Rıza

mihrimah

Well-known member
لَيْسَ عَلَيْكَ هُديهُمْ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدى مَنْ يَشَاءُ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِاَنْفُسِكُمْ وَمَا تُنْفِقُونَ اِلَّاابْتِغَاءَ وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ

Bakara/272- Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediğini yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir. Siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. İyilik cinsinden ne infak ederseniz o size aynen ödenir. Size hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.

اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلى تَقْوى مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِه فى نَارِ جَهَنَّمَ وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

Tevbe/109- O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.

اُولئِكَ يُؤْتَوْنَ اَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَؤُنَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

Kasas / 54- İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.

ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلى اثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَاتَيْنَاهُ الْاِنْجيلَ وَجَعَلْنَا فى قُلُوبِ الَّذينَ اتَّبَعُوهُ رَاْفَةً وَرَحْمَةً وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ اِلَّاابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا فَاتَيْنَا الَّذينَ امَنُوا مِنْهُمْ اَجْرَهُمْ وَكَثيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ

Hadid / 27- Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.

HADİS.....
* Sa'd İbnu Ebî Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ademoğlunun saadet (sebepleri)nden biri de Allah Teâla'nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekâvet (sebepleri)nden biri de Allah Teâla'ya istihareyi terketmesidir. Keza şekâvet (sebepleri) nden bir diğeri de Allah'ın hükmettiğine razı olmamasıdır."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kuvvetli mü'min, Allah nazarında zayıf mü'minden daha sevgili ve daha hayırlıdır. Aslında her ikisinde de bir hayır vardır. Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah'tan yardım dile, acz izhar etme. Bir musibet başına gelirse: "Eğer şöyle yapsaydım bu başıma gelmezdi!" deme. "Allah takdir etmiştir. Onun dilediği olur!" de! Zira "eğer" kelimesi şeytan işine kapı açar."
* Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Allah'ın rızası babanın rızasından geçer. Allah'ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğinden geçer." Tirmizi bu hadisi hem Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü (merfu) olarak, hem de sahâbî sözü (mevkuf) olarak rivayet eder. Ayrıca mevkuf olarak rivayet eden tarîkin sahih olduğunu söyler.
* İbnu Müseyyeb anlatıyor: "Süheyb (radıyallahu anh) muhacir olarak Mekke'den yola çıktı. Kureyş'ten bazıları onu takibe başladılar. Bunun üzerine o da devesinden inerek sadağında ne kadar ok varsa hepsini çıkardı. Takipçilere: "Allah'a kasem olsun oklarımın hepsini atıncaya kadar bana yetişemezsiniz. Sonra elimde durdukça kılıcımı kullanacağım. Eğer dilerseniz, size Mekke'de toprağa gömdüğüm malın yerini söyleyeyim, mukabilinde siz de beni serbest bırakın, yoluma devam edeyim" dedi. Takipçiler teklifini kabul ettiler. (O da sağ salim yoluna devam etti). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına varınca şu ayet nazil oldu: "İnsanlardan öyle kimse de vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini satın alır..." (Bakara, 207). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ebu Yahya'nın alış-verişi kârlı oldu" der ve ayeti tilavet buyurur", (Rezin'in ilavesidir. Bagâvi ve İbnu Kesir tefsirlerinde senedsiz olarak kaydederler).
PIRLANTA SERİSİ…
Rıza; insan kalbinin, başa gelen hadiselerle sarsılmaması ve kaderin tecellileri karşısında huzur duyması.. ve diğer bir yaklaşımla başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının sükûn ve itmi’nân içinde olmasıdır. Bu konuda diğer bir enfes yorum da şöyledir: Rıza, Allah’ın kaza, takdir ve muâmelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp herşeyi gönül hoşnutluğuyla karşılamak demektir.
Rıza yolu, başlangıç itibariyle irâdî olsa da sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibariyle irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan da o, Kur’ân ve sünnette sabır gibi emredilmemiş, bir ma’nâda sadece tavsiye olarak hatırlatılmıştır. Vakıa “Belalara karşı sabretmeyen, kazaya rıza göstermeyen kendisine başka Rabb arasın” meâlinde bir hadis var ise de bu söz, hadis kriterleri açısından hüsn-ü kabul görmemiştir.
Ehlullahtan bir kesim, rızayı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş.. bazıları da, sâlikin diğer halleri gibi, kesbî olmayıp zaman zaman zuhur eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onu, başlangıç itibariyle irâdî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibariyle de bir tecelli ve halden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Efendimiz’den şerefsudûr olan: “ -Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Hz. Muhammed (sav)’i de nebî kabul edip razı olan îmânın zevk-i ma’nevîsini tatmış olur” hadisi mebde’ itibariyle rızanın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de meşîet-i hâssaya ait bir mevhibe olduğuna işaret buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rıza, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek.. rubûbiyetine rıza, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görülen hadiselerde, şokun atlatılacağı âna kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek.. ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı herşeyden hoşnut olmak şeklinde.. nebînin elçiliğine rıza ise, bilâ kayd u şart O’na teslim olup, O’nun hedy u hidâyetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetânetinin aynası haline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mâhiyetinde.. İslâm’dan razı olmak ise, “ Her kim İslâm’ı bırakıp da başka dîn ararsa, o asla kabul olunmaz” (Âl-i İmrân, 3/85) esasından hareketle, dînin, ferdî, ailevî, içtimâî, idârî hayata hayat yapılması şeklinde özetlenebilir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, rıza, hakikati itibariyle ilâhî bir armağan, sebepleri itibariyle de insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, îmânının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle, tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rıza ufkuna ulaşabilir. Rıza, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundan Cenâb-ı Hakk onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.
Esbap açısından, rıza mertebesine ulaşma adına; Rabbiyle muâmelelerinde ciddi olmak; talepsiz gelen nimetleri, “tahdis-i nimet” ve şükre vesile olmaları mülâhazasıyla kabullenmek; her türlü mahrumiyeti rıza ve iç rahatlığıyla aşmak; vahşetlerin, yalnızlıkların, kabzların pençesinde kıvranırken bile, derin bir iç inşirâhıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmek; Hakk’ın emir ve yasaklarını “şeb-i arûs” davetiyesi gibi kabul etmek misillü bir kısım esaslar söz konusu olsa da, mebde’ itibariyle onun en önemli rüknü duygu, düşünce ve davranışlarıyla ferdin, Allah’a yönelip O’nu duyması, O’nunla doyması, O’nunla oturup-kalkması ve gönlünde her gün lâhûtîliğe ait yeni yeni kurgular geliştirmesidir.
