irade

mihrimah

Well-known member
قَدْ جَاءَكُمْ بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه وَمَنْ عَمِىَ فَعَلَيْهَا وَمَا اَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفيظٍ


En’am / 104. (Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.​

وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ اِنَّا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِمينَ نَارًا اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَاِنْ يَسْتَغيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِى الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءَتْ مُرْتَفَقًا


Kehf / 29. Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!​

اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبيلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا


İnsan / 3. Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.​
ذلِكَ الْيَوْمُ الْحَقُّ فَمَنْ شَاءَ اتَّخَذَ اِلى رَبِّه مَابًا


Nebe / 39. İşte o, kesin olarak gelecek gündür. O halde dileyen Rabbine varan bir yol tutsun.​

يَهْدى بِهِ اللّهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ وَيُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِه وَيَهْديهِمْ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ


Maide / 16. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.​

لَوْ اَرَدْنَا اَنْ نَتَّخِذَ لَهْوًا لَاتَّخَذْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا اِنْ كُنَّا فَاعِلينَ


Enbiya / 17. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi tarafımızdan edinirdik. (Bu irademizin eseri olurdu. Ama) biz (bunu) yapanlardan değiliz.​
TEFSİR…

اَلرَّحْمنِ الرَّحيمِ

Fatiha / 3. O, rahmândır ve rahîmdir.
"O Rahmân ve Rahim". Besmelenin tefsirinde bu iki sıfatın uzun uzadıya açıklamasını gördük. Burada meşhur bir konuya dikkat çekelim. Merhamet ve rahmet, muhtaç ve belaya uğramış birini beladan kurtarmayı ve onun yerine ona iyilik etmeyi ve nimet vermeyi hedef edinen bir acıma duygusudur demiştik. Bu duygu başlangıçta şefkat gibi acı duyma ve etkilenme cinsinden nefse ait bir arzu olarak başlar ve sonunda da güzel bir etki demek olan istiyerek nimet verme işini gerektirir ve yerine göre bu sonuç için sadece bir söz veya bir işaret bile yeterli olur. Biz "Falanca merhametli adamdır." dediğimiz zaman çoğunlukla gönül yufkalığı dediğimiz psikolojik durumu, etkilenme yeteneğini kastederiz, fakat pek merhametli, çok merhametli dediğimiz zaman da yaptığı iyiliğin sonuçlanıp ortaya çıktığını anlarız. Yüce Allah ise, sonradan meydana gelmenin alâmetleri olan değişme ve etkilenmeden uzak ve yüce olduğu için Allah'ın rahmetini insanlara ait merhamet gibi yukarıda zikredilen mânâ ile açıklayamayız. Bunun böyle olması gerektiğini bize hem aklımız, hem de şeriatımız söyler. Zira her ikisi de bize bunun ipuçlarını verir. Bundan dolayı müfessirler burada ifade açısından az çok bir mecaz bulunduğunu söylerler ki, bu da iki şekilde düşünülür:
1. Yalnızca merhametin gerekli sonucu olan kurtarma ve nimet verme mânâsı.
2. İnsanın, esas itibariyle iyiliğe yatkın olan yaratılışının gereği ve icabı olan iyiliği irade (dileme) mânâsıdır.Çünkü irade (dileme) bir edilgi (passion) değildir, mümkün olan bir işi yapma ve bir işi terketmeden birini tercih etme demek olan Allah'ın zatına ait bir sıfattır. Bundan dolayı birinciye göre rahmet, Allah'a ait fiilî sıfatlardan, ikinciye göre zâtî sıfatlardan olur.
Allah'ın rahmeti en mükemmel olduğu ve Rahmân-ı Rahim diye iki sıfatla da anıldığından dolayı burada iki mânâyı da kasdetmek daha uygundur. Rahman Allah'a ait bir sıfat olduğuna göre tabiat (instinet) ve devamlılık mânâsına gelen sıfat-ı müşebbehe olarak iyiliği dilemek zatına ait sıfatı, Rahim de pek fazla acıma mânâsı ile ism-i fâil olarak onun sonucu ve meydana çıkması demek olan nimeti vermek ve iyilik etmek fiilî sıfatı ile açıklanır. Bunun zıddını söyleyenler de olmuştur.
Fakat bazı uzman araştırmacıların yaptıkları araştırmaya dayanarak, bizim tercih ettiğimiz görüş şudur ki; Allah'ın sıfat ve isimlerinin mânâları mecaz değil hakikattirler. Mesela ilim ve irade (dileme) sıfatlarının mecaz olduğunu söyleyen yoktur. Halbuki bunlar Allah için kullanıldıklarında mânâları, insan için kullandıklarından ayrı olduğunda bütün bilginler fikirbirliği içindedirler. Mesela ilim, bir bilgisizliği giderme demek olduğu gibi, irade de insanda bir arzu ve istekten sonra meydana gelir ve böylece sonradan meydana gelmiş olan bir şeydir. Oysa Allah'ın ilmi ve iradesi bizim bu niteliklerimizin en yüksek başlangıç noktası olan ve öteden beri var olan yaratıcı sıfatlardır. Bunlar olmasaydı sebeblerin ilişkisi kanununa göre bizim ilim ve irademizi sınırlandırmak mümkün olmazdı. Bundan dolayı insanın hazırladığı şartlar ve imkanlar, ilim ve iradenin doğuştan şartları değil, yerlerine göre sonradan olan şeylerdir. İlmin gerçek anlamı manevî bir ayırımı gerektiren nitelik, iradenin gerçek mânâsı da yapılabilecek iki şeyden birini tercih etmeyi gerektiren niteliktir. Bundan dolayı Allah'ın diğer isim ve sıfatlarında da aynı şekilde düşünmek gerekir. Hele Allah'ın isimleri ve sıfatları insana ait olgunlukların üstünde bir olgunluk anlatan örfe ve şeriata ait hakikatler olduğundan şüphe edilemez. Bunun içindir ki, dilimizde öteden beri rahmet ile merhamet birbirinden farklı olarak kullanılmıştır. İşte bundan dolayı Allah'ın rahmeti ile insanın merhametini bir mânâda kullanmamız ve "Rahmân-ı Rahim"i çok merhametli ve çok merhamet edici diye tefsir etmemiz de doğru olmaz. Netice olarak başlangıçta, sonunda, ezelde, ebediyette sonsuz rahmet sahibi, sonsuz nimet ve bolluk, iyilik ve bağış saçıcı diye bir açıklama yapabiliriz ki, ikisinde de rahmetin hem (Allah'ın) zatına ait sıfatını göz önünde bulunduran iyiliği dilemesi, hem fiilî ve yaratıcı sıfatını göz önünde bulunduran belalardan kurtarma, nimetlere ve iyiliklere ulaştırma mânâlarını içine alması, hem geleneğin hem de şeriatin özüne uygun düşmektedir. Bilindiği gibi belaların mahiyeti, yokluk ve yokluğa götüren şeylerdir.
İyiliklerin mahiyeti de varlık ve varlığa götüren şeylerdir. Belalarla ilgili olan bütün acılarımız bizi, bir iyiliğin yok olması ile korkuttukları için derttirler. Bu dertlerin başı Allah'tan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaktır. Nimetler ve iyiliklerle ilgili olan bütün lezzetlerimiz de bize bir varlık payı müjdesini verdiklerinden dolayı lezzettirler. Bu lezzetlerin başı da Allah'a ve Allah'ın rahmetine inanmaktır. Dünya hayatı böyle yokluk ile varlığın, ızdıraplar ile lezzetlerin, ümitsizlik ile imanın, Rahmân'ın rahmeti, kendi çabası ve yardımlaşma sayesinde verilen bir mücadele şeklidir ki, bunların bu karşılıklı kavgadan çıkıp ebedî üstünlük ile galib olmaları da ahiret hayatını meydana getirir. Bundan dolayı bizim iyilik ve lezzetlerimizin başlangıcı, yokluktan varlığa getirilişimizdedir, nihayeti de sonludan sonsuza erişimizdedir.
Rahmân olan Allah'a ait rahmet bütün, olabilen şeylerin yokluktan varlık âlemine çıkarılmasını anlatan var etme iradesi ve varlık nimetini verme olduğundan her olabilecek şeyin varlık sahasına çıkarılmasını gerektirir. Çünkü var olmak, her iyiliğin ve her nimetin aslıdır. Rahman böyle bir iyilik iradesi ile bizi beden ve ruhumuzla meydana getirerek yaratan ve bununla beraber yaşama ve hayatımızın sebepleri olan nimetleri de hazırlayan ve bize ulaştıran büyük rahmet sahibidir ki, bu rahmetin kapsamı dışında hiçbir yaratık bulunamıyacağından buna büyük nimetler ile rahmet denilir. Bütün olabilecek şeylere var olma payı verilirken bu arada akıllı ve istediğini yapacak olan varlıkları yaratmak da Allah'a ait rahmetin kapsamlı olgunluğunun gereklerindendir. Çünkü bunda, mümkün olan varlıkların varlığının Cenab-ı Hakk'ın varlığına yaklaşması söz konusudur. O şekilde bu varlıklar kıdem (başlangıcı olmayan) ve hudus (sonradan meydana gelme), varlığı zaruri olanla mümkün olan, noksansızlık ve noksan, hemen hemen Allah'ın sıfatlarını temsil edebilirler. Fakat bunda çeşitli iradelerin bulunmasından dolayı var olmada bir çeşit sonradan meydana gelen ortaklık ortaya çıkar. Halbuki ortaklaşarak var olma ve var olmayı sürdürme mümkün değildir. Çünkü ortağının bulunması batıl yani bizzat var olmayan, olması imkansız ve muhal olduğundan her varlık tek başına ortaya çıkar ve çeşitli varlıklar, bir birlik meydana getirmedikçe varlıklarını sürdüremezler. Allah'a ortak koşmak, kendiliğinden var olan varlığı inkâr ve onu yok saymayı gerektirir. Bundan dolayı, kâinatta ister tabiat ve ister ahlâk açısından ne kadar kötülük düşünülürse hepsinin kökü çokluk ve ortaklık iddiasıdır. Bu da Allah'ın birliğinin mükemmelliğinin gereğidir. O halde hem böyle ortaklığa sebep olan birden fazla iradeler yaratarak onlara varlık payı vermek, hem de bunların denk olmalarını koruyarak bütün görülen varlıkları bir irade ile idare etmek ve devam ettirmek, öyle ince bir nimet ve öyle sonsuz bir iyiliktir ki, bunu da Allah'ın Rabbliğinin Rahîm'lik rahmeti temin etmiştir.
