ŞÜKÜR

mihrimah

Well-known member
يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَارَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ

Bakara-172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.

فَاذْكُرُونى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوالى وَلَا تَكْفُرُونِ

Bakara-152. Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَزيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَابى لَشَديدٌ

İbrahim-7. "Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti."

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّهِ كِتَابًا مُؤَجَّلًا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِه مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْاخِرَةِ نُؤْتِه مِنْهَا وَسَنَجْزِى الشَّاكِرينَ

Al-i imran-145. Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.

قَالَ فَبِمَا اَغْوَيْتَنى لَاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقيمَ () ثُمَّ لَاتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ اَيْديهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ اَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ اَكْثَرَهُمْ شَاكِرينَ

Araf-16-17. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. "Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi.

يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَاءُ مِنْ مَحَاريبَ وَتَمَاثيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍ اِعْمَلُوا الَ دَاوُدَ شُكْرًا وَقَليلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ

Sebe-13. Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!
HADİS…
* İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında halk yağmura kavuştu. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlar bugün iki grup hâlinde sabaha erdiler, bir grubu kâfir, bir grubu mü'mindir" dedi. Ve şöyle açıkladı: "Bazıları: "Bu yağmur Allah'ın bir rahmetidir" derken diğer bazısı: "Falan falan yıldızın uğuru doğru çıktı" dedi. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: "Hayır (hakikatler kâfirlerin dedikleri gibi değildir). İşte yıldızların düştüğü yerlere and ediyorum ki, hakikaten bu, eğer bilirseniz büyük bir anddır. Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur'ân'dır ki siyânet edilmiş bir kitapta (yazılı)dır. Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. O âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Şimdi siz bu kelâ,mı mı hor görücülersiniz? Rızkınıza (şükür edeceğinize) siz behemahal tekzibe mi kalkışırsınız?".
* Abdullah İbnu Gannâm el-Beyâzi (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabaha erdiği zaman: "Allahım, benimle veya mahlukatından herhangi biriyle hangi nimet sabaha ermişse bu sendendir. Sen birsin, ortağın yoktur, hamdler sanadır, şükür sanadır" derse, o günkü şükür borcunu ödemiştir. Kim de aynı şeyler akşama erince söylerse o da o geceki şükür borcunu eda eder."
* Efendimiz (s.a.s.) buyuruyorlar ki: “Mümine şaşarım. Çünkü her gelişme onun hakkında hayırlıdır. Eğer iyi bir şeyle karşılaşır da şükrederse bu iyilik onun hakkında hayır olduğu gibi eğer uğradığı kötülük karşısında sabrederse bu da onun hakkında hayır olur.”
* Hz. Hasan (r.a.) rivater ettiğine göre peygamber efendimiz (s.a.s.) buyuruyor ki, “Allah kuluna, küçük veya büyük bir nimet verirde, kul bu nimete karşılık Elhamdulillah derse kendisine elde ettiğinden daha iyisi verilir.”
* İbni Abbas (r.a.) rivayet ettiğine göre peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “iki nimet var ki, insanların çoğu onların değerini bilmez. Bu nimetler vücud sağlığı ve boş zamandır.”
* Enes bin Malik (r.a.) rivayet ettiğine göre peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Allah, yemeğini yedikten ve içeceğini içtikten sonra bu nimetlere karşılık şükreden kulundan kesinlikle razı olur.”
* Esma binti Yezid’in (r.a.) rivayet ettiğine göre peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Aziz ve celil olan Allah, kıyamet günü eski yeni bütün insanları bir araya toplayınca herkes tarafından işitilen şöyle bir ses duyulur: “bu gün burada toplananlar, Allah keremine kimlerin öncelikle layık olduklarını göreceklerdir. Vücutlarını yataklarından uzaklaştırıp ibadet etmeye kalkanlar kalksınlar” Bu çağrı üzerine ayağa kalkanların az olduğu görülür.
Arkasından aynı ses “ticaretin ve alış-verişin Allah’ı zikretmekten alıkoymadığı kimseler ayağa kalksın” diye seslenir. Bu çağrı üzerine az sayıda kimsenin ayağa kalktığı görülür. Daha sonra aynı ses “rahatta ve darlıkta Allah’a hamd edenler ayağa kalsınlar” diye seslenir. Bu çağrı üzerine de az sayıda kimsenin ayağa kalktığı görülür. Arkasından mahşerde toplanmış olan diğer insanlar hesaba çekilir.”
* Efendimiz (s.a.s.) bir sabah sahabilerden birisine “ gecen nasıl geçti” diye sorar. Sahabi de “iyi geçti” diye cevap verir. Peygamberimiz (s.a.s.) üçüncü seferinde “Allah’a hamd ve şükürler olsun, iyi geçti” cevabını alıncaya kadar aynı soruyu arka arkaya tekrarlar. Nihayet son cevabı alınca “senden aradığın buydu” diye buyurur.
