Hizmet

mihrimah

Well-known member
وَمَا لَهُمْ اَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا اَوْلِيَاءَهُ اِنْ اَوْلِيَاؤُهُ اِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

Enfal / 34. Onlar Mescid-i Haram'ın mütevellîleri olmadıkları halde (müminleri) oradan geri çevirirlerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellîleri takvâ sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.

وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ غِلْمَانٌ لَهُمْ كَاَنَّهُمْ لُؤْلُؤٌ مَكْنُونٌ

Tur / 24. Hizmetlerine verilmiş, (kabuğunda) saklı inci gibi gençler etraflarında dönüp dolaşırlar.

اَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَجَاهَدَ فى سَبيلِ اللّهِ لَايَسْتَوُنَ عِنْدَ اللّهِ وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

Tevbe / 19. (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

لَا يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنينَ غَيْرُ اُولِى الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ عَلَى الْقَاعِدينَ اَجْرًا عَظيمًا

Nisa / 95. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.

لَا يَسْتَاْذِنُكَ الَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ وَاللّهُ عَليمٌ بِالْمُتَّقينَ
Tevbe / 44. Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir.

TEFSİR...
لَا يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنينَ غَيْرُ اُولِى الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ عَلَى الْقَاعِدينَ اَجْرًا عَظيمًا

