Havf

mihrimah

Well-known member
وَمَنْ يَتَّقِ اللّهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا

Talak/2…Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder.
وَمَنْ يَتَّقِ اللّهَ يَجْعَلْ لَهُ مِنْ اَمْرِه يُسْرًا

Talak/4…Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.
ذلِكَ اَمْرُ اللّهِ اَنْزَلَهُ اِلَيْكُمْ وَمَنْ يَتَّقِ اللّهَ يُكَفِّرْ عَنْهُ سَيَِّاتِه وَيُعْظِمْ لَهُ اَجْرًا

Talak/5. İşte bu, Allah'ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah'tan korkarsa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını arttırır.

اَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَكَثُوا اَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِاِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَؤُكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍ اَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللّهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشَوْهُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ

Tevbe/13. (Ey müminler!) verdikleri sözü bozan, Peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Bakara/74. (Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.

اَلَّذينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ايمَاناً وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكيلُ

Al-i İmran/173. Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!" dediler.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ اِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ ايَاتُهُ زَادَتْهُمْ ايمَانًا وَعَلى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

Enfal/2. Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.

HADİS…
* Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: "Kendini nasıl buluyorsun?" "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum" diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da şu açıklamayı yaptı: "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." Tirmizî, Cenâiz 11, (983); İbnu Mâce, Zühd 31, (4261).
* Hz. Aişe (radıyallâhu anh ) diyor ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ciddi bir şekilde, küçük dili görünecek derecede güldüğünü görmedim. O, sadece tebessüm ederdi." Buhârî'in bir rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir bulut görecek olsa bu yüzünden bilinirdi. Ben (bir seferinde): "Ey Allah'ın Resûlü, halk bir bulut görecek olsa, yağmur getirebilir ümidiyle sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi: "Ey Aişe! Bunda bir azab bulunmadığı hususunda bana kim te'minat verebilir? Nitekim geçmişte bir kavm rüzgarla azaba uğratılmıştır. O kavim azabıgördükleri vakit: "Bu gördüyümüz, bize yağmur getirecek bir buluttur" demişlerdi."
* Ebu Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah'a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah'a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah'a yalvar yakar olurdunuz." Ebu Zerr (radıyallâhu anh) ilâve etti:"Keşke sökülen bir ağaç olsaydım."
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'min, Allah indindeki ukubeti bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer kâfir Allah'ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi. "
* Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanak yumrusuna değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedi) ateşe haram etmesin!"
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "(Ey mü'minler! Amel ve ibadetlerinizi) itidal üzere yapın, ifrattan kaçının. Zira sizden hiç kimseyi (ateşten) ameli kurtaracak değildir." Sahabiler: "Seni de mi amelin kurtarmaz, ey Allah'ın Resülü!" dediler. Aleyhissalatu vesselâm: "Beni de, buyurdular. Eğer Allah kendi katından bir rahmet ve fazl ile benim günahlarımı bağışlamazsa beni de amelim kurtarmaz!"buyurdular."
PIRLANTA SERİSİ…
Arapçada, korkma, ürperme, irkilme ma’nâlarına gelen havf; ıstılâhî ma’nâsı itibariyle; şer’an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnu bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına, sofiyece de; “recâ” duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için manevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de nâz u şatahata götürecek düşünceleri tadîl eden bir iksirdir.
Havf, Kuşeyrî’ye göre; ma’nâ yolcusunun, Allah’ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, onun içindeki bir korku duygusu şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı gösterilmiştir.
Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbâl ile alâkalıdır. Kur’ân-ı Kerîm de, pek çok âyât u beyyinatıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek istikbâl buudlu bir dünya kurmayı hedefler.. O’nun kurmak istediği dünyada geleceği iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir ma’nâ, bir düşünce, hattâ bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbetendiş olmayı aşılar ve ayaklarını yere sağlam basmalarını hatırlatır: “ -Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi” (Zümer, 39/47) ürperti hasıl eden fermanı: “ -De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar” (Kehf, 18/103) gönülleri hoplatan beyanı gibi daha pek çok âyet var ki bunlar insanın hayat dantelâsının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. -Bu iplerle hayatını kaneviçe gibi örene ne mutlu- Kur’ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi ukbâya çevirir.
Cenab-ı Hakk nurlu beyânında, bizi huzûruna celp ve maiyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itaplarının, yavruyu onun şefkatli kucağına çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerîm’de havf u haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici ise de diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.
Ayrıca, Cenab-ı Hakk’tan havf edip O’na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arzeder. Cenab-ı Hakk, nûrefşân ve ümitbahş beyanında yer yer: “ -Eğer gerçek mü’min iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âl-i İmrân, 3/175) buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini: “ -Sadece ve sadece benden korkun” (Bakara, 2/40; Nahl, 16/51) diyerek de hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: “ -Her an üzerlerinde nigehban bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler” (Nahl, 16/50) ve: “ -Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua eder-ler...” (Secde, 32/16) gibi pürenvar beyanlarıyla havfla mamur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder. Eder, zîra hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlar rızâ semasının üveykleri sayılırlar. İşte size, Lücce sahibinden havfla alâkalı hoş bir tesbit:
“Eğer Cenab-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sabit kadem ol; zîra ağaç şiddetli rüzgarlara karşı kökleriyle yere muhkem tutunur.”
Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki : “ -Eğer gerçek mü’min iseniz benden korkun” (Âl-i İmrân, 3/175) meâlindeki âyet buna işaret etmektedir. Bunun bir üstü ilim buudlu havftır ki: “ -Allah’tan, kulları arasında ancak alimler hakkıyla korkar” (Fâtır, 35/2 âyeti de bu mertebeyi ihtar eder. Daha üst bir mertebe ise marifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki: “ -Allah size kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder” (Âl-i İmran, 3/28, 30) beyan-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.
Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “ilticâ” mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi içindedir; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O’na ilticâ etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.
Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler.. firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hasıl ettiği bu’diyet ölçüsünde, O’ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lâhzasında “hevâ”yı “hüda”ya çevirebilmiş haşyet salikleri ise, her an ayrı bir iltica yol ayrımında ayrı bir “kurb” kevseri içer ve “daha yok mu?” diyerek coşarlar.
Haşyet, kâmil ma’nâda bir enbiyâ hususiyetidir.. nebiler, sürekli içinde âdetâ İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın, azamet u celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrâk ufuklarında her zaman: “ -Cenab-ı Hakk azametle dağa tecelli edince, dağ şâk şâk oldu, parçalandı ve Musa kendinden geçip bayıldı” (A’râf, 7/143) gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Haşiyîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bilebilseniz ki, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız” buyurur. Bu hadiste hem Peygamberin ilticâ buudlu haşyeti -ki, kendi, bilinebilecek herşeyi bildiği halde firarı değil O’na sığınmayı seçmiştir- hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır.. ve Ebu Zerr hadîsdeki: “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” ilavesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercümandır..!
Haşyet ve mehabete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehabet bendesi bir ismet kahramanı!: “ -Süheyb ne yüksek bir karakterdir -muhalfarz- Allah’tan korkmasa da günah işlemez.”
Havf erbabı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla “bu’d” ateşlerini söndürür ve bu’dlar bu’du cehennem üzerine yürür. Zira: “ -Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi cehenneme girmesi mümkün değildir” fehvâsınca, cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının “hüdâî” olmayıp da “hevâî” olduklarından, yapmadıklarının ise bütün bütün şeytânî olmasından, irkilir, devamlı hüzünle yutkunur.. ve isabetli karar verebilirse doğrulur O’na ilticâ eder. Bunlardan birinci şıktakiler: “ -Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler” (Mü’minûn, 23/60) mealindeki âyet münasebetiyle, Aişe Validemiz’den nakledilen şu vak’ayı misâl olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?” diye Rasûlullah’a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyid’ül-Ma’sûmîn: “Hayır ya Aişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir, buyurdular.” Birinci kategoride zikredilenlere “düz mü’minler” diyeceksek ikincilerine “derin mü’minler” veya “kamil insanlar” demek uygun olur zannederim.
Ebû Süleyman-ı Dârânî: “Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur” der. Aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısrasıyla âdetâ hülâsa eder:
Bin havf ile ceşm-i cânı bâzet!
KABZ U BAST İLE HAVF U RECA
Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde ifade edildiği gibi “Havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık, kabz u bast bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihai sınırda sırlı bir alış-veriştir. Havf u reca istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi, bir ümitlenme neşvesi ise kabz u bast hal-i hazır itibariyle kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin neşeyle atması veya kasvetle kasılması şeklinde de yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bast karıştırılabilir. Birisi insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri haldir ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına gelebilecek bir şeydir. Yolcuyu sürekli alakadar eden bir husustur.
SORU: “KORKU VE ZAAF HARİCİ TESİRLERİ KUVVETLENDİRİR” BU NE DEMEKTİR?
Dolayısıyla istidradi olarak orada temas ettiğim gibi hizmetin karşısına çıkan çok engeller vardır. Bunlardan bir tanesi de korku ve zaaftır. Korku, imana ve Kuran’a hizmet edenlerin en çok belini büken hususlardan bir tanesidir. Çok evhamlı kimselerin çok ehemmiyetsiz şeylerle vehimlendirirler. Hiç olmayacak şeylerden korkuturlar. Büyük bir zatın dediği gibi bu kurbağayı gösterip damdan baş aşağı düşürür boynunun kırmasına vesile olurlar. Hatta bazen beni bir sinek ısırmasın diye yılanın ağzına girmeye zorlarlar. Sinekten kaçar yılanın ağzına girer, hafizanallah. Dünyevi cüzzi bir zarar gelmesin diye endişeye paniğe kapılır. Böyle her şeylerini kaybederler. Böyle yapmakla hasımları karşısında böyle bir fütur, gevşeklik göstermekle hasımlarının kullandığı bu silahın tesirini göstermek suretiyle hem hasımlarını teşci etmiş olurlar harici güçleri kendilerine karşı teşci etmiş olurlar. Hem de kendi cephelerinde bir kısım kimselere, müminlere fütur vermiş olurlar. Hem de kendileri başlattıkları şeyleri, hizmet adına başlattıkları şeyleri, muvakkaten korkudan dolayı bir füturla terk ettiklerinden dolayı yeniden harekete geçirmek, yeniden eski hali kazandırmak için çok güç çok kuvvet sarf etmeye muhtaç olurlar. Bu itibarla korka evvela karşımızdaki hasımları bize saldırtır. Aç kurda karşı tahabbüb göstermek şefkatini değil iştahını açar. Döner sonra dişinin kirasını ister. Canavarlara karşı tahabbüb gösterilmez.
...Ashabı resulullah (s.a.v.) korkmuyordu. O korkan insanların yapacağı hiç bir şey yoktur. Bu gün ehemmiyetsiz meselelerden korkanlar yarın ciddi meseleler karşısında paniğe kapılırlar. Belki de kalpleri durur heyecandan. Şimdiden ailesini, evlatlarını, çoluk çocuğunu bu işe alıştırmayan kimseler daha ciddi meseleler karşısında çok ciddi tezelzüle maruz kalırlar. Binaenaleyh korku bin başlı bir yılan gibidir. Korkuya teslim olan kimse düşmanlarına teslim olmuş sayılabilir. Ve korku bütün füturların menbaıdır. Bütün duraklamaların menbaıdır. Ashabı resulullah korkmadığı için korkunç mızraklara karşı ellerinde ki kama kadar bıçaklarla, bıçak kadar kamalarla yürüyorlardı. Daha sonra ki devirlerde yeniçeri elinde ki kılıcını, elinde ki mızrağını attı. Korkarak kaçtığı günden itibaren de bir milletin baş aşağı yıkılmasına şahit oluyoruz. Tekrar edeyim, korku ve zaaf harici kuvvetleri kuvvetlendirir bizi zaafa ve fütura uğratır. Dostlarımızın ümidini kırar, düşmanlarımıza da cesaret verir.
...Cesarete, şecaate gelince bunun ortasıdır, sırat-i müstakimdir. Cesaret odur ki, hak ve hakikati neşretme vazifesinden katiyen dur olmaz her zaman anlatır. Her atmosferi değerlendirir. Kuran’ın ifadesiyle yaz demez, bahar demez, kış demez, güz demez her mevsimde çalışır. Derler ki, şöyle ediyorlar böyle ediyorlar. O hiç aldırmadan çalışır. Bir gün efendim bazıları kelepire koşar. Baş olmak için savaşırlar. Çeşitli hizipler teşkil ederler. Aman biz kuralım bu işi derler. O yine sadece Allah’ı anlatır. Bana ne der. Cesaretle anlatır. Dünya güler böyle, her taraf gülşen olur. Çemenzare döner fakat yine onun derdi Allah’ı anlatmaktır. Cesaretle yılmadan durmadan bu işi yapar. Ne rehavetler onu bu işinden vaz geçirir. Ne de korkular ve tehditler vaz geçirir. Sırat-i müstakim erbabıdır. Cesaret ve şecaat içindedir...Cenab-ı hakkın bize lütfettiği imkanlar içinde hizmet verme ve her fırsatta rabbimizi anlatma.
Onun delilerinden birisinin dediği gibi “eğer bizi bir gün derler toparlar cehenneme korsan orada dahi seni anlatacak yüzler arayacağız.” İşte bu gerçekten ona karşı bağlılığını ifade eden bir gönlün heyecanıdır.
ALLAH'TAN GEREKTİĞİ GİBİ KORKMA, İSTİDAT ÖLÇÜSÜNDE KORKMA
Makam ve derece münasebeti var. Yani, bazılarına, "Allah'tan, O'ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun" denilir. O'nun makamı, derecesi, böyle bir emre muhatap olmasını gerektirir. Fakat, bu emrin ifasının sınırı yoktur. Nasıl, Allah'a ne kadar ibadet edersek edelim, en sonunda söyleyeceğimiz, O'na gerektiği gibi ibadet edemediğimizin ve esasen bundan aciz bulunduğumuzun itirafı, yani "Sübhaneke mâ abednâke hakka ıbâdetike ya Ma'bud (Sübhansın Sen, Sana ibadetin hakkını veremedik. İbadet etmemiz gerektiği gibi ibadet edemedik)" ise, O'ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkmanın ulaşabildiğimiz en üst noktasında da söyleyeceğimiz, "Sen'den, korkmamız gerektiği ölçüde korkamadık; takva sahibi olmamız gerektiği ölçüde muttakî olamadık"tır. Çünkü bunun müşahhas bir sınırı yoktur ve olamaz da. Bununla birlikte, böyle bir emri kaldıracak ve onun şuurunda olanlara, "Allah karşında, nasıl takvalı olunması gerekiyorsa, öyle takvalı olun" denir.
Sahâbe-i Kıram, bu emri alınca, bu olanlara öyle ağır geldi ki, sararıp soldular. Çok kıyamdan ayakları şişti; çok secdeden elleri, alınları, dizleri nasır bağladı. Doyuncaya kadar yemek yiyemez, eşlerinin yanına yaklaşamaz oldular. Bu, bir imtihandı ve onları çıkmaları gereken mertebeye, dereceye çıkarma yolunda, geçmeleri gereken bir yol, bir basamaktı. Bu imtihanda muvaffak oldular ve bu defa Cenab-ı Allah, yükü biraz hafifletti ve meseleyi istitaate havale etti. Zaten, arz etmeğe çalıştığım gibi, O'nun karşısında nasıl titremek, nasıl takvalı olmak gerekiyorsa, öyle takvalı olmaya çalışmanın bir sonu olmadığı için, bu mevzuda varılacak nokta da yine istitaate vâbestedir. Yani herkese düşen, kapasitesi ölçüsünde takvalı olmaya çalışmaktır. İslâm, bir bakıma hanifiye-i semha, yani kolaylık dini olarak, tekliflerini güce ve kapasiteye göre yapar. "Teklif-i ma lâ yütak", yani takat getirilemeyecek sorumluluk yükleme İslâm'da yoktur. İşte, "gücünüz ölçüsünde Allah'tan korkun, kapasiteniz ölçüsünde takvalı olun" demek, takvayı, "teklif-i mâ yütak" olarak emretmemek demektir.
SONSUZ NUR
“Beni Hûd Sûresi İhtiyarlattı”
Hz. Ebû Bekir (ra), Allah Resûlü’ne sorar: “Ya Resûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Ve İki Cihan Serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, Sûreleri ihtiyarlattı.”438 Hûd Suresinde O’na: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol” (Hud, 11/112) denmişti. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...
Mürselât, cennet ve cehennemin, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü’nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...

