İLİM

mihrimah

Well-known member

مَثَلُ الَّذينَ حُمِّلُوا التَّوْريةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِ اللّهِ وَاللّهُ لَايَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ


Cum'a/:5- Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.​

وَلَنْ تَرْضى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَاالنَّصَارى حَتّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَاءَ هُمْ بَعْدَ الَّذى جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ مَالَكَ مِنَ اللّهِ مِنْ وَلِىٍّ وَلَا نَصيرٍ


Bakara / 120. Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.​

فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّهِ وَقَتَلَ دَاوُدُ جَالُوتَ وَاتيهُ اللّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمينَ


Bakara / 251. Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.​

هُوَ الَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَاْويلَهُ اِلَّا اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّناَ وَمَا يَذَّكَّرُاِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ


Al-i İmran / 7. Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.​

لكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ

وَالْمُقيمينَ الصَّلوةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكوةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ اُولئِكَ سَنُؤْتيهِمْ اَجْرًا عَظيمًا


Nisa / 162. Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler; Allah'a ve ahiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.​

قُلْ امِنُوا بِه اَوْ لَا تُؤْمِنُوا اِنَّ الَّذينَ اُوتُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِه اِذَا يُتْلى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ سُجَّدًا


İsra / 107. De ki: Siz ona ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur'an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.​

وَلِيَعْلَمَ الَّذينَ اُوتُوا الْعِلْمَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِه فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَاِنَّ اللّهَ لَهَادِ
الَّذينَ امَنُوا اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ


Hacc / 54. Bir de, kendilerine ilim verilenler., onun (Kur'an'ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.​
HADİS…

* Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a biri âbid diğeri alim iki kişiden bahsedilmişti. "Alimin âbide üstünlüğü, benim, sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir" buyurdu."
* Yine Tirmizi'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "...Aleyhissalatu vesselam sonra buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri, melekleri, semâvat ehli, deliğindeki karıncaya, denizindeki balıklara varıncaya kadar arz ehli, halka hayrı öğretene mağfiret duasında bulunur." Hadis Tirmizi'nin aynı babındadır.
* İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Tek bir fakih, şeytana bin âbidden daha yamandır."
* Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Dinde fakih (bilgili) olan kimse ne iyi kimsedir! Kendisine muhtaç olununca faydalı olur. Kendisine ihtiyaç olmayınca ilmini artırır."
* Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle dediğini işittim: "Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Semavat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır."
* Yine Tirmizi'nin Sahbere radıyallahu anh'tan kaydına göre, Aleyhissalatu vesselam: "Kim ilim taleb ederse, bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur" buyurmuştur."
* İbn-i Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "İlim üçtür. Bunlardan fazlası fazilettir. Muhkem âyet, kâim sünnet, âdil taksim."
* Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim, bir ilimden sorulur, o da bunu ketmedip söylemezse (Kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemlenir."
* Muaz İbnu Enes'in babası anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bir ilim öğretirse ona bu ilimle amel edenlerin sevabı vardır. Bu amel edenin ücretini eksiltmez."
* Ebu Katâde babasından naklediyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kişinin (öldükten sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: "Kendisine dua eden salih bir evlad, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i cariye, kendinden sonra amel edilen bir ilim."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mü'min kişiye, hayatta iken yaptığı amel ve iyiliklerden, öldükten sonra ulaşanlar, öğretip neşrettiği bir ilim, geride bıraktığı salih bir evlad, miras bıraktığı bir mushaf (kitap), inşa ettiği bir mescid, yolcular için yaptırdığı bir bina, akıttığı bir su, hayatta ve sağlıklı iken verdiği bir sadakadır. Ölümünden sonra kişiye işte bunlar ulaşır."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sadakanın en üstünü, kişinin bir ilim öğrenip sonra da onu müslüman kardeşine öğretmesidir."
* Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim: "İlmi, ulemâya karşı böbürlenmek için veya cühelâ ile münakaşa için veya insanların dikkatini kendinize çekmek için öğrenmeyin. Kim böyle yaparsa yeri ateştir."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim âlimlere karşı böbürlenmek, cahillerle münakaşa etmek ve halkın dikkatini üzerine çekmek maksadıyla ilim öğrenirse Allah onu cehenneme sokar."
* İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden) zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ülemayı kabzetmek suretiyle alır. Ülema kabzedilir, öyle ki, tek bir alim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar."
* Ebu'd-Derda radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: "Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!" buyurdular. Ziyad İbnu Lebid el-Ensari araya girip: "Bizler Kur'an'ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!" dedi. Resulullah da: "Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, yahudilerin ve nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel mi ediyorlar)?" buyurdu. Cübeyr der ki: "Ubade İbnu's-Samit radıyallahu anh'a rastladım. Kardeşin Ebu'd-Derda ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu'd-Derda'nın söylediğini haber verdim. bana: "Ebu'd-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşu'dur. Büyük bir câmiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremiyeceğin vakit yakındır!" dedi."
* Ebû Mûsâ (el-Eş'arî) radiya'llâhu anh'den:
Şöyle demiştir: Nebiyy-i Ekrem salla'llahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: Allâh'ın benim (vâsıtam) le gönderdiği hidâyet ve ilim boy yağmura benzer. (Bu yağmur, kâh öyle) bir toprağa düşer ki onun bir kısmı suyu kabûl eder de çayır ile bol ot yetiştirir. Bir kısmı da kurak olur, suyu (üstünde) tutar da Allâh (u Teâlâ) halkı onunla faydalandırır. Ondan (hem kendileri) içerler, (hem hayvanlarını) suvarırlar, ekin ekerler (Bu yağmur) diğer (bir nevi') toprağa daha isâbet eder ki düz ve kaypaktır. Ne suyu (üstünde) tutar, ne çayır bitirir. Allâh'ın dînini anlayıb da Allâh'ın benim (vâsıtam) le gönderdiği (hidâyet ve ilimden) faydamend olan ve bunu bilip (başkasına) bildiren kimse ile (bunu duyduğu vakit kibrinden) başını (bile) kaldırmayan ve Allâh'ın benimle irsâl olunan hidâyetini kabûl etmeyen kimse böyledir.
* Yine Enes (b. Mâlik) radiya'llâhu anh'den:
Şöyle demiştir: Size öyle bir söz söyliyeceğim ki, benden sonra hiç kimse onu size söylemeyecektir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den işittim, buyuruyordu ki: Kıyâmet alâmetlerinden olmak üzere ilim azalacaktır, cehil yayılacaktır, zinâ şâyi' olacaktır. Kadınlar(ın mikdârı) kesret, erkekler(inki) kıllet bulacaktır. Bir derecede ki, elli kadının yalnız bir bakanı olacaktır.
TEFSİR…
مَثَلُ الَّذينَ حُمِّلُوا التَّوْريةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِ اللّهِ وَاللّهُ لَايَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