Nisa / 95. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
Bir şeyi yapmaya üşenip oturana "kâıd" denilir. savaşa gitmeyip geri kalanlara da "kâidün", yahut "ku'ad" denilir. Bu kelimeler, "kâidûne ani'l-harb" yani savaştan geri kalanlar demektir.
DARAR, bir şeye gelen eksikliktir ki, hastalık veya körlük ve topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve çok zayıf hastaya "darir" denilir. Askerin yiyecek, içecek ve yakacak gibi ihtiyaçlarını ve savaş alet ve gereçlerini tedarik etmekten aciz olmak da bu mânâdadır. Bundan dolayı zararlılar, dertliler, sakatlar, acizler ve özürlüler, bunların dışında kalan ise, sıhhatli, sağlam ve gücü yetenler demek olur.
Bu âyetin başlangıçta mutlak olup bu "özür sahibi olmaksızın" kısmının sonradan indiği rivayet edilmektedir. Bera b. Azib'den rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği zaman Resulullah (s.a.v.) "Üzerine yazı yazılabilecek bir şey ve kalem getiriniz, diye emredip "Müminlerden oturanlarla cihad edenler eşit olmaz." yazdırmıştı. Bu sırada İbnü Ümmi Mektum gelmiş orada bulunuyordu. Bu sahabi anadan doğma kör idi. "Allah'ım! Ben özürlüyüm, bana ruhsat var mı?" dedi. Bunun üzerine, âyetin kısmı indi.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in katibi Zeyd b. Sabit'ten de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) âyeti indiğinde, bunu bana yazdırıyordu. İbnü Ümmi Mektum geldi: "Ey Allah'ın Resulü! Cihada gücüm yetseydi cihad ederdim, fakat körüm" dedi. O sırada Resulullah (s.a.v.)'a vahiy baygınlığı geldi, ağırlaşıp bayıldı. Dizi dizimin üstüne geldi. Öyle ağır geldi ki ezip ufalayacak zannettim. Çok korkmuştum. Sonra ayıldı, {*} dedi. Daha sonra, "yaz" dedi: İbnü Abbas'tan da şöyle rivâyet edilmiştir: Bedir savaşı olduğu zaman Bedir'e katılıp katılmayanlar hakkında âyeti inmişti. Abdullah b. Ümmi Mektûm bunu işitti ve Ebu Ahmed b. Cahş b. Kaysi'l-Esedî ile beraber, "Ey Allah'ın Resulü! Biz körüz, bize ruhsat var mı?" dediler. Bunun üzerine, kısmına kadar bu âyet indi. Bunlar gösteriyor ki, sakat olanlar ve gücü yetmiyenler, güçsüzler demektir ki, bunların dışında kalanlar da sıhhatli, sağlıklı ve güçlü olanlar demek olur. Ayrıca İbnü Abbas'ın, ın mânâsı dır, dediği rivayet edilmiştir. Bu kavram, "ziyan" anlamına gelen "zarar"dan alınmış olarak düşünülürse daha genel bir anlam ifade eder. Zira "zarar sahibi" sözü, hem zarar görenleri, hem de zarar verenleri kapsar. Zararlı, aciz bulunanlar kendilerinde eksiklik olduğu gibi ister istemez cihada gidemediklerinden dolayı sevap bakımından zarar görmüş; güçleri varken savaşa gitmeyenler de ya kendilerine ihtiyaç duyulduğu halde gitmedikleri veya isyan etmekten çekinmedikleri takdirde hem savaş ve güvenliğe zarar vermiş, hem de günahları sebebiyle zarar görmüş olurlar. Özürlüler zararda ve zararlı oldukları gibi bunlar da zararlı ve zarardadır. Şu halde ikisi de kapsamı içine girerler. Dolayısıyla bunların dışında olup da oturup kalanlar, güçleri olduğu halde savaşa gitmeyen ve gitmemekle beraber zararı da olmayan hayırlı ve emin kişiler demek olur. Onun içindir ki, {*} "Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir" buyruluyor.
İşte bunlar aslında en güzel şeyle müjdelendikleri halde cihad edenlerle karşılaştırıldıklarında onlara denk olamayacakları ve cihad edenlerin derecelerinin dünya ve ahirette bunlardan üstün olduğu ve ayrıca ilâhî rahmet ve bağışlama hususunda gerek bu oturanlardan gerekse cihad edenlerden her birinin kendi sınıflarında da birçok derece ve rütbelere ayrıldıkları anlatılmış ve bu suretle cihadın her zaman herkesin yapması gereken bir farz olmayıp öncelikle farz-ı kifaye olduğu bildirilmiştir. Çünkü cihad herkesin yapması gereken bir farz olsaydı, gücü kuvveti yerinde olduğu halde oturanlara en güzel şey değil, azap vaad edilirdi.
Görülüyor ki, oturanlarla cihad edenlerin genel bir karşılaştırılmasının yapılması uygun görülmemiş, bu karşılaştırma sadece özürlü olmadıkları halde oturanlarla mücahidler arasında yapılmış, özürlü olanlar bu karşılaştırmanın dışında tutulmuştur. Çünkü az önce anlaşıldığı üzere zarar sahibi olarak savaşa gitmeyip oturanlar iki kısımdır. Bir kısmı özürlü, bir kısmı da güçlü, isyankar ve zarar verici olanlardır. Özürlü olanlar bu âyetle genel olarak yükümlülükten hariç tutuldukları gibi, bunlar arasında bir taraftan özür ve ızdırabının şiddetine sabredip dayanmak, öte yandan cihadın erdemini takdir ederek, cihad edenlerle beraber bulunamadığından dolayı kederinden kanlı yaşlar döküp onların kurtuluş ve zaferleri için dua ve "Allah ve Resulüne sadık kaldıkları takdirde..." (Tevbe, 9/91) irşadına uyarak Allah ve Resulü için hayır dilemek suretiyle manevî cihad içinde bulunanların ahirette mücahidler derecesinde mükafat ve sevap elde edebilmeleri ihtimali anlatılmak için bunlar mücahidlere eşit olmama özelliğinden hariç tutulmuşlardır.
Güçlü, isyankar ve zarar verici olanlar ise derece hak edecek değil, azap hak edeceklerinden, Allah yolunda cihad edenlerle eşit olmaları şöyle dursun, savaşa gitmeyip oturan salih kişilerle bile eşit olamayacakları için onlarla karşılaştırılma faziletinden hariç tutulmuşlardır. Özetle, istisnada asıl, olumluyu olumsuz, olumsuzu olumlu yapmak olmayıp, sadece bir kısmını hükümden dışarda tutmak ve {*} "istisna ettikten sonra geri kalanla hüküm vermek" olmasına dayanılarak, burada "eşit olmaz" hükmünden istisna edilen "özürlüler" hakkında aynı seviyede bir eşitlik hükmü lazım gelemeyeceğinden, "özürlülerin dışında kalıp da savaşa katılmayanlar mücahidlerle eşit olamazlar, ama özürlüler genellikle eşit olurlar" gibi bir anlam çıkarmamalıdır. Aslında burada özürlülerin eşit olup olamayacağı hakkında bir hüküm verilmemiştir. "Onlar ya hiç eşit olamazlar veya içlerinde eşit olanların bulunması düşünülebilir" diye anlamalıdır. Ayrıca, şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu karşılaştırmada mücahidler de mutlak bırakılmamış, öncelikle iki şeyle kayıtlanmıştır. Birisi, bu cihadın Allah yolunda olması, diğeri ise mal ve canla yapılmasıdır. Esasen şeriat örfünde "mücahidîn", Allah yolunda savaşanlar demek olduğu halde Allah yolunda, kaydının bir kez daha açıkca söylenmesi, bu erdeme ulaşmak için niyetin son derece samimi olması gerektiğini ve her savaşanın değil, her cihad edenin bile bu karşılaştırmaya dahil olamayacağını hissettirir.
"Mallarıyla ve canlarıyla" kaydı da, bu samimi niyetten sonra, savaşa katılmayıp oturanlardan daha üstün olabilmek için, cihad edenlerde bu iki özelliğin birlikte bulunmasının da şart olduğuna işarettir. Mücahidlerin yaptıkları harcamalara savaşa katılmayanların malî yardımları karıştığı takdirde, bunların dahi cihatta hisseleri bulunacağından o zaman iki taraf arasında eşitsizlik ve üstünlük hükmü kesin ve genel bir şekilde söz konusu olamayacaktır. Savaşa katılmayanlar arasında, mücahidlerden daha üstün olmasa bile onlara eşit olanlar bulunabilecektir. Fakat bu da savaşa katılmamasından dolayı değil, malıyla cihada katılmasından dolayı olduğu için, fazilet katılmayanlar tarafından değil, mücahidler tarafındadır. Ancak şu var ki, bazan bu mücahidlerin sahip oldukları faziletin kaynağı fiilen savaş saflarında bulunmada değil, arkalarında cihada katılmayanların içinde duran büyük cihad mücahidleri arasında olabilir. Nitekim Halid b. Velid ve benzeri mücahidler Müseylimetu'l-kezzab ile çarpışırlarken hiçbiri Medine'de duran ve bütün bu cihadı sevk ve idare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'den daha mücahid ve daha faziletli olmadılar. Aynı şekilde Kisra ve Kayser ordularıyla çarpıştıkları zaman mücahidler ne Hz. Ömer, ne de Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha mücahid ve daha faziletli değil idiler.
Burada "kaidin" (savaşa katılmayanlar) ve "mücahidin" (cihad edenler) kelimeleri örfte kullanılan anlamları gereğince, kendi ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait bulundukları kesin olmakla beraber, asıl mânâlarında kuud, yani oturma, tembelliği akla getirdiği ve mücahede ise, bütün gayretini harcayarak ve zahmetler çekerek uğraşmak ve çalışmak demek olduğu ve örfte o mânâları ifade etmeleri, bu mânâdaki özelliklerinden kaynaklandığı için, bu mukayese ve karşılaştırma genel olarak çalışanlarla çalışmayanların da eşit olamayacaklarını ve herhangi bir hususta Allah yolunda iyi niyetle çalışanların oturanlardan daha üstün olduğunu ve şu kadar ki, kötülük ve zarar için çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında tutulduklarını da işaret yoluyla ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında, Allah yolunda mal ve can ile cihad etme kavramının "Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidâyet ederiz", (Ankebut, 29/69) âyetinde olduğu gibi o kadar geniş kapsamı vardır ki, savaş meselesi bunun bölümlerinden biri demektir. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v.) savaştan geri döndükleri zaman, "Küçük cihattan büyük cihada döndük" hadis-i şerifleri ile ruh terbiyesi ve nefsi düzeltme ile uğraşmanın büyük cihad olduğunu duyurmuşlardır.
Özetle, müminlerden özürsüz ve zararsız olarak savaştan geri kalanlar, malları ve canlarıyla, Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar. Açıkçası, Allah cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kıldı, çalışanlara çalışmayanların, Allah yolunda savaş edenlere etmeyenlerin üstünde fazla bir derece verdi. Bununla beraber Allah hüsnayı, yani en güzel sevap olan cenneti ikisine de vaad etti ve vaad ettiği halde böyle yaptı. Bu böyle olunca kendilerine cennet vaad edilmeyen ve savaştan geri kalmaları izne bağlı olmayıp zarar ve günah teşkil ettiğinden dolayı kendilerine azap vaad edilen, o savaşa katılmamış olanların mücahidlerle bir olamayacakları öncelikle anlaşılır. İkisinin de güzel inançları ve iyi niyetleri olduğu ve cennet ikisine de vaad edildiği halde bile eşit olmazlar. Allah cihad edenleri pek büyük bir ecirle savaşa katılmayanlara üstün kılmıştır ki, bu ecir de mücahidler arasında aynı derecede değil, Allah'tan birçok derece, mağfiret ve rahmet olacak şekildedir. Bunların bir kısmı, savaşa katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerle fazladır. Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti de vardır. Bu mağfiret ve rahmet sayesinde geçmiş günahlar da bu ecir ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz, " Allah çok mağfiret ve merhamet edicidir."
PIRLANTA SERİSİ...
Bizim ölçümüze göre dâvâ adamı ayrı bir hususiyet arzeder. Bu bakımdan, çokların soylu ve sayılı kabul ettiği nice büyükler, dâhiler, kitleleri sürüklemiş büyük sosyologlar vardır ki, biz onlara "entellektüel cüceler" deriz. Bahşettiğimiz şu izfaî değer dahi çoklarına fazla gelir. Yanılmışları hoş etmek için pâyesize verdiğimiz bu pâyeden ötürü İnşaallah hakikat da bize darılmamıştır.
Bir gerdanlığa tek elmas yerleştirebilmek için yüzlerce taşı bozmuş ve yüzlerce kolyeyi gerdana takılmaz hâle getirmiş; bir göz açma uğrunda çok gözleri söndürmüş, bir kâlbe hayat nefhedebilme sevdasıyla binlerce kâlbe kasdetmiş kimselere elbette "büyük" diyemeyiz.. Ancak beyindeki tümör gibi bir tek duygusu, yüzde bir yumru mahiyetinde kendini gösteren pek çok sivriler vardır ki, fazlalıklarını ve elmacık kemikleri gibi çıkık taraflarını göstermek Hakk'a hizmet olacaktır.
Yıllar yılı milletin beyni ile bağırsağını aynı görmüş ve göstermiş, onun beynini bağırsağına yedirmiş, kâlp zarını çarık diye ayağa giydirmiş, yediğinden ve güttüğünden habersiz, öteler ötesini görmez körler; gerçek dâva adamına, karanlıkları nisbetinde ışık tutsunlar diye anılırlar, başkaca hiçbir zatî değer de ifade etmezler.
Gerçekten habersiz bu büyük gösterilmişler, kitleleri saptırmış, beşeri bîhuzur etmişlerdir. Âleme bir ağıl nazarıyla bakmış, fertleri bir sürünün şuursuz parçaları görmüşlerdir.
İçten ve derinlemesine hiçbir kritiğe tâbi tutmadıkları insanı, tesadüfen bu dünyaya atılmış, hâdiselerin korkunç akışı karşısında bir köşeye sıkışmış, daima titrek ve mahkûm, cereyan eden kanunların demir pençesi altında daima ezik, daima korkulu ve yaşama mücadelesi içinde çırpınan bir bîçare varlık görmüşlerdir.
