepyeni bir hayat kurmak üzere New York'a gidiyordu. Yaşlı aile dostu kaptan ona, hayatını kazanmak için orada ne yapacağını sordu.
"Ben, her işi yapabilen kişilerden değilim." diye cevap verdi genç adam ve devam etti: "Sabun ve mum yapmaktan başka bir şey gelmez elimden." Aile dostu kaptan ona küçük bir nasihatte bulundu:
"Rabbin ile ortakmışsın gibi çalış ve kazancının onda birini onun payı olarak ayır," dedi. "Göreceksin... O zaman işin her zaman iyi gidecek."
Genç adam, kısa bir süre sonra, kendi işini kurdu. Kaptanın nasihatini unutmamıştı. Kazancının onda birini ayırıyor; ihtiyaç sahiplerine, yardım kuruluşlarına bağışlıyordu. İşini giderek geliştirdikçe kazancının onda birlik payını onda ikiye yükseltti. Daha sonra ise, zamanla artıra artıra kârının yarısını bu iş için ayırdı.
Genç adamın işindeki başarısı, iyilikseverliği oranında artıyordu.
Sabun üreticisi genç adam, sabun kralı olarak tanınabilecek düzeye geldikten bir süre sonra öldü. Fakat onun işinin başarısındaki "sır", önce hikaye olarak, daha sonraları ise, bir hâtıra olarak uzun yıllar canlı kaldı.
İhtiyar bir dostun nasihatine uyarak işinde Yaratıcısı ile ortak olan bu adamın adı William Colgate'tir.
Colgate'in adı, bugün dünya çapında bir sabun ve diş macunu firmasından başka, Amerika'nın önde gelen üniversitelerinden birinde; Colgate Universitesi'nde varlığını sürdürmektedir.
 
Üst