Günah

mihrimah

Well-known member
GÜNAH

قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّىَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْىَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّهِ مَالَمْ يُنَزِّلْ بِه سُلْطَانًا وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّهِ مَالَا تَعْلَمُونَ

Â’raf / 33. De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.

يَمْحَقُ اللّهُ الرِّبوا وَيُرْبِى الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَثيمٍ

Bakara / 276. Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.

وَالَّذينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Al-i İmran / 135. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.

وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُ اِنَّ الَّذينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ

En’am / 120. Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.

وَيْلٌ لِكُلِّ اَفَّاكٍ اَثيمٍ
Câsiye / 7. Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin!
كَلَّا بَلْ رَانَ عَلى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Mutaffifin / 14. Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.

اِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيَِّاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَريمًا

Nisa / 31. Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.

اَلَّذينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ اِلَّا اللَّمَمَ اِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ اَعْلَمُ بِكُمْ اِذْ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاِذْ اَنْتُمْ اَجِنَّةٌ فى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقى

Necm / 32. Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.
HADİS...
* Hz. Aişe radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm bana: "Ey Aişe! Ehemmiyetsiz görülen amellere karşı aman dikkatli ol! Çünkü onlar için de Allah (tarafın)dan (vazifelendirilmiş) araştırıcı bir melek vardır."
* Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Ümmetimden birkısım insanları bilirim ki, Kıyamet günü Tihâme dağları emsalinde bembeyaz (tertemiz) hayırlarla gelirler. Aziz ve celil olan Allah Teâla hazretleri o sevapları saçılmış toz haline getirir (değersiz kılar, kabul etmez)." Sevban dedi ki : "Ey Allah'ın Resülü! Onları bize tavsif et, durumlarını açıkla da, bilmeyerek biz de onlardan olmayalım!" Aleyhissalâtu vesselâm açıkladılar: "Onlar sizin din kardeşlerinizdir. Sizin cinsinizden insanlardır. Sizin aIdığınız gibi onlar da gece (ibadetin)den nasiplerini alırlar. Ancak onlar, Allah'ın yasaklarıyla tenhâda başbaşa kalınca o yasakları ihlâl ederler, çiğnerler."
* (Ümmü'l-Mü'minîn) Âişe radiya'llâhu anhâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Ashâbına emrettiği zaman (dâimâ) ellerinden gelebilecek amelleri emrederdi. (O zaman Ashâb-ı Kirâm'ı): "Yâ Resûlâ'llâh, biz Senin gibi değiliz. Allâhu Teâlâ Senin olmuş ve olacak günahlarına meydan vermemiştir." derlerdi de (âsâr-ı) gazab vech-i mübârekinde belirecek kadar kızar ve ondan sonra da: "En ziyâde sâhib-i takvânız, Allâh'ı en çok bileniniz şüphesiz ki benim." buyururlardı.
* Yine Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Bir kula (bilmiyerek) bir günâh isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de: - Yâ Rab! Ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhut (bilmiyerek) ben bir günâhla musâb oldum, kusûrumu afv ü mağfiret eyle! Diye (günâhını i'tirâf ve) niyâz ederse, o kulun Rabbi: - Demek ki, kulum, (dilerse) günâhımı afvedecek, (dilerse) cezâlandıracak muhakkak bir Rabbi olduğunu bildi. Şu halde ben de kulumu mağfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul Allah'ın dilediği kadar bir zaman (günâhsız) yaşar. Sonra bir günâh daha isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de: - Yâ Rabbî! Ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhut (bilmiyerek) bir günâhla musâb oldum. Kusûrumu afv ü mağfiret eyle, diye niyâz ederse, o kulun Rabbi: - Demek ki, kulum, günâhını affedecek veyâ cezâlandıracak bir Rabbi bulunduğunu gereği gibi bildi, şu halde ben de bu kulumu mağfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul Allah'ın dilediği kadar bir zaman günâhsız yaşar. Sonra bir günâh isâbet edip veyâ bir günâh işleyip de: - Yâ Rab! Ben bir günâh işledim veyâ bir günâhla musâb oldum, kusûrumu afv ü mağfiret eyle, diye Allah'a yalvarırsa, o kulun Rabbi: - Demek ki, kulum, günâhımı affedecek veyâ cezâlandıracak bir Rabbi olduğunu bildi, ben de üç def'a kendisini afv ü mağfiret ettim. Artık (günâh işlediğinde tevbe etmesini bilen) bu kulum dilediği işi işlesin, buyurur.
* 'Âişe radiya'llahu anhâ'dan rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem şöyle du'â ederdi: Allah'ım! Tenbellikten, bunaklık derecesinde ihtiyarlıktan, günâhtan, ödeklikten, kabir suâlinden ve kabir azâbından, Cehennem ateşinden ve Cehennem azâbından, zenginlik gurûrunun şerrinden, yoksulluk sefâletinden Sana sığınırım!. Allah'ım! Bir gözü silik Deccâl'in şerrinden Sana sığınırım!. Allah'ım! Günâhlarımın kirini (el deymedik) kar, buz suyu ile yıka, kalbimi de günâhlardan -beyaz elbîseyi kirden temizler gibi- pâkla; benimle günâhlarımın arasını da doğu ile batı arası uzaklığı kadar uzak kıl!.
* Şeddâd İbn-i Evs radiya'llahu anh'den rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Seyyidü'l-istiğfâr (yâni istiğfâr du'âlarının ulusu) Allahu Teâlâ'dan şu yolda mağfiret dilemektir: Allah'ım! Sen Rabbimsin, ibâdete lâyık hiç ilâh yoktur, yalnız Sen varsın; beni Sen yarattın, şüphesiz Sen'in kulunum ve gücüm yettiği kadar ezelde Sana verdiğim ahd ü va'ad üzere sâbitim. Allah'ım işlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun ni'metini zât-ı ulûhiyetine i'tirâf ederim. Günâhımı da î'tirâf ederim. Binâenaleyh günâhımı Sen yarlığa! Çünkü günah yarlığamak, kimsenin haddi değildir, ancak Sen yarlığarsın!. Resûl-i Ekrem buyurur ki: Bu seyyidü'l-istiğfâr du'âsını her kim kalbiyle sevab ve fazîletine inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o kimse ehl-i Cennet câmiasındandır. Her kim de sevam ve fazîletine inanarak gece okur da sabah olmazdan önce ölürse, o kimse de ehl-i Cennet zümresindendir
* (Abdullah) İbn-i Mes'ûd radiya'llahu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Resûl-i Ekrem'e bir kimse: - Yâ Resûla'llah! Câhiliyet zamânında (Müslüman olmazdan önce) işlediğimiz günâhlardan dolayı cezâ görecek miyiz? Diye sordu. Resûlu'llah şöyle cevâb verdi: - Her kim müslümanlıkta güzel hareket ederse, câhiliyet hayâtında işlediği günâh ile muâheze olunmaz. Fakat her kim müslümanlıkta (sebât etmeyib irtidâd etmek) fenâlığında bulunur (ve küfr üzerine ölür)se o, hem evvelce câhiliyetteki ameliyle, hem de sonra müslümanlıktaki küfr ve intidâdiyle muâheze olunur (ebedî Cehennemde kalır).
* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den Resûlu'llah Salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Ümmetimin hepsi (Allah tarafından) afvolunmuşlardır. Yalnız açık günahkârlar değil, bu (günahkâr) delilerden öyleleri vardır ki: Kişi geceleyin bir günâh işler, sonra: "Şöyle (bir gece hayâtı) yaşadım!" der. Halbuki o, Rabbi günahkâr (sabahleyin şuna buna): "Ey falan, ben dün gece şöyle şöyle (bir gece hayatı) yaşadım!" der. Halbuki o, Rabbi günâh işini ört bas ederek gecelemişti. Fakat bu deli Allah'ın örttüğü perdeyi açarak sabahliyor (fıskını gösteriyor).
* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Hiç bir kişi Cennet'e giremiyecektir, ancak o, dünyâda günâh işlediyse muhakkak Cehennemdeki makkarını görecektir. Tâ ki Cennet'e girdiği zaman bu ni'mete ziyâde şükür ede. Hiç bir kişi de Cehennem'e giremiyecektir. Ancak o, dünyâda sevâb işlediyse Cehennem'e girmezden önce muhakkak Cennetteki ebedî makamını görecektir. Tâ ki (Cehennem'de bulunduğu müddetce) Cennet'teki makamına mütehassir olsun (Cehennem âzâbını iyice tatsın).
* Nu'mân İbn-i Beşîr radiya'llâhu anhümâ'dan Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Halâl olan şeyler bellidir; haram olanlar da bellidir. Fakat halâl ile haram arasında birtakım şübheli şeyler vardır (ki bunlar halâl mıdır, haram mıdır? Çok kimseler bilmezler). Kim ki, kendisince günah olması sezilen bir şey'i terk ederse, o, hürmeti âşikâr olan şey'i çoktan bırakmış demektir. Kim ki, günah olması şübheli olan şey'e cür'et ederse, bu da hürmeti vâzıh muharremâta dalmağa yaklaşmıştır. Günahlar (, haramlar) Allâh'ın korusudur (yasak yeridir). Hangi çoban ki, (davarlarını) koru etrâfında otlatırsa, çok sürmeden koruya dalabilir.
* İbn-i Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet edilmiştir: (Kıyâmet günü) muhakkak Allah mü'mini yaklaştırır ve onun üstüne cenâh-i şefkatini ve hicâb-i hıfzını örter de onu (ehl-i mevkifin gözünden) esirger. Ve: - (Ey kulum! İşlediğin) fülân günâhı bilirsin değil mi? Fülân günâhı (da) bilirsin değil mi?; diye sorar. Mü'min de: - Evet, Rabbim! diye tâ bütün günâhlarını takrîr ve i'tirâf ettiği ve içinde helâkine kanâat geldiği zaman Cenâb-ı Hak: - (Ey kulum!) Aleyhindeki bu günâhları dünyâda (halktan) gizledim. Bu gün de senin lehine bunları mağfiret ediyorum! buyurur. Ve mü'minin hâssaten defteri (sağından) kendisine verilir. Kâfirlere, münâfıklara gelince: (onlar için de Peygamberlerden, Meleklerden bir çok) şâhidler: - Ha şunlar, Rablarına (şerîk zu'm ederek) yalan söyliyenlerdir; Allâh'ın lâ'neti (o) zâlimler üzerine olsun! derler.