Cum'a / 5. Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.
Bu beyandan sonra ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyuruluyor ki kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah'a adamışız ve okur yazarız diye yüklerle kitab sırtlanmış oldukları halde, Tevrat'ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah'ın bir fazlı olan ümmi Nebi'si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel etme cihetine gitmemişlerdir.
Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer ki { sifirler, yani koca koca kitablar taşır da içindekinden hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen "esfâr" tâbirinde Tevrat'ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah'ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve mesellerinin böyle çirkin olduğuna bir tenbih vardır. Allah da zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların, o doğru yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu?
PIRLANTA SERİSİ…
Canlı ve cansız her varlık bir kitaptır. Bu îtibar iledir ki, "Gör, müşâhede eyle" suretinde değil de "Oku" şeklinde bir emir vâki' olmuştur. Zîrâ, kitap ancak okunur. Her biri birer kitap olan varlıklar ile dolu ve pınl pınl bu kâinat, elbette ve muhakkak ki, ilâhî bir kütüphânedir. İnsandan gayri bütün varlıklar sadece "yazmak" ile mükellef tutuldukları hâlde, insan, hem yazmak ama ve hele mutlaka "okumak" vazifesi ile şereflendirilmiştir.
İlim, kâinatta tecellî ede gelen nizâm ve değişik şekilde tecellî eden şeylerin birbiriyle olan münâsebetlerini idrakdan ve bu idrakların tasnîfi ve bir araya getirilmesinden ibaretdir. Kâinattaki bu nizam, nizamdaki ehemmiyetli hassasiyet ve muvâzene, kat'iyyen rastlantılara verilemez. Binâenaleyh, böyle, bir nizamın elbette bir kurucusu ve vaz'edicisi vardır hem de, varlığı herşeyden daha ayân bir kurucu.
Her nizam, ortaya konmadan önce tasavvur edilir. Tıpkı, kâğıda dökülüp çizilmeden önce bir mimarî plânın, mi'mar dimağında tasavvur edilmiş olacağı gibi... Beşerin kesâfetli yapısı ve düşüncesi, bu tasavvur ve var olmaya nasıl bir şekil verir, o bir tarafa; Kâinat çapındaki bu nizâm, Levh-i Mahfûz ise, Mukayyed nizâm da, Kur'ân-ı Kerim'dir ve Levh-i Mahfûz'un âyinesidir.
Buna göre insan okuyacaktır. Okudukça anlamaya çalışacak, zaman zaman yanlış anlayacak, hatalar yapacak; tecrübelere girişecek; hatâ-sevâb potasından geçirdiği ilim cevherini itimat ve güvenirliğe, emniyet ve sağlamlığa ulaştıracaktır. Bakmak başka, görmek başka; anlamak başka, anladığını kabullenip şuur ve gönlüne mâl etmek başka; bütün bunlardan sonra tatbik etmek başka ve tatbik ettiğini de gayra teslim ve tevdî etmek tamamen başkadır.
Evet, idrakla ilgili bütün bu başkalıklar dâima olup durmaktadır. Zîrâ, kâinatta birçok kanunlar vardır ve bunlar, kanun Vâzı'ı tarafından fevkalâde bir âhenk içinde cereyan ettirilmektedir. Bunların birkaçı şunlardan ibarettir:
1- Tek'den çok'a gidiş,
2- Çoklar arasında benzerler, farklılar ve zıtların bulunuşu,
3- Zıtlar arasında faâl bir denge ve âhenk,
4- Münâvebe (peşipeşine vazife devir teslimi),
5- Öğrenme, unutma ve yeniden öğrenme,
6- Cehd ve gayret,
7- Tahlil ve terkib, (çözülüp-sentezlenme)

8- İlham ve inkişaf, (içe doğma ve açıklığa kavuşma) . İnsan, bu kanunların bütününe tâbidir. Bu îtibar iledirki, elbette çok insan olacaktır ve insanlar arasında benzerler, farklılar ve zıtlar bulunacaktır. Kezâ; insanlar arasında benzer, farklı fikir, görüş, inanış, davranış ve hareketler de olacaktır. Ancak bütün bu fıtrî zıtlıklar durgun, boş değil, canlı ve faâl bir muvâzene içinde olacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki, sadece imanı hedef alan bir gidişin ilmi kaybetmesi ve sadece ilmi hedef alan bir gidişin de imânı ihmâl ve kaybetmesi vukû bulacaktır.
Mevcut ilimleri donukluk ve durgunluktan, kuruluk ve abesiyetten kurtarmak; evvelâ ilimlere esas teşkil eden mes'elelerin lâyıkiyle anlaşılmasına yardım edecek; sâniyen insan irâde ve zihninin payına düşeni edâ, his ve kalbî sezişlerini, bir iç müşâhede ile müşâhede ettirmiş olacaktır.
O zaman işleyen aydın bir enfüs fasîh bir lisân kesilecek ve karşısına konulmuş kâinatı kelime - kelime, satır satır okuyacak, tıpkı bir kitap gibi. Zâten kâinatı bir kitaptan farklı görmek de âdeta imkânsızdır. Hele hele tekvînî emirlerde ilk yaratılan "kalem" olarak anlatılıp da, tenzîlî fermanda da ilk emir "oku" olursa...
Onun için Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'da körlük, sağırlık ve dilsizlik beraber zikredilir. Zirâ tekvînî emirler gözle okunduğu gibi, tenzîlî emirlerin ilk ma'kes bulacakları esrarlı perde de kulaktır. Ve bu müşâhede ve duyuşa tercüman ise lisândır.
Binâenaleyh, âfâk ve enfüsü göremeyen, kulağına geleni de duymayacak, duysa da anlamayacaktır. Kezâ; kulağına çarpan ilâhî emirlerle uyanmamış bir gönül, Şeriât-ı Fıtriye ile abes olarak iştigalden kendini kurtaramayacaktır.
İLİMDEN BEKLENEN GAYE
İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmâl edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir.
Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise, ilim ve ma’rifetle aydınlığa kavuşur ve kemâle erer. Onun içindir ki, ilim ve ma’rifetin olmadığı bir yerde, akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir.
Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını tenvir etmekle belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğrendikleriyle kendini yenileyip başkalarına da örnek olmayan, suretâ insan görünse bile, düşündürücüdür!
Öğrenip öğretilecek şeyler, insanın mâhiyetini, kâinatın sırlarını keşfe ma’tûf olmalıdır. Benlik sırlarına ışık tutmayan, mekândaki karanlık noktaları ve tıkanıklıkları açıp aydınlatmayan ilim, ilim değildir.
İlim ve ma’rifetle elde edilen mansıb ve pâye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve fazîletli; öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temâşasıyla mest ve mutlu kılar.
Her anne ve baba, çocuklarının kafaları gereksiz şeylerle işgal edilmezden önce, onları ilim ve irfanla doyurmalıdırlar. Çünkü, hakikat adına boş gönüller ve ma’rifetden mahrum rûhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler. Önceden kim onlara sahip çıkar ve tohum saçarsa, ona teslim olur ve onu aksettirirler.
İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî kemâlâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, rûha mâl edilmemiş bir ilim, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere tevcih etmeyen ma’rifet de, bir aldanmışlıktır.
“İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır.”