İçine nüfuz edememişlerin elinde insan, asırlar boyunca hep mahzun ve mükedder kalmıştır. Böylece insanlık, ruhî melekelerin ve zihnî fonksiyonların tamamen tefessüh etmesi gibi bir tehlike ile burun burunadır. Ne garip tecellîdir ki, aşağıların aşağısına itilen bu en şerefli varlığın kurtarıcıları veya öyle görünenler de, hep şimdiye kadar onu en sefil varlık görmüş mürekkeb cahiller ve istismarcı demagoglar olmuştur.
Dâva adamı ne bir materyalist, ne de spirtüalisttir. Ve ne de bir kısım kimselerin sandığı gibi asrın bütün fenlerinde ihtisas yapmış diploma ve doktora hammalıdır.
Bizim ölçümüze göre dâvâ adamı, ışık hızıyla ifade edilmeyecek kadar öteleri gören, zamanın üstüne çıkıp süratle akan hâdiselerin neticesini gören, kâlbi kadar ruhu, ruhu kadar da beyin melekeleri inkişaf etmiş, içinde şefkatten ummanların mevcelendiği, dışında şevkten nesimin estiği iki kutup arasındaki hesap rakamlarına sığmaz mekân bulutlarını birden ihata eder ve o geniş mekânla bu küçük insan arasında münasebetleri şimşek edâsıyla kavrar, engin ve alabildiğine derin bir biliş ve görüşe sahip yektâ bir varlıktır. Derunî, samimî, melekler kadar şefkatli ve gene bir kısım melekler kadar celâdetlidir. Güneş gibi renkli ve ziyalı, ay gibi parlak ve tatlı.. Onlar gibi durmadan yol alır ve aşar. Dağları düz, düzleri pürüzsüz eyler.
Dâva adamı aşılmazları aşmış; nikâbın kaldırıldığı, pinhanın ayan olduğu ufka ulaşmış; namütenahî güzelliği günlüyle duymuş ve doymuş; sonra yine cihetler yurduna dönmüş.. Gönlü o âleme tutkun, gözünde oranın sürmesi ve bağrı, lavların oynaştığı, kaynaştığı bir harika, bir anlaşılmaz olarak coşacağı anı beklemektedir.
Dâva adamı, güldürmek için ağlar.. Gözünün katresinde ummanlar gizlidir. Yedirmek için, yemez. Dünyaya karşı daima oruçludur. Yaşatmak için ölür. Habbesinde İrem bağlarını yetiştirecek kudret saklıdır. Döverler, bu uğurda niyaz eder; söverler, dua eder; başını yararlarsa Hakk'ın Habibi gibi ellerini kaldırır: "Hidayet nasib et cemaatime Allahım! Bunlar beni bilmiyorlar" der, niyaz eder, af diler.
Dâva adamı kendini nefyeder, muvaffakıyeti Hakk'ın tevfikine ve çevrenin himmetine verir. Hakk-aşina bir kumandan gibi birliğindeki sarsıntıyı nefsinden bilir, bin tevbe eder.
Dâva adamı, cânân dilemenin canı terketmekle olacağını çok iyi bildiğinden bir anlık visâl için yıllar yılı hicrana önceden kararlıdır. Hakk rızası için yüzlerce defa gözyaşı ile yoğurduğu çamuru seve seve gözüne sürme diye sürer.
Dâva adamı, dilhûn olup gönlünü kan, gözünü ebr–i nisandan daha aziz göz yaşları ile yıkamadıktan sonra, ne buluttan yağmur, ne denizden buhar ve ne de başka gözlerden yaş beklemez.
Dâva adamının lugatında kırılma, darılma kelimeleri yoktur. Hem nasıl kırılır ve darılır ki bir an rahmetli tecelliden dûr olmayan Hakk, merhamet ettiklerine onu mücessem bir rahmet olarak göndermittir.
Dâva adamı, başı yüce dağlar gibi daima bulutlu... Ovaları, vâdileri sulayan yağmurların, sellerin şimşekleri hep onun başında çakmaktadır. Onun o celâlli hâlinde dahi binlerce Cennet bahçesine su ve ziya huruşandır.
Dâva adamı, kâlbinin dudağı ümitten tomurcuklarla süslü, yaşadığı devirden çok sonralara nazar eder ve ördüğü halıyı bu hesapla örer. Ne yaşadığı devrin isi, pası, ne de dünyanın alâyiş ve ihtişamı onu meşgul edemez ve yolundan saptıramaz.
Dâva adamı, Hakk'ın esiri, haklının zahiri, düşene yâr ve yolunu şaşırmışlara pişdardır.
Bu ma'nâda feleğin kemer bağladığı yüzlerce dâvâ adamı vardır. Aylar güneşler hep onların bezmine ve hikmet dersine koşmuştur.
Devr-i Saadet'ten sonrası taksimde, hissemize en çelimlisi ve çalımlısı düştü. Bulanlar buldu, bilenler bildi. Bilmem ki biz tanıyabildik mi?..
ALLAH’IN SİZE İHSAN ETTİĞİ İHSANLARA GÖRE BİR ŞEY OLMAYA ÇALIŞIN.
Şahsi hayatınız, şahsi hayatınızın refahı, çoluk çocuğunuzun refahı adına bütün hayatınızı o işe bağlamanız düşünülemez reva değildir. İslam bağrından hançerlenirken, müslümanlar bağrından hançerlenirken, yeryüzünde müslümanlığın ve müslümanların gördüğü zilleti hiç bir devirde hiç bir kimse görmez durumda iken sizin kalkıp şahsi refahınızı düşünmeniz sizin vicdanıza sizin izanınıza telif edilmesi mümkün değildir. Bu itibarla ben deyeceğim ki, kendiniz olun. Hakkınızda kesilip biçilen taktirlere göre bir şey olmaya çalışın. Allah’ın size ihsan ettiği ihsanlara göre bir şey olmaya çalışın. Mele-i âlanın sakinlerini yalancı çıkarmayın. Razzede size dua edenleri yalan çıkarmayın. Kabe’de size el kaldırıp dua edenleri yalan çıkarmayın.
Senelerce evvel birisi, bazı şeyler arz edeceğim size, bana dedi ki, önemli bir zat. Huzuru risalet penahide idim. Ümmeti Muhammedin hususiyle Türk insanın derdiyle iki büklümdüm. Bir inledim. Bir de sonra murakabe yaptım. Sonra ya resulullah dedim, halimiz ne olacak bizim. Birden bire resulü ekrem temessül buyurdu. Rüya değil, buyurdular ki, Türkiye’nin meselesini falanlara bıraktık biz. Bakış bu. Sizin hakkınızda nebinin hüsnü zannı bu. Haşa, o doğru söyler doğru görür. Siz bilmem bu hüsnü zannı nereye koymayı düşünürsünüz. Bence ramazanlarda öpüp başınıza koyduğunuz rıhle-ı şeriften çok mukaddestir. Bırakın onu da onu öpün başınıza koyun ve kemer beste-i ubudiyet içinde işinize sahip çıkın.
Bir başka arkadaşımız, şunu ifade ettiler. Yani size bakışı arz ediyorum ben. Bana da olabilir, ben bana öyle bir bakış olursa hep şöyle dedim. Şahsı manevi içinde, bu cemaat içinde şöhret-i kazibe olarak daha çok senin adın ayaklar altında dolaşmaya, ayaklara dolaşmaya bir ölçüde hüsnü zannına binaen başlarda olduğu için belki ona teveccüh ediyor. Öpülen alın sizin alınlarınız. Beytullahta birine namaz kıldırma düşünce bu cemaatten bir tanesi geçirdiler durdu oda. Ve adeta ruhaniler gelmiş o cemaate iştirak ediyorlardı. İşin garip tarafı işini yapmış, düzenini kurmuş ve öbür aleme gitmiş asrımızda çığır açan büyük zat, gerçek imam o da cemaat içinde bulunuyordu. Tevili ne ola ki dediklerinde orda bu davaya öteden beri bağlı bir zat, önemli bir zat, onun adından bahsedilirken Medine-i münevverede mühim bir alim olarak kitaplarda geçiyor. Demek ki işi artık emin insanlara teslim etmiş rahat-ı kalbi öbür tarafa gitmiş siz kendi işinize bakın diyor. Bu iltifat karşısında bu iltifatı nereye koymayı düşünürsünüz. İpekten bohçalara koysanız hakkını eda etmiş olamazsınız. Bunu götürseniz bir sanduka içine koysanız ve sonra ramazandan ramazana en mübarek gününde kadir gecesinde el pençe divan dursanız. “Essalatu vessalamu aleyke ya resulullah” deseniz. Hakkını eda etmiş olamazsınız. Kalbinize yerleştirin. Ve onun hasıl edeceği dinamizim ile harekete geçin. Nebini bakışını çok kısa zamanda doğru çıkarmaya çalışın. Sizin için böyle bakıyorlar. Dediklerini diyorum ben yani. Sizin için dediklerini deyiyorum. Bunu bir yere oturtmak lazım yani. Nebi size öyle baksın. Siz yazı yaz evinde kışı kış evinde geçirin olacak şey mi. Revamı bunca mescitler küffara meyhane olurken. Revamı ibadet haneler put hane olurken. Revamı mabetler meyhane olurken. Revamı müminler ayaklar altında çiğnenirken. Ve revamı sen bu mevzuda hak ihraz edememişken, liyakatını gösterememişken resulü ekrem seni başından öpsün, seni alkışlasın sen rahat otur, revamı. Ne o ona reva ne de olanlar ümmeti Muhammed’e reva. Fakat oluyor. Oluyor ama merkezde bu işin çok küçük çıkıntısına dahi islam hatırına resulü ekrem (a.s.m.) temenna duruyor. Temenna duruyor. Merkezde çok küçük bir çıkıntıya zira o inanıyor ki muhit hattında o kocaman bir açı meydana getirecek. İlerde zuhur edecek Saidler, Ahmetler, Mehmetler, Osmanlar,Aliler, Veliler asrın muzdarip insanının dediği gibi “lebbeyk” deyecekler. Elpençe divan duracaklar. Ve bestesi başlanan bu şiir, bu güfte tamamlanacak ve sadece o okunacak Allah’ın inayet ve keremiyle.
Ve yine görüp naklediyorlar. Ordular resmi geçitten geçiyor gibi geçiyorlar fakat bu geçen ordular sanki sahabi döneminde ki insanlar değil de aynı duygu aynı düşünce paylaşılırken paylaşılmış olursa şayet insan bu asırda yaşıyorken farkına varmadan isterse alem-i misalde sahabi içine karışır. İsterse bizim gibi ümmiler ümmiler dünyasında rüyalar alemine girer sahabe-i kiram içinde bulunur. O kadar çok vakıa var ki bu asırda yaşıyor Allah Allah diyor ben Bedir ashabı arasında bulunuyorum ama on dört asır sonra gelmiştik diyor. Ve işte bu ordular resmi geçit yapıyorlar. Rüyada nebiler nebisine evet demiş bir ordu resmi geçit yaparsa onu kim teftik edecek kim bakacaktır. Resmi geçidi kim kabullenecektir. Resulü ekrem (a.s.m.). Fakat hayret ediyorum, hayret ediyorum zira efendimiz (s.a.v.)’in hani resmi geçitte kendilerini kontrol ettiği teftiş buyurduğu kimseler asrı saadet insanı değildi. Bizim günümüzdeki insanlardı bunlar. Yusuflardı, Kemallerdi, Avşarlardı, Mustafalardı, Alilerdi, Velilerdi bunlar. Nereye koyacaksınız bunu. Bunu bir kenara atabilir misiniz bunları. Şu cüzzi şu küçük hizmetle Allah’ın bu kadar ihsanına mazhar olduktan sonra, bu kadar avanslar aldıktan sonra bir zaman alnından öpme demiştim. Bazıları tenkit edebilir. Alnından öpme değil de nedir bunlar rica ederim. İçinizde değildir de nerededir sallallahu aleyhi ve sellem. İç dış siz neye diyorsunuz. İçine hapsolduğunuz üç buutlu mekana siz mekan mı diyorsunuz. O bir anda milyonlarca yerde bulunur. Belki sesi daha gürdür. “essalatu vessalamu aleyke ya resulullah”, “essalatu vessalamu aleyke ya habiballah”, “essalatu vessalamu aleyke ya eminlavahilla”
Yer durdukça, biz yaşadıkça vücudumuzun zerratı adetince ona selat ve selam olsun. Evet belki şu anda oda, kulaklarımız duymadı ama duyan da olabilir, vicdanlarımıza duyuracak şekilde “ve aleykumüsselam” diyor. Rica ederim bunu bir yere koyun. Aziz bir yere koyun. Aziz bilin aziz bir yere koyun. Veliye gelip diyorlar ki, rüyamda gördüm. Resulü ekrem (s.a.v.) vardı. Senin hal ve hatırını sordu. Ve dedi ki ona selam söyleyin. Yerinden ok gibi fırlıyor ve aleykes selam ya resulullah diyor. Rüyada selam veriliyor ve selam alınıyor. Allah resulü (s.a.v.) aranızda, içinizde, başınızda teftişinizi deruhte etmiş. Nereye koymayı düşünürsünüz. Değiştirip şöyle deyeyim, ne zaman yerinizden ok gibi fırlayacak elinizi göğsünüze vuracak ve aleykes selam ya resulullah deyeceksiniz. Size teveccühleri karşısında bunu sizden bekliyor. On dört asırlık teveccühleri sonunda bunu sizden bekliyor. Yaranlarıyla beraber bekliyor. Meleği âlanın sakinleriyle bekliyor. Ve gelin daha fazla bekletmeyin. Daha fazla ayakta tutmayın. Teftişi uzatmayın. Mevzilenin tabiyelerinizi yapın. Ve taarruza geçin. taarruza geçin. Ellerinizde meşale taarruza geçin. Muhammedi ruhla ok gibi gerilin taarruza geçin. Dünyanın dört bir yanında sizi bekleyen karanlıkları aydınlatmak için taarruza geçin. Berlin’de yazılan nameler vardır. Belgrat’tan giden nameler vardır. Moskova’dan giden nameler vardır. Meded ey sultanı resul diye, meded ey sahibi merkez diye.
Ne diyor acaba resulullah bu isteklere karşı. Elimden gelmez diyorsa ne diyeceksiniz. Elimden ne gelir diyorsa ne diyeceksiniz. Dünya bir inilti olmuş adeta. Dünya küfür ve delalet içinde bir inilti olmuş inliyor. Arş-u arz iniltiyle ihtizaz içindedir. Ve bunları Hz. seyid-ül enam duyuyor. Ve mahsun mahsun bakışını size çeviriyor. Derman diyor.
Hissiyatınızı ve heyecanınızı Allah devam ettirsin. Bu iş devam ederse gülecek, bu iş devam ederse sevinecek. Bu ruh haleti içinde sizi bekleyen işlerin başına koşarsanız senelerden beri çektiği ızdıraplar sona erecek. Ben şuan ki ruh haletinize fevkalade bir itimat içinde Hz. ruhu seyid-ül enamı senelerce evvel Hz. Muhammed İkbal’in gördüğü gibi şayet müşahede etseydim. Şayet görseydim, deyecektim ki ya resulullah bir buçuk asırdan beri sana takdim edeceğimiz ettiğimiz herhangi bir hediye olmadı olamadı. Fakat ciddi bir gerilimin metafizik gerilimin ifadesi olarak şu farklı gecede ki, manzarayı bir zarf içine koyuyor sana takdim ediyorum.