* Bir gün Hz. Aişe (r.a.) validemize “ey Aişe! Resulullah’ın (s.a.s.) can çekici hallerinden gördüğünü bize haber verir misin diye sorulduğunda; Hz. Aişe hüngür hüngür ağladı ve şöyle devam etti: “O’nun hangi durumu can çekici değildi ki? O bir gece bana geldi. Beraberimde yatağıma girdi. Bedenime dokunacak şekilde bana yaklaştı. Sonra:
“Ey Ebu Bekir’in kızı! Rabbime ibadet etmem için bana izin verir misin?” dedi. Ben de:
“Ey Allah’ın Resulü! Ben sana yakın olmayı isterim. Fakat izin verdim” dedim.
Kalktı; su kavasına varıp abdest aldı. Bolca su kullandıktan sonra namaza durdu. Göğsünü ıslatacak kadar ağladıktan sonra rüku’ya varıp ağladı. Ve Bilal gelip sabah namazını haber verinceye kadar bu durumu devam etti. Kendisine:
“Ey Allah’ın Resulü! Senin gelmiş ve gelecek bütün günahlarının hepsini Allah bağışlamıştır. O halde neden ağlıyorsunuz?” dediğim zaman:
“Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Neden böyle yapmayayım? Halbuki yüce Allah Kur’an’ında üzerime şu ayeti indirmiştir:
“Göklerin ve yerin yaradılışında gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbetteki aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır” (Al-i imran 190)
PIRLANTA SERİSİ…
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık ma’nâlarına gelen şükür; ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya denir ki; kalple, lisanla, îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir.
Lisanla şükür; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını nefyederek her türlü lütûf ve nimetlerin Allah’tan geldiğini kabul ve itirafla gerçekleşir. Evet, bütün iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve mebde’den müntehâya sebeplerini hazırlayan O olduğu gibi, vakt-i münâsibinde gönderen de yine O’dur. Takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp semâvî sofralar halinde önümüze seren O olduğu için neticede minnet ve şükran da O’nun hakkıdır. O’nu görmemezlikten gelerek sebeplere takılmak, hatta onlara serfürû edip minnettarlıkta bulunmak, hazırlanıp ayağımızın ucuna kadar getirilen bu sofranın, hazırlanışını ve hazırlayanını nazara almadan, getirip önümüze koyan tablacıyı bahşişlere boğmaya benzer ki: “ - Onlar, dünya hayatının sadece kendilerine bakan dış yüzünü bilirler, ahirete bakan yönünden ise bütün bütün gafildirler.”(Rûm, 30/7) Evet bunlar, sırf sebeplere bakıp ilim ve marifet itibâriyle daha ilerisini göremeyen cahiller, nâkıslar ve nankörlerdir.
Kalple şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri, bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisan ve cevârihle yapılan şükrün de esasını teşkil eder ki: “ - O, gizli-açık nimetlerini bol bol size ihsan etmiştir”(Lokman, 31/20) beyânı onun keyfiyet buudlarını; "Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz”(İbrahim, 14/34) fermân-ı sübhânîsi de kemmî sonsuzluğuna işaret etmektedir.
Cevârih ile şükre gelince, o, her uzuv ve her latifeyi yaratılış gayesi istikametinde kullanmak ve onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibaret sayılmıştır.
Ayrıca, lisânın şükrünü evrâd u ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de ibadet u tâat şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. O’nun böyle bütün bir îmân ve ibadete taallukundan ötürüdür ki, O’na îmâ-nın yarısı nazarıyla bakmış, kendi şümûlü içinde sabırla müşterek mütalâa etmişlerdir.
Allah, kelâmında pek çok defa şükrü emretmiş ve onu: ve gibi âyetleriyle emrin ve halkın gayesini göstermiş; göstermiş ve: “ -Eğer şükrederseniz ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir”(İbrahim, 14/7) fermanıyla şükredenlere mükâfat vaadinde, küfrân-ı nimetde bulunanları da cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Bundan başka O, kendisine “Şekûr” demiş ve bütün nimetlerin asıl kaynağına ulaşma yolunu da şükre bağlamıştır; bağlamış ve bu mevzuun dolu dizgin şehsuvarlarından Hz. İbrahim’i : “ O’nun nimetlerine karşı şükürle gerilmiş”(Nahl, 16/121) sözüyle; Hz. Nuh’u da: “-Şüphesiz, o, şükürle oturup kalkan sadık bir bende idi” (İsrâ, 17/3) beyanıyla tebcil ve takdir etmiştir. Şükür önemli bir amel ve kıymetli bir sermaye olmasına rağmen “-Kullarımdan şükredenler pek azdır” (Sebe, 34/13) fehvasınca, hakîki ma’nâda âmili fazla olmayan bir ameldir. Gerçi, “-Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı!” duygusuyla kıvrım kıvrım kıvrananlar ve bütün ömürlerini şükür kuşağında geçirenler de vardır ama, yine de sayıları oldukça azdır.
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu Şükür Kahramanı, değeri çok yüksek, âmili çok az bu önemli amelin en önde geleniydi. O, oturur-kalkar şükreder ve yanına gelenlere de şükür tavsiyesinde bulunurdu. “ -Allahım! Seni anmam, Sana şükredebilmem ve Sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et.” O’nun sabah akşam dilinden düşürmediği nurlu sözlerindendi.
Şükür, nimete mazhar olanın onu verene karşı iki büklüm olması, sevgi ve alâka ile O’na yönelmesi, bütün mazhariyetlerini itiraf etmesi ise, yukarıdaki peygamber sözü bu hususların en kestirmeden ifadesi sayılır.