En mükemmel terbiye, işte bu gereklilik ile seçme arasındaki karışımın dengede tutulmasında, Rabb'in terbiye ediciliğinden kaynaklanan olgunluk ve kıvam da, filozofların yaratılış bilmecesi dedikleri rahimiyetin icabı olan denklemdedir. Bunun için önceki tefsir âlimleri Rahim'e ait rahmeti ince nimetler diye ifade etmişler ve maksat itibarıyla da ahirete ait nimetlerle tefsir etmişlerdir. Bu bir taraftan insanın elinde olan irade sahiplerinden her birinin iradelerine bir tercih payı vermek, bir taraftan da kazanmış oldukları haklarının maksadına göre hesaplarını görüp hak terazisindeki durumlarını tesbit ettikten sonra "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7-8) gereğince mükafat ve ceza ile sorumluluklarını uygulamaya koymaktır ki, bu ceza, o mükafatın garantisidir. Bundan dolayı Rahim olan Allah'ın yüce rahmetinin asıl hedefi bu mükafattır. Rahmân olan Allah'ın rahmeti içindeki başlangıçtaki varoluşla hiçbir varlık yolundan sapmaz. Rahîm olan Allah'ın rahmeti içindeki ikinci varlık ise irade sahiplerine ait olduğundan bunlarda vazifesinden sapanlar ve doğru teraziyi kendi iddialarıyla bozmaya uğraşanlar vardır ki, Rahim olan Allah'ın rahmetinin içine aldığı adalet hikmeti bu varlıkta böyle isteğe göre hareket etmeye bağlı olan bir ödül ve ceza denklemini kurmuştur. Yine bu denklemin genel terazisinde hiçbir ortağı olmayan Allah Teâlâ'nın Rahmân olan iradesi üstün gelmiştir. "O Rahmân arşa hükmetmiştir." (Tâhâ, 20/4).
O Rahmân diyor ki: Ey insanlar! Siz isteseniz de istemeseniz de diğer âlemler gibi size de varlık ve varlığın devamına ait nimetlerimi, iyiliklerimi tükenmez hazinemden verdim ve veririm. O Rahim de diyor ki: Ey akıl sahipleri! Ey irade sahipleri! Siz diğerleri gibi değilsiniz, onlar sadece Allah'ın Rahmân iradesinin büyüklüğüne mahkumdurlar. Siz ise benim rahmetimin kemal ve inceliklerini gösteren irade ve arzumu temsil ederek bana yaklaşmak ve en büyük hoşnutluğumu elde etmek için yaratıldınız. Size, onlardan fazla olarak istediğiniz ve isteyerek çalıştığınız şeyleri de istediğim kadar veririm, fakat Allah'ın birliğinin zorunluluğu (vücubu) karşısında Allah'a ortak koşmak ile varlık ve varlığın devamı imkansız olduğundan, sizin nefislerinizdeki birden fazla olma ve çoğalmanın ve maksatlarınızda benim arzumdan başka sadece kendinize ait cimrice görüşler takip eden, çeşitli ve değişik iradelerinizin sizi Allah'a ortak koşmaya ve hepinizi yok olmaya sürükleyen tarafınızı düzenlemek ve adalet ile rahmetin varlık dengesini temin etmek için en sonunda sizi sorumlu tutacağımı da hatırlatırım. Haydi Allah'ı inkar etmeyiniz, ona ortak koşmayınız, Allah'a yakınlık ve hatta vekillik için Allah ve Allah'ın iradesi yolunda sevgi ile, iyilik sevgisiyle, doğrulukla, adalet ve merhametle, iman içinde çalışınız da iradeleriniz, kazanılmış amelleriniz o sonsuz mükafata, o en büyük hoşnutluğa sebep olsun. Özetle benim Allah'lık özelliğim büyüklükten kaynaklanan bir yok etme, bir baskı ve öldürme şeklindeki tasarruf değil, böyle Rahmân olma ve Rahim olma ile nimeti artıran yüce ve güzel bir Rabb'lık özelliğidir. "Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de horluk. İşte onlar cennet halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." (Yûnus, 10/26).
İşte Rahim sıfatında tam müjde içinde böyle bir uyarma mânâsı da gizlidir. Fakat bu, ilk söylendiğinde bazı kimselerin irade ile gururlanmasına yol açtığı için onlara şöyle bir şeyi hatırlatmak düşünülür. Acaba âlemlerin Rabbi, irade sahiplerini yarattıktan sonra geleceğin kaderini büsbütün onlara mı terketmiştir? Kendisi ululuk perdesinin arkasına çekilmiş değil midir? O halde Hak Teâlâ, varoluş bakımından bütün âlemlerin başlangıç noktası ve Rabbi olsa da şimdiki zamanda insanların işine bizzat karışmamış ve geleceğin de dolaylı bir Rabbi olmuş olmaz mı? O halde geçmişin sahibi Allah iken şimdiki zaman ile geleceğin; bu günün ve yarının fiilî maliki ve sahibi, mükafat ve ceza gününün hükümdarı, o irade sahipleri olmak gerekmez mi? Bu halde irade sahiplerinin, alacağını zorla almak ve sorumluluk korkusundan uzak kalmak için takdirini kendisi belirleyip geleceğin "yaptığından dolayı sorguya çekilmeyen" hükümdarı olmaya çalışmaları gerekmez mi? Böyle bir şeyin akla gelmesi, insanların şimdiki zamanda sahip göründükleri irade-i cüz'iyye (Allah'ın insana verdiği az ve zayıf irade)ye kayıtsız bir irade-i külliye ve her türlü kayıttan uzak bir seçme serbestliği ve bir yaratıcı kudret değeri vererek kendilerini herşeye gücü yeten ve kayıtsız şartsız serbest olan ve sonsuza hükmeden birer fail-i muhtar (istediğini yapmakta serbest olan) Tanrı gibi bir kuruntuya düşmelerinden kaynaklanan bir şirk iddiasından ileri gelir ki, insanoğluna ait bütün belaların, bütün haksızlıkların sebebini işte bu yanlış düşünce oluşturur. Allah'ın adalet ve rahmeti bunun üzerindeki değişiklikleri yapmasa ve düzenlemese insanlık topluluğu üç gün içinde birbirini yer bitirir. "İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı." (Rûm, 30/41). Halbuki dünyada ve hele hayatta her an insan iradesi dışında yeni yaratılışlar meydana gelmekte olduğundan dolayı kuvveti kendisinin zanneden o kuvvetli pazuları, bir an içinde -Allah korusun- bir felç, ilâhî bir darbe en güçsüz acizler sırasına koyuverir. Mısır'daki piramitler içinde saklanan ve bir gün gelip te açılacak olan mumyalı gövdeler ve onların kurutulmuş simalarındaki sönük, oyuk gözler, eski Mısır Firavunlarının dağlar deviren görkemli bünyelerinde ve şimşekli bakışlarındaki kuvvetlerin, artık ne efendisi, ne sahibidir. Bunun gibi nice örneklerle anlaşılır ki varlığın, hayatın gerek geçmişte ve gerek gelecekte ilk ve son idaresi bütünüyle Allah Teâlâ'nın kudret elindedir ve onun mülküdür. O, zannedildiği gibi yalnız herşeyin başlangıcı değil, hem başlangıcı, hem de her şeyin sonudur. Oluş ve yok oluşlarla dolu olan bu fani âlemde başlangıcı ve sonu başka başka görenler, ezelde ve ebedde de durumu aynen böyle zannetmesinler. Başlangıçta işi yapanla en son gaye olan gerçekte birdir. Düşünülürse cansız cisimlerin yuvarlak oluşu, zamanın dönmesi merkez ve çevresinden bize bunu haber verir; doğan insan güçsüz, ölen insan yine güçsüzdür.
Bu önemli noktayı hissedenlerin bir kısmı geçmiş ve gelecek şöyle dursun, şimdiki zamanda bile sade cebir (zorlama) yani insan iradesini inkâr etme görüşünü ileri sürmüşlerdir. Zaten insan, kuvvet buldukça hep ben, güçsüz düştükçe hep sen veya hep o demek ister. Ortada apaçık görülen gerçek ise ne öyle, ne böyledir. İşin gerçeği ikisi arasındadır. İnsanlık gövde ile ruhun, akıl ile kalbin, kabiliyet ile faaliyet göstermenin, çaresizlik ile istediğini seçmenin bileşkesidir. O, ne kayıtsız şartsız mecburi, ne de kendi başına buyruk kimsedir. Bu konuda ilk bakışla, son bakış birbirinin aynıdır. Felsefî bir inceleme iddiası ile işi zorlaştıranlar ne çaresizlik yönünü inkâr edebilirler, ne de serbestlik yönünü. Mecburiyete derece ayırmak, serbestliğe bir makam vermektir, serbestliğe makam ayırmak da mecburiyete makam vermektir. Ne sade zorlama (fatalite) ile sade çaresiz bulunma (determinizm)'nın mecburiyet iddiaları, ne de kayıtsız ve tam hürriyet (liberalizm) davasında bulunanların herkes istediği şeyi yaratmada serbesttir iddiaları, hiçbir zaman hakikat terazisinin açık seçik ve şaşmaz ölçüsüne vurulamazlar. İnsanın çaresizlik yönü Allah'ın kuvvetinin şahidi, seçim yönü de Allah'ın iradesinin şahididir. O, kendi kendine kalırsa yok olmaya mahkum, yaratıcı kudretin yaratması ile de var olmaya mecbur olur ve aynı zamanda Allah'ın rahmeti ile dilediği işi yapmada serbesttir. Ve bu sayede kaderinin bir kısmını kendi isteği ile yazar. Kısacası bu iki şahitlikle insan bu varlıkta ve bugün, şu an, şu şimdiki zamanda Allah tarafından bağımlı ve iğreti bir geçici hayatta, bu kayıtlı mülke ve Allah'ın müsaadesine nail olmuş, onun yerine yetki sahibi olmuş yani bir memuriyeti elde etmiş olduğunu ne inkâr etmelidir, ne de bu yetki ve memurlukta kendini azl edilmez ve sorumlu tutulmayan bir esas görevli zannetmelidir. İnsan, gelecekteki mükafat ve cezayı verecek değil, alacaktır. Hem de şimdiki zamandaki bütün kuvvet vasıtaları, iğreti mülkü kesildiği zamanda alacaktır. Almak durumunda bulunmak ise mülk sahibi olma durumu değil, ihtiyaç halinde bulunmaktır. Ve tam mülkiyet, hem elde bulunma, hem de kontrol açısından bir şeye sahip olmaktır. Bu ise, yerleriyle, gökleriyle, mekanlarıyla, zamanlarıyla, fertleriyle, çeşitleriyle, basitleriyle, bileşikleriyle, maddeleriyle, kuvvetleriyle, kabiliyetleriyle, faaliyetleriyle bütün alemlerin yaratanı, sahibi, icad edeni ve terbiyecisi olan Allah Teâlâ'nın mutlak mülküdür.
PIRLANTA SERİSİ…