Hedef ve maksadı belirlenmiş bir ilim, sahibi için, “ile’l-ebed” devam edecek bir bereket vesîlesi ve tükenmez bir hazînedir. Bu hazîneye mâlik olanlar, yaşadıkları sürece ve ondan sonra, bir tatlı su kaynağı gibi daima ziyaret edilir ve hayra vesîle olurlar. Gönüllere şüphe ve tereddüt atan ve ruhları karartan hedefi belirlenmemiş boş faraziyeler ise, ümitsiz ve bulanık rûhların, etrafında uçuşup durduğu bir erâcif yığını ve azab vesilesidir.
İlim ve fen, çeşit çeşit dalları ve her dalın ihtivâ ettiği fâideleriyle, hemen herkes için yararlı ise de; insanın ömrü mahdût, imkânları sınırlı olduğundan, bunların hepsini belleyip istifade etmesi mümkün değildir. Bu itibarla, her fert kendisi ve milleti için gerekli olan şeyleri öğrenip değerlendirmeli, diğerleriyle ömrünü beyhûde zâyi etmemelidir.
Gerçek ilim adamı, çalışma ve araştırmalarını, en doğru haberlerin; en aldatmaz beyanların ışığı altında ve ilmî tecrübelere göre düzenleyip sürdüreceğinden, gönlü rahat, işleri de âsân olacaktır. Gerçeğin bilgisinden mahrûm bir kısım zavallı ruhlar ise, durmadan yol ve yön değiştirip bir türlü ham-hayâllerden kurtulamadıkları için, hep “âh u vah” edip inkisar içinde kalacaklardır.
Her şahsın kadir ve kıymeti tahsil ettiği ilmin muhtevâ ve zenginliğine göredir. İlmi, sırf bir “dedikodu” unsuru olarak kullananın kıymet ve değeri o kadar; onu, eşya ve hâdiseleri tanımada bir “menşûr” olarak kullanıp, mekânın en karanlık köşelerine kadar aydınlık saçan ve irfanıyla kanatlanıp “tabiat” ötesi hakîkatlarla kucaklaşanınki de o kadar...
Soru: İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşmada ilim ve amel münasebeti inkâr edilemez. Kur’ân perspektifinden bu meseleye nasıl bakabiliriz?
Cevap: Kur’ân; “Kendilerine Tevrat yüklenip de sonra onu taşımayan (onun buyruklarını tutmayan)ların durumu, Kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Cum’a, 62/5) ve “...Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür (öğüt alır)lar.” (A’raf, 7/176) buyurmaktadır. Dikkatlice mütalâa edildiği takdirde görüleceği gibi, Kur’ân-ı Kerim, ilk âyet-i kerimede elde ettiği bilgileri hayatına yansıtmayan kişileri bir teşbih ile ele alıp, nazarlarımıza sunmaktadır. Onları “yük taşıyan eşeğe” benzetmesi ise, bu tür şahısların durumlarının belki de ancak böyle ifade edilebileceğinden dolayıdır. Çünkü insan bildiği şeyleri, pratiğe döküp ferdî ve içtimaî hayatta kullanmadığı zaman, o bilgi, sahibi için taşınmaz bir yük haline gelir.
Kur’ân-ı Kerim, diğer âyette ise hakka-hakikate açık olarak yaratıldığı halde onlara karşı gözü kapalı olan insanı köpeğe benzetir. Bahis mevzuu edilen şahsın köpeğe teşbihi konusu üzerinde durmak ve buna intizarî bir teşbih nazarıyla bakmak gerekir. Köpek, yorulduğunda dilini dışarıya sarkıtır ve hararetini atmaya çalışır. Öfkelendiği zaman öfkesini ifade için dişlerini gösterir... Demek ki hakka-hakikate kapalı insanların durumu da böyledir. Aslında bu ve benzeri misallerle insan, insan-ı kâmil olmaya çağrılır. Meselâ namazdaki hâl ve hareketlerde insan hayvanî davranışlardan içtinabla insanî davranışa yönlendirilir. Kendisine kıyamın keyfiyetinden rükuya, ondan secdeye kadar bütün konularda ikazda bulunulur. Yüzün eşek suretine dönme ihtimalinden dolayı başın imamdan önce rükuya ve secdeye gitmemesi; secdede köpek gibi kolların yere serilmemesi, secde aralarında horozun yem gagalaması gibi acele edilmemesi, otururken köpek gibi oturulmaması gibi hususlar, mevzumuza misal teşkil edebilecek hususlardandır. Çünkü ekrem ve eşref olarak yaratılan insan, hareketleriyle bile olsa hayvana benzememeli; o, hep ötelere müteveccih olarak yaşamalıdır.
Vâkıa burada, âyetleri ezberleyip kafalarında tuttukları halde onları hayatlarına tatbik etmeyen Tevrat cemaati anlatılır. Fakat vakıa böyle olsa bile kendimizi bu durumdan tecrid edip sadece âyeti Tevrat ehline mahsus olarak düşünemeyiz. Kur’ân’a muhatap olup Allah’ın emirlerine mazhar olmuş, fakat hayatını bu emirlerin aydınlatıcı tayflarıyla tablolaştıramamış, sadece Kur’ân’ın hamallığını yapan insanların durumu da Kur’ân cemaati olsa bile, bu âyetin anlattığı hakikat içerisinde mütalâa edilmesi gerekir. Zira Kur’ân’ı öğrenip başkalarına anlattığı halde, kendi içinde onunla ayrı bir derinliğe ulaşamamış bir insanın halini bundan daha güzel anlatmak mümkün değildir.
“Allahümme ente Rabbî, lâilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke.../ Ey Allah’ım! Sensin benim Rabbim, Senden başka ilah yoktur, beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum” hakikatinin çerçevesinde, meydana gelen terslikleri herkes kendi nefsinden bilmeli, başkalarının ayıp ve kusurlarını örtmeye çalışmalıdır. Herkes, çözülmez gibi görünen problemlere çözüm getirmek için hata ve kusurları üzerine almalı, kendisini kötülüklerin merkezi, başkalarını da iyiliklerin merkezi olarak görmelidir.
Bütün problemlerin çözüm yolu işte bu anlayıştır ve genel terbiye de bunu gerektirir.
HÂL-İ PÜRMELÂLİMİZ