Ahirete Bakışı
Bir sahabi, evinde Kur’ân okuyordu. Aynı zamanda okuduğu Kur’ân, dışardan da duyuluyordu. Tam bu sahabi: âyetlerini okurken, Allah Resûlü oradan geçmekteydi. Birden rengi sarardı ve diz üstü yere çöktü. Sanki âyetler, O’nu ırgalıyor gibiydi. Evet, O, bu âyetlerin tehdidinden öyle korkmuştu.
Bu âyetler: “Hiç şüphesiz bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) boyunduruklar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azâb var” (el-Müzemmil, 73/12,13) diyordu.
Aslında, bu gibi ifadelerden hiç endişe etmemesi gereken birisi varsa, o da Allah Resûlü’ydü. Ancak O, bize edep, terbiye ve Allah (cc) karşısında takınılacak tavır adına ders veriyordu...
TOPLUMUN SALÂHINDA ALLAH KORKUSUNUN YERİ
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen ne vicdanın.”
Gerçek fazilet ve insanı insan yapan değerler üstü değer, ancak ve ancak insanın bütün duygu-düşünce ve isteklerini zabt u rabt altına alabilme gücüne sahip Allah korkusudur. Diğer müeyyideler geçici olarak frenleyici birer rol üstlenseler bile, bunların insanı sürekli kontrol altında tutmaları söz konusu değildir. Zira, insanların çeşit çeşit zaafları vardır ve bu zaaflar, bazen insanı öyle bir tesir altına alır ki, insanda direnecek güç kalmaz.. irade devre dışı kalır, derken insan, işte bu zayıf yanlarında biriyle istemediği herhangi bir işi irtikap eder. Bu açıdan, insanı böyle durumlarda frenleyecek öyle güçlü bir sâik lazımdır ki, insan içinde bulunduğu durumun o baskıcı atmosferinden kurtulup sâlim düşünebilsin, sâlim karar verebilsin ve ölçülü hareket edebilsin. Allah korkusunun böyle güçlü bir tesire sahip olduğu hem sübjektif, hem de objektif pek çok delille isbat edilmiş bir husustur. Sadece İslâm tarihine ve bilhassa Asr-ı Saadet dönemine bu gözle bakılması yeterli olacağı kanaatindeyim.
Düşünün ki cahiliye insanlarından bazıları alkolik, bazıları kadına düşkün, bazıları insan öldürmeyi zevk haline getirmiş birer cani durumundaydı. Bu kabil zaaflarca ma’lul olmayan insan yok denecek kadar azdı. Bu karanlık dönemde bilhassa fuhuş öyle yaygındı ki, birkaç nezih rûhlu insanın dışında, o batağa saplanmamış bir kimse yok gibiydi. Evet toplum böylesine tefessüh etmiş ve kokuşmuştu. İşte o gün İslâm’a girenler de böyle bir toplumdan kopup gelen kimselerdi ki, bunlarda biraz evvel saydığımız zaaflardan birinin veya bütününün bulunması realite olarak gayet normal kabul ediliyordu. Oysa ki, daha sonraki durumu itibariyle o koskoca Asr-ı Saâdet’te, bir-iki zina hâdisesi, bir-iki hırsızlık ve yine ancak o kadar içki içme vak’ası tesbît edilebilecektir. Bunların yarısına yakınının tesbîti de yine suçlunun bizzat kendi itirafıyla olacaktır. Bir suçluya suçunu itiraf ettirecek, hem de bu itirafın bedelini canıyla ödeyeceğini bile bile, Allah korkusunun dışında hangi güç ve hangi kuvvet vardır?.. Öyleyse, hem ferdî hem de içtimaî plânda sâlah adına, bir toplum için en yararlı, en büyük dinamik “Allah korkusu”dur denebilir. Biz buna böyle inanıyor ve toplum olarak kurtuluşun da bu inancın yaygınlaşma oranında paralel gelişeceği kanaatini taşıyoruz.
DUYGULARDA İTİDAL
…Günümüzde havf-recâ hususunda yaşanan dengesizliklerden de söz etmek mümkündür. Mesela; halkı irşat konumunda olan insanların çoğu, sadece cenneti ya da cehennemi nazara verip; bu hususta insanları ya tamamen ye'se ya da aşırı bir güvene sevketmektedirler. Halbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da, bu amellerin, Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece ameliyle kurtulamayacağını düşünmesi de gerekir. Efendimiz (s.a.s) sahih bir hadislerinde: "Hiç kimse ameliyle kurtulamaz" buyurur. Sahabe Efendilerimiz: "Sen de mi ey Allah'ın Rasulü?" dediklerinde; "Evet. Allah'ın fazlı, bereketi olmazsa ben de kurtulamam' der. O halde insanın: "Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum.. o halde Allah bana ceza vermez" demesi, Allah'a karşı bir saygısızlık ve küstahlığın ifadesi; kendi nefsini yerden yere vurup: "Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim hiç bir hayır da yok. Nasıl olsa cehennemliğim, o halde boş yere uğraşıyoruz.." şeklinde bir mülâhazaya girip ümitsizliğe düşmesi de, ayrı bir saygısızlığın ve küstahlığın seslendirilmesidir.
RİSALE…
Ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın, havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihâl, o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde, havf elîm bir belâdır.
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskàl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.
Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.
Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.
Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akàribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.
İNSANDAKİ KORKU HİSSİ
İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalÂletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.
Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir ¸eyi gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova, tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.
Bir zaman-Allah rahmet etsin-mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul'dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb'e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: "Korkuyorum; belki batacağız."
Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?"
Dedi: "Belki bin var."
Ona dedim: "Senede kaç kayık gark olur?"
Dedi: "Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz."
Dedim: "Sene kaç gündür?"
Dedi: "Üç yüz altmış gündür."
Dedim: "Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz."
Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?"
Dedi: "Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır."
Dedim: "Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et" dedim.
Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:
"Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir."
İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:
"Biz hizbü'l-Kur'ân'ız. Name=764; HotwordStyle=BookDefault; ("Şüphesiz ki Kur'ân'ı Biz indirdik; onu koruyan da elbette Biziz." Hicr Sûresi, 9.)sırrıyla, Kur'ân'ın kalesindeyiz. Name=765; HotwordStyle=BookDefault; etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz."
Ve deyiniz: "Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğizve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı hâlde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli" deyip, ehl-i dalÂletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz.
Hem o dalkavuklara deyiniz ki: "Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimalle bir helâket gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız."
Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: "Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar."
Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını katî ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesed-i bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!
Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."
Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim. Şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükümetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur'ânî bana kâfi geldiği hÂlde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir. Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.
Name=766; HotwordStyle=BookDefault; ("De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır." Cum'a Sûresi, 8.) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.
KORKU VE NİMETLERDEKİ LEZZETLER
İ'lem eyyühe'l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Mün'im-i Kerîmin taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'âmı görmek demektir. İn'âmı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün'im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.
Evet; Name=55; HotwordStyle=BookDefault; (Onların duaları şu sözlerle sona erer: 'Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Yunus Suresi, 10.) olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in'am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.
NÜKTELER…
Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:
"- Biliyor musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris'te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı.
Bilhassa son sınıftayken ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat, çok ilginçtir, her konuşmamdan sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet, beni affet" diye geçirirdim.
Ama kim affedecekti, onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah'ım, beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum.
Zor zamanlarda, bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen hepsi temelde Hıristiyandı. Güya ben Müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım.
Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde Hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum.
Güya inançsızdım ama, kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeple de diğer arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı sorunca, kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi:
"- Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?"
Hayret içinde kaldım, çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını, içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım.
- Peki, inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah'ı nasıl buldunuz?"
- Söylediğim gibi, ne zaman Allah'ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla, "beni affet, beni affet" dedikçe içimde nispeten bir rahatlama duyuyordum.
Daha sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir, nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Evet, bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi tamamladım, içim bütünlendi."