Rıza hem dünyada hem de âhirette çok önemli bir huzur kaynağıdır; ama bu, rızaya ermiş olanların bütün bütün ızdırap ve sıkıntılardan kurtulmuş olmaları ma’nâsına da gelmez. Aksine rıza yollarında dış yüzleri itibariyle dünya kadar sevimsiz ve ürperten şeyler vardır. Ne var ki, rıza kahramanları, o yolda karşılaştıkları zahmetleri aynı rahmet kabul eder.. içtikleri zehirleri tiryâka çevirir.. maruz kaldıkları meşakkatleri de Sevgiliyle alış-veriş ve muâşaka sayarlar.
Aslında, rıza yolu ağır ve sıkıntılı olduğu kadar emin ve kestirmedir de. Bu yol, bazen bir hamlede, bir nefhada Hakk yolcusunu, insânî kemâlâtın tâ zirvelerine ulaştırabilir. Bu, bütün aktivitesiyle mü’min, cepheden cepheye koşarken veya kâinâtı bir kitap gibi süzerken, süzüp her yerde Hakk’ı soluklarken böyle olduğu gibi, imkânsızlıklar ağında, kolu-kanadı kırık inlediği ve niyetleriyle mefkûresinin semâlarında dolaşmaya çalıştığı, hatta evinde, kanepesinin üstünde oturup idealleriyle oynaştığı zamanlarda da böyledir.
Hz. Zeynelâbidîn’e göre rıza; Hakk erinin, Allah’ın irade ve ihtiyarına muhalif bütün arayışlara karşı kapanıp herhangi bir yabancı dilek ve temennide bulunmamasıdır. Ebû Osman’a göre; Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî ve cemâlî tecelli ve takdirlerini hoşnutlukla karşılayıp, celâlin aynı cemâl ve cemâlin de aynı rahmet olarak kabul edilmesidir ki Allah Rasûlü’nün “ -Olacak olduktan sonra senin rızanı isterim” nurlu beyânı da buna işaret etse gerek. Evet, Allah’ın hükmü henüz yerine gelmeden O’na karşı rıza, rızaya azimdir; gerçek rıza ise, başa gelen şeylerin şoku yaşanırken dişini sıkıp ona katlanmaktır.
Bu arada, yukardaki mütalâalardan herhangi birine ircâ edeceğimiz ve rızanın ayrı birer buudu sayılan şu küçük mülâhazaların tesbitinde de yarar var. İşte onlardan birkaçı:
1- Rıza, ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı hiçbir karara karşı rahatsızlık duymamak..
2- Allah’tan gelen herşeyi sevinçle karşılamak..
3- Kader rüzgarları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla göğüslemek..
4- En sarsıcı ve ciğersûz hadiseler karşısında bile kalp balansının ayarını korumak..
5- Allah’ın “levh-i mahfûz-ı hakikat” taki takdirlerini düşünerek başa gelenler karşısında yok yere vurunup dövünmemek..
Düz insanların rızası, haklarındaki ilâhî takdir ve tecellilere itiraz etmeme.. marifette derinliklere ulaşmış kimselerin rızası, kaza ve kaderden gelen herşeyi gönül rahatlığıyla karşılama.. kendini aşmış kalp ve ruh insanlarının rızası ise, kendi mülâhaza ve mütalâalarını devreden çıkarıp sadece ve sadece O’nun istek ve teveccühlerini rasat etme şeklinde yorumlanmıştır ki: “ -Ey itmi’nâna ermiş nefis! Dön Rabbine O senden hoşnut sen de O’ndan hoşnut olarak.. dön de gir kullarımın arasına ve ardından da cennetime”(Fecr, 89/27-30) âyeti hemen bu mertebelerin hepsini ihtivâ etmekte ve hepsiyle alâkalı teveccühlere cevap mâhiyetindedir.
Bir başka zaviyeden umum halk ve düz insanların rıza telakkisi, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini rıza ile karşılama ve başka arayışlara, başka yönelişlere bütün bütün kapanma ve hayatını “ O herşeyin Rabbiyken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayacağım?” (En’âm, 6/164) ve “ - De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yediren-içiren ve yiyip-içmeye muhtaç olmayan Allah’tan başkasını mı Rabb edineyim?” (En’âm, 6/14) gerçekleri etrafında örgülenme şeklinde yorumlanmıştır ki, böyle bir rıza düşüncesi, aynı zamanda hakiki tevhidi ifade etmesi bakımından her mü’min için mutlaka gereklidir. Bu seviyedeki rıza, Hakk sevgisinin kalbe hâkim olması ve o kalpte âdetâ başka sevgilere yer kalmaması, hatta ağyar adına sevilen şeylerin de O’ndan ötürü sevilmesi ve sevginin de ibadet şekline dönüşmesiyle gerçekleşir.
İkinci derecedeki rıza, marifet erbâbının rızası ve buna “rıza anillâh” da denir ki, Hakk’ın kaza ve kaderini gönül hoşnutluğuyla karşılayıp, kalp ibresinin en az bir zaman içinde, en küçük sapmasına dahi meydan verilmemesi hâli diyebiliriz. Birincinin, rıza adına avamca bir yaklaşım sayılmasına karşılık, bu, marifetle donanmış kalplerin Hakk’la muâmelesi olarak kabul edilmiştir.
Üçüncü derecedeki rızaya gelince o, asfiyânın rızasıdır.. ve Hakk’ın rızasına rıza şeklinde özetlenebilir. Bu makamla şereflendirilen fert, kendi namına öfkelenmez.. kendi namına huzur ve sevinç hissetmez.. kendi duygu, düşünce ve arzularından vazgeçerek, hep Rabbinde fâni olmanın zevk ve lezzetlerini yaşar.
Birinci derecedeki rıza; irâdî olması ve tevhidi ifade etmesi bakımından farz ve aynı zamanda kurbet yolunun da mebdei; ikincisi ise, öncekinin devamı, son mertebenin de esası olması açısından vacip mesâbesinde ve kurbet mülâhazalarıyla dopdolu; üçüncüsüne gelince, o, kesbîlikten daha çok mevhibe televvünlü ve aynı kurbet olan nafileden sayılmıştır.