Kimi aşa-ekmeğe, evlâd u ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak îmâna, irfana, rûhânî zevklere ve itmi’nâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri salih dairesi içine girerse, gerçek şâkirînden olur. Bir hadîste ifade buyrulduğu gibi, Dâvud Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a: “Yâ Rabb! Senin şükrünü nasıl eda edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hakk: “İşte şimdi tam şükrettin” buyururlar ki, zannediyorum “ - Ey her dilde meşkûr olan Allahım, Sana hakkıyla şükredemedik” sözüyle anlatılmak istenen de budur.
Hakîkî şükür, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağı ve onu verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabûlüne, ondan da Cenâb-ı Hakk’a yönelmeye uzanan çizgide îmân ve İslâm’ın hazırlayıcılığı, Kur’ân’ın belirleyiciliği üzerinde her zaman durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütûfları îmânın ışığı altında ve İslâm’ın emirlerini yaşarken daha bir belirginleşir, netleşir, duyulur-hissedilir hâle gelir ve Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verildiği görülür ki; bu da, o ihsan ve lütufları bahşeden Zât’a karşı bizde senâ hislerini coşturur; coşturur ve “ - Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”(Duhâ, 93/11) gerçeğine uyanarak emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini rûhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine getiririz.
Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı, uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder. Dahası, onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir.. şayet etrafımızdaki nimetleri görmemeye körlük, sağırlık ve duygusuzluk diyeceksek, mazhar olduğumuz bunca şeyi kör, sağır ve duygusuz sebeplere havâle etmenin de inhiraf olmasında şüphe yoktur. "-İnsanlara karşı şükran ve minnet hissi taşımayan Allah’a da şükretmez” sözleri birinci şıkka bakar ve mutlak şükrün önemini hatırlatır. “ - Sadece bana şükredin ve zinhâr nankörlükte bulunmayın” (Bakara, 2/152); veya “-Yalnız O’na kullukta bulunun ve O’na şükredin” (Ankebût, 29/17) gibi âyetler de ikinci şıkkı nazara verir ve hakîkî tevhîdi ihtar eder.
Ayrıca şükrün esasını teşkil eden hususlar itibâriyle onu şu üç bölüm içinde mütâlaa etmek de mümkündür :
1- Herkes tarafından nimet olduğu kabul edilen, avam-havas, müslim-gayr-i müslim herkesin sevip arzu ettiği nesnelere karşı şükür ki açıktır, üzerinde fazla durmaya değmez.
2- Zâhiren bir kısım sevimsiz şeylere karşı şükür ki, dış yüzü itibâriyle ağır, îfâsı zor ve ancak hadiselerin perde arkasına muttali olanlara Allah’ın lütfûdur ve rıza televvünlüdür.
3- Hayatlarını mahbûbiyet yörüngesinde sürdürenlerin şükrüdür ki, nimetlere hep nimeti veren açısından bakar, O’nun büyüklüğüyle lütûfları, ihsanları duyar ve ömürlerini şuhûdun engin hazları içinde geçirirler.. kullukları ayrı bir zevk zemzemesi, gönül hayatları ayrı bir aşk u şevk tûfânı ve Hakk’la münasebetleri ayrı bir temkin disipliniyle şuhûdun engin hazları içinde.
Böyleleri, sürekli mevcudu bağlama ve mefkudu avlama peşindedirler. Elde ettikleri mukaddes ve akdes feyizlerle her an daha bir renklenip, derinleşip yollarına devam ederken, nazar ağları da her an ayrı ayrı vâridlerle dolar ve taşar..
RİSALE…
…Kur'ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur'ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intaç edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.
Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş. Bütün mevcudat hayatabakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı hâlk eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor.
Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.
NİMETLERDEKİ MUHABBET VE LEZZET
…Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha âit değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz'îdir, hem zevâl bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Güyâ, o elma iltifat-ı şâhânenin numûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhâr eder. Hem, iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi, bütün ni'metlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gàfilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifatât-ı rahmeti ve ihsanâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatâtın derece-i lûtuflarını takdir etmek sûretinde kemâl-i iştihâ ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.
YÜKSEK MİNAREYE ÇIKARTILANLAR
…Bir adam, yüksek bir minareye, her basamakta mertebesi yükselerek ve üzerine konulan hediyeleri alarak çıkarsa, “Niçin o minareden daha yüksek bir yere çıkarılmadım?” diye şikayet etmeye hakkı olmadığı gibi , karşılıksız verilen onca hediyeye de teşekkür etmesi insanlığının gereğidir.
Öyle de insan, yokluğun karıştırmaklarında bırakılmadığına, varlığa erdirilmesine, vücuduna, hayatına, cansız bir varlık olmadığına, hayvan olmadığına, insan olmasına, İslamiyeti bulup dalalete kalmadığına, sıhhat ve selamet nimetine…ve hadsiz nimetlere şükretmeli; hırs ile, hak etmediği ve ücretini ödemediği şeyler hakkında, “Niçin sahip değilim?” diyerek haddini aşmamalıdır.
TEFSİR
وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَاِنَّ اللّهَ شَاكِرٌ عَليمٌ