HACET DUASI
Hâcet duası şudur:
Allahümme innî es'elüke tevfîka ehli'l-hüdâ ve a'mâle ehli'l-yakîni ve münâsahate ehli't-tevbeti ve azme ehli's-sabri ve cidde ehli'l-haşyeti ve talebe ehli'r-rağbeti ve teabbüde ehli'l-verâi ve irfâne ehli'l-ilmi hattâ ehâfük.
Allahümme innî es'elüke mehâfeten tahcizünî an ma'siyetike hattâ a'mele bi-tâatike amelen estehikku bihi rıdâke ve hattâ ünasıhake bi't-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlisa leke'n-nasihate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi'l-ümûri ve husne zannin bik. Sübhâne Hâlikı'n-nûr...
Meâli:
Allah'ım! Senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tevbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, korku ehlinin ciddiyetini, senin rızâna rağbet gösterenlerin talebini, takvâ ehlinin ibâdetini, ilim ehlinin irfanını isterim ki, senden hakkıyla korkayım.
Allah'ım! Senden öyle bir korku isterim ki, o beni sana isyandan men'etsin, tâ ki sana itâat ile öyle amel edeyim ki onunla senin rızâna ereyim, senden korkarak samimiyetle sana döneyim, sırf senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim, her işte sana güvenip sana dayanayım sana güzel zan besleyeyim...
Nûrun yaratıcısı olan Allah, her türlü nekâis ve kusurlardan münezzehtir...
AKIBETTEN KORKMAK
Dünyevi akıbetten korkmak insan fıtratının icabıdır. Bir kimse otobüsle, gemiyle veya uçakla bir menzile müteveccihen seyahat etse, o menzile mutlaka ulaşacağına garanti edemez. Her an bir trafik kazası veya bir fırtına sebebiyle o seyahat sona erebilir ve o insan da ölümü tadabilir.
İşte aynı şekilde, Cenab-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine riayet etmekle cennete müteveccihen yol alan bir mümin de bu yolculuğun cennetle son bulacağını garanti edemez. Her an manevi bir musibet veya fırtına, insanı yarı yolda koyabilir. Bu seyahatta da akıbetimizden daima korkmalı ve Rahim-ı Zülcemal’in dergahına iltica ve ondan istimdad etmeliyiz.
MUHABBET VE KORKU
Güneş sistemimizin nizamı cazibe ve dafia denilen iki kuvve üzerine bina edilmiştir. Bu kuvvelerden birisi olmasa nizam bozulur.
İnsanda bu kuvvelerin yerine sevgi ve korku hisseleri almıştır. İnsanın dünya hayatının nizamı da iki hisle olduğu gibi, ebedi saadetin kazanılması da bu hislerin yerinde kullanılmasına bağlıdır.
Bir baba, ailenin nizamını ancak aile fertlerindeki bu iki hissi beraber yürütmekle temin etmektedir. Bir çocukta babasına karşı sadece sevgi hissi inkişaf edip korku hissi inkişaf etmezse, o çocuk zararlı işlerden korunma hususunda hassasiyet gösteremez. Sadece korku hissinin inkişafında ise babanın eliyle elde ettiği lütuf ve ihsanları hakkıyla takdir edemez.
Aynı şekilde, bir talebe hocasını sevmezse, onun ilminden istifadesi az olur. Hocasından korkmaması halinde de derslerine ciddi çalışmaz ve muvaffakiyetsiz olur. Bir raiyet de padişahını hem sevmeli, hem de ondan korkmalıdır.
Bu misallere kıyasen insan, Halık-ı Zülcelal’i hem sevecek, hem de O’dan korkacaktır. ,insan Allah’a (c.c.) muhabbet hususunda terakkiyle O’nun lütfundan her zaman ümitvar olup, ebedi saadeti de o lütfundan bekleyeceği gibi;Allah’dan (c.c.) ziyadesiyle de korkacak ve ebedi cehennem azabından kendisini kat’iyen hariç tevehhüm etmeyecektir.
Bir insan ancak bu tarz hareket etmekle Halık-ı Zülcelal’in hem emirlerine riayete, hem de nehiylerinden kaçınmaya dikkat etmiş ve havf ve reca arasında yaşamaya muvaffak olmuş olur.
ALLAH’IN MEKRİNDEN YİNE ALLAH’IN RAHMETİNE SIĞINIRIZ
Rivayette vardır ki, İblis ateş alevinden yaratılmış ruhani bir şahıs olup, yedi yüz yetmiş beş bin sene fütur getirmeden ve gevşeklik göstermeden Yüce Allah’a(c.c.) ibadet etmişti. İtaat ve ibadette o kadar ileriye gitmişti ki;
Dünya semasında âbid (çok ibadet eden) olarak,
İkinci kat semada râki (çok ruku yapan) olarak,
Üçüncü kat semada sâcid (çok secde eden) olarak,
Dördüncü kat semada hâşi (çok saygılı) olarak,
Beşinci kat semada kânit (çok itaatkar) olarak,
Altıncı kat semada müctehid (çok gayretli) olarak,
Yedinci kat semada zâhid (masivayı terk eden ve sadece Yüce Allah’ı (c.c.) arzulayan) olarak anılıyordu. Emri altında yetmiş bin melek vardı. Yeşil zümrütten kanada sahipti. Cennette Rıdvan meleğiyle birlikte bin sene kaldı. Duası müstecap olanlardandı. Bir gün Cenab-ı Hak tarafından yazılmış şu ibareyi gördü:
- “Bütün kullarım içinden bana çok yakın görünen birisi var ki, ben ona bir şey emredeceğim. O ise onu yapmayacak ve emrimi yerine getirmeyecek. Ben de onu kapımdan kovacak ve bütün ibadetlerini etrafa saçılmış toz zerreleri haline getireceğim. Senelerce yaptığı ibadet ve itaatlerin, hayır ve hasenatın en küçük bir karşılığını göremeyecek”
İblis bu mealdeki ibareyi görünce aklı Allah’a (c.c.) isyan etmeyi bir türlü kabul etmediğinden dedi ki:
- “Ya Rabbi! Bana izin ver de, o kimseye lanet okuyayım ve beddua yapayım”
Kendisine izin verildi. O da Cenab-ı Hakk’ın emrine isyan edecek olan o kula (ki bu kul İblis’in kendisi olacaktır) bin sene lanet okudu. Ne zaman ki, Cenab-ı Hak meleklere Hz. Âdem’e (a.s.) inkıyad secdesi etmelerini ve onu üstün tanımalarını emretti. İblis’in de aralarında bulunduğu bütün melekler secde emrini itirazsız, tereddütsüz, kemal-i itaat ve tam iştiyakla yerine getirdiler. Fakat o zamana kadar binlerce sene abid ve zahid olarak görünen İblis, Hz. Adem (a.s.)’e secde etmeyi kibir ve gururuna yediremediğinden; daha doğrusu emre itaatteki inceliği kavrayamadığından ve gerçek kulluğun manasını idrak edip de onu bütün duygularıyla hazmedemediğinden; secde ve inkıyad emrini içine, özellikle aklına sindiremedi ve bu emre isyan etti. Cenab-ı Hak (c.c.) onu rahmet kapısından ebediyen kovdu ve o güne kadar yaptığı bütün hasenatını boşa çıkardı.
İblis’in ibadet, mücahede ve riyazat olarak bunca meşakkatlere ve zorluklara katlanmasına rağmen; samimi olmadığından ötürü Yüce Allah’ın (c.c.) ilminde şaki olarak yerini aldığını ve yüce Rahmetten kovulduğunu duyan ve gören Hz. Cebrail ile Mikail (a.s.) uzun bir müddet ağlayıp durdular. Vakitleri hep ağlamakla geçiyordu. Yüce Allah her ikisine de bu kadar ağlayışlarının sebebini (kendisi daha iyi bildiği halde) sorunca; onlar şöyle dediler:
- “Ey Rabbimiz! Sen’in mekrini şimdi daha iyi anladık. Sen’in mekrin bize de ulaşıp, İblis’in başına gelenlerin bizim de başımıza gelmesi korkusundan ötürü ağlıyoruz. Ya biz de göründüğümüz gibi Sen’in ilminde de böyle değilsek; halimiz nice olur”
Yüce Allah da onlara şöyle ferman etti:
- “İşte hep böyle olun da, mekrimden hiçbir zaman emin olmayın”
Bu hadise bizi ümitsizliğe sevketmemeli. Aksine bir taraftan Mekr-i İlahiden korkmaya, diğer taraftan da Rahmet-i İlahiyeyi reca etmeye ve O’ndan ümitvar olmaya sevketmeli…
ALLAH KORKUSU
Hakk dostu ruhunu Allah’a teslim edeceği an evlatlarını çağırır onlara şu tavsiyede bulunur(vakai Buhari Müslüm’de görüyoruz): Resulü ekrem(a.s.m.) anlatıyor, Der ki evlatlarım benim rabbime karşı yaptığım onu hoşnut edecek ve benim gönlüme itminan kazandıracak hiç güzel birşeyim yoktur. Bunu deyen Hakk dostudur. Bunu deyen tekyede ve zaviyede ömrünü geçiren insandır. Bunu deyen bir feryadında binlerce bülbülün nalanı gizli bulunan insandır. Gözünün tek kapsesinde ummanların çağladığı insandır.
Benim sevabım yoktur. Sevabım yoktur derken kul kendi küçüklüğü mevlanın büyüklüğü ölçüsünden meseleyi ele alıyor. Eğer Allah’ımın büyüklüğüne göre kulluk yapacak olursam vallahi hiçbir şeyim yoktur benim, işte onu anlatıyordu. Allah öyle büyük öylesine lutufkar öylesine ibadete müstehaktır ki insan soluk almadan ona kulluk yapsa ve sonra döse deseki vallahi bu Allah’a karşı benim kulluğum yoktur yeminide hanis olmaz o insan. Yoktur çünkü Allah o kadar büyüktür ki , onun kulluğu o deryada zerre kalır katre kalır.
Ben böylesine tepeden tırnağa cürümle alude mahiyetimle rabbimin huzuruna gitmeden hicap ederim, sıkılırım. Beni şimdi kabre koydukları zaman münkir nekirle beraber bakacak bana , neyle geldin deyecek buraya . Amelin kabri olan bu sandığa nasıl geldin deyecek bana. Ben istemem öyle gitmek . Peki ne istersin. Ben vefat ettim mi beni yakın , ondan sonrada külümü savurun saçıverin fezaya. Gidi versin sağa sola. Mevlam toplarsa ben de deyeceğimi bilirim.
Resulü Ekrem naklediyor gayibbin gözüyle kabirde durumunu müşahede edip söylüyor. Vefat eder Hintliler gibi evlatları bir yığın odunun üzerine koyup yakarlar, cayır cayır yanar. Kül olur, kül olur savrulur Hak’ın korkusundan. Mevlanın haşyetinden. Allah ferman eder ruhun bütün zerratın vücutla münasebeti temin ve tesis edilir. Onlarla ruh münasebet kurar. Kabirde onun beklediği gibi , korktuğu gibi Mevla-ı mutaale zuhur ediverir. Tecelli ediverir. Kulum sana bunu yaptıran ne idi. Allah’ım çok korktum. Korkumdu. Bende seni afv ettim. Ben benden bu kadar korkanı cürümü günahı içinde bırakmam. Hatiat ve seiat içinde bırakmam. Affettim der. Mümin muvazene ve muadele kuruyor. Kalbinde bu saygı varsa ümit var ol. Rahmetinden ümit edilir ki mevla seni afv edecektir.
KORKU VE ÜMİT
Rüyamda mescide benzer bir yerde bulundum.. Orada her şey den elini çekmiş insanlar vardı. Kendi kendime bir zatı kastederek şöyle dedim:
- "Eğer o bunlar arasında olsaydı; bu hâllerini ıslâh ederdi.."
O cemaat etrafıma toplandı. Bana: - "Niçin konuşmuyorsun?" Diye sordu, ben de şöyle dedim:
- "Eğer konuşmaya razı ederseniz konuşurum
Sonra onlara şöyle bir konuşma yaptım:
- "Halkı bırakıp hak yolu tuttuğunuz zaman halktan dilinizle birşey istemeyin."
Devam ettim:
- "Buna muvaffak olursanız, kalbinizle de birşey istemeyin.. Çünkü kalple istemek, dille istemek gibidir.
Biliniz ki Allah-ü Teâlâ her an bir iş yapar; bozar, yeniden yapar.. Yükseltir, alçaltın..
Aşağıdakilerin korkusu da bulundukları halin devam etmesidir.. İstedikleri ise, daha yüksek makamlara çıkmaktır.. Bunları söyledim; sonra uyandım...
ÇELEBİ MÜFTÜNÜN KORKUSU