Ayrıca, bu derecelerden sonuncusunun, ikinci ve birinci dereceleri ihtivâ ettiğini söylemek de mümkündür. Zira, rıza yolunda olma ve rıza mülâhazasıyla yaşama, bir asıl ve esas, bütün bütün rızayla bütünleşme ve rızalaşma da onun neticesi ve semeresidir. Tâbir-i diğerle, ilk iki mertebe Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı; üçüncüsü ise, buna terettüp eden sevap, mükâfat, tecelli, vâridât ve mukabeleyle alâkalıdır ki, zannediyorum “ - Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.. işte bu, Rabbilerinden korkan kimselere ait bir mazhariyettir” (Beyyine, 98/8) âyet-i pürenvârı da bu üç hususa birden işaret etmekte... Aynı gerçeğin bundan daha açık bir ifadesini de “ - Rabbim diye Allah’tan, dînim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed (sav)’den hoşnut olan îmânın zevk-i ledünnîsini tatmış sayılır”sözleriyle Efendimiz dile getirmektedir.
TESİRİN SIRRI RIZA-YI İLAHÎ'DEDİR
Çok zaman Kur'ânî hakikaletlerin süslü, yaldızlı sözlerle anlatıldığını ama tesir etmediğini görüyoruz. Neden bir tesir icra etmiyor? Çünkü tesirin dayandığı esas, İslâm'ın yaşanması ve Allah'ın rızasına karib olmasıdır. Rıza söylenen sözün, yapılan hareketin ruhudur. Ruhsuz ceset ise bir başkasına hayat kazandıramaz.
Sabah namazını kılmayan gafil, mücahededen dem vuruyorsa onun mücahedesi milleti şeytanın yoluna sevketmektir.Böyle bir adamın cihadı Kur'ân'ın anlaşılmasına perde olmaktan ibarettir. Öyle gafillerin cihaddan ve tenevvürden dem vuruşlarını büyük müceddit şuna benzetiyor: "Rüyasında gördüğü bir rüyayı başkalarına anlatan uykudaki insan gibidir." Tenevvürü hayattan, halkı irşattan bahseden o gafiller, uykularının derinliklerinde, rüyada iken gördükleri hülyaları halka anlatıp irşad ettiğini zannetme gafleti içindedirler.
Cenâb-ı Hakk kâlbimize meknuz ve mahfuz îmanı gizlemiştir. Bu îman bize çok şey yaptırıp, çok şey kazandıracaktır. Ama biz o nar-ı beyzanın üzerindeki külleri sıyırıp atamadığımız için mutlak oluşa erememekteyiz. Efendimiz, Mukaddes doğuş'u, İslâm'ın hâkimiyetini beklerken, çileli ve ızdıraplı günler yaşıyordu. Kâbe'nin gölgesinde namaz kılarken başına işkembe konuyor; gezdiği sokaklarda üzerine küller, topraklar, taşlar atılıyordu. O ise seve seve bunlara katlanıyor, her cefaya rıza gösteriyor, ashabına numune olarak varoluşa giden yolu gösteriyordu.
Hazret-i Fatma anlatıyor: "Ebu Talib'in vefatından sonra birgün sokaktan geçerken başına bir sepet toprak döktüler. Resûlullah'ın başı-gözü toprak içinde kaldı. Mukavemet edecek durumda değildi. Mukabele ettiği an, başına çöreklenecek, kılıçlarıyla üzerine çullanacaklardı..." Resûlullah evine çekildi. Küçücük bir çocuk olan Fatma'da O'nun mübarek başlarındaki toprakları tarakla temizlerken hüngür hüngür ağladı. "Hâmin yok, seni koruyan yok" dedi. Resûlallah ise: "Ağlama kızım. Allah beni kurtaracak, onları rüsvay edecek."(59) diyerek sabrediyordu. O'nu gören Ashab, O'nun yoluna ittiba etmiş, mecnunane bağlanmış, fütur getirmeden gittiği yoldan gitmişlerdi. Kurtuluşa, varoluşa giden yolun O'nun izinden geçtiğine inanıyorlardı.
KALB İKİ SEVGİYE DARDIR
İlim yuvalarında eskiden öylesine bir ihlas vardı ki.. insanlar sırf Allah rızası için gelir, bir şeyler öğrenirler, ders okurlar; makam, paye, mansıb, diploma, kariyer nedir bilmezlerdi. Onlara "diploma" deseniz; "Ötede Allah diploma mı soracakmış?" derlerdi. Sonraki dönemlerde ihlas öldü. İnsanlar diploma ve dünyalık uğruna okumaya-çalışmaya başladılar. Diplomayı küçümsediğim, onun önemini inkar ettiğim düşünülmesin. Benim söylediğim, Allah rızasının önüne başka şeylerin geçtiği hakikatıdır. Yoksa diploma da, kariyer de, meslekî başarılar da hep Allah rızasını kazanmak uğruna kullanılmalıdır. Her işin başı Allah rızasıdır, onun dışındaki her şey tali ve ona tabi olmalıdır.
Aslında ferdin başında bir kayyım olmalı ve başını döndürecek-bakışını bulandıracak dünyalık bir şeye nail olduğunda o onu yıkmalı. Aynı küçük çocukların özene bezene yaptıkları şeyleri büyükçe bir çocuğun gelip bozması, dağıtması gibi. Evet, bir kayyım bizim nazarlarımızı dünyaya celbeden şeyleri yerle bir etmeli, ta ki her şey halisane Allah için olsun. Zaten Allah sevdiği kimselere dünyayı nasip etmez. Ellerini her uzattıklarında dünya onlardan kaçar. Allah çeşitli vesileler ile onları dünyaya küstürür.
Erzurumlu bir alim vardı. Oğlu öldüğü gün yemyeşil bayramlıklarını giydi ve herkese sürurla mukabele etti. Diyordu ki: "Allah benimle muamelede bulundu."