TEFSİR...
وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُ اِنَّ الَّذينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ
En’am / 120. Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.
Ve günahın açığını da, gizlisini de terk edin. Kötü fiilin açığını da yapmayın, gizlisini de. Günahın açığı, kötü fiilin açığı deyimi, ilk önce iki mânâyı içine alır: Birisi açıktan açığa, alenî olarak yapılan kötü fiil; diğeri de, isterse gizli yapılsın kötülüğü, kötü olduğu açık ve besbelli olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeşit demek olur ki, birisi gizli yapılan kötü fiil, birisi de isterse açıktan yapılsın kötülüğü gizli, yani fenalığı baştan açıktan açığa anlaşılmaz, sonradan meydana çıkar ve bundan dolayı ilk önce günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere dayanan kötü fiildir. Bundan başka bir fiil ya zina, hırsızlık vesaire gibi uzuvlar ile yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sırf kalb ile yapılır. Ve "günahın açığı ve gizlisi" deyimi bu farkı da içerse, bu öncekilerin içinde dahildir. Kısaca günah, kötülük, kötü fiil demektir. Ve bunun bir zahiri (görüneni) vardır, bir de batını (görünmeyeni). Zahiri, ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi açık ve belli olan; batını da buna karşılık ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi gizli olanıdır. Kendisini gizli olması da ya sırf kalbe ait işlerden olmasıyla olur veya tenhada yapılmasıyla olur. Ve bunların hepsinden sakınmak gerekir. Çünkü ne olursa olsun günah kazananlar, kazandıkları günahlarıyla ilerde cezalanacaklardır. Şu halde açık olanın cezası var da, gizli olanın cezası yok zannetmemeli, hepsinden sakınmalıdır.
Bu âyet, bütün haram olanların hükümleri hakkında bir tümel (küllî) esası beyan etmektedir.Yani Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı şeyler, açıktan açığa herkesin anlayıvereceği açık fiillerden, açık kötülüklerden ibaret değildir. Öyle gizli ve batınî fenalıklar da vardır ki, herkes için keşf ve değerlendirmesi, anlama ve idraki zor veya imkansızdır. Ve işte Allah'ın açıklayıp ve beyan ettiği haramların, günahların bir kısmı ve hatta çoğunluğu böyle insanların kendi akılları ve takdirleriyle anlayıp idrak edemiyecekleri gizli kötülüklerdir ki, bunlar ancak şeriatin gelmesi, haber vermesi ve Allah'ın irşadı ile bilinebilir. Ve bu şekilde herkes için aklen açık ve malum bulunan kötülüklerden başka, aklen gizli ve batın olan birçok kötülükler de dinen açık ve malum bulunur. Ve hepsinin zararından, cezasından çekinmek, ancak şeriata yapışmakla mümkün olur. Ve böyle şer'î açıklama ile "Helal açıktır ve haram da açıktır." Bununla beraber bu ikisinin ortasında şüpheli görülecek gizli bazı şeyler daha vardır ki, bunlar da gizli günaha dahildirler. Bunları anlayıp terkedebilmek de "Seni şüpheye düşüreni, seni şüpheye düşürmeyene bırak" hadisinin delaletince, açık, belli ve kesin şekilde bilinen şer'î bir beyan ve ilmî bir asla ictihad ile irca edilerek ve katılarak şüpheli tarafın atılması ile mümkün olur ki, nefse ait isteklere dayanmakla ilme dayanma farkının en çok dikkatle gözetileceği nokta da bu noktadır.