İsteme, dileme, arzu ve isteklerin gerçekleştirilip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme ma’nâlarına gelen irâde; hayatını kalp ve ruh seviyesinde yaşayanlarca: “Nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun murâdında fâni olma” şeklinde anlaşılmış ve ta’rif edilmiştir.
Mürîd; kendi güç ve kuvvetinden teberrî edip, zerreden sistemlere kadar herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan Kudreti Sonsuz’un irâdesine râm olan.. murâd ise, Hakk arzusuyla dopdolu hâle gelmiş; bütün bütün mâsivâya “O’ndan başkası” kapanmış.. O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir şeye istek ve iştihası kalmamış.. dolayısıyla da Hakk’ın murâd ve matmah-ı nazarı “gözde” olmuş bahtiyar ruh demektir.
İrâde; “ -İş ve davranışlarında sırf O’nu ister ve dilerler” (En’âm, 6/52; Kehf, 18/28) gerçeğine göre, Hakk yolunun yolcuları için ilk menzil ve Sonsuz’a yelken açanlar için de bir ilk konaktır. Nâmütenâhîye açılan hemen herkes, ilk defa bu liman ve bu piste uğrar.. sonra da bu birinci durağın anilmerkez gücüyle yükselir, hedefe doğru yol almaya başlar. Bu yol alış, şahsın safveti, madde ile irtibatı ve merkezdeki gücün iticiliğiyle mebsûten mütenâsib (doğru orantılı) dir. Hakk’ın tevfîki ve irâde gücüne göre, kimileri bu mesafeyi yerde yürüme sür’atiyle, kimileri peyk, füze ve ışık hızıyla, kimileri de her türlü kemmiyet ölçüleri üstünde kat’eder. Nebî’de miraç, velîde arşiye, dervişte seyr-i sülûk, Hakk’ın tevfîkiyle desteklenmiş irâde, mürîd ve murâda ne parlak birer misâldirler.
Mürîdle irâde arasında bir alâka vardır ama, bu daha çok bir iştikâk alâkasıdır. Sebeblerin, sathî akıllar nazarında, ilâhî izzet ve azamete perde olması gibi, izâfî bir varlık sayılan insan irâdesi de “ -Dilediğini dilediği gibi yapan” (Bürûc, 85//16) Zât’ın irâdesinin gölgesinin gölgesidir. Gölge asla tâbi olduğu gibi, yaratılan irâdeler de yaratıcı irâdeye tâbidirler. Gölgede vehmedilen parlaklık, canlılık ve câzibenin, aynalara akseden sûretlerin parlaklık, canlılık ve câzibesinden farkı yoktur... Ne var ki, yolun başındakiler için bunu anlayıp kavramak pek de kolay değildir.
Mürîd, irâdesini mutlak irâdeyle irtibatlandırıp murâd ufkuna ulaşacağı ve bedenden rûha, cisimden kalbe, düşünceden vicdana yükseleceği âna kadar, kat’iyen “fark”tan kurtulamaz.. kurtulamaz da, irâdeyi ayrı, irâde edeni ayrı ve murâdı da hep ayrı görür. Evet, Hakk yolcusu, yolun başlangıcında mürîd, nihâyetinde murâd.. kulluğu tabiatına mâletme gayreti içinde mürîd, Hakk’la münâsebetlerin, fıtratın ayrılmaz bir yanı haline geldiği noktada murâd.. sevilip-arzu edilme yollarını araştırma faslında mürîd, herşeyde O’ndan bir kısım izler görüp sevgi ve ma’rifet arası gelip-giden ve bu geliş-gidişiyle zevk-i rûhânî kaneviçesini ördüğü zaman da murâddır.
“İlme’l-yakîn”in başlangıcından “Hakka’l-yakîn”in nihâyetine kadar bu çok geniş mesafede, nisbî pek çok ibtidâ ve intihâlar vardır. Meselâ: Pek çoklarına göre “ -Rabbim sînemi aç, rûhuma genişlik ver” (Tâ-Hâ, 20/25) bir intihâdır. Ama “ -Biz, Senin sîneni açıp rûhuna genişlik vermedik mi?” (İnşirâh, 94/1) mazhariyetine göre bir ibtidâdır. Kezâ “ -Rabbim göster cemâlini göreyim Seni” (A’râf, 7/143) kendi makamında bir son ama,“ - O’nun gözü ne kaydı ne de kamaştı” (Necm, 53/17) ufkuna göre bir başlangıçtır. Bunun gibi “ -Şüphesiz benimle beraberdir Rabbim ve bana yol gösterecektir” (Şuarâ, 26/62) bir maiyyeti idrâk ifâdesidir. Ama, “ -Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) hakikat-ı âliyesiyle kâbil-i kıyas değildir.
Mebde’de, sadâkat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda, ciddiyet, temkîn ve edeb. Mebde’de kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itab görür ve hırpalanırlar.
Mükellefiyetleri yerine getirmede hassasiyet ve sürekli Hakk’a yalvarıp yakarma irâdeyi besleyen önemli kaynaklarından biridir. Bunun ötesinde, Hakk inâyetinin, insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutup yakalayan eli haline gelmesi ise, onun nâfilelerdeki titizliğine bağlıdır.
İRADE
Herhangi birşey yapıp yapmama hususunda, karar verme gücü veya “eğilim” diye tarif edeceğimiz “İrade muhtariyeti” insan olmanın şiârı ve ahlâkın biricik esasıdır. O olmadan ne fazîletten ne de insanlıktan bahsetmeye imkân yoktur.
Bir insanda irâde şuuru, onun kendi kendini idrak etmesi demektir. Bunun aksi ise ferdin deformasyonu ve bozulmasıdır ki böyle bir bozulmaya maruz kalan fert, hareketlerinde kararsız, düşüncelerinde de şaşkınlık içindedir. Onun bu kararsızlık ve şaşkınlıktan kurtarılması; dönüp yeniden kendini bulması ve irâdesiyle bütünleşmesi sayesinde mümkün olacaktır. Yoksa onun ne ruhunda istikrar, ne hareketlerinde denge, ne de “kendi olma” yolunda bir gayrette bulunması kat’iyyen tasavvur edilemez.
İradeli hareket, bir ilk plân ve karara muhtaçtır. Bu da zihnin hayat ve faaliyetlerine bağlıdır. Bu itibarla, tanıyabildiğimiz varlıklar arasında, irâdeli hareket yalnız ve yalnız insanoğluna has bir keyfiyettir. Yüce Yaratıcı’nın insanı şereflendirme ve kendi irâdesine bir davetçi, bir ilk sebep kılma maksadıyla onun derûnuna yerleştirdiği irâde, öyle bir şifre-çözen ve meş’aledir ki; bu meş’ale nerede yanarsa bütün kevn-ü mekânları idare eden Zat’ın nuru ve irâdesi de orada tecellî eder. Cüzî irâdesini Yaratıcı’nın sonsuz irâdesiyle bütünleştiren insan, sınırlı irâdesiyle sınırsızlığa ulaşır; iktidarsızken güçlü, âcizken kuvvetli, katre iken derya, zerre iken güneş ve bir hiçken bütün bir varlık kesilir!..
Evet, sınırlı dahi olsa insan irâdesi, Hakk’ın nâmütenahî irâdesinden, yeryüzünün bu en güzîde varlığına aksetmiş ilâhî bir armağandır. Bu armağanı şifreli bir anahtar kabul edip kullanabilenler, en muğlak mes’eleleri çözmeye, en karanlık noktaları aydınlatmaya, en muhkem görünen kapıları açmaya ve hazinelerin en kıymetlisini elde etmeye muktedir olabilirler.
İrade, sadece bir düşünce olmadığı gibi, bir hamle de değildir. O; ruh gücünün, gönül zindeliğinin, bedenî faâliyetlerin en birinci kaynağı ve dayanağı olduğu gibi, imkânlarının sınırlılığı içinde insana, sonsuzlaşma yollarını açan biricik sebeptir. Bu sebebi elde etmenin şuurunda olanlar, bir hamlede, dünyalar dolusu problemleri çözmeye muktedir olabilecekleri gibi, cehennem kapılarını kapayıp yıldız yıldız cennetlere uzanan yolları da keşfedebilirler.
Her dava ve düşünce evvelâ, irâdenin plân ve projeleriyle varlığa erer. Onun itici gücü ve çekici kuvvetiyle en sarp ve derin engebeleri aşarak zirvelere ulaşır. Sonra da yine onun yukarı âlemlere bağlı esrarlı oyunlarıyla, devamlılık kazanır ve yerinde kalır. Ay’la aramızdaki mesafe, şahlanan irâdenin kanatlarıyla aşıldı. Ağrı’nın zirvesi onunla didik didik edildi. Okyanuslar, küllî irâdenin tecellisine vesile, insanoğlunun elindeki bu meş’aleyle aydınlandı. Önümüzdeki günlerde, fezanın büyük bir kısmı da yine bu ışıkla nurlanıp okunan bir kitap haline gelecektir.
İnsanoğlunun, kalbî hayatını koruyup kollaması, çevresini saran binbir musibete karşı mukavemeti ve şehevanî arzularını aşarak insanlığını idrak etmesi de yine irâdenin dil ve duasına bağlıdır. Azim ve irâdesiyle, Rahmet-i Sonsuz’la münasebete geçen insan, O’nun kuvvetine dayanmış, himayesine girmiş ve nefsâniliğin gayyâlarına yuvarlanmaktan kurtulmuş olur. Evet, her var oluş ve yükseliş irâdenin kanatlarına bağlı olduğu gibi, her yıkılış ve tükeniş de o kanatların kırılmasıyla yakından alâkalıdır.
Birer kartal gibi zirveleri kollayan Bel’am ve Bersisa’nın1 irâde isteyen küçük bir husus ve bir anlık gafletle başaşağı olmalarına karşılık; Mısır azîzinin sarayında, dört bir yanı şehvetle sarıldığı bir zamanda, nefsin olanca saldırılarını Hakk’ın bir bürhanıyla2 tersyüz eden Azizoğlu Aziz, şahlanan ruhuyla fâni güzellik ve görkemine bir başka renk katıyor ve başı gökler ötesi âlemlere ulaşıyordu!..
Hayatın her dönemecinde, insanoğlunun zaaflarını kollayan bir sürü ifritten mes’ele ve gulyabâniler karşısında, ancak; irâde gücüyle kanatlanıp kâinatları elinde tutan, Sonsuz Kudret’le rezonans olmuş babayiğitler mukavemet edebilirler. Her yeni hâdiseyle biraz daha bilenen, her musibetle sertleşip gerilime geçen ve gelip etrafını alan düşmanlıklar üzerine bir tufan gibi yürüyen babayiğitler...
Her gürültüde paniğe kapılan, sarsıntının en küçüğüyle yıkılıp giden, dişini sıkıp dayanması gerektiği yerde dağınıklığa düşen, duygu ve düşünceleriyle oturaklaşamamış acemî ruhlar, muvakkaten göz kamaştırıcı ışıklar neşredip, yürekleri hoplatsalar bile, ebedî aydınlatıcı olamaz ve kitleleri şaşkınlık berzahından kurtaramazlar. Kurtarmak şöyle dursun, böylelerinin çıkardığı her gürültü, hasım dünyaların tahrik olmasına ve hizmet cephesi için şartların ağırlaştırılmasına sebebiyet verecektir. Asırlık kin ve nefretlerle bilenmiş, hasım bir dünya tarafından sezilmeden, hiç olmazsa belli bir süre için, aşma mecburiyetinde olduğumuz zaman tünelini, emniyetle geçebilmemiz için:
“Dışıyla mukassî, içiyle muallâ olmak;
Fevvâre değil, girdap gibi muammâ olmak...”