Gayri bundan öte bundan öte benim elimden bir şet gelmez. Günahlarına kefaret arayan bir insan olarak vicdanlarınızın hüşyarlığına sığınıyorum. Gerilime geçmiş ruhunuza sığınıyorum. Hz. Muhammed hatırına (s.a.v.) idrak ve anlayışınıza sığınıyorum. Ağladığınız gibi dünyanın dört bir bucağında ki ağlamaları dindirmek için Allah aşkına resulullaha tam bir kere olsun evet deyelim. Evet deyelim. Ömrümüz oldukça evet deyelim. Allah sizden ebeden hoşnut olsun. Asırlardan beri ümmet ehli insaf bekleyen hizmetimizi sona erdirmek için size güç versin. Kuvvet versin. Enerji versin. Ve tarihin bir döneminde islamı insanlığın kaderine hakim kılan dinamikleri yeniden kullanmaya bizi muvaffak eylesin.
KUMANDANLIK PAYESİ
...Ne azizsiniz ki, Allah (c.c.) dinine diyanetine hizmet vazifesini size tahmil etmiş bulunuyor. Ne azizsiniz ki, ekmel-i din olan islamiyet yirminci asırda yeniden sizin omuzlarınızda bayraklaşacak. Ne azizsiniz ki, insanlığın iftihar tablosu Hz. Muhammed (a.s.m.) yeniden bir bayrak gibi sizin gönüllerinizde, kalplerinizde ve kafalarınızda dalgalanmaya başlayacak. Ne azizsiniz ki say'iniz Allah’ı anlatma istikametinde olacak, Kuran’ı anlatma istikametinde olacak.
Her say kendine göre semere verir. Bir tarlayı tımar etme ona göre semere verir, hayvanı tımar etme ona göre semere verir. Nesli tımar etme ona göre semere verir. Ya say'iniz Allah davasını ilâ etme olursa semeresi ne olacaktır. Onu siz düşünün. Allah istikametinde matlubu maksudu mahbubu Allah olan bir insan onun say'inin semeresi ne olacaktır onu ben anlatamam ancak sizin gönülleriniz anlayabilir. Gönüllerinize koyun onu, sonra anlamaya çalışın. Uzun uzun üzerinde durun onu takdir etmeye çalışın. Cenab-ı hak takdirine muvaffak kılsın. Bu aziz davayı omsuzuna yüklediği biz perişan fakir zayıf cemaatı aziz kılmayı murat etmiş, murat etmiş ki bu davayı bize yüklemiş. Buna şerefli layık olmaya bizleri muvaffak kılsın inşallahu taâla.
Bu bir kumandanlık payesidir. Ve öyle bir kumandanlıktır ki bu İstanbul’u feth eden belki bu kumandanlığa teşne olacaktı. Keşke benim olsaydı deyecekti. Ama o hadisin büyüklüğü karşısında ben dize geliyorum. Nebiler nebisinin takdiri karşısında dize geliyorum. Devir açan devir kapatan bu adam karşısında dize geliyorum. Fakat inanın bana mübalâğa yapmıyorum. Kuran’ı yeniden ihya edenler, köy köy kasaba kasaba kent kent karanlık ufuklarını onunla aydınlatanlar Hz. Fatih’in gıpta edeceği nesil olacaklardır. Size bu meseleyi teyid için nebiler nebisinin nur havuzundan bir tane sözünü aktarmak istiyorum.
Ben cemaatler içinde öyle cemaatler gördüm ki, buyuruyor, nurları bütün nurları bastırıyor, aydınlıkları bütün alemi alıyor. Ama onlar ne nebidir ne de velidir. Herkes gıpta edecek, nebiler veliler gıpta edecekler. Nebi beşerin en büyüğüdür. Mutlak fazilet ona aittir. Hiçbir veli onun seviyesine çıkamaz. Ama bu nurlular kim diyecekler. Karanlık devirde elinde şemayla nur taşıyanlar sokak sokak nur taşıyıp dolaşanlar, bütün karanlık gönüllere nur fışkırtanlar ahir zamanda zuhur edecekler. Bütün işlerin zayıf ve fakirlere kaldığı devirde bu garipler çelimsizliklerine rağmen işe sahip çıkacaklar. İşte nebilerin gıpta edeceği velilerin gıpta edeceği ama ne nebi ne de veli ne sıddık ne de şehit. Bu büyükler güruhu ahir zamanda Kuran’a sahip çıkan kimselerdir. Onu terdat edenler, Allah’ın maksadını matlubunu Kuran’ın içinde anlayanlar, cenab-ı hakkın isteklerine karşı serfiru edenler, emrin nedir Allah’ım bel kırmaya geldik diyenler. İşte bu aziz güruh cehennemin üzerinden geçerken dahi cehennemin alevlerini söndürecek nurları. Semada bir yıldız olmasa, ay solsa güneşler sönse kainatı tenvir edecek nura sahip olacaklar ötede. Karanlık bir devreye ışık saçmanın mükafatı olarak ışıklanma verilecek kendilerine. Devri ışıklandırdıkları için mükafat, işledikleri işin manasında, işledikleri işin cinsinden olacaktır. Onları Allah (c.c.) tenvir edecek. Dünyaları aydın ahiretleri aydın, dünya ve ahiret saadetine mazhar olacak, şüheda güruhuna dahil olacak Saitlerin saidi, bahtiyarların bahtiyarları Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın arkasında toplanacaklar.
İşte biz say ederken, çapımıza göre gayret gösterirken, Kuran’ı anlıyor ve anlatıyoruz derken önümüzde Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun peygamber olarak kardeşi diğer nebileri görüyoruz. Önümüzde misallerini size intikal ettirmeye çalıştığım kadınıyla erkeğiyle ashabı kiramı görüyoruz. Ve bu misallerin ışığı altında inşallah anlıyoruz ki, bu denli seferberlik yaptıktan sonra bütün küfür ordusu hezimete bütün zulmet ordusu hezimete uğrayacak. Şeytan teslimi silah edecek, şeytan saltanatı yıkılacak Allah’ın tevfik ve inayetiyle. Hakim-i mutlak olan, Adil-i mutlak olan, Âmir-i mutlak olan Hz. Allah bütün duygularda hakim olacak, bütün hislerde bütün kalplerde hakim olacak. Cenab-ı hak sözü dahi, edası dahi, hadiselerin seyri içinde yakalayabildiğimiz manaları dahi bu kadar beşaret veren bu büyük günü bu mutlu günü inşallah dokuz on asır tevhide hizmet etmiş mazisi sevapla dolu, camilerle dolu, imarethanelerle dolu, yüksek okullarla mekteplerle dolu o güne göre medreselerle dolu bu aziz bu necip milleti yeniden islama sahip çıkmak suretiyle yeniden aziz eylesin, dini ihya etmek suretiyle onu ihya eylesin.
SELÇUKLULARIN İLK DÖNEMİNDE DÜŞÜNCE HAYATI VE BAZI TARİKATLAR
Bilhassa Selçuklular'ın ilk döneminde düşünce hayatının çok karışık ve özellikle sapık tarikatlarda büyük bir yayılma olduğu görülüyor.
İslâm dininin ilk yayıldığı bölge, ilk çağlardan beri her türlü inanç ve düşünceye zemin teşkil etmiş bir bölgedir. Bir yanda Yahudilik ve Hıristiyanlık bölgede yaygın; öte yanda, Zerdüştlük gibi, Manihaizm, Mıtraizm gibi eski dinler var. Harran, bir zaman Sabiîliğin merkezi; daha sonra Neo-Platonizm ve Gnostisizm gibi batınî akımlara da kucak açmış. Mısır'da Neo-Platonizm'den başka Hermetizm var. Bütün bunların yanı sıra, İslâm'ı içten ve dıştan çökertmek için, hem bölgede hakim siyasî güçler, hem de rakip dinler, inanç sistemleri baştan beri hiç boş durmamış. Abdullah bin Sebe' -böyle bir şahıs yaşamış mıdır yaşamamış mıdır ayrı konu ama- bir gerçek var ki, İbn Sebe' tipi şahıslar hiçbir zaman eksik olmamışlardır. Haricîler'i öyle iddia edildiği gibi, Necidli bedevîlere münhasır görmek yanlış olur. Hz. Ali döneminde Sıffin'de birden ortaya çıkmaları ve hemen bir grup teşkil etmeleri de gösteriyor ki, böyle bir fırkayı oluşturacak bir hareket baştan beri varmış. Ehl-i Sünnet ulemâsının gayretleri her zaman şâyân-ı şükrandır. Onlar bütün bu gâile ve tehlikeli inanç akımlarının içinde İslâm'ı hakkıyla müdafaa etmiş ve onun ana düsturlarını çok güzel ortaya koymuşlardır.
Selçuklular dönemi itibariyle Nizamü'l Mülk'ün de bu husustaki çalışma ve gayretleri takdire şâyândır. O, Nizamiye'yi kurmuş. O dönemde Nizamiye'de hoca olmak çok zordu. Bunun için çok iyi bir fıkıh metodolojisi, tefsir, hadis, kelâm, felsefe, mantık bilmek gerekiyordu. Nizamü'l-Mülk bu işin başına önce Gazalî'nin hocası Ebu'l-Maâlî'yi, daha sonra da Gazalî'yi getirmiş. Bu dönemde en büyük problem Hasan Sabbah problemidir. Hasan Sabbah'ın çok karizmatik bir şahsiyeti olduğu, felsefeyi, hermetik ve gnostik düşünceleri çok iyi bildiği anlaşılıyor. O, müritlerini bir şekilde efsunluyor, onlara haşhaş (afyon) veriyor, yalancı bir cennet gösteriyor; sonra da müridleri ne savaşa girip ölmekten, ne de bağırlarına bir hançer saplayıp, kendilerini öldürmekten çekiniyorlardı. Zamanla, hasan Sabbah'ın düşünceleri, Mısır'da Fatımîler adıyla devlet oluyor, oradan da Kuzey Afrika'ya yayılıyordu. Bugün ise o cereyanın uzantıları, Nusayrîlik'le ve bilhassa İsmailîlik'le devam ediyor.
Bu iş, bundan sonra da devam edecektir ve siz, şimdiki dönemi arayacaksınız. Bu itibarla da bize, hiçbir beklentiye girmeden hizmet etmek düşüyor. Burada ise burada, daha başka bir yerde ise orada; dünyevî hiçbir beklentiye girmeden hizmet etmek... ders okuyan arkadaşlara her zaman, "Dünyaya dağılın. Burs, maaş beklemeyin. Taş kırın, temizlikçi, bulaşıkçı olun, geçiminizi çıkarın ve dininize, milletinize hizmet edin" diyorum. Kabiliyetiniz varsa yazı yazın, kitap telif edin; hatta çöpçülük yapın, fakat yaptıklarınız karşılığında hiçbir maddî beklentiye girmeyin. Yoksa ileride bugünleri arayacaksınız. Zira ileride çok farklı cereyanlar zuhur edecek. Bu cereyanlara karşı, evet dünkü, bugünkü ve gelecekte doğacak bu cereyanlar karşısında İslâm'ın prensiplerini yeniden tespit edip, yeniden ifadelendirmek icap edecek. Hem Zahirîliğe, hem de katı akılcılığa karşı İslâm'ın rûhî hayatını ortaya koymak ve anlatmak gerekecek. Ben inanıyorum ki, ileride rûhî sahada eskinin A. Geylânîleri, Şâh-ı Nakşibendleri, Muhyiddin-i Arabîleri yeniden yetişecek ve geçmişte olduğu gibi, bu sahada yanlışlara, dalâlet yollarına düşmemek için, İslâm'ın rûhî hayatının da her yönüyle anlatılmasına ihtiyaç duyulacak ve yine inanıyorum ki, bugünkü nesiller tam anlamasa da, çeyrek asır sonra gelecek nesiller Kalbin Zümrüt Tepeleri'ni çok daha iyi anlayacak ve yaşayacaklardır.
Bütün bu değişik sahalardaki yazdıklarımızda esas aldığımız ve Kur'an düsturlarının bir defa daha tesbit ve takdimi adına yazılan 'sözler' ve 'mektuplar' çok önemli hizmet göreceklerdir. Bu konuda kaynağımız ve istinat noktamız bunlardır. Allah bana ömür verse ve 60 sene daha yazsam, yine beslendiğim ve ölçü kabul ettiğim kurallar, Kitap ve Sünnet menşe'li bu kaynaklar olacaktır. Çünkü orada verilmesi gerekli bir şey, bazen icmalî bazen tafsilî olarak komprimeler halinde verilmiştir. Ömer nesefî'nin Akaidine şerh yazmış bir Hayalî vardır. Bu zat için,
Hayalî'nin hayaline hayal bulmaz muhayyiller
Rizayeti bin yıl olsa, hayal eyler hayâliler
Beyti söylenmiştir. Bunun gibi, hayallerimiz ne kadar geniş ve derin olursa olsun, Kur'an'ın envarı, hepsini dolduracak kapasitedir. Önemli olan, onları çok iyi bilmek ve özümsemektir.
HİZMET MODELLERİNDEKİ FARKLILIKLAR
Hz. Musa, Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf, bir saray ortamında büyüyorlar, fakat her birinin ortaya koyduğu hizmet modeli farklı gibi görünüyor. Bu farklılık, zaman ve şartlardan kaynaklanan bir farklılık mıdır?
Ashab-ı Kehf'in bizzat sarayda doğup büyüyen gençler olduğu anlaşılıyor. Mü'min-i âl-i Firavun da, bir saray mensubu. En kritik bir noktada Hz. Musa'yı koruma adına ortaya atılıyor. Ya-Sin Sûresi'nde geçen ve "aksa'l-medine", yani şehrin öte ucundan geldiği beyan buyurulan, bazı rivayetlerde isminin Habibü'n-Neccar planlarını da, ona âksa'l-midene"den gelen bir kişi haber vermişti. Anlaşıldığı kadarıyla, "aksa'l-medine"den kasıt, şehrin en yüksel yeri, yani idare konağı, saray demek oluyor. Mü'min-i Âl-i Firavun'la Habibü'n-Neccar'ın fonksiyonu aynı olduğunu anlatılan zat da, herhalde ona benzer bir saray mensubuydu. Hz. Musa'ya, sarayda hakkında yapılan öldürme gibidir. İkisi de, Allah'ın peygamberlerini korumak için kritik bir noktada ortaya çıkmışlardır; bir farkla ki, Habibü'n-Neccar şehid edilirken, Mü'min-i Âl-i Firavun'un kurtulduğunu, hattâ muvaffak olduğu anlaşılıyor. Mü'min-i Âl-i Firavun'un, Firavun'un ordularının başkumandanıydı; Hz. Âsiye'nin ağabeyi olduğu da söyleniyor.
Hz. Musa (as), sarayda büyümüşse de, gençliğinde orayı terk etmek zorunda kalmış, 10 yıl sonra risalet vazifesiyle geri dönmüştür. İsrail Oğulları'na gönderilmiş bir peygamber olması hasebiyle, misyonu Hz. Yusuf'unkinden farklı bir keyfiyet arz etmektedir. İsrail Oğulları'na, unuttukları Hak Din'i hatırlatacak, onları Mısır'dan alıp, Firavun'un zulmünden kurtaracak ve bir başka diyara götürecektir. Hz. Yusuf (as) ise, bilindiği gibi, Mısır'da saraya bir köle olarak girmiştir. Sarayda önemli bir kadın kendisine tutulunca, bu musibetten korunmaya çalışmış; o kadar ki, "belki onların ısrarlı davetleri ve tahrikleri karşısında bir kapılma emaresi gösterebilirim" korkusuyla zindanı tercih etmiştir. Diğer tarafın onu baştan zindana atma niyeti yoktur; ancak iş ortaya çıkınca, eğer Hz. Yusuf zindana atılmazsa, Hz. Yusuf'un masumiyeti bütün bütün tebarüz eder ve töhmet tamamen üzerlerinde kalır endişesiyle, onu zindana atmaya karar verirler. Hz. Yusuf da, günahtan korunma adına zindanı tercih eder. Tebliğine de burada başlar. İlmi, irfanı, basiret ve firaseti ve değeri burada, zindan arkadaşları arasıda anlaşılır ve Allah, daha sonra bütün kapıları ona ardına kadar açar.