PIRLANTA SERİSİ...
İşlediğimiz pek çok günahlar yıllar geçmesine rağmen aklımızdan gitmiyor, hatta aynı günahlara teşvikçi oluyor. Sokakları bu tür günahları hatırlatan manzaralar istila etmiş durumda. Ne yapacağımızı bilemez olduk. Sadece dua ediyoruz ki, şehid olalım ve günahlardan temizlenme yolunu bulalım.
Bu soru değil, samimi bir gönülden gelen talep. Sahâbîye yanaşma ve yaklaşma yolunda atağa kalkmış bir kalbin ızdıraplarının ifâdesi. Biz, çarşısı, pazarı günâhlarla dolup taşsa da, bu toplumun içinde kalmaya karar vermişiz. Burada çeşitli münâsebetlerle anlattığım; şu anda hatırladığım bir hissimi, müsâdelerinizle, bu münâsebetle bir kere daha anlatmak istiyorum.
İlk defa Allah Rasulünü ziyaret nasip olduğunda, Ravza-i Tâhireye giderken nerede ise cinnet geçirecektim. Sanki bana, kendisini bizzat göreceğim gibi geliyordu. Acaba nerede diye diye durmadan sağıma soluma bakıyor ve O'nu arıyordum.0 anda Cennetin bütün kapıları açılsa ve bana gir denseydi, reddedecek bir ruh hâleti sarmıştı benliğimi. İsterseniz buna peygamberin köyüne âşık olma diyebilirsiniz.
Fakat benim arkadaşlarıma bir vasiyetim var. Eğer diyorum, birgün buraları terkeder ve oraya gidersem, ben bunu şahsî füyüzâtım için yapmış olacağım. Beni yakamdan tutup sürüye sürüye buraya getirsinler. Aksi halde Rabbîmin huzurunda iki elim iki yakanızdadır...
İşte mes'elenin iki ayrı yüzü. Bir tarafında peygamber köyüne duyulan dayanılmaz hasret: diğer yanda burada düşen boyunduruğu kaldırma mecbûriyeti. Birincisi, tamamen şahsî, ikincisi ise bütün bir milletin, hatta topyekün İslâm âleminin kaderiyle alâkalı bir husus.
Teker teker hepimiz de aynı tercîhle karşı karşıya bulunuyoruz. Siz de en az benim kadar oralara âşıksınızdır. Fakat buralarda kalmaya kendinizi mecbûr biliyorsunuz. Çünkü bayrak burada yere düşmüş. nesil burada mahvolmaya başlamış ve herşey burada bitmiştir. Eğer yeniden birşey başlayacaksa buradan başlayacaktır. Biz de. ızdırâp çekecek, maddî ma'nevî füyûzât hislerinden fedakârlıkta bulunacak ve burada kalacağız.
Evet, kabul ediyorum, günâhlar yollarımızı alıyor ve her ân rûhumuzun yaralanmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Fakat buna rağmen, niyetlerimiz sağlam ve hâlistir. Gönlümüzü süsleyen tek düşünce vardır. O da. Rabbîmizin dinine omuz vermek. Allah Rasûlünü neslimizin kalplerine yerleştirmek, ve bu uğurda başımıza gelecek bütün belâ ve musibetlere baştan râzı olarak, buralarda kalmada azimli olmaktır. Onun içindir ki, insanlar arasında kalıp onların cefâsına katlanmayı, dağlara çekilip inzivâ etmeye ve köşemize kapanıp zikir çekmeye tercih ediyoruz. Toplumun içinde duracak, arasıra onun paletleri arasında ezilecek; fakat yine o toplumun içinde kalmaya devam edeceğiz. Zira, burada vazife yapmaya mecbûr, hatta mahkumuz!...
TEVBE VE İSTİĞFAR
Soru: Günahlar karşısında nasıl bir tavır takınmalıyız?