"Ölmek değildir ömrümün en feci işi, Müşkül odur ki ölmeden evvel ölür kişi.
(Yahya Kemal Beyatlı)
Onyedinci asır başında yaşamış ulemadan ve Sultan I. Ahmed'in şeyhülislamlarından Çelebi Müfti ismiyle meşhur, Hocazâde Mehmed Efendi, bulaşıcı hastalıklardan çok korkan bir adamdı,
Çelebi'nin bulunduğu yerde hastalık ve ölümden katiyyen bahsedilmez, kendisi de hiç kimsenin hasta ziyaretine ve cenazesine asla gitmezdi. Bir gün, evinin hizmetçilerinden biri hastalanıp vefat etti. Efendi hazretleri hiç tereddüt etmeden, konağına bir duvarcı ustası çağırdı. Ustaya, evin hizmetçisinin öldüğü odanın kapısını örmesini söyledi. Usta, kapıya boydan boya duvar ördükten sonra Çelebi, ayrı bir direktif verdi:
-Şimdi git, bahçe tarafından dolaş ve o odanın duvarını del, naaşı çıkarıp gömsünler. Bu oda da bir daha kullanılmasın.
Hikmet-i ilâhî, "sakınan göze çöp batar" misali, bütün dikkatine rağmen Hocazâde Mehmed Efendi vebaya yakalanarak hayata veda etti.