gerektir. Bunun içindir ki yıllarca, asırlarca beklemesini bilen, dört bir bucaktan gelip etrafını saran fırtınalara “pes” demeyen ve sonsuzluk yolunda bir Hakk-dostuna rehberlik yapan kedi gibi3 başı dönmeden, bakışı bulanmadan “yâ ebed!” deyip coşan ulu irâdeli, sarsılmaz yürekli, diri ruhlar olma mecburiyetindeyiz.
Rica ederim bana, bir yumurta başında ortalığı velveleye veren farfaracılardan bahis açmayınız!.. Bugün ruh-u perişanım, denizlerin derinliklerinde, ızdırap yudumlayıp gözyaşı soluyan ve bir kanlı çile içinde inleyip duran, mercandan bir nağme beklemektedir. Köpek balıklarına inat sahildeki insanları coşturacak bir nağme!.. Sadece ruhların sezebileceği, alabildiğine sessiz ve gösterişten uzak bir nağme!.. Durak4 ve beklemeleri yerinde, gönüllere sindire sindire, bu mübarek yolun karasevdalılarının iniltilerini aksettiren bir nağme!..
İRADE ve İMTİHAN
Sual: “İrade ile imtihan olma” mes’elesini nasıl anlamalıyız?
Cevap: İnsanın fizyonomisi, anatomisi, biyolojisi gibi onun maddî, cismanî varlığına yönelik hususları âlem-i halk; irade, vicdan, şuur, his gibi manevî yönleri de âlem-i emr içinde mütâlâa edilir. Ayrıca bu dört temel rükün haricinde latife-i Rabbaniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hâfî ve ahfâ da yine âlem-i emr içinde değerlendirilir.
Âlem-i emri teşekkül ettiren bütün bu unsurlar, doğrudan doğruya ruhla irtibatlıdır. Bunların “seyr ü sülûk”da, bizim dünyevî hayatımız adına da, uhrevî hayatımız adına da va’dettiği şeyler vardır.. ve tabiî ki, bunların insana ihsan edilmesiyle birlikte, onlarla hedeflenen bir nihaî gaye, bir finalite de söz konusudur ki, insan dünya hayatında hep bu gayeye erişebilme peşinde koşar.
Yalnız şu husus da kat’iyen unutulmamalıdır ki, insanın bu gayeye erişebilmesi, insan-ı kâmil olmasıyla yakından alâkalıdır. Şayet gaye, cismanî arzuların tatmini veya cennet nimetlerinden istifade, Cemalullah’ı müşahede ise, insanın bu sonucu elde edebilmesi, kendine lütfedilen bu duyguları, bu potansiyel istidât ve kabiliyetleri kullanmasına bağlıdır. Bu da ancak amel etmek ve çok temrinâtla olur. Onun için insan, daima Abdülkerim Cîlî’nin kitabında anlattığı ve kitabına ismini verdiği “İnsan-ı Kâmil” olmakla duyup hazzedebilecek ve vâridâtına erebilecektir.
Evet, “fıtratın gayesi, hilkatin neticesi imân-ı billahtır”; onun ardından muhabbetullah, peşi sıra zevk-i ruhanî, onun bir devamı olarak da aşk, aşkın insan ruhunda hasıl ettiği şevk; hatta bu mevzuda hayrete dalma, kendinden geçme makamı sayılan vecd, vecde girmek için bazen tevâcüd, vecdin katlanmış şekli olan mevâcîd.. ve bunlardan bir girizgâhla ayrılıp farklı bir varyantta cereyan eden cezb.. iradenin söz konusu olmadığı incizab.. ve incizabın son sınırı “Yakîn gelip çatıncaya kadar ibadet şuuru.” Evet işte bütün bunlarla, bir bakıma fıtratın gayesi, hilkatin neticesi olan insan-ı kâmil seviyesi yakalanabilir.
İradeye gelince; başta da belirttiğimiz gibi, o âlem-i emr içinde, vicdan mekanizmasının dört temel unsurundan birisidir. İrade, Bediüzzaman Hazretleri’nin sehl-i mümteni’ diye nitelendirebileceğimiz o enfes üslubuyla ifade ettiği gibi “bir meyelân (eğilim) veya meyelândaki tasarruftur.” Evet Üstad’ın, çok veciz ve kısa bir şekilde dile getirdiği bu hakikatı, Seyyid Şerif Cürcânî, Teftâzânî gibi kelâm ilminin dâhi imamları, kitablarında birçok sayfa ayırarak ancak izah edebilmişlerdir.
Evet irade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, o iki şeyden herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır. Aslında bu, bir şart-ı âdidir. Ve tabii bu şart-ı âdide, sebeple-müsebbeb arasında tenasüb-ü illiyet prensibine göre bir münasebet de aranmaz. Yani cihanları aydınlatan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunma ile aydınlanma veya koskoca sistemlerin yıkılması veya teessüs edilmesinin, sizin bir üfürüğünüze bağlanması ve sırf sizin üfürüğünüzle o sistemin yıkılması veya kurulması gibi.
Misallerde de görüldüğü üzere, burada sebep ile netice arasında münasebet, kat’iyen söz konusu değildir. Aslında ve normal şartlar altında o sebebin, bu neticeyi meydana getirmesi imkânsızdır. İşte Bediüzzaman Hazretleri bu çerçevedeki iradeye, sair kelâmcılar gibi “nisbî, kisbî irade” adını veriyor.
Şimdi bu kısa ve öz açıklamalardan sonra, irade ile imtihan olma mes’elesini incelemeye çalışalım:
1- Öncelikle biz irademizle imtihan oluyoruz. Bu kadar küçük bir şeyle (eğilim veya eğilimde tasarruf) nasıl böyle büyük neticeler elde edilebiliyor? Halbuki, sebeble müsebbeb arasındaki münasebetin, aklî ve mantıkî buudlarda olmaması, bize O’nun büyüklüğünü ve o mutlak büyüklüğün çok önemli bir buudunu gösteriyor. -Yalnız bu buud tabiri kemmiyet ve keyfiyet ifade ettiğinden, bunun Allah’a isnadı hata olabilir. Eğer hata ise Rabbim affetsin- Evet, Bediüzzaman Hazretleri’nin ısrarla üzerinde durduğu gibi bir çekirdekten koca bir çam ağacının meydana gelmesi, bir yumurtadan veya daha doğru bir ifadeyle yumurtanın içindeki küçücük bir “ukde-i hayatiye”den civcivin meydana gelmesi.. hepsi Allah’ın kudretinin, kuvvetinin birer tecellisidir. İşte bizim iradelerimiz de bu ölçüde bir şeydir. Yani o çekirdeğin veya o ukde-i hayatiyenin bir ağaç ve bir civcivdeki rolü ne ise, bizim iradelerimizin de yapageldiğimiz işler ve o işlerin neticelerindeki -ne kadar büyük olursa olsun- rolü odur. Aslında bütün bunlar “Allah-u Ekber” gerçeğinin birer göstergeleridir. Onun içindir ki günde beş defa ezan vesilesiyle minarelerde 30 defa Allah-u Ekber diyor veya dinliyoruz. Hatta “ -Daha yok mu?” ufkunda dolaşan mü’minler, bunu kafi görmüyorlar da namazların sonunda 33 defa “Allah-u Ekber” diyerek bu hakikatı bir kere daha ilân ediyorlar.
2- İradenin mahiyeti ne olursa olsun, madem ki Allah bazı şeyleri onun üzerine bina etmiştir; öyleyse ona itibar etmek lazımdır. Zira Allah, geleceğimizi, bizim iradelerimiz üzerine kurmuştur, yani geleceğimiz adına irade, bir bakıma plân ve proje gibidir. Onun için Ehl-i Sünnet olarak biz, ne Mu’tezilîler gibi ifrata, ne de Cebrîler gibi tefrite düşmeden, iradeye gerçek değerini vererek dengeyi korumuş oluyoruz. Evet, bazıları “doğduğumdan bu yana hep O’nun dediği oluyor” deyip iradenin hiçbir kıymeti olmadığını iddia ederek, bazıları da iradeyi herşey görüp, hatta “O’nun haricî vücudu bile vardır” diyerek imtihanı kaybediyorlar. Ehl-i Sünnet’e gelince onlar, “irade itibarî bir varlıktır. Madem Allah (cc), irade üzerine çok şeyleri bina etmiştir. Öyleyse iradenin küçüklüğüne veya yaratmanın, yaratılanın büyüklüğüne bakıp aldanmamalı” diyor ve böyle bir düşünce ile; veya düşüncede istikameti yakalamakla imtihanı kazanıyorlar.
İşte biz, bu çerçevede iradeye gerçek değerini verip Ehl-i Sünnet çizgisini yakalıyor, geleceğimize, hususiyle de işleyeceğimiz günahlara, hep bu açıdan bakıyoruz.