Ashab-ı Kehf, sarayda doğup büyümüş gençlerdi. Ülkede putlara tapılmasının karşısında gürül gürül bir sesle ortaya çıktılar, kıyam ettiler; Nureddin Topçu'nun egzistansiyalistlerden alarak çok işlediği 'isyan ahlâkı' diyebileceğimiz bir tavırla baş kaldırırlar: "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına asla ilâh demeyiz; aksi halde, gerçek dışı, pek saçma bir şey söylemiş oluruz." İdarenin üzerlerine gelmesiyle de, saraydan uzaklaşıp, bir mağaraya sığınırlar. Onların, böyle yapması gerekiyordu. Sarayda büyümüş gençler; suçları sadece "Rabbimiz Allah" demek; bu suçla sarayı terk etmek zorunda bırakılınca, sarayda ve aileleri arasında, mazlumiyetlerinden gelen bir duygu hareketlenmesi, kalb hareketlenmesi ortaya çıkar. Onların, esasen sarayda duramamalarına sebep olacak hiçbir kötü davranışları, suçları olmamıştı. Tamamen inançlarından dolayı bir sürgüne maruz bırakılıyorlardı. Bir süre sonra o sarayın da, onun bulunduğu memleketin de Hak Din'e teslim olması, onların mebde'deki bu hareketlerinin, başkaldırmalarının ardından gelen mazlumiyetlerinin neticesidir.
NEYİN NASIL YAPILACAĞINI BİLEBİLME
Allah yolunda hizmet ediyoruz diyoruz. Fakat neyi tam olarak yapmamız gerekiyor, neyi tam olarak yapmamamız gerekiyor, acaba bunu her zaman bilebiliyor muyuz veya nasıl bilebiliriz?
Bu hususta çok şey söyledi, yazıldı, konuşuldu. Fakat önemli olan, acaba gerçekten hizmet ediyor muyuz? Hizmetimizde maksadımız sadece Allah'ın rızası mıdır, yoksa niyetimize başka şeyler de karışıyor mu? Ne ölçüde hizmet ediyoruz; hizmete ne kadar, dünya işlerimize, kendimize, ailemize ne kadar zaman ayırıyoruz? Bütün bu hususlarda en önemli mesele, kendimizi hizmete adama ve hizmette de, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allah'ın rızasına talip olmadır.
DÎNİ HİZMETLERDE YENİ BİR ENDÜLÜS TECRÜBESİ Mİ?
Günümüzdeki dînî hizmetler, dünyanın içinde bulunduğu şartlar gereği, öncekilerden kısmen farklı bir mecra izliyor gibi. Efendimiz (sav) zamanında birbirini takip eden hadiseler vardı ve O'nun tebliği bu çizgide gelişmişti. Bugün ise, bir yerde yıllarca ulaşılan tecrübelerin, aynı vetireye ihtiyaç duyulmadan başka yerlere taşındığı görülüyor. Bu tecrübelerin başka yerlere taşınmasına, başka boyutta yeni bir Endülüs tecrübesi gibi bakılabilir mi?
Bugün dünya, eskiye nazaran çok küçülmüş görülüyor. Eskiden bir yerden diğerine üç ayda ulaşan haberler bugün anında ulaşıyor; aylarca süren seyahatlerle varılan yerlere, bugün bir-iki saat zarfında varılabiliyor. O bakımdan, artık hiçbir ülke bugün diğer ülkeleri nazara almadan, onlarla şu veya bu şekilde münasebete girmeden, müessir ve müteessir olmadan devam edemez. Bu bakımdan, dîn-i mübîn-i İslâm adına yapılacak hizmetlerde de, bütün dünyanın alacağı tavırlar çok önemlidir ve mutlaka dikkate alınmalıdır.
Efendimiz (sav) zamanında, bir zincirin halkaları gibi bir seyir takip edilmişti. Fakat bugün, manzara farklıdır, şartlar farklıdır. Hiç kimse, kölesinin, işçisinin, hizmetçisinin dinini, düşüncesini merak etmez. İkinci olarak, din adına başkalarına anlatacağınız hususlarda, en azından onlardan önde olmanız gerekir. İçtimaîde, ekonomide bugün için ortaya koyabileceğiniz misaller yoksa, başkalarına teklif edeceğiniz modeller yoksa, onlar üzerinde asla müessir olamazsınız. İnsanlar, sözden çok davranışa bakarlar. Bugüne kadar, kendi misalini ortaya koyamayan hiçbir hareket muvaffak olamamıştır. Dolayısıyla, Batı ülkelerinde muvaffak olmanın yolu, onların arayışta olduğu hususlarda, onlara modeller teklif edebilmektir. Bugün, Amerika’sıyla, Avrupa’sıyla batı, gücünün zirvesindedir. Meselâ Amerika, Osmanlı Devleti'yle mukayese ettiğinizde, sanki Kanunî dönemini yaşıyor gibidir. Burada hayat dopdoludur, insanlar meşguldür; dünyayı kazanma tutkusu, herkesin vaktini bütünüyle doldurmaktadır. Önce, onlarda dine ihtiyaç duygusu uyarmak lâzım; ruhlarında âhiret endişesi hasıl etmek lâzım ve onların, manevî açlıklarını hissetmeleri lâzım. Oysa ki modern hayat, âdeta bunların hissedilmemesi üzerine dizayn edilmiş gibi. Fakat, hiç şüpheniz olmasın; bir gün burada, hem de bütün Batı'da da büyük manevî sarsıntılar yaşanacak. İşte o sarsıntılar döneminde insanlar arayışa geçecek; tutunacak manevî dallar arayacak. Eğer tam bu dönemde önlerinde İslâm'ın altın düsturlarını, Kur'ân'dan nebean eden Nurları görürlerse, hiç tereddüt etmeden ona sarılabilirler. Bir yanda, bütün parlaklığıyla ortaya konan, kendisini ispatlamış düsturlar, eğer tarafta onları arayan sarsıntı içindeki insanlar, milletler.. işte bu kaderdenk noktasında dîn-i İslâm, bütün haşmetiyle bir güneş gibi tulû edebilir.
DİN’E HİZMETTEN DAHA BÜYÜK VAZİFE YOKTUR
Yeryüzünde irşad, tebliğ, cihad ve Din’e hizmetten daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah, seçip gönderdiği peygamberlerine o vazifeyi yüklerdi. İrşad, güneş gibi doğup insanlığı aydınlatma, Allah’ı tanıtma ve insanları saflaştırıp özlerine erdirme ma’nâ ve hususiyetiyle nebîler için en yüce paye ve Allah indinde en nezih bir meslek ve vazifedir ve Hz. Adem’den beri bu davete icabetle aynı vazifeye sahip çıkan herkes, bu noktada nebîlere iştirak etmiş ve onlarla aynı sofrada oturmuş olur. Her iş, kendi çapı, ehemmiyeti ve ağırlığı nisbetinde seviye sahibi insanlara gördürülür; işte, İ’lâ-yı Kelimetullah, kendi üstünde bir vazife olmadığı içindir ki, öncelikle nebîlerle temsil edilmiştir.
RİSALE...
HİZMETTE SEBAT
[Bir Suale Mecburî Cevabın Tetimmesi.]
Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur'un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.
Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes'elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Mes'elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes'eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyelerine birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.
Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes'elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes'elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes'elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes'elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet Yani: "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Eğer sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız." Düsturun manası ise: "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz." Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men'ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricinde malayani bilip, vaktimizi zayi' etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i Nur'un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben "yazık" dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim. "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.
SEN HİZMET ETMEZSEN
Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kût ve gınâ ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıdâ ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va'd edebilir o adama îtimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
ÜSTAD VE HİZMET
Kur'an ve îmân hizmeti için Bediüzzaman'ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını fedâ ettiği; mâruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belâlara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve îtidâl, birer şâhid-i sâdık hükmündedirler.
Bediüzzaman Kur'an, îmân, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş, dünyevî şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takvâ ve riyâzet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek, dünya ile alâkasını kesmiştir.
Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf îmân hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlâsa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman îman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedâkârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubûdiyet, zühd ve takvâda da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedâîsi ve Kur'an-ı Hakîm'in muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.
Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur dâvasında öyle bir itminânı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metâneti, öyle bir ihlâsı vardır ki: Din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyîkatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, dâvasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüd dahi îka' edememiştir.
Said Nursî, Eski Said tâbir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat'ı, Eflâtun'u, Aristo'su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hüKemâlarından felsefe ve hikmette Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur'andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dâva etmiş ve Risâle-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzat şübhesini izâle edebilir.
Said Nursî, Kur'an ve îmânâ hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevî menfaat, salâhat ve velilik gibi mânevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenâb-ı Hakk'ın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca "Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır" gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi, Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur'anın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur Talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve Beyân etmiştir.
Millî Müdafaa Vekaletinde yirmibeş sene hizmet görmüş muhterem âlim bir zâtın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: "Bediüzzaman'ın nasıl bir zat olduğunu anlayabilmek için, Risale-i Nur Külliyâtını dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misâl olarak, yalnız dünyevî iktidârı bakımından derim ki: Bediüzzaman, Risale-i Nur'un şahs-ı mâneviyesiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idâresi ona verilse, onları selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inâyete mâliktir." Evet, Bediüzzaman nâdire-i hilkattir. Fakat yirmibeş senedir hem kendini, hem talebelerini siyasetten men'etmiştir; dünyevî işlerle meşgul değildir.
Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u te'lif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur'aniye'de istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetâneti, aklı, mantıkı, zihni, hayâli, hâfızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sür'at-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hasseleri, duyguları ve mânevî letâifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine âşikâr bir delildir ki; kendi ihtiyârıyla, keyfiyle değil, inâyet-i İlâhiyye ile Kur'ana hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basiretli ehl-i ilim ve ehl-i kalbce Mûsaddak ve müstahsendir.
NİÇİN HEDİYE ALMIYORSUN?
Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabûl etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.
Neden hediye kabûl etmediğinin sebeblerinden birisi olarak der ki: "Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda îmanı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. Îmansızlığa sevk eden sebebler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir zamanda îmânâ hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i îmâniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim" der. Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse; mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.
Bediüzzaman Said Nursî; Kur'an, Îman ve Din'e yaptığı hizmetinde, senelerden beri mütemâdî bir tarassud ve tecessüs, tâkibat ve tedkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyet'e hizmet ettiği ve hizmet-i Kur'aniyyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddid mahkemelerde de sâbit olmuştur.