KORKUNUN HAKİKATİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, korku gönül hallerinden bir haldir. O bir ateştir ki, gönülde belirir. Onun bir sebebi ve semeresi (faydası) vardır. Ama sebebi ilim ve marifettir. Kişi, âhiretin tehlikesini düşünür ve kendisinin helak sebeplerini üstün ve hazır görürse, hiç kuşku yok ki, bu denlin ateşi onun tanının içinde peyda olur.
Bu ateş de iki marifetten doğar:
Birinci marifet: Kişi, kendi kusur ve ayıplarını, günahlarını, ibadetinin eksikliklerini kötü ahlâkın cinayetini gerçeklikle görür. Bütün bunların yanında Hak Teâlâ'nın kendisine verdiği nimetleri ve o nimetlerin şükründe olan kusurlarını da görür. Onun benzeri, bir padişahtan çok nimet ve ihsan görmüş bir kimse gibidir. Bundan sonra da o padişahın harem ve hazinesine hıyanetler eyler. Sonra ansızın yakalandığını ve padişahın kendisini hıyanette gördüğünü anlar. Hem de padişahın ne kadar intikam alıcı olduğunu ve kimseden korkusu olmadığını bilir. Kendisine de padişah kalında şefaat edecek hiç bir kimse yoktur. Ne bir aracı vardır, ne padişaha yaklaştıran! Bunları bilince de, hiç kuşku yok ki kendisini çaresizlik içinde görür, canına bu derdin ateşi düşer.
İkinci marifet: Korku, kişinin kendi sıfatından değil, belki Hak Teâlâ'nın kudretini ve korkusuzluğunu bilmekten doğar. Nitekim bir kişi bir arslanın pençesine düşse korkar. Fakat kendisinin günahından ötürü korku duymaz, aksine arslanın sıfatını bildiğinden ötürü korkar. Bilir ki, arslanın tabiatı öldürmek, parçalamaktır. Onun korkusu bu yönden olunca kendisinin zayıflığından değildir.
Bu korku da çok yüksek olan bir korkudur. Bundan ötürüdür ki, bir kişi Hak Teâlâ'nın sıfatlarını anlamalı, celâlini, yüceler yücesi olduğunu ve kudretini bilmelidir. Eğer iki âlemi helak etse ve ebedî Cehennemde onları hapsetse O'nun zâtına bir zerre olsun noksan gelmez. Hak Teâlâ'nın hakkında söylenilen rikkat ve şefkatin hakikatinden Hak Teâlâ'nın zatı münezzehtir. Bunları düşünenin korkmakta hakkı vardır. Bu korku, her ne kadar günahtan masum oldukların bildikleri halde Peygamberlerde de vardır. Bir kimse Hak Teâlâ'yı ziyâde bilirse o kişinin Hak Teâlâ'dan korkusu da fazla olur. Bundan ötürüdür ki, Resul (S.A.V.) şöyle buyurdu:
— Ben Hak Teâlâ'yı si/den çok biliciyim. Hak Teâlâ'dan en çok korkan da benim.
Hak Teâlâ Hazretleri de ona şöyle buyurdu: "Allah'tan korkan ancak âlim olan kullardır." (Patır Sûresi: 2. Çünkü kini daha cahil olursa o kendini daha çok emniyette bilir... Dâvud aleyhisselama vahiy inmişti. Şöyle Duyuruluyordu:
— Ey Dâvûd! Benden hışımlı arslandan korkar gibi kork.
Korkunun sebebi de işte budur. Ama korkunun neticesi gönülde, vücutta ve öteki uzuvlardadır. Gönül'de olanı, dünya şehvetlerini kedisine acı olarak göstermektir. O zaman onda şehvet kaygısı kalmaz. Bu gibi şeylere rağbet etmez olur. Çünkü bir kişide nikâh şehveti (isteği) yada, yemek şehveti olsa, o demde, kendisi arslan pençesine düşse veya zâlim bir sultanın zindanına atılsa üstünde sehve! arzusu kalmaz. Aksine kalbi, korkudan huzû ve huşu (tevazu) içinde kalır. Başına gelecekleri düşünmekten onları düşünmeye vakit bulamaz. Yâni, her anda kendi kendini yoklar, kendi kendini hesaba çeker. Gönlünü dinler, akıbetini, düşünür. O kişide ne kibir kalır, ne haset, ne dünya hırsı, ne de gaflet. Ama korkunun vücuttaki meyvesi, kırıklık ve sarı benizliktir. Korkunun öteki uzuvlardaki semeresi de o kişiyi günah işlemekten alakoymak ve tâatte edep üzere bulunmaktır. Korkunun dereceleri çoktur. Eğer kişi kendini şehvetten yasaklarsa ona iffet denir. Eğer haramlardan yasaklayabiliyorsa ona Vera denir, ve eğer şüpheli şeylerden yasaklıyor, menediyorsa, ona Takva derler. Eğer âhiret yolunun azığı olmayan şeylerden kendisine el çektirirse onu da Sıddık derler. İffet ve Verâ, Takvâ'nın içindedir. Üçü ise Sıddıkta mevcuttur. Gerçekte korku budur.
Fakat göz yaşı akıtıp silmeğe ve:
—La havla velâ kuvvete iilla billahi deyip gafletle olmaya korku demezler, kadın tabiatlı derler.
Çünkü bir kişi bir kimseden korkarca ondan uzaklaşır. Bir kimsenin yeninde bir şey olsa, onu yokla.su ve araştırıcı onun yılan olduğunu görse;
— La havle., demekle kalmaz, belki onu götürüp yabana alır. Zinnun'a:
—Korkucu kul kimdir? diye sordular. O da şu cevabı verdi:
— Kendisini bir hastalığa salıp ölüm korkusundan bütün şehvetlerden sakınandır.
KORKUNUN DERECELERİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, korku üç derecedir:
1 —Zayıf derece.
2 — Kuvvetli derece.
3 — Orta derece,
Korkunun makbul olanı, orta derecedir.
Zayıf korku, kadınlar gibi yufka yürekli olmaktır.
Kuvvetli korku da umutsuzluğa kapılmaktır. Onda bu tehlike vardır. Hastalık, deli olmak, belki ölmek korkusu bile bulunur.
Bu iki korkunun ikisi de kötüdür. Çünkü korku, esasında bir kemâl değildir. Ne tevhîd, ne marifet, ne de muhabbettir. Onlara hiç benzemez. Bundan ötürüdür ki, korku, Hak Teâlâ'nın sıfatlarından olmadı. Belki korku acz ve cehalet olan yerde bulunur. Korku onlarsız olmaz. Çünkü akıbeti meçhul olmayınca tehlikelerden kaçınılmayınca korku olmaz. Lâkin gaflet içinde bulunanların korku kemâlidir. Korku o zaman bir kamçı gibidir ki, o kamçı ile çocuklara ders okuturlar, hayvanları yola getirirler. Eğer o kamçının açtığı yara zayıf olursa çok acıtmaz. Çocuğa bir şey öğretilmez, hayvanı da yola getirmez. Yahut onun acısı çok derin olsa, çocukları ve hayvanları yaralasa veya öldürse bu hallerin ikisi de amele yaramaz. Öyleyse korku orta derecede olmalıdır. Ne çok zayıf, ne de çok kuvvetli! Tâ ki korkudan kişi, günahtan kurtulmalı, tâate yönelmelidir.
Bir kimse daha âlim bir kişi ise âhirdin korkusu da orta derecede olur. Çünkü korkusu sınırı aşar derecede olsa Recâ (ümid) sebeplerini düşünmeğe baslar. Eğer korkusu zayıfsa, âhiretin tehlikelerini düşünmeye başlar. Eğer korku zayıfsa, âhiretin tehlikelerini düşünmeye başlar. Eğer bir kimse işin tehlikesini fikrelmezse, kendisine:
— Ben âlim kişiyim! derse, o kimse yalnız beyhudelik öğrenmiş olur.
O, ilim öğrenmiş olmaz. Pazarda olan falcılar gibi kendilerine hakîm (feylesof) diye ad takarlar. Oysa hikmetten (felsefeden) haberi yoktur.
Bütün marifetlerin başlangıcı kişinin kendisini ve Hakkı bilmesidir. Kendisinin kusurlu olduğunu bilmektir. Cenâb-ı Hak da azamet ve yücelik sahibidir. Bu âlemin sona ermesinden Hak Teâlâ'nın hiç bir korku ve endişesi olmadığı da bilinmelidir.
İşte, açıkladığımız bu iki marifet korkudan başka bir şeyle olamaz. Bundan ölürüdür ki, Resul (S.A.V.) şöyle buyurdu:
"İlim başlangıcı, Allahü Teâlâ'yı cebbar ve kahhar bilmektir. İlmîn sonu ise, bütün işleri kul gibi ona ısmarlamaktır."
Ey sâlih kişi! Sen bil ki! Senin hiç bir şeyi yapmağa kudretin yoktur. Kendin hiç bir şey değilsin. Bunları bilen kişi için de korkmak nasıl mümkün olmaz?
KORKUNUN ÇEŞİTLERİ
Sen bil ki, korku her işin tehlikesini bilmekten doğar. Her kişinin önünde bir tehlike vardır. Kimi kişi olur ki Cehennem ziyanlarını düşünür. Onun korkusu bu yandandır. Kimi kişi olur ki, âhiret yolunu düşünür, ondan korkar. Yahut:
— Artık günaha düşerim! diye korkar.
Yahut kalbinde bir gaflet doğar, diye endişelenir, korkar. Ya da alışkanlıkları kendisini günaha götürür diye korkular içinde kalır. Yahut nimetten ötürü gafleti artar: - Kıyamet günü halkın zulmüne uğrar, yakalanırım! diye korku duyar.
Ya da kıyamette ayıp ve kusurları açıklanıp rezil ve rüsvây olacak dîye korkar. Veya aklına çirkin şeyler gelir.
— Hak Teâlâ bunları bilmekledir! der, korkar.
Bu korktuklarının her birinin şu faydası olur ki, korktuğu şeylerden kaçınmağa başlar. Onlardan çekinmekle uğraşır. Meselâ âdeti kendisini günaha salacaksa ve bundan korkuyorsa, o âdetten elini çeker. Eğer Hak Teâlâ'nın gönlündekileri bilmesinden korku-yorsa gönlünü temiz tutar. Ötekiler de bunun gibidir. Korkan kişilere çok kez akıbet ve dünyaya veda korkusu galip gelir:
— Ya İmanımı selâmetle başa çıkaramazsam? der.
Bu da, geleceğin korkusundan çok geçmişin korkusudur ki:
— Ezelde acaba saadetime veya asiliğime (şekavetime) mi hükmolunmuştur? diye korkular içinde kalır.
Çünkü, her son, öncekinin bir takipçisi, bir dalıdır. Asıl dal, önce olandır. Resul (S.A.V.) minbere çıkıp:
— Hak Teâlâ'nın yazılmış bir kitabı vardır. Cennet ehli olanların orada adı, nişan ve nesebi yazılıdır! diye buyurdu.
Sonra sağ elini aşağıya saldı, şöyle buyurdu:
— Hak Teâlâ'nın bir kitabı daha vardır kî, Cehennem ehlinin adı, nişan ve nesebi orada vardır.
Sonra sol elini aşağıya saldı. Yine şöyle buyurdu:
— Bunlardan ne artar, ne eksilir. Dünyada kimi saadet ehli olur ki, şekavet ehlinin işini işlerler. Herkes de ona: Şekavet ehlidir, der. Ölüme eğer bir saati bile kalmış olsa Hak Teâlâ onu şekavet yolundan geri döndürür, saadet yoluna götürür.
Resul (S.A.V.) yine şöyle buyurdu:
— Saadete ermiş kişi odur ki, işte o ezelî kazada saadete kavuşmuştur. Şaki olan da odur ki, ezelî kazasında şakı olmuştur.
İşle bütün iş, o eski kader yazılışındadır. Böylece kaderin itibarı geçmişe olduğu için basiret ehlinin korkusu o, geçmiş takdirden, eskiden yazılmış alınyazısındandır. O alınyazısından doğan korku bütün korkulurun en yücesidir. Nitekim Hak Teâlâ'dan korkmak, celâl sıfatı sebebiyle, kişinin kendi günahından ölürü doğan korkusunda daha yüce ve kâmildir. Çünkü celâl sebebiyle olan korku hiç bir zaman kaybolmaz. Korku, günahları ötürü olunca ihtimaldir ki, gurura gelir:
— Günahtan el çektim ya! Neden artık korkayım? der.
Sözün kısası bir kişi şunu bilmeli ki. Resulullah Efendimiz bu korkuda en yüksek dereceye varmıştı. Ebû Cehil ise en aşağı kattaydı. İkisinin de yaratılmasında başka vesilesi yoklu ve yaratıldıkları zaman Resul (S.A.V.) kendisinin dahli yokken tâat ve marifet yolu kendisine müyesser ve nasip oldu. Buda şu İlzam sebebiyle idi ki, gönlünde olan ve onu teşvik edici hâl, kendisinin haberi olmadan ona çekerdi ve o, kendisine gösterip açtıkları şeyleri esrarı ilâhiyeyi gizlemeğe gücü yetişmezdi. Öyle ki, öldürücü zehir olan şeyden bile çekinemezdi.
Ebû Cehîlin ise, basiret gözü bağlanınca artık hiç bir şeyi görmez olmuştu. Vaktâ ki görebildi, yüksek arzulardan kendisini kurtaramadı. Bunların vereceği zararları bilmiyordu. Resul âleyhisselâm ile Ebû Cehîl, ikisi de, yollarında yürümek zorunda kaldılar. Hak Teâlâ dilediği üzere, sebep olmadan birisinin şekâvetine hükmeyledi ve onu esfel-î sâfîline (yâni Cehenneme) sürdü. Ötekinin (Resûlullah'ın) saadetine hükmeyledi. Ve onu A'lâ-yı illiyyin'e (Cennet'in ve gök yüzünün en kudsî yüceliğine) kahredici kuvvetin zincirleri ile çekti, çıkardı.
Bir kişi dilediği gibi iş