3- İradenin Allah’ın gösterdiği istikamette ve makul sınırlar içinde kullanılması da çok önemlidir. Meselâ sizler, savunageldiğiniz dava adına ölesiye koşturur ama iradenizin hakkını tam vermez, onu dengeli bir biçimde kullanmaz, kullanamaz veya iradenizi kuvvetlendirecek sair unsurlar ile onu besleyemezseniz birtakım önü alınmaz yanlışlıklar içine düşmeniz her zaman söz konusu olabilir. Yani Asr-ı Saadet şablonunu, içinde yaşanılan şartları, insan ve irade faktörünü hesaba katmadan, “hizmet için sokağa dökülecek, silahlı mücadele yapacak, siyasî yolları deneyecek, âlemle yaka-paça olacak ve hedefe bu yolla yürüyeceğiz” der, ayak diretirseniz, irade mevzuunda imtihanı kaybetmiş sayılırsınız. Halbuki irade, mantıkî ve hissî boşluklara çarpmamalı, çeşitli destekleyici unsurlarla daima beslenmelidir. Hatta bu bağlamda irade, mutlaka şuur ile birleştirilmelidir. Böylece o, daha bir derinliğe ulaşacak ve mehbit-i vahy-i İlâhî veya ilhâm-ı İlâhî olan lâtife-i Rabbaniye, irade hesabına harekete geçebilecektir. İşte o zaman vahyin veya ilhamın aydınlatıcı tayfları altında irade, ister ubudiyet isterse hizmet alanında çok farklı buudlara ulaşacaktır ki, Allah da yapılan ibadet ve hizmetlerin birini binlere yükseltecektir. Mantıkî ve hissî boşluklar içine düşülmeden yapılan böyle iradî hizmetler neticesi imtihan da kazanılmış olabilir.
4- İrade-imtihan münasebeti açısından mes’elenin bir diğer buudu da şudur: Bizim kendimize ait vazifeleri yapıp kat’iyen şe’n-i Rububiyet’in gereğine karışmamamız gerekir. Evet, bu da yine bir irade mes’elesidir. Zira bizim, Allah’ın yapacağı şeylere talip olmamız, irademizi aşan bir mevzûdur. Kaldı ki gücümüzü, takatimizi aşan şeylere talep, neticede bizim ye’se düşmemize ve imtihanı kaybetmemize de sebep olabilir. Onun için buna da, yine Üstad’ın eserlerinde verdiği ölçüler içinde bakmalıyız. Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde; harbe giderken vezirleri Celâleddîn Harzemşah’a demişler: “Sen muzaffer olacaksın”, o da onlara: “Ben Allah’ın emriyle cihad etmekle mükellefim. Galip veya mağlub etmek Allah’ın vazifesidir” diye cevap vermiş. Aslında buna “vazife” demeli mi, dememeli mi çok bilemiyorum? Ama başta Üstad olmak üzere, bu kelimeyi, Allah hakkında birçok kelâm uleması kullanmıştır. Belki mukabelenin bahis mevzuu edildiği bir yerde “Allah’ın vazifesi” demekte şer’î bir mahzur olmayabilir. Ancak ben yine de, Cenab-ı Hakk’a ait noktada, “şe’n-i Rububiyet” demeyi tercih ediyorum. O büyük Üstad ve diğerleri beni affetsinler!
Evet, bu ülkede yakın geçmiş itibariyle Mehmed Akif, Süleyman Nazif gibi insanlar hep ümitsizliğe düşmüşlerdir. Necip Fazıl’ın tabiri ile “milletin künde künde üstüne” yediği o dönemde, bu devâsâ kâmetleri ümitsizliğe iten herhalde bahsini ettiğimiz mes’eleyi bütünüyle kavrayamamaları olsa gerek..
Netice itibariyle bize kulluk yapmak düşer. Allah’a karşı: “Ben böyle yaparsam, sen böyle yapar mısın?..” türünden gizli de olsa, pazarlık yapıyor gibi tavırlar takınmak çok yakışıksız şeylerdir ve kat’iyen kulluk sınırları içinde mütâlâa edilemez. O halde biz, bize düşeni yapıp şe’n-i Rububiyet’in gereğine karışmadığımız takdirde, irade ile alâkalı imtihanı kazanmamız söz konusu olduğu halde, aksine bir şey söylememiz mümkün değildir.
Burada şöyle bir soru da akla gelebilir: “İrade ile imtihan yine irade ile kazanılmayacak mıdır?” Evet, irade ile imtihan, yine irade ile kazanılacaktır. Onun için iradenin devamlı olarak güçlendirilmesi gerekir. Bunun için dua ve istiğfar, çok ama çok önemli iki faktördür. Üstad Hazretleri: “İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir” diyerek bu hakikate parmak basar. İnsan, Hz. Sâdık-ı Masduk’un hadîslerinde ifade buyurduğu ve cehennemin kendisi ile çevrili bulunduğu şehevâtla, yani yeme-içme, yatma-kalkma ve bütün bu bedenî arzuları gıcıklayıcı duygularla, düşüncelerle ihata edilmiş ve çepeçevre sarılmıştır. Öyle ki, insanın bu istikamette bir adım atması, onun gidip şehevâtın içine gömülmesine vesile olabilecek mahiyettedir. Aslında, hadîste ifade edilen şehevâtı, bazılarının anladığı gibi sadece insanın karşı cinse beslediği arzu mânâsına yorumlamak doğru değildir. Burada şehevât, daha umumî ve küllî mânâdadır. Böyle bir yaklaşıma göre, kumar oynama, içki içme, zina etme şehevâtın bir buudu olduğu gibi, tûl-i emel, yeme-içme, gereksiz gezme-dolaşma da, şehevâtın ayrı bir buudunu teşkil eder. İnsan bunlardan herhangi birisine takıldığı takdirde, nefs-i emmaresine avlanır gider.. ve gün gelir tamamen onun esiri ve zebûnu olur. İşte bütün bunlara karşı istiğfar, her türlü şerrin ve şerre meyelânın kökünü kesen bir tılsım haline gelir.
Bu anlamdaki istiğfarı biraz daha açacak olursak; meyelân-ı şerrin kökünü kesen istiğfar, geçmiş günahlara nedamet etmek, hal-i hazırdaki istikameti korumak ve gelecek adına günahlara karşı tavır belirleyerek, bunda kararlı olmak.. ve dahası sürekli bunu vurgulamak, bir diğer ifadeyle Allah’a yöneldiğini vicdanında tam duymak demektir.
Meyelân-ı hayra kuvvet veren duaya gelince; Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde, bizleri duaya teşvik ederken: “ -Dua edin, duanıza icabet edeyim.” (Mü’min, 40/60) “ -Eğer kullarım benden sorarlarsa, ben onlara çok yakınım..” (Bakara, 2/186) buyurmaktadır. Diğer bir ifadeyle kullarım sakın ye’se düşmesinler; zira, bir kere ben onlara şah damarlarından daha yakınım.. onlar şayet fiilen dua edemiyorlarsa kavlen dua etsinler.. onu da yapamıyorlarsa gönülleriyle bana yönelsinler; yani eğer dilleriyle söyledikleri şeyler, onları tatmin etmiyorsa, vicdanlarındaki mülâhaza enginliğine kendilerini salıvererek şöyle diyebilirler: “Allahım, ben şu mes’elede 30-40 cümle ile senden bir şeyler istedim. Halbuki enbiyâ, asfiyâ, evliyâ, mukarrebîn ve ebrârın istediği veya istenmesi gerekli olan nice şeyler vardır ki istememişimdir; ben onları bilememiş, idrak edememiş, istememiş olabilirim. Şimdi bu mülâhazaların hepsini birden nazara alıyor, bütün ruhumla sana bir kere daha teveccüh ediyor ve rahmet kapının tokmağına dokunup inliyorum.” Evet, himmetimizi âlî tutup, mülâhazalarımızın derinliği ile Rabbimizin kapısına aciz, iktidarsız bir varlığa gider gibi değil de, bizlere her gün bin cennet verse, hazinelerinde zerre kadar eksiklik olmayacak Gani-yi ale’l-ıtlâk’a müracaat ediyor gibi gitmeli.
Ayrıca “ - Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne ehemmiyetiniz var)” (Furkan, 25/77) âyetinin ifade ettiği hakikate göre, insanın çok önemli bir yanı, onun dua ile Allah’a teveccühüdür. Çünkü sair ibadetler dua kadar halis olmayabilir. Zira diğer ibadetlerin bazıları riyaya, sum’aya açıktır, bazıları da zahirî sebepler çerçevesi içinde zorakî yapılabilir. Halbuki dua, esbabın bi’l-külliye sukûtu noktasında, insanın başvurduğu bir silah gibidir. Duada sebeplere müracaat edilmez. O, bir nisbette riyaya ve sum’aya da kapalıdır. İnsan dua sayesinde, hiç kimsenin olmadığı bir mekânda bütün gönlüyle Rabbisine teveccüh eder, ellerini açar, kendini secdeye atar, gözyaşları ile seccadesini ıslata ıslata ve yana-yakıla yalvarır durur.
İşte bu çizgi üzerinde yapılan dua, meyelân-ı hayra kuvvet verir, yani hayır yapma açısından insan iradesine güç ve kuvvet kazandırır. Nitekim Allah Rasulü (sav), farklı rivayetlere göre günde 70 veya 100 defa istiğfar ediyor. Hayatının hemen her safhasında horoz ötmesinden, yeni elbise giymeye.. varıncaya kadar, değişik durumlarda hep dua ediyor. Aynen bunun gibi bizler de başlangıçta biraz zorlama ile olsa bile, yapa yapa zamanla hem duanın, hem de istiğfarın çocuğu haline gelebiliriz. İşte bütün bunlar irade ile ilgili ubudiyet buudlu imtihanlardır.
Bu uzun faslı Yunus Emre’nin irade ile alâkalı mısralarıyla bitirelim:
Aciz kaldım zalim nefsin elinden
Şol dünyanın lezzetinden doyamaz.
Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin
Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