“…Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah şakirdir( şükre karşılık verir) ve (her şeyi) hakkıyla bilir
” (Bakara 15
مَا يَفْعَلُ اللّهُ بِعَذَابِكُمْ اِنْ شَكَرْتُمْ وَامَنْتُمْ وَكَانَ اللّهُ شَاكِرًا عَليمًا
Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir” (Nisa 147)
Bu iki ayet-i kerimede görüldüğü gibi, aslında Allah “Meşkur” (kendisine şükredilen) olmasına rağmen kendini “Şakir” (şükre karşılık veren ) olarak zikrediyor. Kanaat-ı acizanemce burada anlatılmak istenen, mukabele esasıdır. Yani Cenab-ı Hak kullarına , onların kendisine yaptıkları şeyler cinsinden mukabelede bulunur ki, bu bir ilahi ahlak gereğidir. Sadece şükür mevzuunda değil , sair hususlarda da aynı mukabeleye, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde çokça rastlarız. Mesala:;
Kim tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder. (Maide 39) veya “kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir kulaç, bir kulaç yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim…”hadis-i kudsisinde olduğu gibi… Evet, bütün bunlarda anlatılmak veya vurgulanmak istenen husus, nimet kimden gelirse gelsin ona mutlaka mukabelede bulunulması gereğidir. Bediüzzaman hazretleri birinci sözde ifade ettiği gerçeği hatırlayacak olursak , çarşı-pazardaki manava, aldığımız şeyler karşılığında bir fiyat veriyoruz; pekala bunların asıl sahibi, var edeni, yaratıcısı Allah’a karşı ne yapıyoruz? Veya o bizden ne istiyor? Elbetteki, Allah’ın verdiği nimetlere mukabele, O’nun istediği ve belirttiği tarz üzerine olacaktır.
…Evet, Allah (c.c.) ne alan ve şükreden, ne veren ve O’nun rızasını düşünenleri; ne de aldıklarına karşı nankörce davranan, vereceği yerde de ya cimri kesilen veya verdiklerini çıkar mülahazasıyla ve başa kakmakla öldürenleri mukabelesiz bırakır. Ruhlarında mazhariyetlerini şükürle seslendirenler, Allah’ın onlara bahşettiği şeyleri, ilahi ahlakın gereği deyip başkalarına verenler bu tavırlarıyla yeni varidata davetiye çıkarmış olur ve kurbete sıçramak için yeni bir rampaya binmiş sayılırlar… Ömrünü farz-nafile arası bir terakki kuşağında geçirenleri Cenab-ı Hak, onun işittiği kulağı , gördüğü gözü ve idrak ettiği kalbi olur. Olur da iyi şeyler işitir, iyi değerlendirmelerde bulunur. Hep iyi şeyleri görür ve zaviye inhirafına girmeden her gördüğünde ayrı bir marifet dersi alır ve bütün bildiklerini kalbinde bir marifet balı haline getirebilir.
NÜKTELER...
ŞÜKÜR DE AYRI BİR ŞÜKÜR İSTER
Musa (a.s.) Allah’a
-“Sana şükrüm, senden bana verilen ayrı bir nimettir ki, o da ayrı bir şükür ister” demişti. Allahu Teâla, Musa (a.s.)’ya şöyle vahyetti:
-İşte bunu bildiğin anda, bana şükretmiş olursun.
Diğer bir haberde : “her nimetin benden olduğunu bildiğin vakit, ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim” buyurmuştur.
ŞÜKÜR NASIL ÖDENİR
Hz. Musa (a.s.), bir münacatında:
- “İlahi, atamız Âdem’i kendi yed-i kudretinle yarattın, ona şu,şu…nimetleri verdin. O, bunun şükrünü nasıl ödedi?” diye sordu. Allahu Teala da:
-“Bütün bunların benden olduğunu bilmek ve hiçbir zaman bunu unutmamak suretiyle…” buyurdu.
Demek ki, nimetlerin Allah’ın olduğunu idrak etmek, manevi bir şükürdür.
AĞLAYAN KAYA
Peygamberlerden biri, bir gün yolda giderken küçük bir kaya parçası görür, kaya durmadan su sızdırmaktadır. Peygamber bu duruma şaşar. Bu sırada kaya parçası Allah’ın izniyle dile gelerek Allah’ın
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرينَ
“… yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara 24) mealindeki ayetini duyduğumdan beri o korku ile hep ağlıyorum” der.
Bunun üzerine peygamber Allah’a yalvardı da o kaya parçasını cehennemden bağışlattı. Fakat bir müddet sonra aynı kaya parçasının yanına vardığında onu yine aynı şekilde ağlar durumda bulur. Ona “peki, şimdi niye ağlıyorsun” diye sorar. Kaya parçası ona “ o zamanki ağlamam korkudandı. Şimdi ise şükür ve sevinç gözyaşı döküyorum” diye cevap verir.
İnsan kalbi de taş gibidir, hatta belki de taştan bile daha katıdır. Bu katılık ancak hem korku hem de şükür halinde ağlayarak giderilebilir.
ŞÜKÜR VAZİFEMİZİ YERİNE GETİREBİLİYOR MUYUZ?
Yaptığımız ibadetlerle Cenab-ı Hak’ın bize lütfettiği varlık, insaniyet, İslamiyet gibi külli nimetlerden ve akıl ve hafıza, göz, kulak gibi cihazattan kat-ı nazar, sadece elle yemek yemenin dahi şükrünü yerine getiremeyiz. Şöyle ki:
Farz-ı muhal olarak, insanlar bu dünyaya gelmeden önce kendilerine: “eğer rızkınızı ağzınızla yerden toplarsanız, hiç ibadet etmeyeceksiniz. Yok eğer rızkınızı elinizle yerseniz, her gün beş vakit namaz kılacaksınız” şeklinde bir teklifte bulunsaydı, hiç tereddütsüz bütün insanlar ibadet etmeyi kabul edeceklerdi.