Yaşar Hoca çok anlatırdı: Fatih Camiinde ders veren bir Hüsrev Hoca varmış. Yaşar Hoca da onun derslerine katılırmış. Çok derin birisi... Bir kızı varmış ve üniversitede okurmuş. Bir gün Yaşar Hoca ders okumak için hocanın kulübesine geliyor. Bakıyor ki bahçede bir kazanla su kaynıyor. Hoca her günkü gibi dersini takrir ediyor. Tavırlarında, neşesinde hiçbir farklılık yok. Ders bitince diyor ki: "Şimdi sıra cenazemizi defnetmekte. Bizim kız dün gece vefat etti." İşte böylesine Allah'a iman... O verdi, O aldı. Biz de ölünce O'nun yanına gideceğiz. Yüreği yanmaz mı, elbetteki yanar. Ama iman her şeyi hallediyor.
Kalbe dünya sevgisini koymamak.. kalb iki sevgiye dardır, hakikatine göre yaşamak. İbrahim Edhem kıssası bunu çok güzel anlatır.
RIZAYA RAM OLMAK
Duâlarda Cenab-ı Hakk’tan hizmet aşkı ve şevki istenebilir. Bununla birlikte, ben duâlarımda, “Senin sevdiğin ve razı olduğun” diyorum. Siz de, encamını bilmediğiniz, arkasında hayır mı var, şer mi var kestiremediğiniz isteklerde bulunmamalısınız. Evet, insan kendi arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Rabbinin arzu ve istekleri içinde eriyip gitmesi çok önemlidir ve işte bence manevî terakki budur.
RIZA PAZARI
Efendimiz (sav), gönderdiği seriyyenin başındaki Abdullah b. Cahş (ra)’a, giderken kimseyi zorlamamasını emreder. Zorlu bir yolda işin rıza yanı çok önemlidir. Cebren teslim olmuş insanlar, daha güçlü tazyikler gördüklerinde, her zaman ihanet edebilirler. İçten gelen ihanet ise, dış düşmanın her türlü taarruzundan daha vahim neticeler doğurur. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun, her zaman ona karşı bir durum ayarlaması yapmak mümkündür. Fakat iç ihanetlerde bu imkân söz konusu değildir.. Ve her an, beklenmedik sürprizlerle karşılaşmak ihtimal dahilindedir. Durum böyle olunca, tedbir adına birşeyler yapmak da müşkülleşir. Onun için gayet rahatlıkla diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendi dinini ikameyle vazifelendirdiği insanları çeşitli imtihanlarla elemesi, kalbura koyması, ayıklamaya tâbi tutması inanan insanlar için lütufların en büyüğüdür. Zira böyle bir yolladır ki, kalleşler, dönekler önemli yerlere yerleşip tahrip fırsatı bulamazlar.
Cephenin, elli defa elendikten sonra dahi, dökülmeyen insanlardan meydana gelmesi o cephe adına bir bahtiyarlık, onun yarım-yamalak insanlarla örülüp meydana gelmesi ise bir bahtsızlık ve hüsrandır.
O’NUN MURADI
“Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ – Allahım bizi kendi istediğimiz değil, Senin hakkımızda razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle.” duası çok sevdiğim bir duadır. “İlâ mâ tühibbu ve terdâ” deyip O’nun rıza ve hoşnutluğunu, kendi nefislerimizin değil de O’nun muradını talep etme, kendimize rağmen yapılmış bir duadır.
O esnada isteyeceğimiz başka şeyler de olabilir. Fakat mü’mine yaraşan O’nun muradı ardına düşmektir. Mesela, insanlar her bucakta kabus içinde kabus yaşıyorken, inananlar dörtbir taraftan kuşatılmış, kolu kanadı kırılıp felç edilmiş vaziyette, dört asırdan beri ızdırap yudumluyorken birdenbire her taraftaki mazlumun ahı dinse, her yanda sevinç nağmeleri duyulsa, dünya yaşanacak bir Cennet halini alsa ve bu işin vesilesi de bizim milletimiz görülse, herkes öyle olduğunu kabul etse ve biz de bunun farkında olsak.. işte o zaman bile “Ya Rabbi! Sen bize isnat edilen, milletimize bağlanan bu işten hoşnut değilsen biz de hoşnut değiliz.” diyebiliyor ve içimizden de hakikaten o şeye karşı tiksinti duyuyorsak O’nun rızasını arıyoruz demektir.
Evet, O’nun hoşnutluğu herşeyden önemlidir. Bundan dolayı “ilâ mâ tühibbu ve terdâ” sözü bizim daimi virdimiz olmalıdır.
RİSALE…
İ'lem Eyyühel-Aziz! Ey nefis! Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şâyet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünki onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahâza ikinci şıkkı takib etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır.
UBUDİYET RIZA-I İLAHİYEYE BAKAR
Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-ı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler.
Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkâr da eder.
ALLAH RIZASI YOLUNDA BİR SANİYE
Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki te'siratı gâyet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasılki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür'atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamânâ kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir.
İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve rûhîye medâr olan marifet-i İlâhiyye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubûdiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmâniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intaç eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer. Evet Bâki-i Hakikî'nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer. Meşhur böyle bir söz var ki: yâni: "Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visâlin bir senesi, bir saniye kadar kısadır." Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki: Visâl, yâni Bâki-i Zülcelâl'in rızası dairesinde livechillah bir saniye visâl, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visâldir.
BAKİ ÖMÜR İÇİN
Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî'nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki'ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gâyet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. "Lillah, Livechillah, Lieclillah" rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.
ALLAH’IN RIZASI İHLAS İLE KAZANILIR
Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar Vazife-i İlâhiyyeye ait olduğu için istenilmez; belki bâzen verilir. Evet bazen bir tek kelimesebeb-i necat ve medâr-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medâr-ı nazar olmamalı. Çünki bâzen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar Rıza-i İlâhîye medâr olur. Hem ihlâs ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, "Benden ders alıp sevab kazandırsınlar." düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.
Ey sevaba hırslı ve a'mâl-i uhreviyeye kanaatsız insan! Bâzı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir. Belki hüner, Rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin." diye vazifeni unutup, vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma. Hem hak ve hakikatı dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir. Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevab istersin, ihlâsı esas tut ve yalnız Rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın. Çünki, meselâ: Sen "Elhamdülillâh" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "Elhamdülillâh" kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinliyecek kadar hadsiz kulakları halketmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer Rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinliyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..
AMELİNİZDE RIZA-YI İLAHİ OLMALI
Amelinizde Rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse te'siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.