İlâhî gaflet gömleğin giyene,
“Müslüman” der misin nefse uyana?
Kazanıp kazanıp verir ziyana
Hakk yoluna bir pulunu kıyamaz.

İlâhî, gafletten uyar gözümü,
Dergâhında kara etme yüzümü
Yunus eder, gelin tutun sözümü
Dünya seven, ahireti bulamaz.
İRADE
Mu’cize ve kerâmet haktır ve Allah (celle celâluhû) dilerse âdiyâtı (normal ve sıradan hadiseleri) paramparça eder; fevkalade şeyler ortaya koyar. Fakat, hiçbir nebi planlarını bu fevkaladeliklere göre yapmaz. İşlerini sebeplere göre planlar. Uhud’da Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerindeki zırhının üstüne bir zırh daha giymesi, gereken tedbiri alması söyleniyor. Zira, yapılması gerekenleri yapmadan herşeyi Cenab-ı Hakk’a havale etmek cebrîlik (cüz’i iradeyi kabul etmemek, insanın hareketlerinin kendi elinde olmadığına inanmak) olur. Üstad hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de insana verildiği söylenen emaneti “ene” (benlik) olarak yorumluyor. Ene’nin en önemli rüknü iradedir ve insanın davranışları ona bağlanmıştır. Bir manada insan, iradesiyle insandır. Bize düşen de; hayatımızı fevkalâde, harikulâde türünden beklentilere bağlamak değil iradelerimizin hakkını vererek yapılması gerekenleri yapıp neticeyi Yüce Rabbimizin muradına bırakmaktır.
Yaptığı şeylerde insanın niyetlerini belirleyen faktörlerin Kur’ani ölçülerle iyi tesbit edilmesi lazım; insan ulvi gayelerle iyi şeyler yaptığını düşünürken aslında başka saiklerle hareket ediyor olabilir. Bu sebeple, insanın kendisinden endişe duyması kötü değildir. Kendisinden endişe duymayanın akibetinden endişe ederim.
SEBEPLERE RİAYET VE İLÂHÎ İRADE'YE MUHALEFETTEN KAÇINMA
Allah'ın Meşietine vabeste hususlarda sabırsızlık göstermemek lâzım. İrade, insanın en önemli yanı, onu insan yapan gerçek husûsiyetidir ama, onun için bazen de bir dezavantaj olur. İrademizi Allah'ın iradesine teslim etsek, O'nun kâinat için, hayat için koyduğu kuralları çok iyi bilip, onlara hakkıyla riayet etsek, karışıp karıştırmasak, her şey çok daha iyi yürür. Eko sistem, insan ile değmeden nasıl aslî dengesi içinde yürüyor ve insanın yersiz müdahaleleriyle bozuluyorsa, içtimaî sistem de aynen öyle yürür. Helâl yolda kullanıldığında tenâsül adına hayırlı bir fonksiyon yüklenen şehvet, suiistimal edildiğinde nasıl insanı insanlıktan çıkarıyor ve en büyük günahlara meşcerelik yapıyorsa, bunun gibi, irade de, yerinde kullanılmadığı, yanlış yerde kullanıldığı, İlâhî İrade'ye muhalefet ettiği zaman, insanın başına belâlar açar.
İrade ve sebepler, Allah'ın fiillerimizi yaratmasında, çok küçük ve çok ince de olsa, bir esastır. Bunu yerli yerine kullandığımızda, İlâhî İrade'ye, Allah'ın rızasına râm olduğumuzda, O bize farkında olmadığımız öyle kapılar açar ki, biraz tefahhus ve tecessüs içinde olur, hayatımızı duyarak yaşarsak, bunun farkına varırız. Çokları insanın ledünniyatıyla meşgul olmuş, onun iç dünyasını araştırmıştır. Fakat biri var ki, bu sahaya çok daha iyi girmiş, çok derinlere inmiş. İnsanın diğer duyularına ilâveten, keşfettiği sâika ve şâika adlı iki histen daha bahsetmektedir. Ortada hiç sebep yokken içinizden bir şey yapmaya şevk duyar, bir yola, bir yöne sevk edildiğinizi hissedersiniz. İşte bu, O'na teslimiyetinize O'nun bir insanıdır. Size öyle ihsanlarda bulunur, sizi öyle işlere sevk eder ki, yaptıklarınızı yapmaya dâhîler muvaffak olamaz. Fakat burada bir diğer önemli şart daha var ki, her yaptığınızı Allah'ın ahkâmına uygunluk içinde yapacak, en doğru bildiğiniz kararlarınızı ve uygulamalarınızı bile günde birkaç defa test edecek, bu konuda büyükler ne demiş, vicdanımız ne diyor, onları dinleyecek ve talebinizde ciddî olacaksınız. O zaman, "men talebe ve cedde, vecede - Talep edip, talebinin gereğini ciddiyetle yerine getiren, talep ettiğine ulaşır" şaşırınca, ummadığınız, düşünemediğiniz ufuk ve hedeflere sevk edildiğinizi görürsünüz.
RİSALE…
İrade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz'-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.
İRADE-İ İLAHİYE
Bütün mevcudat nasılki bir ilm-i muhîte delalet ve şehadet eder. Öyle de: O ilm-i muhît sahibinin irade-i külliyesine dahi delalet eder. Şöyle ki: Herbir şey'e, hususan herbir zîhayata pek çok müşevveş ihtimalât içinde, muayyen bir ihtimal ile ve pek çok akîm yollar içinde neticeli bir yol ile ve pek çok imkânat içinde mütereddid iken gayet muntazam bir teşahhus verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünki herşey'in vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde ve semeresiz akîm yollarda ve karışık ve yeknesak sel gibi mizansız akan câmid unsurlardan gayet hassas bir ölçü ile, nazik bir tartı ile ve gayet ince bir intizam ile, nazenin bir nizam ile verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus; bizzarure ve bilbedahe belki bilmüşahede, bir irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir. Çünki hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihab etmek; bir tahsis, bir tercih, bir kasd ve bir irade ile olur ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir. Meselâ: İnsan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın makinası hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan.. ve yüzer muhtelif azası bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan.. ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları; kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kat'î ve zarurî bir tarzda onların Sani'inde bir irade-i külliyeye delalet ederler ki, o irade ile, o şey'in herşey'ini tahsis eder ve o irade ile her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir vaziyet giydirir.
Elhasıl: Nasılki eşyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli âzanın, esasat ve netâic itibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl kat'î olarak delâlet ediyor ki; umum hayvanatın Sani'i birdir, Vâhid'dir, Ehad'dir. Öyle de: O hayvanatın ayrı ayrı teşahhusları ve sîmalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki; onların Sani-i Vâhid'i, fâil-i muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz; kasd ve irade ile işler. Mâdem ilm-i İlâhîye ve irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın şuûnatı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette bir kısım feylesofların irade-i İlâhiyeyi nefy ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalaletin, cüz'iyata adem-i ıttılaınıiddia etmeleri ve tabiiyyunun, bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri; mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuunatı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünki hadsiz şehadet-i sâdıkayı tekzib eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur.
İşte, meşiet-i İlahiye ile vücuda gelen işlerde; "İnşâallah İnşâallah" yerinde, bilerek "tabiî tabiî" demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et...
BİR NİMETİN ŞAMİL OLMASI
Bir nimetin umumî ve herkese şamil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delalet etmez. Ve o nimetin bir kasd ve iradeden gelmemesine emare olamaz. Meselâ: Göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif etmediği gibi, gözün kıymetini tenkis etmeye de sebeb olamaz. Ve keza hususî ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet behemehal bir mün'imin eser-i kasd ve iradesidir.
NÜKTELER...​
İRADENİN ZAFERİ
New York'taki Manhattan ile Brooklyn arasındaki nehir üzerine kurulmuş olan Brooklyn Köprüsü bir mühendislik harikasıdır.
John Roebling adında yetenekli ve idealist bir mühendis, 1883 yılında gösterişli bir köprü projesi yapmış. Ancak köprü inşaat uzmanları ona bu projeyi unutmasını, çünkü böyle bir köprü kurmanın imkansız olduğunu söylemişler.
Roebling, geleceği parlak bir mühendis olan oğlu Washington'u köprünün inşa edilebileceğine ikna etmiş. Baba-oğul birlikte bu işin nasıl başarılabileceği ve engellerin nasıl aşılacağı üzerinde epey fikir jimnastiği yapıp zihin ve yürek teri dökmüşler.
Her nasılsa, bankacıları proje için gereken maddi desteği vermeye de ikna etmişler. Sonra da dizginlenemez bir heyecan ve enerjiyle adamlarını tutmuş ve hayallerindeki köprüyü inşa etmeye başlamışlar.
Projenin devreye konmasının üzerinden daha birkaç ay geçmemişken inşaat sahasında meydana gelen acı bir kazada John Roebling ölmüş, oğlu Washington da ciddi biçimde yaralanmış.
Washington'un beyni şiddetli zarar gördüğü için, ne konuşabiliyor ne de yürüyebiliyor muş. Köprünün nasıl inşa edilebileceğini yalnızca baba-oğul Roebling'ler bildiği için, herkes bu büyük projenin çöpe gittiğini sanmış. Washington Roebling, hareket edemediği ve konuşamadığı halde zekası hâlâ zehir gibiymiş.
Bir gün hastanede yatağa mahkûm vaziyette yatarken Washington'un aklına bir iletişim şifresi oluşturma fikri gelmiş. Yalnızca tek bir parmağını oynatabilen Washington bu parmağıyla karısına dokunmuş. Uzun uğraşlar sonunda parmağını vurarak, yani parmak işaretleriyle karısına köprü inşaatını sürdüren mühendislere neler söylemesi gerektiğini anlatmış.
Yatalak mühendis on üç yıl boyunca, evet tam on üç uzun yıl boyunca hasta yatağından tek parmağıyla verdiği direktiflerle gösterişli Brooklyn Köprüsü sonunda tamamlanmış.
GÜZELLİK KALICIDIR ACI GEÇİCİ
"Büyük şeyler meydana getirmek için acı ve ıstırap çekmek gereklidir."
(Antonlo Fogozzias)