Bu hale göre bizler, yaptığımız ibadetlerle nazarımıza çarpmayacak kadar ehemmiyetsiz gördüğümüz bir ibadetin dahi şükrünü eda edemiyoruz. Nerede kaldı bunlarla ebedi Cenneti bihakkın kazanabilmek!...
ÜÇ CİHETLE ŞÜKÜR
Her bir azamız için Cenab-ı Hakk’a üç cihetle şükürle mükellefiz. Bunlardan birincisi, o azanın gördüğü vazifeler ve onunla edindiğimiz istifadeler cihetiyledir. İkincisi: o azanın bedenimizde bulunduğu yeri itibariyledir. Üçüncü cihet ise, her bir azanın bizim için aynı zamanda bir zinet oluşu noktasıdır.
Mesela, O Hakim-i Mutlak bize göz nimetini ihsan etmekle beraber gözlerimizi ayaklarımızın veya koltuğumuzun altında yaratsaydı, o nimetlerden ne derece istifade edebilirdik.? Bu hale göre böyle bir nimete mazhar olmanın şükrü yanında; gözlerimizin yüzümüzde ve yüzümüzün de bedenimizin en münasip yerinde bulunması cihetiyle de ayrıca şükretmemiz lazım geliyor.
Diğer taraftan, o Hakim-i Mutlak bize kokular alemini temaşa için ihsan ettiği burun nimetini, yine yüzümüzde ve hali hazır yerinde yaratmakla beraber, burnumuzun boyunu bir karış kadar uzun etseydi, bu defa da bu azamız bizim için bir zinet olmaktan çıkardı. O halde, azalarımızın zinet olma vechini de unutmamalı ve o noktadan da şükrümüzü edaya çalışmalıyız.
YOK İKEN VAR OLMA NİMETİ
Cemaatiyle Horasan sokaklarında yürüyen Bayezid’in arkasından bir köpek yaklaşır, kendisini yolda geçmek ister. Talebeleri buna izin vermek istemezler. Bunu fark eden büyük veli, cemaatini durdurur, köpekle yüz yüze gelir, şöyle bir müddet bakışırlar, sonra yol verir, köpek gider. Talebeler lüzumsuz bir yol veriş şeklinde düşünürlerken büyük veli durumu izah eder.
- Bu köpek bana ne dedi biliyor musunuz?
- Hayır bilmiyoruz.
- Dinleyin öyleyse, bana ilham ettiği hakikati köpek dedi ki:
-“Ey Bayezid, ezelde senin hangi faziletin vardı ki, sana insan cübbesi giydirdi, benim de hangi günahım vardı ki bana köpek postu layık gördü?” Ben dedim ki:
- “Doğru söylüyorsun. Ezelde benim herhangi bir meziyetim yoktu ki bana insan sureti giydirsin, senin de herhangi bir günahın mevcut değildi ki sana köpek postunu layık görsün. Bu tamamen bir ilahi taktir meselesidir. Taktir böyle tecelli etmiş. Yoksa sendeki şu postu bana, bendeki şu cübbeyi de sana layık görebilirdi yaratan!” Köpek dedi ki:
- Öyle ise, ezeldeki eşitsizliğimizi düşünerek bana yol ver. Mutlaka önde gitmen gerekmediğini düşün.
Ben de ona yol verdim, önde gitmeyi zaruri görmedim.
Ey sahip olduğu nimetten habersiz müşteki insan ! senin hangi meziyetin vardı ki, sana insan sureti vermiş, şuna da köpek postunu layık görmüş. Aslında sen bu posta bürünebilirdin, o da senin bu suretine girebilirdi. Bunu neden düşünmüyor, başlı başına bir nimet içinde olduğunu neden hatırlamıyorsun da, ille de ayağının altına halılar, sırtına çaputlar, cebine madeni ve kağıt parçaları arıyor, bunlarla bir nimete mazhar olduğunu vehmediyorsun? Bundan önceki esas nimeti hiç aklına getirmiyorsun. Bu nankörlük değil de nedir?...
ŞÜKÜR
Bir bayram arifesiydi. Yedi- sekiz yaşlarındaki kızımın elinden tutmuş elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını temin için çarşıya çıkmıştık. Çocukluğumdan hatırlarım, yeni bir ayakkabı alındığında sevinçten onunla birlikte yatmaya kalkardık. Çocuğu sevindirebilmek için birkaç dükkan gezmiş, pek çok masraf yaparak önemli ihtiyaçlarını temin etmiştik. Ancak kızım dükkanın birinde ufak, kırmızı plastik bir çanta görmüş, bunu isterim diye tutturmuştu. Ucuz bir şey olmasına rağmen böyle lüzumsuz bir şeyi almayı gereksiz görmüş, üzerinde durmamıştım.
Saatlerce dolaşıp, eve geldiğimizde sevinçle bana teşekkür edeceğini umarken, küçük kızımın davranışlarındaki terslik ve memnuniyetsizlik dikkatimi çekti. Sebebini araştırdığımda, meselenin küçük ve basit çantanın alınmamış olması olduğunu anladım ve birden sinirlenerek:
“-Bu ne nankör çocuk, onun için binlerce lira harcadım, en önemli ihtiyaçlarını temin ettim; oysa o kırkparalık basit bir şey için bunların hiç birini görmüyor” diye hışımla bir tokat yapıştırdım.
Fakat anında kafamda bir şimşek çaktı. Peki ya sen! Sana sağlık, mutluluk, huzur gibi, en azından sahip olduğun bu çocuklar gibi son derece önemli nimetler bahşeden Rabbine ne derece müteşekkirsin? Dualarında dünyaya ait, kendince önemli, gerçekte ise Cenab-ı Hakk’ın sana bahşettiği nimetlerin yanında, ancak idrakten yoksun bu ufacık çocuğun istediği kırk paralık çanta gibi kalan isteklerin gerçekleşmediğinde, dualarının kabul olmadığını sanmak gibi gaflete düşen, üzülen sen değil misin? Allah’ın senin için taktir ettiği çok önemli, ancak senin idrak edemediğin sayısız nimetlere sonsuz bir sevinçle şükretmek gerekmez mi?
Şükretmeyi bilmek için, ilahi tokatı yemek mi gerekir?
BAŞKALARININ ACIDIĞI HALE, O ŞÜKREDİYORDU