NÜKTELER…
GERÇEK SOFİ
Hazret-i Cûneyd. gerçek sofi ve ihlâslı dindarları tarif ederken de şöyle der: "Hakikî sofinin kalbi, İbrahim Aleyhisselam gibi dünya sevgisinden uzak olur. Teslimiyeti, baba elinde kurban olmaya rıza gösteren İsmail Aleyhisselâm gibi kavî olur. Şevki, Mûsâ Aleyhisselâm'ın münâcatı sırasındaki şevki gibi yüce olur. Sabrı, Eyyüb Aleyhisselâm'ın sabrı gibi sağlam olur. İhlâsı da Muhammed Aleyhisselâm'ın ihlâsı gibi tam olur."
GERÇEK DOST
Ebû Bekir Şiblî, hâdiselere hikmetle bakan bir ibret ehliydi de. Vermek istediği bir fikri, bazan hikmetli bir vak'ayla nazarlara takdim eder; düşünmeyi te'mine gayret gösterirdi. Bir gün dostlarına sordu: "Beni ciddi olarak seviyor musunuz?" Hep birlikte cevap verdiler: "Efendimiz, bunu sormak bile bize ağır geliyor. Şüpheniz mi var sarsılmayan sevgimizden?"
Bu defa eline geçirdiği odun parçalarını dostlarına doğru fırlatan Şibli, dostlarının "bu adam aklını oynattı galiba" diyerek birer ikişer uzaklaştıklarını gördü. Tekrar sordu: "Ey benim sarsılmayan dostlarım, nereye gidiyorsunuz böyle birer, ikişer?" Dediler ki: "Nereye olacak, evlerimize!" "Hani beni seviyordunuz. neye terk ediyorsunuz?" "Efendimiz, siz bize fırlattığınız odunlarla başımızı, gözümüzü yaralayıp bize sıkıntı verdiniz. Bu durumda artık yanınızda duracak hâlimiz kalmadı."
Şibli mütebessim, "Geliniz, geliniz. ey benim sahte dostlarım." dedi ve ilâve etti: "Dostluğun şanı odur ki, dostundan zarar da gelse sineye çekecek acı da gelse rıza gösterip terketmeyecek. Siz benim hakiki dostum olsaydınız. bende rahatsız edici bir tavır görülünce sabreder, ıslahıma çalışırdınız, terketmeyi tercih etmezdiniz..."
Böylece bir imtihanı kaybeden dostları, yine çevresini aldılar. Vaaz ve nasihatlarından istifadeye başladılar. Dostluğun şartını da böyle fiili bir örnekle, unutulmayacak şekilde öğrenmiş oldular.
NİMETTE DE, FELAKETTE DE AYNI HALDE OLMAK
Rabia-i Adeviyye şöyle demiştir:
-Kul, ancak, nimete de, felakette de aynı halini muhafaza ettiği zaman, rıza makamına ermiş olur.
DÜNYANIN ŞARTLARINA RAZI OLMAK
Meymun b. Mihran diyor ki:
-Halife Ömer bin Abdülaziz bana ayda iki sefer yanına varıp kendisini görmemi emretmişti. Ben de bir defasında onu ziyarete vardığımda o beni sarayın kulasinden gözetleyip uzaktan görmüştü. Bu yüzden sarayın kapısına varmadan beni içeri almalarını emrettiği için hiç beklemeden yanına girmiştim.
İçeri girince halifeyi bir minderde oturur buldum, gömleğini yamalıyordu. Kendisine selam verdim. Selamımı aldıktan sonra beni de yanına alarak oturduğu mindere oturdu. Arkasından devlet adamlarımızın, güvenlik kevvetlerimizin, hapishanelerimizin durumunu sordu. Mahalli âdetlerimiz hakkında bilgi istedi. Daha sonra özellikle benim durumumu sordu.
Sorularına gerekli cevapları verdikten sonra, yerinden kalkmış gidiyordum. Giderken kendisine “ey müminlerin emiri, ailende az önce yaptığını gördüğüm işini yapacak biri yok mu?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
-Ya Meymun, dünyada nerede olursan oranın şartlarına razı olmalısın. Biz bu gün burada olduğumuz gibi, yarın da başka bir yerde olabiliriz.
Halifenin bu cevabı üzerine ayrılıp gittim…
ALLAH'IN EMRİNE TESLİM OLMAK
İyiliğin gelmesini, kötülüğün gitmesini isteme.. Eğer kısmetinde sana gelecek bir nimet varsa; istesen de gelir istemesen de.. Belâ da aynı.. Eğer sana gelecek bir belâ varsa, kaçsan da gelir; dursan da. İstersen o belânın kalkması için duaya sarıl.. İstersen Allah için kendini bir yere attır; elbette gelecek gelir..
Sana lâzım olan bunların hepsinde Hakka teslim olmaktır. Hepsini ona teslim et.. Eğer nimet gelirse şükretmeye başla!.. Belâ da gelirse sabretmeye çalış.. Gizlemeye çalış! Gücün yettiği kadar gidermeye gayret et... Allah'ın sana verdiği manevî hâlin kuvvetiyle ve gittiğin yolun icabı olarak bunları yapmak mecburiyetindesin... Öyle bir yoldasın ki Hakka Teala ve herşeyi hoş görmekle emrolunmuşsun. Ancak böyle refik-i âlâya çıkabilirsin.. Bu hâle gelince senden evvelkilerin yerine makamına varırsın. Senden evvel padişaha gidenleri ve yaklaşanları orada bulursun. Onun yanında her iyilik yolunu, rahatı, kerameti ve nimeti görürsün; kavuşursun.
Belâyı bırak gelsin, seni ziyaret etsin.. Yolunu aç.. Kapama. Önünde durma.. Sana gelmesinde ve seni yoklamasından korkma.. Nasıl olsa onun ateşi cehennemin ateşinden daha şiddetli değildir.
Yaratılmışın hayırlısı yerin yüklendiği, semânın gölgelendirdiği, varlığın gözdesi Efendimiz Muhammed Mustafa (Sallallahü aleyhi vesellem) den şöyle bir Hadis-i Şerif rivayet edilmiştir:
- "Kıyamet günü cehennemin üzerinden geçildiği zaman cehennem bağıracak; çabuk geç! Ey mümin nurun alevimi söndürdü."