Bizim üçyüz senedir, ilim, teknik ve fende yüzümüze bakılacak hâlimiz yoktur. Yüzelli senedir sefalet solukluyoruz. Son yetmiş senenin halini söylemeye bile gerek yok.. yok zira böyle birşey, malumu îlam ve israf-ı kelâm olur.
Peki, niçin bu hâle geldik? Bir zamanlar Pierre Loti gibilere selviliklerinin gölgesi destan yazmak için yeterli olan bu şanlı medeniyete ne oldu? Neyi ihmal ettik de ihmâlimizin diyetini bu şekilde ödüyoruz?
Neyi ihmal etmedik ki!.. İhmallerimizin çokluğu, ihmal etmediklerimize nisbeten o kadar fazla ki, insan bu hale düşüşümüze değil, daha beter olmayışımıza hayret ediyor.
Bütün ihmallerimizi burada saymanın imkânı yoktur. Ama birisi var ki, onu zikretmeden geçemeyeceğim: O da bizim kendi kendimizi, yani insan unsurunu ihmal edişimizdir.
Niçin itiraf etmeyelim ki, millet olarak, insanımızı zamanla kendi özünden ve sahip olduğu bütün değerlerden uzaklaştırarak bir sefiller yığını haline getirmedik mi? Altı asır insanlığa medeniyet dersi veren bir millet, eğer bugün fikir sadakasına muhtaç duruma gelmişse, bunun başka bir izahı olamaz. Bugün insanımız, kendi enkazı altında inlemektedir. Evet, bugün onun ne bir düşüncesi, ne de istikbale âit ciddi tedbirleri vardır. Zaten kendisiyle irtibatı kopmuş bir insanın hiçbir medeniyetle bağlantısı da olamaz. Yakın geçmişimiz itibariyle biz bu hakikati görerek değil, duyarak, hem de acı acı duyarak yaşadık...
Bizim kendimizden kaçmamız, mazimizden, dolayısıyla da tarihimizden uzaklaşmamız ma’nâsına gelir. Biz, toplumların ancak tarihî dinamikleri üzerinde ayakta kalabileceklerini ya anlamadık ya da anlamak istemedik. Asırlarca çekilen onca tekevvün sancısından sonra, meydana gelen koskocaman bir kültür birikimine gözlerimizi kapadık, hatta onu inkâr etmeyi marifet saydık.
Bu yetmiyormuş gibi, bir de kültürümüzü “redd-i miras” üzerine oturtmaya çalıştık. Hayatın bizzat içinde yoğrula yoğrula olgunlaşan içtimaî tecrübelerimizi bir kalemde yok kabul ettik ve bilmediği bir oyuna zorla sürüklenmiş aktör komikliği içinde millet sahnesinde âleme maskara olduk.
Şimdi herşeye sıfırdan başlamamız gerekiyor. İnşaallah bu mevzudaki mücadele azmini rûhumuzun derinliklerinde bulabiliriz.
SÖZ AMEL BÜTÜNLÜĞÜ
Bazı ilim adamları, Batılı anlayışa uyarak “İlim, ilim içindir” felsefesini düstur edinmiş görünüyorlar. Halbuki, dinî olsun, pozitif olsun, ilim dine, hayata hizmet içindir.
Müsteşrikler, İslâm’ı çoğu müslümandan iyi bilir, fakat hiç de müslüman olmazlar. Bu, öğrendiklerini hayata tatbik etmeyen müslüman bir ilim adamının, müsteşriklerden ne farkı olduğunu akla getirir. Evet, ilim bizzat hedef değildir, yani ilim için ilim yapılmaz. İlim bize Rabbimizi tanıtıyor, bizi O’na yaklaştırıyorsa, o zaman önemli bir matlub ve maksud olabilir. Efendimiz (sav)’in, ümmeti hakkında en çok korktuğu şey, alimin nifakı ve münafıkın demagojisidir. Müslüman diyalektik yapmaz; o hareket ve davranışlarıyla bir kitap olmaya çalışır Allah Rasûlü (sav) ve O’nun raşid halifeleri, hiçbir zaman süslü sözler söyleme yolunda gitmemiş, bilakis davranışlarıyla etraflarına örnek olmaya çalışmışlardır...
HİZMETTE İLİM VE AKSİYON
Ne zaman bir at görsem, yaşadığım dünyadan sıyrılır ve mâzî ile bütünleşirim. Çünkü, atın en önemli özelliği, yorulmak nedir bilmeden, çatlayıncaya kadar koşmasıdır. Kendilerini İslâmî hizmetlere vakfedenler de, tıpkı bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşmalıdırlar.
Hizmette böyle bir aksiyonun yanı sıra ilim de önemlidir. Çünkü, netice itibariyle her şey ilme bağlıdır. Cahil, kimseye bir şey anlatamaz. Bu sebeple, ilim elde edecek ve öğrendiklerimizi şuur haline getireceğiz.
Mustafa Sabri Efendi M. Abduh’u tenkid ederken, “Abduh, anlattığı şeylerin şuurunda değildi. Belki sadece kendi cephesi adına bir şeyler söylüyordu” demektedir. Yani, M. Sabri Efendi’ye göre Abduh, hakîkî ilmi elde edememişti. O halde, ilim elde etmekle kalmayacak, kazandığımız bilginin şuuruna da varacağız.
Kaba kuvvete gelince, o akıl ve mantık plânında mağlûp olanların başvurduğu bir yol vahşice bir davranıştır. Halbûki, medenîlere galebe iknâ iledir.
İLİM
İlim, O’nu bilmektir. O’nu bilmezsen -Yunus’un diliyle- kuru emektir. Zühd ve takvâda derinleştirmeyen ilim, sahibini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
İLİM DÜŞÜNCESİ
İlim düşüncesinin gelişmesi ve herkese mal olabilmesi, ilim sahiplerinin havass-ı hamse-i sâlime, akl-ı selim ve Batılıların akıl erdiremedikleri haber-i mütevatiri iyi değerlendirmesine bağlıdır. Ayrıca metod, metodoloji, sistem, kararlılık, ısrar ve aşk da meselenin ihmal edilmemesi gereken önemli unsurlarıdır. Evet, ilim düşüncesiyle, ilim aşkı arasında -eski ifadesi ile- telazum vardır. Yani aşk bahis mevzuu olmazsa, ilim düşüncesi çok ciddi yara alacak ve onunla hedeflenen noktalara ulaşılamayacaktır.
Toplumun her kesiminde hatta her bir ferdinde ilim düşüncesinin yaygınlaştırılması nisbetinde o toplum, ilmin zirvelerine ulaşma adına daha şanslı hale gelir. İstidatlı, metodolojiye açık, sistemli çalışabilen, mesaisini iyi tanzim eden, müşahedelerini iyi değerlendirebilen, aklını iyi kullanabilen, haber-i mütevatirden çok iyi istifade eden insan sayısının artması ölçüsünde hedefe ulaşma kolaylaşır. Batı Rönesansının arkasında ilmin yaygınlaştırılması meselesi olduğu gözardı edilmemelidir. Öyle ki, sadece üniversitelerde veya devletin tesis ettiği laboratuarlarda değil, herkes kendi evinde ilim adına bir hedefe ulaşmaya çalışmıştır. Böylece mesele, fantastik ve Aristokrat bir meşgale olmaktan çıkmış, halka mâl olmuştur. Evet, bilim tarihi müşahede edildiği zaman görülür ki, Batının hemen her ülkesinde çok iptidaî vasıtalarla bile devamlı araştırma yapılmıştır. Ben, bizim dünyamızda bu hususta henüz ciddi bir düşüncenin geliştirildiği kanaatinde değilim.