Adamın biri, Muhammed bin Vasi Hz.’lerinin bacağında gördüğü bir yaradan dolayı: “- sana acıyorum” demişti. Muhammed bin Vasi de ona şu manalı cevabı vermişti:
-Ben de, bu yaranın gözümde çıkmadığına şükrediyorum…
BELAYA SABIR, NİMETE ŞÜKÜR
Halin iki durumdan başka yorumlanamaz. Onlar, belâ ve nimet halidir.
Belâ içinde isen sabretmeye çalış. Sabretmeye çalışmak, her insan için en az yapılması gereken bir vazifedir. Bundan sonra sabırlı olmak var. Zorla sabretmek, pek iyi sayılmaz. Bizzat haliyle sabırlı olmak daha iyidir. Ama güzeli rızadır. Bundan sonra uysallık gelir. Uysal olmak, bir insan sahibi için en iyi şeydir. Kendini yok görüp kadere teslim olmak da iyidir, ama herkes bunu yapamaz. Bu, varlığını ilahî varlığa veren zümrenin işidir.
Sana gelen nimet olduğu takdirde şükür yolunu tutman gerekir. Bu şükür ise üç şekilde olur: Dille, kalple ve bütün duygularla.
Dil İle Şükür: Bütün nimetlerin Allah'ın olduğunu itiraf etmek. Nefse, kuvvete, halka, güç ve kuvvetine bir pay çıkarman şükrü bozar. Birçok vasıta ile sana iyilik yapılabilir. Bunları da Allah tarafından yaratılmış birer sebep bilmen gerek. Çünkü dış görünüşte her ne kadar bazı sebepler ve deliller varsa da bunların Ötesinde ilahî kudreti sezmen gerek.
Her şeyi yapan Allah'tır; yaradan, veren, getiren O'dur. O, şükredilmeye herkesten daha lâyıktır. Neden sebeplere bağlanmak doğru görülsün? Asıl sebebi de yaratan Allah olduğuna göre şükre hak kazanacak olan da Allah *(cc.) olmalı, değil mi?
Sana bir hediye gelse., o hediyeyi getiren güzele mi bakman lâzım?.. Ona mı nimet sahibi diye itibar göstermen gerek? Hayır, asıl o hediyeyi sana gönderene şükür ve saygılarım takdim etmen gerekir. Nimeti getireni görüp onun esas sahibini unutuyorsan şu ayetin bildirdiği zümreye dahil olursun:
- "Onlar, dünya hayatının dışını bilirler, bunun ötesinden gafildirler."
Akıllı kimse, işin sonunu bilendir. Sebeplere bağlanan kısa akıllıdır. Dışa bağlanıp işin iç alemini unutmak bir cahillik sayılır.
Kalp île Olan Şükür: Bu bir itikat işidir. Buna inanmak lâzımdır. Kopmaz bir manevî bağa sarılmak gerektir. O bağ şöyle gelişmelidir; bilmelisin: içinde ve dışında durmanda veya yürümende ne gibi tad ve iyilik varsa hepsi Allah’ındır. Hatta yaptığın şükür bile. Kalben bunları bildikten sonra dilin ona bir tercüman olmalıdır.
Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin şu ayetlerine iyice inanmalısın. Çünkü kalpten bunlara inanmış olman bir şükürdür:
- "Sizde olan bütün nimetler Allah'tandır. Allah, dışınıza ve içinize nimetlerini bol bol sermiştir/'
- "Allah'ın nimetlerim saymakla tüketemezsin."
Bunlara inanmış olan bir iman sahibi için Allah'tan başka yardımcı ve şükre layık kimse düşünülebilir mi? Duygulara Olan Şükür: Bu da bütün duyguları ibadetle kullanmakla olur. Şunu da ilave edelim ki Allah'ın emirleri dışında hiçbir sese kulak vermemek lazımdır. Bu durumda nefis, şeytan ve şahsî arzu uyulmaması gereken şeylerdir. Allah'tan gayri hiçbir şeye uymamak lâzımdır. Hele Allah'a ibadet eder gibi bir şeye tapmak hiç olmaz. Bu yapıldığı takdirde zalimler içine girilmiş olur. Bu zümreye zalim denildiği gibi haksızlıklar için cebir kullanan demek de olur. Allah'ın emri dışında başkasına emir vermek, bir zor kullanma olmasa dahi zulümdür. Bu hali insan şahsi için yapsa da zulüm olur. Bu yol, salih ve yararlı insanların yolu sayılmaz. Bunlar hakkında ilahî hüküm şudur:
- "Allah'ın emri haricinde hüküm veren fasıktır.” Denir, Diğer bir âyetle ise kâfir olduğu beyan edilir.
Bu işin sonu da iyi olmaz. Netice ilahî bir azap olan cehenneme kadar götürür. O cehennem, akla gelen basit ateş gibi değildir. Onu tutuşturacak şey, kükürt taşı ve insandır. Dünyanın hafif ateşine bir'an dayanmak imkansızdır. Ahire tin büyük azabına nasıl dayanılır? Nefse uyar, halka tapar, Hakkı bırakırsan gideceğin yerin cehennem olacağını unutma. O gün orada:
- "Kurtuluş, kurtuluş.."
Diye bağırmak fayda getirmez. Her ne kadar:
- "Allah... Allah... Allah..."
Söylesen yine seni çıkaran olmaz. Ancak imanın elden gitmemişse bir zaman yanar, sonra çıkarsın. Ancak günah kadar yanmak lâzımdır.
Nimet ve belâ halinde ol ve onların icaplarını yerine getirmeye bak. Bütün ömrün bunların dışında değildir. Yukarıdan beri anlattığım gibi her şeyin has hakkını öde.. Belâya sabret.. Nimete de şükür...
Belâ halinde insanlara şikâyette bulunma. Bu halinde en ufak bir sıkıntı hali dahi belli etmemeye çalış. Halini kimse bilmesin. Hakkı itham etme. Hikmetine karışma. Nimetini boşa götürme. Dünya ve âhiretle işlerine yarayacak şeyleri seç. Eğer bir derdin varsa Allah istemedikten sonra kimse şifa veremez.
- Derdi Allah verdi; şifayı kul verdi.. Deme. Derdi veren Allah, şifa sebebini de veren yine O. Aksi halde Hakk'a eş koşmak olur. Halbuki O'na mülkünde ortak yoktur.