Eğer bu mezkûr hakikatlara ve eserlerindeki hak ve hakikatı gören hak-perestlerin, Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikata mugayir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmibeş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecek idi.
RİSALE-İ NUR TALEBELERİ VE HİZMET
Ey, bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur'an-ı Azîmüşşân'ın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki; tahkikî îman dersleriyle, îman mertebelerinde terakki ve teâli ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve fa'al ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını îman ve İslâmiyet'in kurtuluşu uğrunda fedâ eden, fedâî ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî îmân kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur'an ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, "Ölürsem şehidim, kalırsam Kur'anın hizmetkârıyım" diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sâdık ve ihlaslı, yalnız Allah rızâsı için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.
Evet bu asra öyle bir Kur'an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur'an yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.
İşte Risale-i Nur'un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur'an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zâlimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yâni şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri âşikâr bir delil teşkil etmektedir.
Evet, hem yirmibeş seneden beri Risale-i Nur'la îman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar "gaddar din düşmanlarının" çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyâ ta mârûz kaldığı halde, yirmibeş senedir inziva içinde, Risale-i Nur'un naşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümûne-i imtisâl olan, îman ve İslâmiyet fedâileridir.
İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur'an arıyor, böyle bir hâdîyi bekliyorduk. O ihlâslı Nur talebeleri ki, "Cenâb-ı Hak, Hafîz'dir. Ben onun inâyeti ve himâyeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır." diye îman etmekle beraber amel ederler. Îman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ "Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım." diye Bâzı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.
Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; gûya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, üstadına daha ziyâde yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyât yapar.
Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevablar verdiği için, savcı kızmış. "Şimdi seni hapse atarım" diye tehdid etmiş. O İslâm fedâisi muallim de cevaben "Ben hâzırım, derhal hapse gönderin" demiştir.
Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, "Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim" diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.
Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da "Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni te'lif edilen Nur Risaleleri var." diye düşünerek hapishane müdürüne, "Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi." der. Hesab ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.
DÜNYANIN ÜCRET YERİ DEĞİL, HİZMET YERİ OLDUĞUNU BİLMEK
Bizlerle pekçok alâkadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki, "Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum" diye medet istiyor. Ona yazıyoruz ki, "Bu dünya dârü'l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A'mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbî etmek demektir. O amel-i sâlihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez; edilse teşvik için verildiğini düşünüp, şükreder."
Evet, bu asırda, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübârek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zât dahi, dünyada bir nevî hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor, birinci derecede, zevk-i hayat onda hükmediyor. (Kastamonu Lâhikası, s. 92.)
VAZİFENİN HİZMET; NETİCENİN İSE ALLAH' A ÂİT OLDUĞUNU BİLMEK
Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: "Sen böyle yapsan, sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?" diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: "Ben böyle işlesem, Sen böyle işler misin?" diye tecrübevârî bir sûrette Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubûdiyete münâfidir."
Mâdem hakîkat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
"Sen muzaffer olacaksın; Cenâb-ı Hak seni gâlip edecek."
O demiş:
"Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun vazifesidir." İşte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet, insanın elindeki cüz'-i ihtiyârî ile işledikleri ef'âllerinde, Cenâb-ı Hakka âit netâici düşünmemek gerektir. Meselâ kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risâle-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyâdeleştiriyor, gayrete getiriyor; dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstâd-ı mutlak, muktedâ-i küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Name=39; HotwordStyle=BookDefault; olan fermân-ı İâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyâde sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, Name=40; HotwordStyle=BookDefault; sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidâyet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı. Öyle ise, işte ey kardeşlerim, siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı binâ etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız. (Mesnevî-i Nûriye, s. 144-145.)
İHLÂSLA HİZMETE HIRS VE KANAATSİZLİK, NETİCELERİNE İSE KANAAT GÖSTERMEK
Umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde
-bâzı ârızalar ile-inkisâr-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me'yusiyetle şekvâ etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, dâimâ şükrü ve metâneti ve sebâtı netice verdiği için, ihlâs dairesinde hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz. (Emirdağ Lâhikası-l, s. 89.)
DÎNE HİZMETTE NEFSE HİSSE VERMEMEK
İmânın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gâyet şiddetli bir ihtiyac-ı katî ile ders-i dinde bâzı şahıslar lâzımdır ki, hakîkati hiçbir şeye fedâ etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin; tâ ki, îmâna dâir dersinden istifâde edilsin, kanaat-i katiye gelsin. (Şuâlar, s. 335.)
HİZMETTEKİ SIKINTILARA TAHAMMÜL VE SABIR GÖSTERMEK
Mâdem âhiret için, hayır için, ibâdet ve sevap için, îman ve âhiret için Risâle-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerâit altında herbir saati yirmi saat ibâdet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve îman hizmetindeki mücâhede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakîki mücâhid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve tesellî etmek ve mütesellî olmak ve hakîki bir tesânüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifâde etmek ve Medresetü'z Zehrâ'nın şâkinliğine liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yûsufiyede tâyinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukábele etmek gerekir. (Şuâlar, s. 261.)
HER TÜRLÜ MEŞGULİYET VE ZARARA RAĞMEN HİZMETTEN GERİ DURMAMAK
Risâle-i Nur'un hizmet ettiği hakâik-ıîmâniye herşeyin fevkınde olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyâde onlara ihtiyaç var. Fakat, kalbini öldürmüş, nefsi hevesâtla şımarmış mülhidler, îmandaki hakîkatin derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, "Ehl-i diyânet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrik eden, makâsıd-ı dünyeviye ve ihtiyacâtıdır" diye ittiham ediyorlar. O ittihâma göre de, pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri katî bir sûrette iskât etmek, bilfiil -maddeten-öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakâik-îmâniyeye ihtiyaçlarını susturmuyor. (Kastamonu Lâhikası, s. 173.)
HİZMETTE NEFSİ ÖNE SÜRÜP ÜCRETTE UNUTMAK
İ'lem, eyyühe'l-azîz! İnsan nisyandan alındığıiçin, nisyâna müptelâdır. Nisyânın en kötüsü de de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu îtibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibâdet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır; lâkin mükâfatın, menfaatin tevzünde bir zerreyi bile terk etmez. Ammâ nefsini unutan ehl-i kemâl, sa'y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faydalarda, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor. (Mesnevî-i Nûriye, s. 201.)
İ'lem, eyyühe'l-azîz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzî edildiği vakit, rekâbet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat, iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor; hattâ tenbel olan adam çalışkanı sever, zayıf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat, çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.
Dünya da umûr-u dîniyeye ve a'mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibâdetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran, ibâdetlerde rekâbet edilmemelidir. Olduğu takdirde, ihlâsı kaybolur; ve o rekâbeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlâs ile iptal eder. Çünkü, sevap îtâsında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i nâsa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur. (Mesnevî-i Nûriye, s. 192.)
Bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risâle-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: "Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukâbil, sarsılmaz bir sadâkat ve kırılmaz bir metânet ister. lsparta kahramanlannın gösterdikleri hârikalara ve cihanpesendâne hidemât-ı Nuriyenin esâsı, hârika sadâkatleri ve fevkalâde metânetleridir. Bu metânetin birinci sebebi, kuvvet-i îmâniye ve ihlâs
hasletidir. İkinci sebebi, cesâret-i fıtriyedir."Onlara dedim: "Sizler cesâretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya âit ehemmiyetsiz şeyler için fedâkârlık gösterirsiniz; elbette Risâle-i Nur'un kudsî hizmetinde ve cihâna değer uhrevî neticelerine mukâbil, merdâne ve fedâkârâne cesâret ve metânet gösterip sadâkatinizi muhâfaza edersiniz" dedim. Onlar da tam kabul ettiler. (Kastamonu Lâhikası, s. 102.)
BAŞA GELEBİLECEK SIKINTILAR SEBEBİYLE, HİZMETTEN PİŞMANLIK DUYMAMALI VE VAZGEÇİLMEMELİ
Azîz, sıddık kardeşlerim,
Sâir yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risâle-i Nur'un o zahmet çekenlere kazandırdığı îmân-ı tahkîkî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a'mâl-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadâkat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârettir. Şâkirtlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idâresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibâdetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktizâ ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zâten hapsin haricinde onlara faydasız sevaplar mesûliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mesûliyetsiz ve arkadaşlarının mütekâbil tesellîleriyle hafıfleşen meşakkat, onlar için medâr-ı şükrandır. (Şuâlar, s. 265-266)
DÜNYANIN MERAKLI FAKAT ÖNEMSİZ HÂDİSELERİYLE MEŞGULİYET, ÎMAN HİZMETİNE MÂNİ OLMAMALI
Azîz kardeşlerim, siz katî biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirElerinin meşgul olduklan vazife rûy-i zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz, kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fânî hayatta zâlimâne olan düstur-u cidâl dairesinde gaddarâne, merhametsiz ve mukaddesât-ı îniyeyi dünyaya fedâ etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinâyetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin çalıştıkları ve vazifedar olduklan fânî hayata bedel, bâkî hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gâyet dehşetli ecel celladının hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i îmânın saadet-i ebediyelerine birer vesîle olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde katî ispat etmektedir; şimdiye kadar o hakîkati göstermişiz.