İnsanın, günahtan bütün bütün hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde melekler gibi günahtan masun tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte, onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.
Evet, günümüz dünyası çarşısıyla, pazarıyla âdeta bir günah deryası haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köşe başında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Her mümin, böyle bir toplum içinde "her günah içinde küfre giden bir yol vardır" anlayışıyla hareket etmek zorundadır. O, beyninin bütün fakülteleriyle Allah'a müteveccih olmalı, duygu ve düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına birşey iliştiği zaman, hemen tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelmeli ve: "Allah'ım, bunu nasıl yaptım bilemiyorum! Böyle bir günah işlemekten dolayı Senden çok utanıyorum" deyip o günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir. Öyle ki bu pişmanlıktan kaynaklanan hüzün, onun bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yollann açık bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.
Bu hususta yapılacak olan diğer birşey de, işlenen günaha hiç mi hiç hakk-ı hayat tanınmamasıdır. Mümin, herhangi bir hata karşısında, ya bir iyilik yapmak suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapma adına da hiç vakit fevtetmemelidir. Zira ecel gizlidir. Her an gelebilir.
Burada istidradî olarak bir hususa işaret etmek istiyorum; bütün gayretine rağmen kendi zaaflarına yenilip nefsin ve şeytanın etkisinde kalarak günah işlemeye devam eden bir mü min, bana göre her günah işlediğinde adeta: "Allah'ım ben kendime bir kuyruk daha taktım. Sen bana ister hilebaz bir tilki, ister insanları sokmak için kuyruğunu dikip gezen bir akrep, isterse bir yılan nazarıyla bakabilirsin.." demeli ve mutlaka kendini sorgulamalıdır. O, bu şekildeki hareketiyle, Cenab-ı Hakk'ın kendisine bahşetmiş olduğu insanî değerleri tezyif ve tahkir edip bir kenara attığını; bunun aksine hayvanlığı benimsediğini itiraf etmiş olacaktır. Efendimiz (s.a.s) de, namazda yapılan bir takım yanlış hal ve hareketleri, bazı hayvanî hallerle özdeşleştirerek bazı mü minlerin vasıfları itibarıyla deformasyona uğrayacaklarına işaret etmiştir. Mesela O, rükudan tam doğrulmadan doğrudan secdeye gitmeyi devenin hareketine, iki secde arasında tam-tekmil oturmadan tekrar secdeye kapanmayı horozların yem gagalamasına ve yine secdede kolların yere yapıştırılmasını köpeğin oturuşuna benzetmektedir. Demek namazın içinde dahi olsa birtakım hareketler, insanı siret itibarıyla aşağılara çekebilmektedir. Nitekim modern çağ psikologları, insanları davranışlarıyla analiz ettiklerinde hayvana benzer özelliklerini tespit edip ortaya koymuşlardır. Mesela Alexis Carrel, böyle bir araştırma sonucu kendi dönemi açısından bazı gençlerin tavırları itibarıyla, serseri köpek formülüyle aynı çıktığı tesbitini ortaya koymuştu...
Hasılı; insanın, günahın nerede ve ne şekilde karşısına çıkacağını bilemediği için, Üstad'ın ifadeleri içinde öncelikle "günahlardan, yılandan çıyandan kaçar" gibi kaçması; ona maruz kaldığında da tevbe ve istiğfarda bulunup ondan arınmaya çalışmalıdır.
MÜSBETİN PEŞİNDE OLMA
Mü’minler alabildiğine derin olmalı, yoksa hayat-ı içtimaiyenin içinde zedelenebilir, yara alabilirler; düşüncelerinde, duygularında çatlamalar ve kırılmalar olabilir. Dinî duygular açısından çok sağlam olmalıyız. Yaptığımız küçük-büyük günahlardan dolayı odamıza çekilip gözyaşı dökmüyorsak kalbimizde çok şey kaybetmişiz demektir. Hatalarımızın ezikliğini yirmi dört saat yaşamıyorsak ruhumuz mukavemetini yitirmiş demektir.
Vücudun sıhhat emarelerinden bir tanesi, değişik virüsler, mikroplar karşısında hararetin yükselmesidir. Vücudun böyle bir mukavemet göstergesi yoksa onun durumu çok vahimdir. Artık onda ne bir çırpınma, ne bir helecan vardır. Bunun gibi şayet yapılan ma’siyetlere karşı bir iç tepki yoksa, şayet vicdanın ona karşı bir “hayır” demesi yoksa o ruh ölmüş manâsına gelir. Onun için bir taraftan ruhumuzu öldürmeden, olumsuzluklara karşı tepki gösterecek kadar kararlılık sergileyip, diğer taraftan da gözlerimizi çok ilerilere çevirerek devamlı terakki peşinde olmalıyız.
GÜNAHKÂRI KINAMA
Hiç kimseyi büyük-küçük günahlarından dolayı kınamayın. Bazen, “daha” bile demeden, içinden geçenlerden dolayı itab gördüğüm olmuştur. Artık, birine zina isnadını, küfür isnadını siz düşünün. Ta’yir geri tepen bir silahtır. Ama, maalesef müslümanlar arasında bugün çok kullanılıyor.
GÜNAHLAR KARŞISINDA
Günah, insanın içinde burkuntu yapıyorsa, bu bir mü’minlik alâmetidir. Ama, rahatsız etmiyorsa o da nifaka alâmettir. Zira, nifak ve günah aynı cinstendir. Günah ancak münafığı rahatsız etmez.
HARAMLAR KARŞISINDA GENÇLERE TAVSİYELER
Çarşı ve sokakta kol gezen haramlar karşısında gençlere şu tavsiyelerde bulunulabilir:
a. İşleri biriktirip, dışarı çıkıldığında birkaç işi birden görmek.
b. Bir kısım işlerimizi her gün çeşitli sebeplerle dışarı çıkma mecbûriyetinde olanlara gördürmek.
c. Sokağa yalnız çıkmayıp, bir veya iki kişi ile birlikte çıkmak.
d. Her an günahlardan ve kayıp gitmekten Allah’a sığınmak.
Ayrıca, her hususta olduğu gibi, bu hususta da başkalarına örnek olma mevkiinde bulunan şahıslar, hayatlarına çok dikkat etmelidirler. Zira, “âlimin sürçmesi âlemin sürçmesi, veya, âlimin ölümü âlemin ölümüdür” fehvasınca, onların yapacağı küçük bir hata veya dikkatsizlik binlere, milyonlara sirâyet edebilir, binleri ve milyonları sarsabilir.