Son zamanlarda her ilde bir üniversite açma düşüncesi var ve bu bir nisbette gerçekleştirildi. 52 üniversitenin olduğu ülkemizde, maalesef üniversite merkezleri dahil ciddi bir araştırma merkezinin olmadığı, hatta üniversitelerde ilim adına şablonculuk yapıldığı rahatlıkla söylenebilir. Buna göre, bazı mütehassısların da ifade ettiği gibi “araştırmaya yönelik imkânlar olmayınca eğitim müesseseleri dejenere oluyor, ilim ahlâkı bozuluyor, ilme karşı saygı azalıyor.. neticede seviyesiz insan yetişiyor ve kat’iyen istikbal vaad etmiyor. Bu ise kaynak, zaman, iş gücü israfından ve kendimizi kandırmaktan başka birşey değildir” düşüncelerinden hareket edip, siyasî kaygıları da bir kenara bırakıp eldeki imkânlar ölçüsünde belli merkezlerde üniversite açılmalıdır.
Burada dikkat edilmesi gereken ayrı bir husus herkesin kabiliyetleri, istekleri doğrultusunda çalıştırılması ve yönlendirilmesidir. Kim bilir, kalbinde hadis sevgisi olanlarla azıcık meşgul olunsa, onlara yol ve yöntem öğretilse, belki de onların içinde Buharî’ler, Müslim’ler, Ebu Davud’lar çıkacaktır. Bu yönlendirme düşüncesi hayata geçirilmediği takdirde bu istidatların kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek safdilliktir. Evet, herkes kendi istidadına uygun olan dalda başarılı olabilir. Ve bu umumî kaidenin istisnası azdır.
Öte yandan her başarı, çalışan insan için bir primdir. Hatta insanlarda çalışma aşkı olunca dünyevî hiçbir şey kazanmasalar bile hayatlarının sonuna kadar bu yoldan vazgeçmezler. Pastör, Freud, Einstein, Edison ve daha niceleri hayatlarını daima sıkıntılar içinde geçirmişlerdir ama, ilim aşkı ve ilim zevki onlara bu yolda ilerlemeleri için yetmiştir.
Hasılı; toplum çapında herkes için bir gaye-i hayal olursa, nefislerin enelere dönmesi ve toplum bazında bir egoizmanın hâkim olması söz konusu olamaz. Aksi halde insanlar, o gaye-i hayali bulacakları âna kadar her şeyi benliklerinin etrafında örgüleyecekler ve onlar içinden, Pastör’lere, Edison’lara, Ebu Hanife’lere, Birunî’lere bedel, sadece kendi nefsini düşünen bir kısım egoistler, kendini beğenmiş hastalar ve dünyanın tamamını verseniz yine tatmin olmayacak ucube insanlar çıkacaktır.. ve maalesef bizim toplumumuzun şu anda yaşadığı ruh haleti de budur.
RİSALE…
FEN VE İLİMLE GELEN KÜFÜR
Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüdbu zamâna nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izâle ederlerdi. Allah'a îmân umumî olduğundan, Allah'ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vaz geçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tâne bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inad ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olinuş. Bu mütemerrid inatçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyâda onlann temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzatını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.
İşte Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamânın tam yarasına bir tiryâk olarak Kur'ân-ı Mu'cizü'1-Beyânın bir mu'cize-i mâneviyesi ve lemeatı bulunan Risâle-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri Kur'ân'ın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeyeve îmânın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yinni beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş.
Evet, Risale-i Nurda îmân ve küfür muvâzeneleri ve hidâyet ve dalâlet mukàyeseleri bu mezkOr hakikati bilmüşâhede isbat ediyor. Meselâ 22. Sözün İki Makàmının bürhanları ve Iem'alarına, ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına ve Otuz Üçüncü Mektubun Pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ'nın On Bir Hüccetine sair muvâzeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki; bu zàmanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak, Risâle-i Nur'da tecellî eden hakikat-ı Kur'âniyédir.
İnşâallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar o mecmuada toplanmış; aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyâda dahi Cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin dünyâda dahi lezâiz-i Cennetlerini gösteren, ve îmân Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve inşâallah neşredilecek.
HİZMET USULÜMÜZ
Biz "Kâlû Belâ"dan Cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü'l-vahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü'min, İlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebiler, fünun ve sanayi silâhiyle bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhiyle, Îlâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Ama, cihad-ı hâricîyi, Şeriat-ı Garranın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz. Zîra, medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz. Husumete vaktimizyoktur. Cumhuriyet ki,Name=Haşiye; HotwordStyle=BookDefault; adâlet ve meşveret ve kànunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, dini İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kànunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur. Name=18; HotwordStyle=BookDefault; hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyâhut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.
İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriátı rüşvet verméyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır...
NÜKTELER..​
İLİM - DİN İLİŞKİSİNİ AÇIKLAYAN BAZI GÜZEL SÖZLER:
"İlim, insanlığa, telgrafı, elektriği, teşhisi ve bir takım hastalıkları tedavi çarelerini verdi. Din de ferdlerde ruhî sükûneti ve ahlâkî muvazeneyi te'min eder.
İlim ve din, kâinatın hazinelerini açmak için kullandığımız hakikî iki anahtardır.
İnsan ilimden istifade eder, fakat din ile yaşar." (William James)
"Bir tabiat kanununu ifade eden her formül, Allah'ı öven bir İlâhîdir. (Maria Mitchell)
"Hangi sahada olursa olsun, ilimle ciddî şekilde meşgul olan herkes, ilim mâbedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: "İmân et!" İman, ilim adamının vazgeçemiyeceği bir vasıftır." (Max Planck)
"Kâinatın Yaratıcısına olan inanç, ilmi araştırmanın en kuvvetli ve en asîl muharrik gücüdür." (Albert Einstein)
"Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir [dinî ilimlerdir]. Aklın nuru fünû*-u medeniyyedir [modern fenlerdir]. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder [uçar]. İftirak ettikleri [ayrıldıkları] vakit, birincisinde taassub; ikincisinde hîle, şübhe tevellüd eder." (Bediüzzaman)
"Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır." (Albert Einstein)
İMAM ŞAFİ HAZRETLERİ VE İLİM HIRSI
…Hadislerden de İmamı Şâfiî'ye işaret çıkaran âlimler, Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatırlar: "Kureyş'ten bir âlim çıkacak, yeryüzünü ilimle dolduracaktır." Bu hadîsin işaret ettiği âlimin İmam-ı Şâfiî olduğu, sonradan açıkça anlaşılmıştır.
Gazze'de oğlu için gereken öğrenim çevresini bulamayan annesi, onu bu mahrumiyet bölgesinden alır, Mekke'ye getirir. Burada geniş ilmî çevrede kısa zamanda kendini yetiştiren küçük Muhammed, dokuz yaşında iken Kur`ânı Kerim'i bütünüyle hıfzeder.
Onbeş yaşına gelince de, fetva vermeye ehil hale gelir. Onun bu kadar küçük yaşta fetva verecek bir makama erişmesinde; ilme karşı duyduğu şiddetli ilgi ve öğrenme merakının büyük hissesi vardır.
İlme duyduğu bu büyük ilgiyi bizzat kendisi şöyle ifade eder: "Bahil bir adam, mal toplamaya karşı nasıl hırs duyarsa, ben de ilme karşı öyle alâka duyuyorum:" Bir diğer sözünde de şöyle der: "Yavrusunu kaybeden anne, oğlunu bulunca nasıl sevinirse, ben de aradığım bir mes'eleyi bulunca öyle seviniyorum." Böylesine şiddetli arzu ettiği ilimden ne anladığını ise şu kısa cümle içinde özetler: "İlim, öğrenilen değil, yaşanandır. Yaşanmayan ilim, geçmeyen parâ gibidir: Sahibine gerçekte faydası olmaz."
İMAM-I AZAM VE İLİM
Hazret-i İmam, bir Arap memleketi olan Kûfe'de doğmuş olmasına rağmen, babası Sâbit'in Fars asıllı oluşu sebebiyle aslen ve neseben Farslı sayılmıştır. Buhârî ve Müslim'deki bir hadis de bunu te'yid etmektedir: İmam-ı Süyûti, İmam-ı A'zam'ın geleceğini müj'deleyen şu hadisi delil olarak zikreder: "İlim Süreyya'da asılı bulunsaydı bile, Fars neslinden bir adam mutlaka ona ulaşıp sahip olurdu..." Bu hadis. Ebû Hanife hazretlerinin büyük bir ilim aşkına ve öğrenme merakına sahip olduğunu göstermekte ve yüksek bir ilmi pâyeye ulaşacağına işaret etmektedir. Nitekim birinci asrın sonlarında İmam-ı A'zam'a yaklaşabilecek bir başka Farslı âlim görülmemiştir.
Demek ki Resûlüllah'ın işaret buyurduğu Farslı âlim, Ebû Hanife hazretlerinin kendisidir. Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan Seyyid Afifi der ki: "Hazreti Numan; şer'i ilimlerde, edebiyat ve hikmette geçilmesi mümkün olmayan bir iman ve aşılması kabil olmayan bir denizdir...." Ebû Hanife'nin vefat ettiği sene içinde dünyaya gelen İmamı Şâfiî de, bu sözü şöyle te'yidde bulunur:
"Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin talebesidirler." Bu mevzuda meşhur başkadı Ebû Yusufun sözü de şöyledir: "Hadîs ilminin izahını Ebû Hanîfe'den daha güzel yapan birini görmedim..." Sâbit oğlu Numan'ı böylesine eşsiz bir âlim haline getiren bir rüya hâdisesi vardır. Onu dilerseniz kendisinden dinleyelim: "Ben gece-gündüz mescidde ilme çalışıyor, arkadaşlarımla ilmi müzakerelerde bulunuyordum. Bir gece kendimi Resûlüllah'ın kabrini açıp, mübarek, kemiklerinin parçalarını bir araya getirir şekilde gördüm. Bundan ürktüm ve okumaya ara verdim.
Ancak, bu rüyanın mânâsını da meşhur rüya müfessiri İbn-i Sîrîn'den sormadan edemedim. İşte bu sualden sonradır ki daha büyük bir şevk ve aşkla okumaya başladım." Bunu dinleyen Yahya bin Nasr der ki: "Yâ İmam, İbn-i Sîrîn o rüyanızı nasıl tefsir etmişti?" "Geçmişe ait bir mes'ele. Onu şimdi sormayın, artık..." Yahya Bin Nasr ısrar eder: "Rüyanızın nasıl tefsir edildiğini mutlaka öğrenmek istiyorum." İmam kısaca şöyle cevap verir: "Resûlüllah'ın kabrini açmak, üzeri örtülü kalan ilmi açmak, kemiklerini bir araya getirmek de, sünnetini bir araya getirmektir, dedi. Benim ilmi faaliyetim buna işaretmiş...
İşte bunun için Hazret-i İmam'a derler ki: "Ûzeri kapalı ilmi açan, dağınık sünnetleri bir araya getirip insanlara toplu halde sunan ilk âlimdir." İmam-ı A'zam hazretleri, üzeri kapalı ilmi belli bahis ve fasıllara ayırıp herkesin anlayacağı şekilde tasnif eden ilk müctehiddir. Bu yeniliği ve eşsizliğidir ki, kendisini anlamayanlarca çekilememiş, dedikodu konusu yapılmıştır. Hz. İmam'ın bu dedikoduculara karşı dikkati çeken bir susma ve onlarla meşgul olmama hali vardır: Kendisine gelen her dedikoduya tekrarladığı sözü şöyleydi: "Allah, arkamdan kötü konuşanları affetsin, iyi konuşanları da rahmetine mazhar kılsın!.." O yine dersine döner; söylentilerle uğraşmayı, fuzuli iş sayardı. Zaten Hazret-i İmam'ın susması çoktu, tefekkürü dâimi idi. Faydalı bir bahis varsa konuşur. yoksa düşünmeyi tercih ederdi.
ÜSTADIN İLMÎ CEPHESİ
Merhum Ziya Paşa, şu
"Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz;
Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde"
beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakîkati ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur külliyatı gibi muazzam bir îman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzûli bir iştir.
Yalnız yanık bir şairimizin, "Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider" dediği gibi; hayatının her lahzasında İlahî tecellîlere mazhar bulunan bu mübarek zatın ilim ve irfanından, ahlak ve kemalatından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için, sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risale-i Nur külliyatında dinî, içtimaî, ahlakî, edebî, hukukî, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulade bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gàyet açık bir şekilde ve en katî bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek, sahil-i selamete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur külliyatını azîz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samîmiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz.
Nur Risaleleri, Kur'an-ı Kerîm'in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman'a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kütlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mümin kardeşinin îmanının kurtulmasına sebep olur!
HARİKA HAFIZA
…Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmi dört saat zarfında Cem'ü'l-Cevami, Şerhü'l-Mevakıf, İbnü'l-Hacer gibi kitapların iki yüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütalaa ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayat-ı zahiri ile hiç alakadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan suale tereddütsüz derhal cevap verirdi…