O cehennemin ateşini söndüren nur, ancak dünyada kazandığın ve beraber götürdüğün iman nurudur. O nur, hem isyan eden hem de itaat edende vardır. Ama isyan eden ondan faydalanamaz...
işte dünyadaki belâ ateşini de söndüren bu nurdur.. Sen de eğer sabreder, Hakka uyarsan mükâfatını görürsün... Belânın sana gelmesi seni heyecana düşürmesin. Yaklaşması seni çekindirmesin. Çünkü belâ seni öldürmek için gelmez, seni tecrübe etmek için gelir, imanın sıhhatini ölçmek için gelir.. Hakka karşı olan bağlılığım kuvvetlendirmek ister; senden memnun olur, seni Hakka müjdeler... Allah-ü Teâlâ buyurdu:
- "Biz sizi imtihan ederiz; ta ki içinizde mücahitleri anlayalım.. Ve işlerinden haberdar olalım.
Hakka karşı imanın doğru olması ve onun işlerine boyun eğmek muvafakat göstermen yine onun sana bir lütfü ve merhametidir.. Bunu böyle bil ve sonuna kadar sabra devam et!.. Hakka uyar bir Müslüman ol. Artık bu hale bezendikten sonra senden veya başkasından* Allah'ın emirlerini yapmaktan başka birşey bekleme.. Ve yasaklarından kaçınmaktan gayri birşey umma..
Herhangi bir yerde dini emirlere dair bir şey olursa derhal ona koş.. Onları doğru işitmeye çalış.. Yerine getirmeye gayret et.. Derhal harekete geç; miskin miskin oturma.. Kadere teslim olup kalma.. Zuhurata uyup durma. Allah'ın emrini yerine getirmek için bütün gücünü kuvvetini sarfet. Aciz kalırsan Allah'tan yardım iste.. Ona tazarru et, yalvar.. Acaba:
- "Niçin ibadetten geri kaldım?" De ve sebebini araştır. Belki de buna sebep senin lüzumsuz şeyler istemen olmuştur; belki de bazı edebe uymayan hareketler yapmışsındır. İhtimal ki ibadete gevşek davrandın, gücüne kuvvetine güvendin., ve nihayet bilgine güvendin, nefsi ve halkı Allah'a karşı ortak yaptın, netice bunların hepsi senin helakine sebep oldu. Mevlâ da sana bu yüzden rahmet kapılarını kapadı.. Taatmden azletti.. Hizmetinden kovdu.. Yardımını kesti.. İyilik yüzünü senden çevirdi.. Ve nihayet sana kızdı, darıldı; dünyayı, nefsi, şahsî arzularını senin başına .belâ etti,.
İyi bilmelisin ki bu gibi adi işlerle uğraşmak iyi meşguliyet değildir. Bunlarla uğraşmak seni Yaradanım besleyenin rahmetinden uzaklaştırır...
Sakın Mevlâ'ya ibadet etmekten, seni Mevlâ'nın gayri alıkoymasın. Allah'tan başka ne varsa hepsini gayri olarak bil.. Ve bunları Hakka tercih etme.. Çünkü seni onlar değil, Allah yarattı. Sakın kötülükleri yaparak nefsine zulmetme. Eğer Yaradanın emirlerini bırakıp başkasıyla uğraşırsan, seni ateşe atar.. Öyle ateş ki onu tutuşturan insanlar ve küfür taşıdır.. Sonra pişman olursun, fakat beyhude. Özür dilersin, kabul olunmaz.. İtap olunmaya razı olursun, fakat yine hiç.. Tekrar iyilik yapmak için dünyaya dönmek istersin; kimse seni gönderemez..
Özüne acı acı.. Ona merhamet et.. Sana verilen duygularını iman yolunda, iyi işlerde, taat ve ibadet yolunda kullan!. Bunlarla marifet kazan, ilim öğren.. Bu ibadet ve marifet nuru ile karanlıkları aydınlatmaya çalış.. Emri tut.. Yasaklardan kaç.. Hak yolda bu ikisi ile yürü.. Seni ilk önce topraktan insan yapan Halik'mı inkâra kalkışma!..
Onun emrinden başka birşey isteme.. Ve onun kötülediği şeylerden başkasını kötü görme..
Dünya ve âhiret için elindekiyle yetin.. Dünya ve âhiret için kötülediğimiz şeyleri kötü olarak bil. Her sevilen, istenen Allah için istenmeli.. Ve her istenilmeyen yine onun için istenmemeli.
Eğer sen, Allah'ın emrinde olursan, bütün canlılar da senin emrinde olur.. Ve eğer Allah'ın yasak ettiği şeylerden kaçarsan bütün kötülükler de senden kaçar.. Nerede bulunursan bulun daima iyilikle karşılaşırsın...
Allah-ü Teâlâ Hazretleri peygamberlerine gönderdiği bazı kitaplarda şöyle buyurmuştur:
- "Ey Âdemoğlu Ben öyle Allah'ım ki benden başka ilâh yoktur; bir şeye ol, derim olur, bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım. Her neye ol desen olur."
Yine buyurmuş:
- "Ey Dünya! Bana ibadet edene sen yardım et.. Sana koşam da yor!.."
Allah'ın yasak ettiği bir şeyi yapmaya karşılaşırsan şöyle ol: Mafsalların birbirinden ayrılmış, duygun yok olmuş; kalbin sıkışmış; cesedin ölü, ümitlerin kırılmış, âdet ve resmiyeti unutmuşsun. Gözünde bütün sahra karanlık ve bulunduğun yeri yıkılıyormuş gibi gör.. Bina eskimiş, tavan çökmek üzere; böylece olduğun yerde hissiz, duygusuz kal. Kulağın sağır olsun; sanki öyle yaratılmışsın bil.. Dudakların oynamaz olsun, lisanında lâl'lık olan gibi ol.. Dişlerin bir güçlük karşısında kalmış, dökülüyormuş farzet. Kolların çolak gibi bir şeyi tutamaz olsun... Ayakların çaprazlaşmış; bir yere gidemiyor, yürüyemiyor gibi gör. Kendini cinsî münasebetten âciz bil.. Öyle sanki cinsî şeyle hiç meşgul olmamışsın...
Karnın hiçbir şey yiyemeyecek kadar dolu olsun... Yemeğe ihtiyaç duyma.. Aklın bozulmuş olsun; kendini mecnuna benzet.. Kabre doğru gidiyormuşsun gibi düşün!.