FÂSİT DAİRE
Günah ile insan arasında irade bağı var. O bağ günah tarafına meyledince fâsit daire başlar. Bu daire içinde, fesad fesadı doğurur ve böylece silsile devam edip gider.
KÜÇÜK GÜNAHLAR
Büyük günah işlemek, bazen küçük günahları ehemmiyetsiz görmekten daha ehven olabilir. Meselâ, zina etmek, nefsin altında kalıp ezilmişliğin ifadesidir. Buna karşılık, sürekli olarak harama bakmak, hafife alındığı takdirde zina derecesinde bir günah olabilir. Aynı şekilde, bir-iki gıybetle, bir yerde köçeklik yapma ölçüsünde günaha girilebilir. İnsan, insan ise, harama bakma günahından da, gıybet günahından da ömür boyu ızdırap duymalıdır.
Bir başka misal olarak, namazı cemaatle kılmak, fukaha-ı kiramdan bazılarına göre farz-ı ayn, bazılarına göre farz-ı kifayedir. Hal böyleyken, cemaati beklemeden namazı geçiştirircesine kılıvermek, namaza karşı bir istihfaftır. “Birisine emredeyim, ezanı okusun; bir diğeri de imamete geçsin. Ben de Medine’nin sokaklarını dolaşıp, cemaate gelmeyenlerin evlerini yakıp, başlarına geçireyim” şeklindeki peygamber beyanı ne kadar üzerinde durulsa azdır.
Cemaati terk edip, namazı tek başına aceleyle kılıverme belki küçük bir günahtır ama, zamanla büyür ve büyük günah halini alır. Bu şekilde cemaati terk, âdetâ namazı terk etmek ölçüsünde büyük bir günah olur. Namazı terk etmek, büyük günahlardandır. Bu sebeple, mü’min, bir vakit namazı terkettiğinde ağlar, sızlar, dövünür ve tevbe eder. Fakat, cemaati terk ettiği zaman ağlamaz ve tevbe etme gereği de duymaz. Sonra bu, alışkanlık haline gelir ve neticede insan üst üste pek çok günaha girmiş olur. Daha başka şeyleri de bunlara kıyas edebilirsiniz.
Bir de, büyük günahlardan daha büyük bir günah vardır ki, o da, insanın neyi veya neleri kaybettiğinin farkına varmamasıdır. Mânen terakki edemediği gözlenen çok kimseler var ki, zannediyorum bunlar, küçük günahları ehemmiyetsiz görmekte, bu da, onların terakkilerine mâni olmaktadır.
GÜNAHLAR VE LATİFE-İ RABBANİYE
Bazı latifeler, ruh ve kalbin kayyimi durumundadır. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, bunların pek çoğu pörsüyüp solsalar da ölmezler. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaprak dökümüne uğrayan bu latifeler, tevbe mevsiminde tekrar yeşerir, çiçek açar ve meyve verirler.
İmam Şa’ranî’nin şu ifadesi bu hükmümüze delil kabul edilebilir. Diyor ki: “Ben namazsız bir insanla biraz yan yana otursam kırk gün namazımın bereketini bulamam.” Onun bu sözünden, namazsız insanlarla düşüp-kalkmama ma’nâsının anlaşılması yanında, kırk gün sonra namazın bereketinden istifade edilebileceği ma’nâsını anlamak da mümkün... Zaten bazı hadisler de buna işâret eder mahiyettedir. Meselâ “içki içenin kırk gün namazı kabul olmaz” meâlindeki hadis buna örnek gösterilebilir. Bunun ma’nâsı, aslî ma’nâda namaz kabul olmaz demek değildir; belki namazla ulaşılabilecek öyle noktalar vardır ki, içki içen bir insan, kırk günlük bu ölü zaman içinde o önemli noktaya ulaşamaz, demektir. Bundan, aynı zamanda, kırk gün sonra tekrar istenen mükemmeliyette namaz kılabilir ma’nâsını anlamak mümkündür... İçki içenin namazının makbul olmamasını ise eskiler, “kemaline masruf” diye anlatırlar.. Yani o namaz, “namaz” kelimesiyle anlaşılan ihatalı, derin ve kurbete vesile olabilecek ma’nâdan yoksundur. Meselâ namaz kılar da yine kendisini münkerattan alıkoymaz. Halbuki hakiki namaz, münkerata girmeme hususunda ilâhî bir garantidir. Demek ki, içki içenin kırk günlük namazı böyle bir garantiden mahrumdur. Yani o, mükemmel bir namaz olmaktan uzaktır. Bununla beraber, içki bütün hayatî latifeleri öldürmüş de sayılmaz; zira kırk günün sonunda, eğer aynı cinsten günah işlenmezse, o kişinin pörsüyen, solan latifeleri tekrar yeşerip hayatiyet kazanabilmektedir...
Bazı latifeler ise, işlenen bazı günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölürler. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu latifeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latifelerden değildirler.
Şimdi de mes’elenin bir başka yönüne bakalım. Şayet günahlar böyle hayatî latifeleri bütün bütün öldürmüş olsaydı, küfür ve Allah’ı inkâr haydi haydi onları öldürürdü. O zaman da küfürden sonra imân, irtidattan sonra da geri dönüş kapıları tamamen kapalı demek olurdu ki; bu da pek çok şeyi içinden çıkılmaz hâle getirirdi. Hz. Ebû Bekirler, Hz. Ömerler böyle kapalı bir dönemden sonra imâna uyanmışlardı.. uyanmış ve insanlığın ebedî sultanları olmuşlardı. Demek ki, onlardaki hayatî latifeler cahiliye döneminde bütün bütün ölmemiş ve her zaman imâna açık kalabilmişti. Sadece kalabilmiş de değil; ardından bir başkasının ulaşması imkânsız mertebe ve derecelere yükselmişlerdi..
Ayrıca, İslâm, insanın aslî fıtratına dönmesidir. Böyle bir dönüşle insan ikinci bir fıtrat kazanır. Eğer küfür ve inkâr, belli dönem itibariyle sahabenin aslî hüviyetini tamamen değiştirmiş olsaydı, o insanlardan hiçbiri imân edemez ve tabii gökteki yıldızlar haline gelemezlerdi. Aynı şeyi bazı büyük veliler için de söylemek mümkündür...
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, günahlar bazı latifeleri öldürür; bu doğrudur; fakat bu latifeler ruh ve kalbin asıl dinamikleri değildirler.. Ne var ki, insan her zaman bütün latifelerini hüşyar ve uyanık tutmakla mükelleftir. Onun içindir ki, Bediüzzaman “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.. Bir dane, bir lokma, bir öpmekle batma..” buyurur. Zira bazı duygular çok naziktir, çabuk kırılırlar. İşlenen küçük bir günah bile onun mahvına sebep olabilir.
Velilerin ekserisi böyle bazı latifelerinin ölüp gittiğinden bahisle, kendi kendilerinden şikayette bulunmuşlardır. Çünkü ölen latifeler, önemli ölçüde onların terakkilerine mâni’ olmuştur. İnsanı keşfe hazırlayan latifeler ölmüşse, o insan ne kadar uğraşsa keşfe açılamaz; eşyanın perde arkasını müşahede edemez. Keşif ve keramet ne kadar ve ne derece önemlidir? Bu ayrı bir konu... Bizim burada söylemeye çalıştığımız sadece bir vak’anın raporu mahiyetindedir. Ancak şu hususu da ısrarla ve altını çizerek tekrarlamakta fayda görüyorum: Ölen latifeler kat’iyen hayatî latifeler değildir. Eğer bunun aksi olsaydı, tevbeye çağrılmamızın bir ma’nâsı kalmazdı..