yaparsa hiç kimseden korku çekmemeli. Ancak ondan korku duyulmalı. Bundan ötürüdür ki, Hak Teâlâ Dâvûd aleyhisselâm'a şöyle buyurdu:
—Benden, kızgın arslandan korktuğun gibi kork! Seni öldürmesi senin caniliğinden ötürü değildir, belki onun arslanlık saltanatının böyle hükmetmesindendir. Eğer öldürmekten el çekse şefkatinden ve cana yakınlığından değil, belki, kendisinin katında senin değerin olmadığından ötürüdür,
Allahü Teâlâ'yı bu sıfatlarla bilen kişinin korkudan uzak kalmasının imkanı yoktur.
ÖMRÜN KÖTÜ SONUÇLANMASI KORKUSU
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, korkanların çoğu, sonlarının ne olacağından korkmuşlardır. Şundan ötürüdür ki, Âdemoğlu’nun gönlü daima değişir. Bir şekilden bîr şekle kalbolur. Ölüm vakti yüce bir vakittir. Gönlün, ölüm vaktinde ne karar [utacağı bilinemez. Arif kişilerden birisi şöyle demiştir:
—Eğer bir kimsenin elli yıl tevhid üzere olduğunu bilsem benden bir saat uzaklaşıp bir duvarın ardına varsa onu tevhidine şehâdette bulunamam. Çünkü gönlün hâli değişmek yolundadır. Nasıl bir halde geri döneceğini bilemem.
Yine yüce kişilerden birisi de şöyle demiştir:
— Eğer bana: "Evin kapısında şehâdet yolunda ölmeğe mi razı olursun, yoksa, biz göz odanın kapısında İslâm olarak ölmeğe mi razı olursun?" deseler, ben:
—Bir göz odanın kapısında Müslüman olarak ölmeğe razı olurum! derim Çünkü Evin kapısına varıncaya kadar İslâm kalır mıyım, ya da kalmaz mıyım, bilemem.
Ebû Derdâ (Allah ondan razı olsun) yemîn edip şöyle derdi:
—Hiç bir kişi yoktur ki, ölüm vaktinde imânının geriye alınmasından emin olabilsin. Belki de onu geri alırlar!.
Ebû Yezîd-i Bestâmî