O'nun izni olmadan iyilik ve kötülük olmaz. Ne gelir olur ne de gider. Gerek afiyet gerek gayrı hepsi O'nun emriyle olur. Gerek dış âleminde gerekse iç âleminde insanlara fazla kıymet verme. Herkesi olduğu kadar değerlendir. Netice de onlar da senin gibi bir kuldur. Allah'ın isteği olmasa senin hiçbir şeyin zayi olmaz. Bu hallerde sana düşen en büyük iş, sabretmek ve razı olmaktır. Çünkü Hakkı bırakıp halka koşmak haramdır, yasaktır.
Hakkı her Kötülükten tenzih et. Nefsin şerrinden ona sığın. Tevhid yoluna gir. Onun birliğini itiraf et. Nefsin elinden kurtulman en büyük iştir; buna çalışman lâzımdır. Taa ömür sona erip nefsin bitinceye dek sabırlı ol; Hakkın emirlerine uy.
Elbet darlık gider. Bir gün olur darlık kalkar. Nimet gelir; saadet selamet yolları açılır. Peygamberimizin (s.a.v.) halini düşün. Diğer peygamberlerin başına gelenleri dinle. Bilhassa Eyyûb Peygamberin hali senin için en büyük derstir. Hepsinin sıkıntısı gitti; hem de gecenin gündüze karşı yok olan karanlığı gibi. Yaz olunca kaybolan kışın soğuğu gibi. Her şeyin bir zıddı vardın Her şeyin bir sonu ve her şeyin bir bitim tarihi olur. Sabır, her iyiliğin anahtarı hükmündedir. Bir Hadis-i Şerifte:
- "Bir vücut için kalp ne ise iman sahibi için de sabır odur."
Buyuruldu. Diğer yerde ise:
- "Sabır, imanın hepsidir.” Buyurulmuştur.
Şükür, nimetin saklanma kabıdır. Gelen her nimet bir muhafazaya muhtaçtır. Muhafaza edilmezse yok olup gider. Nimetlere şükür etmediğin zaman elinden hepsi gider. Bu anlatılanlar, büyük öğütlerdir; bunları oku. İbret al. İnşaallah bir gün kurtulursun.
ŞÜKÜR VE KUSURLARI İTİRAF
Amelini görme. Onlarla böbürlenme; bu hal sana yakışmıyor. Nefsi görmek, yapılan işlere karşılık beklemek iyi olmuyor. En iyisi bunları Hak'tan görmektir. Bütün işleri onun yardımıyla yaptığını anla; ona göre işlerini ayarla.
Eğer bir kötülüğü yapmıyorsan düşün. Bu halin senden mi yoksa Hak'tan mı? Elbette Hak'tan. O, seni esirgedi. O, seni sakladı. Buna hamd etmek gerek. Şükür etmen lâzım. Nerede şükür? Buna akılsızlık derler. Başkasının gücünü kendine mal etmen yerinde olur mu, akıl kârı mı?
Şu misaller sana bir şeyler, anlatır sanırım.
Sen düşmanla çarpışıyorsun, fakat gücün yetmiyor. Öteden kuvvetli biri geliyor, düşmanın elini bağlıyor. Yere seriyor. Sen de yapacağını yapıyorsun.
Sonra her şeyi kendin yaptığını iddia ediyorsun.
Halbuki o kuvvetli adam gelmeseydi senin bir iş yapacağın yoktu. Belki de düşman seni öldürecekti.
Diğeri de şu: Biri vardır, zengindir. Herkese ödünç verir. Veyahut ihsan eder. Sen de bir şeyler almak istersin, ama sana vermez. Öteden biri gelir, sana kefil olur ve alırsın.
Sonra da:
- Ben aldım. Benim itibarım var. Diye söylenmeye başlarsın. Yakışır mı? İşte bu iki misal sanadır. İşlerini düzenle. Şükret. Sana verilenle yetin. Daima Allah'ı öv; her iyiliği ona ver. Şer işleri sana yükle. Nefsini Islaha çalış. Eğer birini kötüleyeceksen nefsin yeter. Çünkü bütün şerrin yuvası odur.
Yaradanı daima bir yaratıcı olarak bil. Ona göre edepli ol.. Nefsini kötülüğün yuvası gör, ona göre terbiye et.
Bazı büyük bilginler şöyle derler:
- Sana lâzım olan gelir.
Buna bir Hadis-i Şerifte işaret edilir:
- "Çalışınız, birbirinize yaklaşınız. Kötü yolları kendinize kapayınız. Herkes yaratılışının gereğini " yapar.
NİMETİ GÖRMEK
Şeyh Sadî, ayakkabısız kalmış. Ayakkabı alacak parası da yokmuş. Can sıkıntısı ile Kufa Camii'ne gitmiş. Caminin önünde ayaksız bir dilenci görünce, ayakkabısız ayaklarına bakıp şükretmiş.
İnsanın kendisine ait hiçbir sermayesi yoktur. O da herhangi bir zerre gibi sonradan yaratılmıştır, o da sair mahluklar gibi hiçbir şey yaratamaz. Ona verilenlerin hepsi lütuf ve ihsandır.
İnsan, sahip olduğu maddî nimetler açısından kendisinin gerisindekilere bakıp şükretmeli, manevî durumu kendisinden iyi olanlara bakıp kulluğunu artırmaya azmetmelidir.
Zira şikayet için hiçbir haklı sebebi yok, şükür için sebebi çoktur.
ŞÜKRETMEK
Padişah, daha önce hiç deniz yolculuğu yapmamış bir / köle ile aynı gemide yolculuk yapıyordu. Köle korkudan titriyor, bir türlü sakinleşmiyor, vaveylası ile herkesi huzursuz ediyordu. Padişahın keyfi kaçmıştı. Bir adam öne atıldı:
-İzin verirseniz onu sakinleştireyim, dedi. Padişah:
-Ne yaparsan yap, yeter ki şu adamı sustur, dedi adama...
Adam, kölenin denize atılmasını istedi. Bağırıp çağıran köleyi suya attılar. Birkaç defa batıp çıkan köle:
-Boğuluyorum, imdat! diye bağırmaya başladı.
Köleyi yakalayıp, gemiye çıkardılar. Bir köşeye bıraktılar. Köle artık sessizce oturuyordu. Padişah, adama, niçin öyle yaptığını sordu. Adam:
-Gemideki huzur ve güvenin farkında değildi, dedi. Suya düşünce değerini anladı.
Nimeti artıran, lezzeti lezzet