Fransız resim sanatının önemli simalarından Henri Matisse (1869-1954), Auguste Renoir'dan (1841-1919) yaklaşık 28 yaş daha genç olmasına karşın, iki ünlü ressam iyi arkadaşlardı ve sık sık görüşürlerdi.
Hayatının sonlarına doğru Güney Fransa'da bir köye yerleşen Renoir, son on yılında evinden çıkamazken Matisse onu her gün ziyaret etti. Romatizma nedeniyle neredeyse hiç hareket edemeyen Renoir parmaklarını dahi hareket ettiremiyordu.
Fakat bu ağır hastalığına karşın fırçayı eline bağlayarak resim yapmaya çalışıyordu.
Bir gün Matisse, yaşlı ressamın her fırça darbesinde duyduğu büyük ıstırapla mücadele ederek stüdyosunda çalışmasını seyrederken dayanamayıp sordu: "Auguste, romatizmadan kıvrandığın, bu kadar acı çektiğin halde neden resim yapmayı sürdürüyorsun?"
Renoir yalnızca, "Güzellik kalıcıdır, acı ise geçici..." cevabını verdi.
Böylece Renoir neredeyse öldüğü güne kadar tuvalinde çalışmaya devam etti. En ünlü resimlerinden biri olan "Yıkananlar" tablosunu ölmeden yalnızca iki yıl önce, hastalığa yakalandıktan on dört yıl sonra tamamladı.
AYAKLARIYLA AMELİYAT YAPAN CERRAH
"Üstesinden gelinmesi gereken zorluklar olmasaydı, insanoğlu en büyük zenginliği olan basanlarından tad alma duygusunu yitirirdi. Derin ve karanlık vadiler olmasaydı, dağların doruktan o kadar güzel olmazdı.
(Helen Keller)