de şöyle demiştir:
— Otuz yedi aydır, her ne zaman mescide gitsem belimle bir zünnarın (papaz kemerinin) sallandığını görmekteyim. Tâ mescid kapısına girinceye dek korkarım. Sanırım ki, beni kiliseye götüreceklerdir. Her gün beş vakit ibâdette bu hale düşerim.
İsa aleyhi selâm, Havvariyyuna: Siz, her ne kadar günahtan korkarsanız, biz Peygamberler küfürden korkarız!


dedi. Yine Peygamberlerden birisi nice yıllar aç kaldı, susuz kaldı, giyimsiz kaldı, çok mihnete uğradı. Bir gün Hak Teâlâ'ya yalvardı. Ona bîr vahiy indî. Şöyle buyuruldu: Senin gönlünü küfürden sakladık. Bu dereceyle kanaat etmez de dünyayı mı istersin? O Peygamber: Yâ Rabbi, tevbe kıldım, kanaât ettim! diyerek utancından başına toprak saçtı. Sonun hayırlı olmamasının alâmetlerinden birisi de Nifâk'tır. Bundan ötürüdür ki, ashâb-ı kiram nifâk'tan çok çekinir, kaçınırlardı. Hasan-ı Basri Hazretleri der ki:
— Eğer kendimde nifak olmadığını bilseydim, bu hali yeryüzünde olan şeylerin hepsinden daha sevgili olarak görürdüm.
Hasan-ı Basrî hazretleri yine söyle dedi:
- Zâhir'in bâtına (yâni dışın içe), kalbin dile muhalif olması, ona uygun düşmemesi Nifâk'tandır.

SONUN KÖTÜ OLMASININ SEBEPLERİ
Ey aziz kişi! Sen bil ki, hayalımızın sonunun hayırlı olmamasının manâsı —ki bütün insanlar bundan çekinip kaçınır— imânın geri alınmasıdır. Ölüm ânında imânın kayboluşunun da sebepleri vardır. Bunun ilmi gizlidir. Lâkin bu kitapta açıklanabilen şudur ki, imânın zail olması İki sebeptendir:
1— Biri, bir kişi bâtıl bir bid'âte inanır. Ömrünü o inanç yolunda geçirir. Onun hata olduğunu sanmaz. Fakat ölüm dakikasında bütün işler ona açılır. Hattâ, kendisinin bu inançtaki hatası da ona gösterilir. Bundan ötürü başka hususlarda olan inanç ve itikatlarında da şüpheye düşer. Bu tehlike bid'ât ehline vâki olur. Onlar o kimselerdir kî, imân yolunu delile ısmarlamışlardır. O kişi verâ ehli, takva ehli olsa da bu böyledir. Ama saf, içi temiz olan kişiler, yâni Müslümanlığı Kuranın ve hadîsin zahiriyle tutmuş olanlar, bu tehlikeden emin görünürler. İşte bundan ötürüdür ki, Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:


İhtiyar kadınların itikadı gibi itikadınız olsun. Cennet ehlinin çoğu gönlü saf olanlardır.
Bu sebepten dolayıdır ki, din büyükleri kelâm ilminden ve eşyanın hakikatlerinden bahsedilmesini yasaklamışlardır. Çünkü onlar, bu bahisler üzerinde konuşan bir kimsenin ona takat getirmeyip bidate düşeceğini bilirlerdi.
2— İmân'ın alınmasında bir sebep de şudur ki, kişinin imânı aslında zayıf olur. Kalbine dünya sevgisi üstün gelerek Hak Teâlâ'nın dostluğunu zayıflatır. Ölüm dakikasında bütün yüksek arzularını ondan geri alırlar. Dünyadan kahırla çıkarılacağını ve dilemediği yere götürüleceğini görür. Belki de bu muameleden ötürü kendisinde bu hal doğan kişide Allah sevgisi zayıflar ve Allah dostluğu da ortadan kalkar.
O zaman o, oğlunu sevip de muhabbeti kaybolan kişiye benzer. Oğul babasının makbul saydığı bîr şeyini alsa o şey için oğlunu kendisine düşman sayar. Ve mevcut olan sevgisi de kalmaz. Bundan ötürüdür ki, şehadet derecesi büyük bir derecedir, denilmiştir. Çünkü şehadet deminde gönülden dünya sevgisi kalkmış, Hak Teâlâ'nın sevgisi ve dostluğu onu kapanmış ve gönlünü Ölmeğe kararlı kılmıştır. Buna benzer halde iken ölüme erişmek büyük bir ganimettir ki, bu gibi haller tez geçer, Gönül o sıfatta devamlı kalmaz. Böylece kişide Hak Teâlâ'nın sevgisi galip olursa, dünyaya olan sevgisi kalmaz, bâtıl olur, ortadan kalkar.
Bu son nişan de sonun güze] olmasının nişanıdır. Böylece bir kimse bu tehlikeden uzak olmak dilerse bid'âten uzak olmak gerekir. Kur'ân'da ve haberlerde olan her şeye imân getirmek gerektir. Kur'ân ve hadîsten olan bir şeyi bilirse kabul eder, bilmez doğrudur der. Cümlesine inanır. O kişiye gereken mücahede Hak Teâlâ’nın sevgisini kendisine galip kılmaktır. İçindeki dünya sevgisini zayıflatmak, zebunlaştırmaktır. Dünya muhabbeti de ancak şeriat sınırlarına riâyet etmekle olur. O zaman da dünya o kişiye aşağılık halde görünür, Ve dünyada nefret duyar. Hak Teâlâ'nın sevgisi ise onun zikrini daima dilden düşürmemek şartıyla kuvvetlenir. Hak Teâlâ’nın dostlarıyla sohbet eder. Dünyayı sevenlerle sohbet etmez. Eğer onda dünya dostluğu üstün gelirse iş tehlikeye girer. Nitekim Kur'ân'da Allah’a Teâlâ şöyle buyurur:
"Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, oymağınız ve mallarınız, durgunluğa uğramasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden oturma yerleri, size Allah ve Resulünden ve O'nun yolunda cihattan daha sevgiliyse artık Allah'ın buyruğu size erişinceye kadar beklemeye hazır olun, Allahü Teâlâ fâsıklar topluluğunu doğru yola (hidâyete) erdirmez." {Tevbe Sûresi: 24).
KORKUNUN ELE GEÇİRİLMESİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, dîn makamlarının ilki yakın ve marifettir (kesin bilgi ve Allah'ı tanımaktır). Yine bilesin ki, marifetten doğan şey korkudur. Korkudansa:
l—Zühd,
2—Sabır,
3—Tevbe,
4 — Devamlı ihlas, zikir ve fikri işletmek doğar.
Bundan da üns ve sevgi meydana gelir. Bütün makamların sonu budur. Rızâ (Allah'ın emirlerine razı olmak) ve tefviz (her işi Allahü Teâlâ'ya bırakmak) ve şevk yalnızca muhabbete tâbidir. Böylece Kimyâ-yı Saadet, yakın ve marifetten sonra korkudur. Ondan sonra gelenlerden hiç biri, korkusuz olmaz.
Korku üç şeyle ele girer:
l — Birincisi: İlim ve marifettir ki, bir kişi kendisini ve Hak Teâlâ’yı bilir, tanırsa, zaruri olarak korku duyar.Çünkü bir kimse arslan pençesine düşse, arslanın ne olduğunu bilir. Hatla arslanı bilmesi de korkunun kendisi olur.
Bir kişi Hak Teâlâ'nın kemâl, celâl ve kudret sıfatlarıyla muttasıf olup halka muhtaçsızlığını ve kendinin çaresizliğiyle âczini bilse, Hak Teâlâ'nın tâ kıyamete kadar kimisine sebepsiz saadetle, kimisine cinayetsin şekavetle hükmeylediğini bilse belki korkar.
Bunun için Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
—Âdemle Musa, Rablerinin kalında bir tanışma yaptılar. Âdem, Musa'ya üstün geldi. Musa, Âdem'e dedi ki:
—Seni Cennete koydu. Ve şu kadar nimetler verdi. Ruhundan .sana üfledi. Melekleri secde ettirdi. Seni Cennette oturttu. Bir hatan dolayısıyla bütün insanları yer yüzüne indirten hem bizi, hem kendini belâya uğratan sen değil inisin?
Âdem dedi ki:
—O günahı tâ ezelden benim üzerime yazmışlardı. Ya sen Allahü Teâlâ'nın risâleti ve kelâmı ile seçtiği, sonra her şeyi açıklayan levhaları verdiği ve kendine yaklaştırıp sırdaş kıldığı Musa değil misin?
Musa: Evet! dedi. Âdem: Allahu Teâlâ'nın beni yaratmadan kaç yıl önce Tevrat'ı yazdığını biliyor musun? dedi. Musa: Tastamam kırk yıl önce yazdı! dedi. Adem: Orada: "Âdem Rabbi'ne âsi oldu ve azdı!" yazısını buldun mu? dedi. Musa: Evet. buldum! diye cevap verince, Adem: Sen, yapmadan ve yaratılmadan kırk yıl önce Allahu Teâlâ aleyhinde "yaptı" diye yazdıktan sonra yaptığım bir işten dolayı beni kınamağa mı yelleniyorsun? dedi. Ayrıca da şöyle sordu: Yazılanın hükmüne karşı durabilir miydim? Resul (S.A.V.):
—Âdem böyle söylemekle Musa'ya üstün geldi! dedi, buy urdu. Kendi sinden korkunun meydana geldiği marifetin çeşitleri çoktur. Bir kişi ne kadar arif olursa o kadar çok korkak olur. Rivayet edilmiştir ki, Mikâil ve Cebrail'in ikisi de ağlamaktaydı. Kendilerine bir vahiy geldi: Niçin ağlıyorsun? Ben sizi her korkudan emin kılmıştım! İkisi de: Ey Rabbimiz, biz senin mekrinden emin değiliz! diye cevap verdiler. Hak Teâlâ da: Benim böyle olmamdan korkun! diye buyurdu. Onların güven içinde olmamaları marifetlerinin kemâlindendi. Belki de Cenâb-ı Hakk'ın "güvenli olun!" demesi bir imtihan, olmasın? dediler. Elbette bu sözün altında bîr ilâhî sır vardır ki, biz onu anlamaktan âciziz. Bedir gazası gününde Önce İslâm askeri zayıf oldu. Resul (S.A. V.) korktu ve:
—Yâ Rabbi,


dedi, eğer bu Müslümanlar helak olurlarsa yeryüzünde sana ibâdet eden kimse kalmaz.
Hz. Sıddık (Allah ondan razı olsun) dedi ki:
- Ey Allah'ın Resulü! Hak Teâlâ'ya niçin böyle soru soruyorsun? Sana nusret ve zafer vaad eden O'dur. Hiç şüphe yok ki, vaadinden aykırı iş yapmaz.
Bu zamanda Ebû Bekir Sıddık'ın makamı kerem vaadine güveniyor, Resul (S.A.V.) in de makamı Hak Teâlâ'nın vaadettiği nusret ve zaferden vazgeçip vazgeçemeyeceği korkusuydu. Bu, Sıddık'ın makamından daha üstün, daha yüksekli. Çünkü, Resul (S.A.V.) biliyordu ki, kimse Hak Teâlâ'nın İslerinin, sırlarına ve memleket tedbirindeki takdirinin sonuna vakıf olamaz.
2 — Allah korkusuna kavuşmanın ikinci yolu da şudur ki, kişi eğer marifetten âciz olursa korkak kimselerle sohbet etmeli, konuşmalıdır. Tâ ki, o kişilerin korkusu kendin benliğine sirayet eylesin. Gaflet ehlinden ırak olmalıdır. O zaman bu anlattıklarımızla korku meydana gelir. Taklîdî bile olsa korku doğmuş olur. Çocuğun yılandan kaçması ve ondan korkması, babasının yılandan kaçlığını görüp onu taklit etmesindendir. Çocuk yılanın sıfatlarından habersizdir, bu taklitten ileri gelen korku, marifetten ileri gelen korkudan daha zayıftır. Eğer o çocuk birkaç kez şerbetli denen bir kişinin yılan tuttuğunu görse onu taklit eder, korku duymaz, yılana elini uzatır.
Eğer bir kimse yılanın sıfatını bilirse bu taklitten güven duymaz. Taklitçi kişi, gaflet ehlinin sohbetinden sakınmalıdır.
3 — Bir korku yolu da şudur ki, sohbet için marifet olan kişiler bulunmazsa —ki bu zamanda onlar çok azdır— onların hallerini dinlemeli, kitaplarını okumalı. Bundan ötürü enbiyânın, evliyanın korkuları konusunda biz hallerini hikâye edelim. Tâ ki, bir kimsenin aklı ne kadar az olsa bile, Peygamberlerin, ileri gelen velîlerin halkın çok akıllıları, arif ve muttakî kişiler olduğunu bilir. Madem kî, onlar böyle korkuyorlar, başkalarının daha çok korkması lâzım geldiğini anlar.


ŞİİR…
ÜMİT VE ENDİŞE
Sırtımda müthiş bir dağ, ufkumda taze bahar,
Gözlerimde sevinç, sinemde ürperten acı;
Her lahza yudumladığım bir zakkum ağacı,
Hicranla inliyorum, inliyorum hep zâr zâr…
Dertten anlayan pek az, onun da gönlü harap,
Kıvrım kıvrım zavallı cismaniyet ağında;
Kalmamış ne fitil ne kıvılcım çerağında;
Hissedip yaşayana kalıyor hep ızdırap.
Cız cız ediyor içim, hep o hüzünlü melal,
Ancak her zaman nabzım da ümitle atıyor.
Ve imanım bütün ufkumu aydınlatıyor,
Şimdilerde bir tüy gibiyim, önümde visal…



 
Üst