Hülâsa olarak şunları söylemek isterim ki Allah'ın emirlerini derhal duymaya çalış.. Ve koş!.. Yasaklarına karşı olduğun yerde kal; gitme!. İlâhi kader karşısında cansız ol; yokluğa gömül, fâni ol.
Bu şerbeti hoşlukla iç.. Kendini bununla tedavi et.. Bundan gıda al. Günahın verdiği manevî hastalıklardan bununla kurtulursun. Nefsin illetini ancak böyle temizleyebilirsin.
Bu işler Allah'ın izni ve dilemesiyle olur...
ALLAH'IN VERDİĞİNE RAZI OLMAK
Azla yetin ve ciddi olarak böyle kal. Daha yüksek dereceye çıkıncaya kadar haline şükret. İyisine kavuştuğun zaman da elinde bulunanın kıymetini bil. İlk başta sabırlı ol. Sabırsız insana iyilik yakışmaz. Sabır, insanın kıymetini arttırır. Dünyanın nimeti her an değişir. Sabırlı olursan, durmadan yükselirsin. İyiliklere kavuşursun.
Şunu iyi bil ki her şeyin ardından koşmak, ele bir şey geçirmez; yalnız kısmet olan gelir. Sabırla kısmetini beklemen nasibini eksiltmez. Ne her şeye hırsla koş ne de gelecek olan gelir diye otur, yat.
Geleni al, giden için de üzülme. Eğer bir şey nasib değilse, yıllarca didinsen eline geçmez. Hırsı bırak; sabırlı ol. Halini muhafaza et. Kalbine sahip ol; kötülük koyma. Allah'tan afiyet iste. Sebebe yapışmayı da ihmal etme.
Allah'ın emri dışında kimseden bir şey alma. Yine onun emri dışında kimseye bir şey verme. Kendi hevesine kapılıp çeşitli işler yapma. Kendine o kadar fazla güvenme. Allah'a güven.. Mağrur olma; sonra senden daha şerli kimseleri başına belâ eder. Her şeye hakkını ver, zalim olma. Zalim, Allah'ı aldatamaz, kahrından kurtulamaz. Hak Teâlâ şöyle buyurdu:
- "Biz zalimleri birbirine düşürürüz."
Allah'ın emri katı, askerleri kuvvetli, saltanatı sonsuzdur. Her emri istisnasız yerine gelir. Bunlara iyice inan.. Böyle bir padişahın mülkünde yaşadığını bil. Onun mülkü devam eder. İlmi bütün kâinatı kuşatmıştır, hükmü her yerde geçer. Her yaptığı işte adalet vardır. Ne yerde ne de gökte ondan saklanan şey olmaz. Hiçbir zalimin kötülüğü yanına kalmaz. İnsanın kendi mevhum varlığını ortaya atması da bir zulümdür. Allah'ı bırakıp mahlûka güvenmek de şirk olur. Nefsini ve halkı bırak, yalnız Allah'a kul ol. Şirkin büyük zulüm olduğunu Allah-ü Teâlâ şu ayeti kerimelerle bize haber verir:
- "Şirk koşma; şirk büyük zulümdür."
- "Allah, şirki bağışlamaz. Ondan gayrı her günahı isterse affeder."
Şirke yanaşma, şirkten çok sakın. Bütün halinde Allah'a ortak koşmaktan kork. Kalbinle ve diğer duygularınla günah işlemekten kork; Günahın gizlisini, aşikaresini bırak. Allah'tan kaçma; nereye gitsen seni bulur. Allah'ın verdiği hükümlere karşı olma, sonra seni ezer. Onun işlerine karışma, rezil olursun. Ondan gafil olma, uyandırırsa utanırsın. Onun sırlarını yabancılara açma, mahvolursun. Allah'ın gösterdiği yolu keyfine göre tefsir etme; yerin dibine batarsın. Kalbin kapkara olur. iman nurun söner. Anlayışın yok olur. Şeytanlar üzerine atılır. Nefsin seni boğar. Bütün dostların düşman olur. Komşuların seni sevmez. Arkadaşların senden uzaklaşır. Evinde.bulunan yılan, akrep, cinler ve bütün hayvanat sana hıyanet ederler. Dünyada kısmetin kesilir, âhirette ise en çetin azaba girersin.
ALLAH'A DARILMAMAK
Allah'a çok darılıyorsun, O senin Rabbin olduğu halde onu töhmet altına almak istiyorsun. Onun her işine itiraz ediyorsun, zorla bağlanıyorsun. Ona bağlılığın zulüm yolu ile oluyor. Halbuki ona candan inanman ve teslim olman lazım. Rızık babında sıkı olma, geniş ol. Zengin olursan, herkese dağıt, fakir olunca da sabırlı ol. Gün olur güçlük gider, bela kalkar, yaptığın bir yana kalır. Bilmez misin her şeyin bir vakti var, o gelince olacak olan olur.
Şunu bil ki malın çoğu bela getirir, çok isteme azla yetin. Belâ biter; güçlüğün sonu var, biteceği gün var; sen yalnız sabırla bekle.
Belâ vakitleri değişmez, yalnız onun içinde afiyetler olur; onu gör. Bela anında ümitsizlik iyi olmaz, imanla onu iyi gör. Fakirlik hali zenginliğe çevrilmez; yalnız ona sabırla tad kat. Hile yoluna kaçma, doğru ol; samimi ol Hakk'a karşı edepli ol. Sükûtu, sabrı sev; buna devam et. Haz al. İlahî fiillere uymaya çalış. Allah'ın emir ve fermanına karşı kalbinden bir şey geçerse tevbe et. Şayet Hakkı töhmetleyen bir kusur ettinse nadim ol.
Şunu iyi öğren ki: Hak kapısından başka kapı yoktur. Ondan kaçmak mümkün olmadığına inan ve hak işlerden intikam almanın imkansız olduğunu bil: Hakk'a yapacağın taarruz, yalnız seni körletir. Hakk'a yapacağın taarruz, yalnız tabiatını karartır. İntikam hissi, kullar arasında caridir. Vazife, bir kul tarafından verilmişse, ondan kaçınma olabilir.