Bitlis'te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti.
Molla Said cevaben, "Ben henüz sinn-i bülûğa vasıl olmadığımdan muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken, nasıl hoca olabilirim?" diyerek teklifini kabul etmemiştir.
Bundan sonra, Şirvan'daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.
Molla Abdullah:
"Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?" Bediüzzaman:
"Ben seksen kitap okudum."
Molla Abdullah:
"Ne demek?" Bediüzzaman:
"İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dahil olmayan birçok kitapları da okudum." Molla Abdullah:
"Öyle ise seni imtihan edeyim?"
Bediüzzaman:
"Hazırım; ne sorarsanız sorunuz."
Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifayet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said'i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabiî, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet, talebeler Molla Abdullah'ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu, kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuşlarsa da, Molla Abdullah cevaben, "Nazar değmemek için, ben ona ders veriyorum" demiş ve talebelerini aldatmıştı.
Molla Abdullah'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said'e, "Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Cami'yi mi okuyorsunuz?" Bediüzzaman:
"Evet Cami' yi bitirdim."
Molla Fethullah, hangi kitabı sordu ise, "Bitirdim" cevabını alınca tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı; taaccüp etti ve dedi:
"Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?"
Bediüzzaman, "İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakîkati ketmedebilir, fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakîkat-i mahzdan başka birşey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz," der.
Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. Bunun üzerine, bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said'in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı.
Molla Fethullah, `Pekala, zekada harikasınız; fakat hıfzınız nasıldır Makàmat-ı Harîriye'den birkaç satırını iki defa okumakla hıfz edebilir misiniz?" diyerek kitabı uzatır. Molla Said, alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu. Molla Fethullah, "Zeka ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir" diyerek hayrette kaldı.
Bediüzzaman, orada iken Cem'ü'l-Cevami' kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfz etti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelamı söyleyerek kitabın üzerine yazdı: (Cemü'l-Cevaminin tamamını bir haftada ezberine aldı.)Name=7; HotwordStyle=BookDefault;
Bu hal Siirt'te şuyû bulmuş ve Molla Fethullah ulemaya, "Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilatevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekasına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım" diyerek, pekçok metheder.
Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman'ı davet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilatereddüt cevap verirken, Molla Fethullah'ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman'ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar.
VAAD ETMİŞİM, HİÇ KİMSEYE SORU SORMAM
Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkàdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben:
"Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz."
Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşîretine doğru Tillo'dan hareket eder; doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder.
Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde, Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb edince, aşîret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki, Paşa ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz, bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said'e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben, "Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın, veyahut seni öldüreceğim" demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar.
Molla Said, "Sana söyledim ya, onun için geldim" der.
Mustafa Paşa, çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret ederek,
"Bu pis kılınçla mı?"
Bediüzzaman, "Kılınç kesmez, el keser" cevabında bulunur. Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman'a:
"Benim Cezîre'de çok alimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım."
Molla Said, "Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat, ulemaya cevap verince sizden birşey isterim ki; o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim" der.
Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre'ye giderler. Yolda, Paşa katiyen Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan, Molla Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bütün Cezîre alimlerinin kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir.
Cezîre alimleri, Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette, çaylarını bile unutarak, Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki alimin çayını da içer; onlar fark edemezler.
Mustafa Paşa, hocalara hitaben:
"Ben okumuş değilim; fakat, Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra, bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti."
Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra, Molla Said bu alimlere karşı, "Efendiler, bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım" der.
Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umûmuna cevap verdikten sonra, her nasılsa, Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde, karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak, "Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız" diyerek, cevabını tashih eder.
Hocalar dediler:
"İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz."
Sonra, o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler. Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