Elhâsıl, ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücâdele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nûr-u Kur'ân ilecidâlde onların en büyük meselesi -muvakkat olduğu için-bizim meselemizin en küçüğüne-bekâya baktığı için-mukâbil gelmiyor. Mâdem onlar dîvânelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden, kudsî vazifemizin zararına, onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
Bu âyet Name=41; HotwordStyle=BookDefault; ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan Name=r0008; HotwordStyle=BookDefault; yani "Başkasının dalâleti sizin hidâyetinize zarar etmez. Sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız..." düsturun mânâsı, "Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz."
Mâdem bu âyet ve bu düstur, bizi zarara bilerek râzı olanlara acımaktan menediyor, biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyânî bilip, vaktimizi zâyi etmemeliyiz. (Emirdağ Lâhikası-I, s. 43-44.)
NÜKTELER...
ÇARŞI-PAZARA ÇIKANLAR
Sokaklara ve Pazar yerlerine çıkmak birkaç bölüme ayrılır. Elbette ki bunların, yani iman sahiplerinin pazara çıkmaları dünyaya ve dine dair vazifelerini yerine getirmek için gereklidir. Bunları birkaç kısma ayırmak sureti ile anlatmak yerinde olur.
Bunlardan bir kısmı sokağa çıkar; yalnız şehevî şeylere bakar. Kötü şeylere bağlanır. Onların geçici zevkleri kalbini bozar. Devam ederse helak olur; dinini bırakır. Ahlakı bozulur. Tabiatın verdiği adi zevkleri yapar, bütün fazilet duygularını söndürür. Ancak aradan geçen devrede kötülüğünü sezer, tevbe ederse onu o kötülükten Allah kurtarır.
Çarşı-Pazar işiyle uğraşanlardan diğer bir kısmı ise gördüğünü görür. Mahvolacağı sırada aklı başına gelir. Dinî inançlarını düşünür, yaptığı işin hatalı olduğunu derhal anlar; nefsiyle mücadele etmeye başlar. Buna bir mücahid payesi verilir. Yaptığı iş dolayısıyle öbür alemin bol mükafatım kazanmaya namzet sayılır. Buna dair bir Hadis-i Şerif vardır. Onda şöyle buyurulur:
- ''Bir kimse, kötülük yapamayacak halde iken kötü işlere yanaşmazsa ona bir sevap; yapmaya gücü yettiği halde yapmazsa ona da yetmiş sevap verilir."
Bu çarşı pazarlarda dolaşanlardan diğer kimse ise gider, alır, yer, içer. Allah'a şükreder. Kötülüğe meyil etmez. Hepsini Allah'ın vermiş olduğu bir nimet olarak kabul eder.
Yine onlardan bir kısmı çarşıya çıkar, gezer; fakat ilahî hikmetlerden gayri bir şey görmez. Sanki gördüğü Allah'ın nurudur. Ve bundan gayrısına kördür, sağırdır. Bunun derecesi yüksektir. Bu dereceye erenler, Hak 'tan gayrisini bilmezler. Söz gelişi buna:
- Çarşı da bir şey gördün mü? Diye sorarsan şöyle der:
- Hayır..
Hakikatte görmüştür. Ama bu gördüğü kalbini sarmamıştır. Ani bir bakışla geçmiştir. Uzun boylu ve kötü arzularla bakmış değildir.
Bu zat, her şeye değeri kadar önem verir. Dışıyla halka bakar, ama kalbi Hak'tadır.
Bu anlattıklarımızın son kısmına dahil olanların kalbi Allah sevgisiyle doludur. Kalbinde yalnız onun sevgisi ve onun yarattıklarının sevgisi vardır. Çarşıları, pazarları dolaşır; ağzından hikmetler çıkar. Dualar okur, Allah'a yalvarır. Hamd eder.
Bu, büyük insandır. Buna kulların hamisi denir. Buna arif de denir. Bedel ismi de verilebilir. Zâhid, alim ve yeryüzünde Allah'ın halifesi ismi de kullanılır. İlahî bir elçi adı da takılır.. Ne dense yakışır.
Allah bunlara, bütün iman sahiplerine rahmet ve rızasını ihsan eylesin. Doğru yola Allah hidayet eder.
ŞİMDİYE KADAR NEREDEYDİNİZ!
Fehmi Yıldırım Bey anlatıyor;
1994 senesiydi. Arkadaşlarla yapacağımız bir sohbete geç kalmıştım. Onun için özür dileyip hem de mazeret beyanında bulunmak kastıyla dedim ki, bir arkadaşımın yakınına baş sağlığı için gitmiştim. Çok enteresan bir ölüm hadisesi idi. Aniden vefat eden adama, ölmeden hemen önce oğlundan, kızından ve damatlarından dört telefon gelmiş; "Merak ettik
Adam, birbiri ardına gelen bu telefonlardan dolayı oldukça şaşırmış, "iyiyim", demiş ama içinden de "Bu işte bir gariplik var!" diye geçirdikten sonra oturduğu yerde vefat etmişti. Bütün bu olanlar yarım saat içinde cereyan etmiş.
Ben bu enteresan hâdiseyi naklettikten sonra sohbette ilk defa gördüğüm bir genç, "Müsaade ederseniz, ben de buna benzer bir hâdise anlatayım?" deyip, bizden olur aldıktan sonra başladı anlatmaya:
-Sizlerin şu samimiyetiniz ve bu kadar güzel dostluk ve sohbetleriniz bana çok tesir etti. Yeni tanıştık ama, bugüne kadar niye sizleri bulamadım? diye hayıflanıyorum. Görüyorsunuz bir kolum yok. Size bir trafik kazasını ve biraz önce bahsedilenlere benzeyen önsezileri anlatayım.
-Nişanlım ipek ile evlenmemize on gün vardı. O gün onu aldım bir bara götürdüm. Biraz sonra arkadaşım ve aynı zamanda adaşım Murat da İki kız arkadaşı ile birlikte yanımıza geldiler.
-Hayrola, hoş geldiniz, dedikten sonra onları hiç beklemediğim için "Niye geldiniz?" diye sordum. Onlar "Ölmeye geldik!" deyip gülüşmeye başladılar. "Biz de!" deyip şaka-lastik.
Biraz sonra Hakan isimli arkadaşım da iki kızla çıkıp geldi. O saatler, pek böyle biraraya geleceğimiz bir vakit olmadığı için onlara da "Hoş geldiniz. Hayrola bu saatte buraya niye geldiniz?" diye sordum, onlar da, daha önce konuştuklarımızdan habersiz, gülerek "Ölmeye geldik!" dediler.
içkilerimizi içtikten sonra bardan çıktık. Ben arabamı Hakan'a verdim, biz de Murat'ın arabasına doluştuk. Hakan'a verdim, biz de Murat'ın arabasına doluştuk.
O akşam İpek'te bir başkalık vardı. Ben arka koltukta pencere kenarına, onun ise ikinci kızla benim arama orta yere oturmasını istiyordum. Çünkü Murat arabayı kullanacaktı, kız arkadaşlarından birisi ön tarafa yanına oturmuştu. Ama ipek bütün ısrarlarıma rağmen ortaya oturmaya yanaşmadı ve benim ortaya oturmamı istedi, Ben de mecburen oturdum.
Biraz sonra yolda giderken çok şiddetli bir kaza geçirdik, Murat, ipek ve yanımdaki kız hemen orada ölmüş, ben komaya girmişim. Zaten kolum kopmuş, iç organlarım dışarı fırlamış. Ön tarafta oturan kız ise nasılsa kurtulmuş ve arabadan çıktığı gibi arkasına bakmadan gitmiş. Polisler gelmiş manzarayı görünce hepimizi de ölü zannedip morga kaldırmışlar. Sonra isim tesbiti için tekrar morga gelmişler, kapıyı açınca ben kımıldamış ve bağırmışım. Heyecana kapılan polis heyecandan silahını çekmiş fakat bayılıp yere yığılmış. (Bu polis birkaç ay psikolojik tedaviden sonra malulen emekliye ayrılmış.)
Daha sonra beni hemen tedaviye almışlar, yurtiçinde ve yurtdışında uzun tedaviden sonra kendime gelebildim. Hakanlar da trafik kazası yapıp ölmüşler. Anlaşılan geriye iki kişi kalmıştı.
Murat bütün bunları anlatırken sanki nefesimizi tutmuş, pürdikkat dinliyorduk. Murat, meselenin değişik bir yönüne geçiş yaparak şunları söyledi:
-Sonradan şunları öğrendim. Arkadaşım Murat, kazadan 10-15 gün önce bir mezar hazırlatmış hatta bir hoca çağırıp, "Kur'ân oku, dua et", demiş. O da, "Burası boş mezar, ben kimin için yapacağını?" demiş. Adaşım, "Sen dua et, oraya girecek olan yakında gelecek", demiş.
Kazadan sonra işte o kazdığı mezara gömülmüş. Nişanlım ipek de, son olarak benimle çıkmadan önce bütün elbiselerini bavullara, valizlere doldurup üzerine, "Ben gelmezsem bunları fakirlere, Çocuk Esirgeme Kurumu'na verin", diye yazdığı bir not bırakmış. Zaten o gün inanıyordum ki, nişanlım kazayı hissetmişti. Beni de çok sevdiği için orta yere oturtarak korumak istemişti. Çünkü hiçbir zaman karşılaşmadığım inatçı tavrına ilk defa orada şahit oluyordum.
Bunları söylerken Murat'ın gözleri yaşarıyordu. Kafasını kaldırıp bir soru sordu:
-Allah'a imanı vardı, içki içmezdi, iyilik severdi, dürüsttü, fedakârdı. Ama yetiştiği durum itibariyle din adına pek birşey bilmezdi. Acaba Allah onu affeder mi?'
Fetret devrine benzer bir yokluk ve yabancılık içinde yetişen böyle birisi için, "Allah'ın merhameti geniştir, zaten Allah'tan hiçbir zaman ümit kesilmez", diyerek teselli etmeye çalıştık.
Murat, daha sonra kendisi için de şunları söyledi: "Ben Allah'a inanıyorum. Bir senedir de hiç içki içmedim. Ama dinden uzak yaşadım. Bilmiyordum. Elimden tutanım da yoktu. Allah beni de affeder mi?"
Biz yine Allah'ın rahmetinin genişliğinden bahisle teselli edici sözler söyledik. Gözlerinin içi gülüyordu. Fakat birden bire durdu ve "Fakat ben, bizi terkedip giden kızı öldürmek istiyorum, çok mu büyük günah işlemiş olurum?" diye sordu.
Biz de "Niçin?" diye sorduğumuzda o, "iki sebepten. Birincisi kazayı yaptıran o... Çünkü adaşımla sert bir münakaşaya tutuştu. Hatta direksiyonu elinden zorla almaya kalktı ve hızla giden araba bariyerlere çarptı. Sonra da hiçbirimize bakmadan, yardım çağırmadan bizi ölüme terkederek çekip gitti, ikinci olarak da, tahkikat sonucu arabanın içinde bizim beş kişi olduğumuz tesbit edilip ifadesine baş vurulunca da herhalde benim ölümden kurtulup işi düzeltmem mümkün olmaz diye verdiği ifadede benim şoförle kavga edip direksiyona saldırdığımı ve dolayısıyla kazayı yaptırdığımı söylemiş. Benim iyileştiğimi öğrenince önce İsviçre'ye kaçmış, sonra da Amerika'ya gidip birisiyle yaşamaya başlamış. Ama ben onu çok iyi takip ediyorum."
Biz, "Sakın ha... Madem iyi bir yola girmek istiyorsun, onu affet.. Allah affedenleri sever, inşaallah geniş ve engin rahmete mazhar olursun", dedik.
Murat bize, "Ben sizlerden ayrılmak istemiyorum, izin verirseniz bütün sohbetlerinize katılmak arzu ediyorum" dedi. Biz de bütün samimiyetimizle "bekliyoruz" dedik.
Öbür hafta kaza hakkında gazetede çıkan haberlerin kupürlerini de toplayıp bir dosya yaparak bize gelmek istemiş fakat kazadan sonra yakalandığı sara hastalığının nöbeti gelince arkadaşı ismail Bey onu hemen evlerine götürmüş, iyileşince telefon ederek arkadaşlardan, gelemediği İçin mazeret beyan edip özür dilemiş. Bir sonraki hafta ise sara nöbeti onu banyoda yakalamış. Düşüp başı zedelenmiş ve acele hastaneye kaldırmışlar. Ziyaretine gittiğimizde bizi tanımıyordu. Birkaç gün sonra da vefat etti.
Bağdat Caddesi'nin bu sevilen genci için kızlı-erkekli bütün arkadaşları ağlıyorlardı. Cenazeye geldiler. Biz kendimizi tanıtıp yanlarına sokulunca, hepsi etrafımızda pervane gibi oldular ve "Murat sizlerle tanıştıktan sonra bize geldi ve arkadaşlar çok temiz insanlarla tanıştım. Onlarla görüşün iyi yolu bulalım. Bizim tuttuğumuz bu yol, yol değil. Ben, artık İslâmiyet'i öğrenip yaşamak istiyorum. Yoksa herşey fani, herşey boş." diye sizlerle mutlaka oturup sohbet etmemizi arzuluyordu, ama bizleri tanıştırmaya ömrü yetmedi, dediler.
Demek ki, Allah'ın kendisine bahşettiği son zamanı iyi değerlendirmişti. Ailesine de başsağlığına gittik. Orada da kız kardeşi, annesi ve babası bize "Murat hep sizden bahsediyordu, sizi çok sevmişti" dediler.
Cenazenin olduğu gün, orada başı sarılı bir delikanlı vardı, "Murat'ı çok severdim. Vefatını duyunca arabamı duvara vurdum, onun için başımdan yaralandım. Ama size birşey söyleyeceğim. Sizinle tanışmamız için, mutlaka Murat'ın ölmesi mi gerekiyordu? Niye bizleri de aranıza almıyorsunuz?" diyerek sitemlerini dile getirdi.
Sonra öğrendik ki, Murat çok cömert bir gençti. İpek'in ölümünden sonra ise iyice cömertleşmişti, Şimdi Karacaahmet Kabristanı'nda ölmeden önce nişanlısı İpek'in yanına yaptırdığı mezarda yatıyor.
ALLAH DİYEN
Adamın birisi, hikmet erbabı ve zengin tüccar Ebu Hatem'İn konağına geldi. Kapıyı şiddetle çaldı. Ebu Ha-tem içerden seslendi:
- Kimdir o?
- Bir derviş, Allah diyen bir derviş...
Ebu Hatem. hizmetçilerine bırakmadan kapıyı açtı. Perişan kılıklı bir derviş... Dışarıya çıktı, yere eğildi ve şaşkın şaşkın bakman dervişin ayaklarını öptü. Sonra ayağa kalktı, uzaklara doğru baktı ve seslendi:
- Başka Allah diyen var mı? Gelsin, ayağını öpelim.
Onun hatırı çok âlîdir. Günümüz insanı, Allah hatırına Allah diyeni aziz tuttuğu gün, hakiki değer ölçüsünü keşfetmiş olacaktır.
Ne yazık ki çok defa İman birlikteliği bir sürü dedikodudan ötürü hak ettiği değeri bulamamaktadır.
"Ellerime uzanan dudakları tepeyim,