İÇ-DIŞ AHENGİ VE GÜNAH KARŞISINDAKİ TAVIR
İnsan, dış görünüşüne önem verdiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibariyle de dikkatli yaşamasını bilmelidir. Mesela, insanın bir yerinde göze batacak bir şey varsa, dikkat çeker diye onu gizler.. yakası kıvrık kalmıştır, pantolonun paçası bozulmuştur; farkına varınca hemen onu düzeltir. Bunun gibi, kalbde bir inhiraf olduğunda, ruhta hedefinden sapma meydana geldiğinde insanın hemen orada yeniden harekete geçmesi lazımdır.. harekete geçip onun çaresine bakması, yoluna koyması lazımdır. Mesela, göz yoluyla kalbe bir şey gelebilir; kulak veya ağız vesilesiyle kalbe bir şey bulaşabilir. İnsan görünüşündeki dağınıklık kadar belki ondan daha fazla gönül hayatındaki bu tür dağınıklıklara da dikkat etmeli ve devamlı hassas yaşamalıdır. Hiç olmayacak şekilde, mesela konuşurken ağzından kaçırıverirsin: “Filanca yüzüme bakarken biraz aval aval baktı.” O şahıs kendisine söylenince bundan rahatsızlık duyacaktır. Hemen arkasından koşup, ona yetişip “Ağzımdan bilmeyerek böyle bir şey çıktı, hakkını helal et.” demek icap eder. Aynen bunun gibi, “Niye hava soğuk?” diye aklından geçti. Hemen arkasından “Estağfirullah ya Rabbi, senin soğuğuna sıcağına karışamam.” demelidir. İnsanın üstüne-başına, yakasına-paçasına dikkat ettiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla Allah’ın ölçüleri içinde O’nun sevimsiz kabul ettiği şeyleri de hemen gidermeye çalışması lazımdır. Bazı dış yüzü itibarıyla hassas tipler vardır. Giysisiyle, oturduğu-yattığı yeriyle düzen arayışı içinde olan bu tipler, ruhi hayatında duyarlı olmayabilir. Bazı insanlar da düzensizdir, çevresi, eşyaları karışıktır. Fakat, ruhi hayatı itibarıyla fevkalade bir insandır. Bunlar birbirine uymayabilir. Ama bazıları da vardır ki, hem dış görünüşü itibarıyla hem de iç hayatı, ruhi ve kalbi yönüyle her zaman hassastır, duyarlıdır. Herhalde en iyi insan da odur: İç-dış ahengi mevzuunda fevkalade hassas ve duyarlı yaşayan, eğri-büğrü şey görmek istemeyen insan... Bu çok önemlidir. İnsana bazen bazı şeyler ağır gelebilir. Fakat aklımızdan geçen şeylerden dolayı bile marz-ı ilahiye (Allah’ın rızasına) muvafık değildir korkusuyla günah işlemiş gibi davranılmalı. Günah dediğimiz şeyin sürekli kendisini hissettirmesi mü’minin kalbinin cilasındandır. Çok parlak bir kalbe bir kere bile kir düşmüşse aradan elli sene geçse dahi o kalbin sahibi o günahı sanki o gün işlemiş gibi duyar. Günaha karşı koymanın en güçlü yolu da budur. Bir kere yapmışsa bir masiyet, onu yeni yapmış gibi vicdanını incitici olarak bulur. “Keşke” der. “Keşke…” Bu önemlidir. Siz günahınızı unutursanız o öbür tarafta başınıza gâile (dert, felaket) olur. Allahın rahmeti unutulmamalı, günah da unutulmamalı. O’nun affediciliği unutulmamalı ama günahın çirkinliği de unutulmamalı. Mümin bir kere hata etse bir ömür boyu onun için gözyaşı döker.
RİSALE...
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyübiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.
Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler-neûzu billâh-mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azâbını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-i İlâhiyeye dair kalbe gelse, katî bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkezâ, bu üç misale kıyas edilsin ki, Name=8; HotwordStyle=BookDefault; sırrı anlaşılsın.
BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN
Nefs-i insaniyye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel, gâib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat gâlib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hâzırayı, ileride gâyet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki: Tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i îman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûb oluyorlar...
Şu halde kebairi işlemek, îmansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
Hem sâbık işaretlerde anlaşıldığı gibi; fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gâyet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinî çabuk insanları o yola sevkediyor. Gâyet cây-ı hayret bir haldir ki: Âlem-i bekanın nass-ı Hadîsle sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nîmete mukabil geldiği halde; bazı bîçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin, bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider. İşte bu sırlar içindir ki; Kur'an-ı Hakîm, mü'minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdid ve teşvik ile günahtan zecr ve hayra sevkediyor.