İLMİN İZZETİNİ MUHAFAZA
Evvelâ: Size hem acîb, hem elîm, hem latîf bir mâcerâ-i hayatımı ve düşmanlarımın hem şenî, hem bin ihtimalden birtek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nura karşı istimâl edilecek hiçbir silâhları kalmadığını beyân etmeye bir münâsebet geldi. Şöyle ki:
Tarihçe-i hayatımı bilenlere mâlûmdur; elli beş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te merhum vali Ömer Paşa hânesinde, iki sene, onun ısrârıyla ve ilme ziyâde hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı: üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hânede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki, bileyim. Hattâ bir âlim misâfirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek, bana sordular:
"Neden bakmıyorsun?"
Derdim:
"Ilmin izzetini muhâfaza etmek, beni baktırmıyor."
Hem, kırk sene evvel, Istanbul'da Kâğıthâne şenliğinin yevm-i mahsûsunda ,
Köprüden tâ Kâğıthâne'ye kadar Haliç'in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve Istanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâhâ ve mebus Hacı Ilyas ile beraber bir kayığa bindik; o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki, Molla Tâhâ ve Hacı Ilyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda îtiraf edip, dediler:
"Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın."
Dedim:
"Lüzûmsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum..."
ARİF OLMAK
Hak dostuna sormuşlar:
-Âlim kimdir?
-Bildiğini Bilen
-Ya arif kimdir?
-Bilmediğini bilen…
MARİFETSİZ İLİM
Balığın çok güzel yüzdüğü ve bu noktada onunla hiçbir insanın yarış edemediği malumdur. Fakat bu meziyeti, balığı hayvanlıktan kurtarmaya kafi gelmemektedir.
Kimya mühendisi kimya denizinde, doktor ise tıp deryasında yüzmektedir. Eğer onlar, kendi sahalarından, imanlarını ziyadeleştirecek ve tefekkür hazinelerini zenginleştirecek mücevheratları alamıyorsa, o ilme vakıf olmaları onların insaniyetlerine ve kemalatlarına hiçbir şey ilave etmez.
Aynı şekilde, inansız bir ziraat mühendisi de padişahın bahçesinde onu tanımadan çalışan bir bahçıvana benzer.
Diğer inançsız fen adamlarını bu misallere kıyas edebilirsiniz.
Diğer taraftan, bir insandan iman gittiği taktirde, onun ilmi tırnak mesabesinde, fikri ise canavar dişi olur.yani, imansız bir kimsenin, fenni bir sahada ilerledikçe elde ettiği bilgileri ve imkanları, imkansızlık hesabına geçtiğinden, bu kimse ilmen ne kadar ilerlerse cemiyete de o derece zararlı olmaktadır.
MESCİDE ASILAN KANDİL
Peygamber Efendimiz zamanında Medine'de Temimdarî isimli bir tüccar yaşıyordu.
Bir gün Şam'da bir yağ kandili gördü, beğendi. "Bununla mescidimizi aydınlatır, dumanlar arasında veya karanlıkta namaz kılmaktan kurtuluruz" diye düşündü.
Çünkü Medine'de yağ kandili yoktu. Kimse de böyle birşeyin varlığını bilmiyordu. Karanlık çökünce mescidde hurma yapraklan yakılıyordu. Böylece ışık sağlanıyordu ama, etraf duman içinde kalıyordu.
Tüccar Temimdarî, yağ kandilini satın alıp Medine'ye getirdi ve mescidin tavanına astı. Görenler hem şaşırdılar, hem de biraz kızdılar. Nasıl olur da bir mescide Hıristiyan yapısı olan bir âlet sokulurdu? Herhalde Peygamberimiz bu işe kızacak, tüccar Temimdarî'yi azarlayacak-ü.
Hazret-i Peygamber akşam namazım kıldırmak için mescide gelince kandili gördü. Nereden geldiğini sordu.
— Şam'dan, Ya Resûlâllah, dediler. Temimdarî getirdi. Peygamberimiz, Temimdarî'ye döndü. Herkes kızmasını beklerken, o gayet mülayim bir sesle:
— Temimdarî, dedi. Müslümanlara yenilik getirdin. Mescidimizi karanlıktan kurtardın. Dilerim Allah da senin kabrini böyle apaydınlık etsin. Nur içinde kalasın.
Yağ kandili Müslümanlar için iyi bir örnekti. Bunu gördükten sonra artık daha iyisini yapabilirlerdi. Fakat içlerinde hâlâ bir endişe vardı: Acaba hıristiyan icadını kullanmak yerinde olur muydu?
Peygamberimize danıştılar. Peygamberimiz buyurdu: — İlim Müslümanların yitiğidir. Faydalı şeyler, Müslümanın cebinden düşen kayıp eşyasıdır. Nerede bulursa, kimde görürse almalıdır.
Anladılar ki, faydalı ve hayırlı olması şartıyla Müslümanlar her yeniliği alabilir, kullanabilirler." Gâvur icadıdır" diye faydalı şeylere sırt dönemezler.
HÜSREV EFENDİDE İLİM ŞUURU
Ahmet Şahin Hoca, herşeyin ölçülerinin maddeye endekslendiği ve değer yargılarının alt-üst olduğu günümüz dünyasında gerçek bir âlimin nasıl olması gerektiğini, bizzat yaşadığı akıllara durgunluk veren şu hâtırası ile nazarımıza arz ediyor:
O devrin âlimlerinden Hüsrev Efendi vardı. Ben bunlar gibi insanları görünce "Böyle insanlar daha gelmemiştir" diye düşünüyorum. Bu âlimleri zamanımızın profesörleriyle kıyaslamak bile yanlıştır.
Hüsrev Efendi Çengelköy'de oturur, her sabah oradan yürüyerek sahile iner, vapura binip Sirkeciye gider, oradan da otobüsle Fatih'e geçerdi. Öyleden ikindiye kadar dersini okutur, aynı yoldan geri dönerdi. Bütün bu zahmetli iş karşısında çok maaş almasını beklersiniz yanılırsınız. Çünkü değil normal maaş, bir kuruş bile almazdı. Sadece üzerine düşen Hak vazifesini yerine getirmek için bunu yapardı.
Birgün dersini anlatıyor, ama her zamankinden farklı olarak çok neşesiz ve hareketsizdir. Biz de dayanamayıp;
- Hocam bugün çok durgunsunuz, nedir bu hâl? diye sorduk.
"Yok birşey" gibilerinden birşeyler söylese de, biz çok ısrar edince söyledi:
- Tüberküloz olan kızım bugün vefat etti. Onun cenaze işleri vardı. Sonra "Cenaze şöyle de olsa böyle de olsa kalkacak, ama dersi aksatırsam mesul olabilirim" diye düşündüm ve buraya geldim. Geldim ama onun verdiği bir sıkıntıyla da durgunum, dedi.
Bu ne vazife şuuru Allah aşkına! Bu ne ilim sadâkati!
İnsanoğlu için gerçek hayat,ilim ve irfanla kabil olacağından,
öğrenip öğretmeyi ihmâl edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir. (M. FETHULLAH GÜLEN)




 
Üst