Allah diyen gel, senin ayağından öpeyim!"
şiirindeki ufuk kurtarıcı reçetedir.

TEKRAR DÖNMEK


Ebu Ali Dekkak Hazretleri'ni vefatından sonra, rüyada, gözyaşları ve tekrar dünyaya dönmek arzusu içerisinde görüp sebebini sordular. Şöyle dedi:


- Dünyaya tekrar dönmek, adamakıllı giyinip elime asamı almak, hızlı hızlı sokaklardan geçmek ve tokmaklarını kırarcasına her evin kapısını çalmak İstiyorum! Ve her eve, herkese bağırmak: "Bilseniz, bilseniz kimden geri kalmaktasınız.'" demek istiyorum.


Bütün nebilerin ve velilerin gönlünden her gönle seslenmek, her kapıyı çalmak ve "Allah'a iman edin, kurtulun!" demek arzusu geçmiştir. Zira insanlar nasıl oyunlarla oynaştıklarının, neyi yitirdiklerinin ve akıbetlerinin farkında değildir. Sadece bir ömürlük sermayesi olan insanların onu harcaması, ebedî saadetin temini için kullanmaması anlaşılır şey değildir.


Sanki bir cinnet halidir bu ve bu aymazlık karşısında insanın başını ellerinin arasına alıp İnlemesi, dizini dövmesi, şaşkınlıklar yaşaması İçten bile değildir. İnsanın içinden uyumamak, tek tek camları tıklatmak, "Namaz uykudan hayırlıdır!" demek gelir.


Ve yine meşhur şairimizin ifadesiyle, "Bu mesele çapına uygun bir aksiyonla temsil edilseydi, sabahlara kadar insanların kapılarını çalmak ve uyarmak gerekirdi!"


Anne karnındaki çocuğun veya yumurtanın içindeki civcivin dünyayı bilmediği için alıştığı yeri terk etmek istememesi gibi, insanlar da bu daracık ve kararsız dünyadan sonra kendilerini nasıl bir saadetli diyarın ve Rahman'ın beklediğini bilememektedirler.


Ve yitirmek ve bitmek, kimse için düşünülebilecek bir şey değildir.


YÜZ YİRMİ DÖRT BİN ŞAHİT


Şeyhin birisi, İkindi namazını kıldırdıktan sonra camideki müritlerine dönmüş ve:


- Hazırlanın, demiş, sultanımız bizi iftara davet etti. Onun ziyafetine gidiyoruz.


Çıkmışlar. Avlunun bir köşesinde, üzeri yamalı bir pir-i fani oturuyormuş.


- Şeyh Osman, demiş adam, benim yemeğimi getir, Öyle git!


"Meczubun birisi herhalde"


diye düşünmüş herkes.... "Gariban kiminle konuştuğunu bilmiyor" demişler birbirlerine-.. Şeyh Osman da, "Tamam amca, tamam..." diye geçiştirmiş. Düşünmeden, öylesine söylenen bir söz diye değerlendirmiş.

Müritleri ile Padişahın davetine iştirak etmişler. Hürmet, ikram görmüşler. Padişahın İhsanları ile uğurlanmışlar.


Gece Şeyh Osman bir rüya görmüş. Kıyamet kopmuş, insanlar mahşer meydanında toplanmış. Herkes kendi hesabının derdine düşmüş. Büyük bir kalabalık; yüz yirmi dört bin peygamber Şeyh Osman'ı sıkıştırmaya başlamış. "Şeyh Osman" diyorlarmış, "Padişahın ziyafetine gittin de, niçin bizim bir dostumuzun İhtiyacını görmedin?" Şeyh Osman'ı sabaha kadar terletmişler.


Şeyh Osman dehşetler İçerisinde uyanmış. Sabah namazından sonra hemen yaşlı adamın yanına gitmiş. Özür dilemiş, af rica etmiş, isteğini sormuş:


- Şeyh Osman, Şeyh Osman! demiş adam. Bir garibanın ihtiyacını görmen için yüz yirmi dört bin peygamberi şahit olarak mı getirmemiz gerek?


Üç tane yalancı, birbirini görmeden bir söz üzerinde ittifak etseler, insanlar o sözün doğru olduğuna İnanır,


Üçü de "Şehrin dışında yangın var" dese, birbirini görmediklerini kesin biliyorsanız, hayatlarında hiç doğru söylememiş bile olsalar, bu defa "Acaba?" der, inanır veya en azından araştırırsınız.


Hayatlarını yalanla mücadele ile geçirmiş, birbirini hiç görmemiş, farklı zamanlarda ve mekânlarda yaşamış binlerce Peygamber aynı hakikatten haber veriyorlar. Bu kadar doğru sözü kabul etmemek akılla ve izanla izah edilemez.


Ve hepsi nesle sahip çıkmayı, yetime bakmayı, garibi korumayı tavsiye ediyor, insanlar "Neslimize sahip çıkalım, eğitime önem verelim" diyen bir insanın sözünün arkasında o binlerce rehberin imzasını görmeli, o sesi onlardan dinliyor gibi dinleyip öyle kulak vermeli ve bu büyük davaya sadece rüya aleminde değil, özellikle ve en Önemlisi hakikat aleminde şahitlik yaptıklarını, aynı yoldaki ayak İzlerini unutmamalıdırlar.


EĞİTİM BÜTÇESİ


Fatih Sultan Mehmet, bütçe müzakerelerine başlamadan listeye medreseler tahsisatı olarak büyük bir rakam yazmış. Maliye Veziri bu tahsisatı çok bulunca şu izahatı yapmış:


- Siyah, kurşuni veya kahverengi bir kumaşı kirli suya batırırı. Kurusun, sarık olarak sarın. Kirini belli etmez. Fakat beyaz bir tülbendi değil kirli suya atmak, üzerinden sinek geçse fark edersiniz.


Diğer mesleklere nazaran ulema mesleği budur. Şimdi soruyorum: Baktığımız her yüz talebeden en az beş tanesi istediğimiz gibi yetişiyor mu, yetişmiyor mu?


- Yetişiyor Padişahım!


- Öyle ise o beşin hatırına doksan beş taneye de bakacağız. Hangisinin o beşe gireceğini önceden bilemeyiz.


Maliye Veziri bu izaha hak vermiş.


O gün medreseler birer ilim merkezi olarak işliyordu ve Osmanlı'nın köylerine kadar ulaşmıştı. Vazifesini de hakkıyla ifa ediyordu.


Sultan, bir insana dünyalar kadar yatırım yapılsa değeceğini nazara veriyor, sayı ve meblağın büyüklüğü karşısında vezirlerini ikna ediyordu.


Bugün, ilahi bir lütuf la, hakkıyla yapılan eğitim faaliyetlerinin büyük bir çoğunluğundan hoşnutluk uyandıran neticeler alınmaktadır.


Birine, beşine değerken, binlercesine, İnşaallah milyonlarcasına elbet değer.

 
Üst