yapan şükürdür. Şükretmek yerine şikayet edenler sahip olduklarından da mahrum kalırlar. İnsanlar, maddi durumları itibari ile kendilerinin altındakilere, manevî yönleri ile de üstündekilere bakmalıdır. Birincilere baktıkça şükredecek, ikincilere baktıkça daha güzel hâle gelebilmek için gayretini artıracaktır. Hakikî saadet bundadır.
KERAMETLİ KOYUN
Fidda hanım, fakir bir insanın hanımıydı. Kocası gece gündüz çalışıp çabalar, ama günlük nafakadan fazlasını elde edemezdi. Bu yüzden yavrularına süt sağacakları bir tek koyunu ancak alabilmişlerdi. Koyun onlar için biricik geçim kaynağı idi.
Ama ne Fidda hanım hâlinden şikayetçiydi, ne kocası.
İkisi de Allah'ın verdiği sağlık ve afiyete şükürler ediyordu. Haklarında takdir edilen helâl rızka rıza gösteriyorlardı. Ne var ki, bir kurban bayramında bu müşterek huzurları bozulur gibi oldu. Evin beyi, ellerindeki tek koyunu kurban etmek istiyordu. Hanım ise:
- Bize kurban vacip değildir. Hem sütüyle çocuklarımızı beslediğimiz koyunu kesmemiz doğru da olmaz. Sonra çocuklarımızı ne ile besleriz? Diye itirazda bulunuyordu.
Bey, sonunda o güne kadar çektiği maddi sıkıntılardan asla müşteki olmayıp haline rıza gösteren hanımının bu itirazını anlayışla karşıladı. Koyunu kurban etmekten vazgeçti.
Allah'ın hikmetine bakın ki, bayramdan bir kaç gün sonra bir misafir geldi. O akşam kendilerinde kalacaktı. Halbuki sofraya koyacak hiçbir şeyleri de yoktu. Evin beyi bu defa mahcubiyet hissi duymuş, hanımına teklifini tekrar etmişti:
- Bu koyunu keseceğim. Misafir sofrasına koyacak başka bir şeyimiz yok çünkü.
Fidda hanım düşünmeye başladı. Akşam sofranın boş olacağını hatırlayınca, o da boynunu eğdi.
- Başka çaremiz yoktur. Bari duvarın dışına çıkar, benim görmediğim yerde kes.
Hanım evin avlusu içindeyken evin beyi dışarı çıktı. Sütüyle çocuklarım beslediği koyunu, misafir için kesmeye başladı.
Bu sırada, avlu içinde kesim işinin bitmesini bekleyen hanım, birden şaşkına döndü. Çünkü duvarın üzerine sıçrayan bir koyun, avluya atlamış, az sonra da yanına kadar gelerek kendisini koklamaya başlamıştı.
Fidda hanım, beyinin koyunu elinden kaçırdığını düşündü. Ama dışarı çıkıp bakınca, koyunun kesilip yüzülmeye başlandığını gördü. Hayreti artmıştı... Komşulardan birinin koyunu duvardan atlayıp içeri girmiştir, diye düşündüler kan koca. Köyde tellâllar çağırttılar, koyunu sahibinin almasını istediler. Ne var ki, hiç kimse çıkıp da:
- Benim koyunum kayboldu, sizin avluya atlayan koyun bizim olabilir, demedi.
Fidda hanım, durumu İmam Efendiye anlattı. Hoca Efendi şu tavsiyede bulundu:
- Bu koyunu besleyiniz. Besleme ücreti olarak da sütünü çocuklarınıza içiriniz. Şayet sahibi çıkarsa besleme ücreti olarak sütünü içmiş olursunuz, koyunu da sahibine iade edersiniz. Çıkmazsa Allah'ın size lütuf ve ikramı olur, muhtaç olduğunuz için sizde kalabilir...
Bu arada Fidda hanım, koyunda garip şeyler görmeye başladı.
Ne zaman bakracı memeleri altına koyup da sağmak istese koyunda hemen bol süt hâsıl olur, bir defasında sade süt tadında, bir defasında da bal tadında bol süt sağar di. Nihayet meçhul koyunun bu gizemli durumu çevrede meşhur oldu.
Misafirlerinin hatırı için kestikleri koyuna mukabil Allah'ın bir defasında sade süt, bir defasında da bal tadında süt sağdıran bir koyun ihsan etmiş olması, ayrıca bu sütün dertlere şifa olma özelliği de taşıdığının ortaya çıkması etrafa şayi oldu. Artık herkes eline hediyeler alıp fakir Fidda hanımı ziyarete geliyor, kâsesini de bu şifalı sütle doldurarak ayrılıp gidiyordu.
SAKANIN EŞEĞİ
Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu.
Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:
"Bu zavallı eşeğin hâli ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek." dedi. Saka yana yakıla anlattı:
"Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebepten bu zavallı hayvana bakamıyorum." dedi.
Padişahın ahır başı:
"Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin." dedi.
Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların hâlini görünce:
"Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yaratığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?"
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırlardaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hâlâ vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti.


 
Üst