Bir zaman Kur'an-ı Hakîm'in bu tekrar ile şiddetli irşâdatı bana bu fikri verdi ki; bu kadar mütemâdi ihtarlar ve îkazlar, mü'min insanları sebatsız ve hakikatsız gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmıyacak bir vaziyet veriyorlar. Çünki bir me'mur, âmirinden aldığı bir tek emri itaatine kâfi iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek. Beni ittiham ediyorsun, ben hâin değilim, der. Halbuki en hâlis mü'minlere Kur'an-ı Hakîm musırrane mükerrer emrediyor. Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda iki üç sâdık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin desiselerine kapılmamak için pek çok defa ihtar ve îkaz ediyordum. "Bizi ittiham ediyorsun" diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: "Bu mütemadiyen ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsızlıkla ve sebatsızlıkla ittiham ediyorum." Sonra birden sâbık işaretlerde izah ve isbat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit o hakikatla hem Kur'an-ı Hakîm'in tam mutabık-ı mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ittihamsız bir surette ısrar ve tekraratı yaptığını ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâgat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım.O hakikatın hülâsası şudur ki: Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakda ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtârâta ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak o tekrârât cihetinde binbir ismi ile ehl-i imânâ muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikâye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.
İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın muhkemat kal'asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul!..
FİTNE-İ AHİRZAMAN
Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra vird-i ümmet olmuş.
Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya'da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.
BİRDEN İHTAR EDİLEN BİR MES'ELE:
Âhir zamanda bir şahsın hatîat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, «Acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhir zamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir?» diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.
Ezcümle: Müteaddid o vücuhundan «radyom ile» anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar.
Evet, küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyliyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyedir ki: Küre-i havayı bütün zerratıyle şükür ve hamd ü senâ ile doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek.
Nasılki havârik-ı medeniyet nâmı altındaki ihsanat-ı İlâhiyeyi, bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimâl ile şükrünü edâ etmiyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azâbını tattırıyor.
Evet radyonun küllî ni'metiyet ciheti, küllî bir şükür iktiza eder; ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvât'ın Kelâm-ı Ezelîsinin şimdiki bütün muhatablarına birden yetiştirmek için, küllî yüzbin dilli semavî bir hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur'an'ı okumalıdır, tâ o nimetin küllî şükrünü idame etsin.
NÜKTELER...
ÇARŞI-PAZARA ÇIKANLAR
Sokaklara ve Pazar yerlerine çıkmak birkaç bölüme ayrılır. Elbette ki bunların, yani iman sahiplerinin pazara çıkmaları dünyaya ve dine dair vazifelerini yerine getirmek için gereklidir. Bunları birkaç kısma ayırmak sureti ile anlatmak yerinde olur.
Bunlardan bir kısmı sokağa çıkar; yalnız şehevî şeylere bakar. Kötü şeylere bağlanır. Onların geçici zevkleri kalbini bozar. Devam ederse helak olur; dinini bırakır. Ahlakı bozulur. Tabiatın verdiği adi zevkleri yapar, bütün fazilet duygularını söndürür. Ancak aradan geçen devrede kötülüğünü sezer, tevbe ederse onu o kötülükten Allah kurtarır.
Çarşı-Pazar işiyle uğraşanlardan diğer bir kısmı ise gördüğünü görür. Mahvolacağı sırada aklı başına gelir. Dinî inançlarını düşünür, yaptığı işin hatalı olduğunu derhal anlar; nefsiyle mücadele etmeye başlar. Buna bir mücahid payesi verilir. Yaptığı iş dolayısıyle öbür alemin bol mükafatım kazanmaya namzet sayılır. Buna dair bir Hadis-i Şerif vardır. Onda şöyle buyurulur:
- ''Bir kimse, kötülük yapamayacak halde iken kötü işlere yanaşmazsa ona bir sevap; yapmaya gücü yettiği halde yapmazsa ona da yetmiş sevap verilir."
Bu çarşı pazarlarda dolaşanlardan diğer kimse ise gider, alır, yer, içer. Allah'a şükreder. Kötülüğe meyil etmez. Hepsini Allah'ın vermiş olduğu bir nimet olarak kabul eder.
Yine onlardan bir kısmı çarşıya çıkar, gezer; fakat ilahî hikmetlerden gayri bir şey görmez. Sanki gördüğü Allah'ın nurudur. Ve bundan gayrısına kördür, sağırdır. Bunun derecesi yüksektir. Bu dereceye erenler, Hak 'tan gayrisini bilmezler. Söz gelişi buna:
- Çarşı da bir şey gördün mü? Diye sorarsan şöyle der:
- Hayır..
Hakikatte görmüştür. Ama bu gördüğü kalbini sarmamıştır. Ani bir bakışla geçmiştir. Uzun boylu ve kötü arzularla bakmış değildir.
Bu zat, her şeye değeri kadar önem verir. Dışıyla halka bakar, ama kalbi Hak'tadır.
Bu anlattıklarımızın son kısmına dahil olanların kalbi Allah sevgisiyle doludur. Kalbinde yalnız onun sevgisi ve onun yarattıklarının sevgisi vardır. Çarşıları, pazarları dolaşır; ağzından hikmetler çıkar. Dualar okur, Allah'a yalvarır. Hamd eder.
Bu, büyük insandır. Buna kulların hamisi denir. Buna arif de denir. Bedel ismi de verilebilir. Zâhid, alim ve yeryüzünde Allah'ın halifesi ismi de kullanılır. İlahî bir elçi adı da takılır.. Ne dense yakışır.
Allah bunlara, bütün iman sahiplerine rahmet ve rızasını ihsan eylesin. Doğru yola Allah hidayet eder.
AZİZ İNSAN
İmam Tirmizi'ye sordular:
- Ya imam, aziz kime denir?
- Aziz, dedi, kendisini günahın zelil kılmadığı insandır.