Francisco Bucio'nun bir cerrah olmaktan daha fazla istediği bir şey yoktu. Yirmi yedi yaşına geldiğinde bu düşü gerçekleştirmede epey yol almıştı. Yeteneğiyle Mexico Şehir Hastanesi Plastik Cerrahi Bölümü'nde haklı bir yer edinmişti ve bir kaç yıl içinde kendi özel muayenehanesini açabilecekti.
Ancak tarihler 19 Eylül 1985'i gösterdiğinde Francisco'nun dünyası başına yıkıldı. 8,1 şiddetinde tarihin en büyük depremlerinden biri 4200'den fazla insanın hayatına mâl oldu. Depremin insanların düşlerinde yol açtığı yıkım ise ölçülemezdi. Sarsıntılar başladığında Francisco beşinci kattaki odasındaydı. Deprem sona erdiğinde ise zemin katında tonlarca yıkıntının altında kalmıştı.
Zifiri karanlık içinde oda arkadaşının can çekişme seslerini duyuyordu. Bu arada, ameliyatlar yaptığı sağ elinin büyük bir çelik direğin altında kaldığının farkına vardı. Acı içinde, çılgıncasına elini kurtarmaya çalıştı. Bunu başaramayınca paniğe kapıldı. Kan dolaşımını sağlayamazsa elinin kangren olacağını ve kesileceğini bir doktor olarak biliyordu.
Şuur ve şuursuzluk arasında saatlerce gidip gelen Francisco, giderek zayıf düşüyordu. Ancak dışarıda Bucio ailesinin olağanüstü bir gayreti vardı. Francisco'nun babası ve altı erkek kardeşi, el arabaları ve küreklerle molozu kaldırmak için deli gibi uğraşan gönüllülerin arasına katıldılar. Ailesi umudunu hiç yitirmedi. Dört gün sonra Francisco'ya erişebildiler.
Bölgedeki profesyonel kurtarma ekipleri Francisco'yu çıkarmak için elini kesmek gerektiğini söylediler. Francisco'nun iyi bir cerrah olma düşünü bilen ailesi, bunu kabul etmedi. Bu yüzden kurtarma ekibi Francisco'nun eline düşen direği kaldırmak için fazladan üç saatlerini harcadılar. Çıkardıkları gibi onu bir hastaneye yetiştirdiler.
Bu elim hadiseyi izleyen aylar boyunca, Meksika halkı başkentlerini, Francisco Bucio ise büyük hayalini yeniden kurmak için çalıştı.
İlk adım Francisco'nun ezilen elini kurtarmak için cerrahların yaptığı on sekiz saatlik ameliyat oldu. Ancak günler geçtikçe Francisco'nun umudu azalıyordu. Parmaklarındaki sinirler yenilenmeyince doktorlar başparmağı dışındaki dört parmağını da kestiler. Artık Francisco kararını sağ elinin geride kalanını kurtarmak olarak değiştirmişti. Ertesi birkaç ay içinde beş ameliyat daha geçirdi. Ancak elini hâlâ kullanamıyordu. Sağ eli olmadan hastalarını nasıl ameliyat edebilirdi? Francisco yeni çareler arayışına girdi.
Bu arayış onu San Francisco Davies Hastanesi'nde Mikrocerrahi Başkanı Dr. Harry Buncke'ye götürdü. Dr. Buncke eldeki kesik parmakların yerine ayak parmaklarını naklederek cerrahide yeni bir çığır açmıştı. Francisco, Dr. Buncke'nin kendisi için son umut olabileceğini anlamıştı. Ameliyat başarılı olursa işin geri kalanını halledeceğine kendi kendine söz verdi.
Doktor Buncke ameliyatla Francisco'nün iki ayak parmağını alıp yüzük ve serçe parmağı olarak eline monte etti. Bir süre sonra, Francisco sıkı çalışma sonucunda üç parmağıyla nesneleri tutabilir duruma geldi. Böylece düğmelerini iliklemek gibi kolay işleri becermeye başladı. Bu zorlu ameliyatın ağır etkisini üzerinden attıktan sonra, Francisco bütün gücünü yoğun bir terapi ve egzersiz programına verdi, iğne deliğinden iplik geçirebilmek için saatlerce acı içinde uğraştı. Daha sonra adını okunaklı bir şekilde yazmaya çabaladı. Dr. Buncke, ona şöyle demişti. "El kendini ihtiyaçlara göre ayarlayan bir yapıdır, ihtiyaç büyükse el becerisi de artar."
Elinin eskisi gibi iş görebilmesi için aylarca süren çalışmadan sonra Francisco, Mexico City'ye geri döndü ve hastanede belirli vak'alarla sınırlı olmak üzere doktorluğu sürdürdü. Hâlâ olimpiyatlara hazırlanan bir atlet gibi çalışıyordu. Kondisyon sağlamak için yüzüyor, elini güçlendirmek için her gün binlerce düğüm atıp çözüyor, kumaşlar üzerinde dikiş çalışması yapıyor, yiyecekleri ufak parçalara doğruyor ve yeni parmaklan arasında lastik toplar döndürüyordu.
Başlangıçta en kolay işler bile eline yakışmıyor ve yorucu geliyordu. Ancak Francisco her işi hakkını vererek yapana kadar inat ediyordu. İki elini de kullanabilen biri olmak İçin sol elini de çalıştırıyordu.
Ve Francisco'nün büyük bir imtihan vermesi gereken gün geldi çattı. Bir operatör doktor, Francisco'nün yaralan temizleme ve kapatmaktan, ben almak gibi kolay ameliyatlara doğru gelişme gösterdiğini gözlemlemişti. Burnu kırılmış bir adamın ameliyatına Francisco'nun da katılmasını istedi. Ameliyat son derece hassasiyet istiyordu ve Francisco, yalnızca araç-gereci doktora verme görevini üstleneceğini sanıyordu. Ameliyatta doktor, hastanın burnunda kullanmak üzere kaburgasından kıkırdak almaya hazırlanıyordu ki Francisco'ya döndü ve kıkırdağı onun almasını istedi.
Francisco, bu hadisenin onun için bir dönüm noktası olduğunu biliyordu. Bu işi başarırsa cerrahlığa dönebilecekti. Herhangi bir terslik ise onu yıkıma uğratacaktı. Cesaretini ellerinde toplayıp kıkırdağı özenle yerinden aldı. Başka bir cerrahın on dakikada yapabileceği bir işi Francisco bir saatte yapmıştı. Ama bu bir saat, tam bir zafer gösterisiydi.
Bugün, Francisco Bucio yüksek saygınlığı olan bir plastik cerrah. Tijuana'da iki ayrı yerde vazife yapıyor ve uzmanlık dalının ihtiva ettiği bütün ameliyatlara girebiliyor. Ayrıca fakir ailelerin çocukları için ücretsiz ameliyatlar gerçekleştiriyor. "Ben altı ameliyat geçirdim," diyor. "Kendimi onların yerine koyabiliyorum. Korkmanın ne demek olduğunu biliyorum."
Kimileri onu sevdiklerinden, "ayaklarıyla ameliyat yapan cerrah" diye takılıyorlar. Francisco bunlara aldırmıyor. Yüzünde bir gülümseme ile şöyle cevap veriyor: "Elim güzel görünmeyebilir ama gayet İyi çalışıyor. Bu mucize, en çok sevdiğim işi yapmamı sağladı. Şimdi, kendi mucizelerine ihtiyacı olanlara bir şeyleri geri veriyorum."
Hepimiz, hayatımızda şu ya
da bu biçimde engellerle, zorluklarla daha doğrusu değişik imtihanlarla karşılaşırız. Ancak inancı, azmi, iradeyi, sabrı ve derin bir tutkuyu motor gibi kullanırsak yanlış geldiğimiz yoldan geri dönebilir ve hayallerimize giden yolda adım adım başarıyla ilerleyebiliriz.

İRADE SAHİPLERİNİN ŞEREFİ
Farz-ı muhal olarak, Cenâb-ı Hak bizim bu dünyaya geliş şeklimizi kendi ihtiyarımıza bırakarak bizlere hikmet lisanıyla bildirseydi ki; isterseniz sizi dünyaya öyle bir nevi mahlûk olarak göndereyim ki. sadece benim irademle işlerinizi görüp, benim dediğim şeyleri yiyiniz ve benim gösterdiğim yerlerde yaşayınız. Veya, sizi öyle bir tarzda göndereyim ki, siz benim takdim ettiğim herşeyin en iyisini kendi ihtiyar ve iradenizle intihâb ediniz. Yani, kendi iradenizle herşeyin iyisini yiyiniz, iyisini İşleyiniz... Bu durumda bizler cihetteki bu ikinci şıkkı seçecektik.
İşte, bahsedilen birinci nevi mahlûklar hayvanat, ikinciler ise insanlardır. İnsana verilen cûz'î ihtiyarînin kıymet ve ehemmiyetine bu misâlle bir derece bakabilirsiniz.




 
Üst