İnsanı vicdanında mahkûm eden, kendinden utandıran, aynalara baktırmayan günahlarıdır. Cemiyette ve ötede rezil, rüsva eden yine günahlarıdır.
Aziz, vicdanında hür, sokağında hür olan; günahla kirlenmeyen; günahını istiğfar kurnasında yıkayan adamdır.
BİR LEKE
Oğlunu sağlam karakterli ve çirkine kapalı yetiştirmek isteyen bir baba, ondan, kötü bir şey yaptığında bahçedeki direğe bir çivi çakmasını, İyi bir şey yaptığında da direkten bir çivi çıkarmasını istedi.
Çocuk babasının dediğini yaptı. Fakat heyhat ki direkteki çivi delikleri tamamen kaybolmuyordu. Çok üzüldü.
Günahın, hatanın hafife alınması laubaliliktir ki, birçok insanın heba olmasını netice verir.
Günah İnsanın kanına damladı mı nefse bağımlılık yapar. Bir kere nezih ve nurlu vicdan günahla karardı mı kalbe zift düştü demektir. Tövbe ile çabuk yıkanmaz ve temizlenmezse taştan daha katı ve kara hale getirir.
Bazı şeylerin bir defası olmaz, olmamalıdır. Bir defa ölmek, bir defa yanmak, bir defa uçurumdan yuvarlanmak denemez. Zira sonrasının ne olacağı meçhuldür. Nefsin, şeytanın vazifesini yapan cemiyetin ve arkadaşın en büyük hilesi insanlara hatayı bir defa işletmektir. Anneyi bir defa reddetmek, ona bir defa eziyet etmek hafife alınacak bir şey olmadığı gibi, Allah'a isyanın da bir defası olmaz. Günümüzde günahın çok yaygınlaşmasının ve insanların günah karşısında laubalileşmesinin arkasında cehalet kadar alışkanlık da vardır.
Allah'ın merhametiyle insanı affettiği, Sonsuz Rahmetinin sinesini ona açtığı doğrudur ama, hep iyiliği görülen ve lütfunu esirgemeyen O Zat'a karşı günah işlemek doğru değildir.
Bugün nesillerin manevî sahada kanatlanamamasında şöyle veya böyle bulaşan ve izi kalan günahların tesiri çok büyüktür. Beyaz sayfa, silinse de leke değmemiş gibi olmayacaktır.
Evladının manevî mahiyetini imha etmeye kimsenin hakkı yoktur.
FARENİN HİLESİ
Adam, buğday ambarına buğdaylarını biriktirir. Fakat ambar bir türlü dolmaz. Sırrını anlayamaz adam... O sürekli buğday İlave ettiği halde buğdayı eksilmektedir. Günleri, aylan, yılları bu uğurda harcamış, fakat bir türlü maksadına muvaffak olamamıştır.
Farenin ambarın her tarafında delikler açtığını ve buğdayların onun için uçup gittiğini bilmeyen adam, derdini tespitte ve çarede acze düşer.
İnsanların kırk yıllık ibadet ambarlan bir türlü dolmuyor; insan arzu ettiği kemalatı yakalayamıyor, içinde derinleşemiyorsa, ambarında fare var demektir. Günahlar onun bütün hayrını ve faziletini bitirmekte, yok etmektedir.
Salih amelle ambarını dolduran insan, günah faresinin zararına uğramamak için takva zırhına bürünmelidir. Takva, günahlardan sakınmaktır.
DİKEN EKEN ADAM
Birisi yolun kenarına diken ekmişti. Dikenler büyüyüp gelişti, İnsanları rahatsız etmeye başladı.
- Dikenleri sök artık, dediler.
- Tamam, dedi, yakında sökeceğim.
Adam sürekli yarın diyor, fakat dikenler büyüyüp güçleniyordu.
Bir Hak dostu:
- Bu İşi sürüncemede bırakma, vaadinde dur, dedi. Adam yine;
- Bugün... Olmazsa yarın, diye cevap verince Hak dostu:
- Sen hep "yarın" diyerek erteliyorsun. Dikenler büyüyüp güçleniyor, gençleşiyor; sen ihtiyarlıyor, güç kaybediyorsun. Korkarım yakında dikenleri sökmeye güç yetiremeyeceksin, dedi.
Günahlar, tekrarlandıkça beslenir, kökleri derinleşir, alışkanlık yapar, adeta insanın kanına işler, insan, bir uyuşturucu müptelası gibi alıştığı o şeylerin terkine muvaffak olamaz. Onun İçindir ki "Her bir günah içerisinde küfre giden bir yol vardır." Zamanla o kurt, imanın nurunu karartır, keşke "günah olmasa idi" dedirtir. Adeta çirkinliğe taraftar eder. Ve bir gün insan yaşadığının müdafii haline gelir, ona inanır.
Günahta ısrar etmemek, tevbe ve pişmanlıkla temizlemek, büyük bir hasenatla şeytanı pişman etmek, insanın elinin kolunun dikenli tellerle sarılı bir mahkum haline dönüşmesini önler.
Günaha erken müdahale olmazsa kökünün kurutulması zorlaşır.
KALPLERİN KİRİ
Hazreti Mevlana bir ırmağın kenarında durdu. Tabakhaneden gelen su o ırmağın kirlenmesine sebep oluyordu. Bulanık ve kirli suya uzun uzun baktıktan sonra şöyle dedi:
- Ey zavallı su, git de bu şehir halkının kalbinden geçmediğine şükret. Eğer onların kalbinden geçseydin ne kadar kirlendiğini görürdün. Tertemiz olan Allah, Küddüs isminin tecellileri ile seni arındıracaktır.
Necip Fazıl, insanın bu halini konuştururken,
"Ben ki suçumu yusam, Su biter kurnalarda."
der.
Günah, İnsanı vicdanında mahkum eden korkunç bir kirdir. Onda bütün kâinatın hakkına tecavüz vardır, haddi aşma vardır, nankörlük vardır.
Suyun arındırdığı kir, ateşin arındıracağı kirin yanında çok nezihtir. İnsan eli değmeyen yerler Küddüs isminin cilvesi ile pak ve temizdir.
Kokuşmaya müsait deryaların yüzü insana gülmekte, onu sonsuza davet etmektedir. Semada hiçbir atık, kir ve toz parçası yoktur. İnsan kapısının önünü temizleyemezken, dağlar, bağlar, kuşlar pırıl pırıldır.
İnsanın kalbini ifsad etmesinden hasıl olan kirlerin zerresi denizlere düşse, belki de deryaları bulandırmaya yetecektir. İnsan kin, kibir, hırs, şehvet, nefret, haset, zulüm, gıybet gibi kirlerle kalbini kirletmişse, kalbi bir kısım atık maddelerden daha fazla kokuşmuş demektir.

 
Üst