Her şey, bu dünya alemine çıkmadan çok evvel yaratılmıştır. Onların kârını, zararını Allah bilir. Her şeyin ilki, sonu ona malûm, bir şeyin doğuşunu gördüğün gibi gün olur batışını da seyredersin. Allah (c.c.) yaptığını bilir, yapacağı iş ona göre kolaydır. İşlerinde asla tenakuz bulamazsın.. Yaptıklarında yersizlik göremezsin.. Boş iş yapmaz.. Lüzumsuz bir şey yaratmamıştır, yaratmayacaktır... Ona noksan izafe etmek caiz değildir; işlerini beğenmeyen kişinin aklına şaşılır.
Her şey biter, yeter ki beklemeyi bilesin... Bekle zorla bekle!.. Kendini sabra alıştır. Nefsinin, şahsi arzularım yen, onların emirlerine uymaya çabala!..
Kendini bütün varlığınla sabır aleminde yok et!.. Bekle, bir gün hepsi biter; hepsi yok olur gider..
Her şey zamanla zıddına döner. Gün geçtikçe işler değişir. Evvela kış, ardından yaz gelir. Bir zaman gündüz, arkasından gece sarar. Akşamla yatsı arası:
- "Gündüz olsun..
Dersen olmaz. Belki daha kararır, ışık olmaz. Taa şafak atıncaya kadar karanlık devam eder. *
Boynunu yüce emirlere eğ.. Allah (c.c.) için iyi düşün; iyi sabret. Senin için olmayan sana gelmez. Sana nasip olmayanı kimse eline tutuşturamaz... Hayatım bahasına da olsa sana yemin ederim ve sonra kendiliğinden açılır. O zaman istediğin hiç olur. îstesen de istemesen de ortalık aydın olur;, her yer aydınlığa kavuşur..
İşin hikmet tarafına aklın erince, işlerin kendiliğinden yürüdüğünü görürsün. Ne isteğinle gündüz gece ne de aksi olur. Çünkü güneş emrinde değil... Dünya senin fermanınla dönmüyor... Rüzgar emrinle esmiyor...
Duan her zaman bu alemde makbul olmaz. Çünkü burada istenenlerin çoğu, zamansız ve yersiz isteniyor. Ama yine de dua et, her an Allah'a. yalvar; ancak duan kabul olmayınca Allah'a sitem etme!..
- "Niçin kabul olunmadı?"
Diyerek şaşma.. Zamanı gelince olan olur, burada bir şey olmazsa, öbür alemde sana sevap olur. Ama bağırıp çağırırsan mahcup olursun... Derim ki: Daima dua edeceksin.. Çünkü her şeyden evvel sen bir kulsun. Allah'ın emirlerine uymaktasın. Allah-ü Teâlâ Hazretleri (c.c.):
- "Bana dua edin, kabul ederim/' Buyuruyor. Diğer bir yerde de:
- "Allah'tan (c.c.) fazilet isteyin."
Deniyor. Bu mevzuda daha birçok ayetler vardır.
Duan her zaman duyulur, ama ihtiyacın kadar verilir. Sonrası öteki aleme kalır. İhtimal ki her arzunun bu alemde yerine gelmeyişi bir hikmet icabı ve senin hayrın olmaktadır. Sonra her olan şey, Allah'ın kaza ve kaderine uygundur.
Arzun yerine gelince Hakkı itham etme!.. Kabul olmadı, diye ümitsizliğe de düşme.. Daima dua et. Kârın olmazsa bile zarar da etmezsin. Hemen olmasa bile bir zaman sonra olur.
Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor:
- "Kıyamet günü hesap defterinde insan, yaptığı ibadet haricinde birçok iyilik bulur. Bunları bilemez, sorar; ona şöyle denir:
- "Bunlar dünyada kabul olunmayan duaların karşılığıdır. Kader-i İlahı icabı orada yerine getirilmedi; fakat sana mükafat olarak burada veriliyor."
En azından halin, zikir olmalı. İhtiyacını ona aç! Başkasına bir şey deme!.. Onu tevhid ederek her derdini arzet. Başkasına bir şey söyleme!.. Duanın kabul edilmesi işini Allah'a bırak. Sebepleri de onun için gör!..
Tekrar hatırlatmak yerinde olacak.. Sana iki yoldan başka yol yoktur ve olmaz.. Gecen de gündüzün de aynı.. Sağlığın da hastalığın da öyle.. Darlık olsun genişlik olsun değişmez. Ki o, dua ve sabırdır; yani rıza...
İyi zamanda, darlıkta, genişlikte hep böyle ol.. O iki hali biraz açalım:
En iyisi benlik davasını bırakıp Hakka bağlı olmandır. Tıpkı bir ölü gibi Hakka karşı iradesiz halde kalman.. Bir süt çocuğu gibi tam teslim olman-dır. Senin için hak fiil ve irade önünde topçu önündeki top gibi olmak var. İlahî irade böyle çevirir. Bu halinle sana nimet gelirse şükür edersin.. Şükür ettikçe de nimetin artar.. Çünkü Allah: - "Şükür ederseniz nimetinizi arttırırım.
Diye vaad ediyor. Darlık baş gösterince de sabredersin. Bu da senin için bir nimettir. Darlık zamanı sabreder, günlerin peygambere salât ve selâmla geçerse daha ne istiyorsun... Bu, Allah'ın sana en büyük nimetidir; her kula nasip olmaz, bir ayetin:
- "Allah, sabırlı kullarla beraberdir/'
Mealinde buyrulan yüce manâsında bu bâbta kayıt vardır.
Allah, kullarına yardımıyla koşar; sebatını verir. Nefse, şeytana galebe çalması için kula yardımcı olur.. Bir ayette:
- "Eğer Allah 'tan yana olursanız, o da size yardımcıdır. Dizlerinize kuvvet verir." Buyuruluyor..
Nefsine muhalif ol; Allah'tan yana olmuş olursun. Allah yoluna muhalif olan her şeye muhalif ol. Hak emirlerini itirazla karşılama; kabul et, darılma.. Nefsine muhalif ol; Hak fiillerin içine düş, onlarda kaybol... Bunu yaptığın takdirde Hak için bir mücahid sayılırsın... Nefsin her başım kaldırdığında Allah'ın emriyle vur. Onun karşısına kalkanla dur; bu kalkan: Sabır, muvafakat, sükûn, hak emirlere teslim olmaktır. Bunları yapabildiğin an Hak Teâlâ sana en büyük yardımcıdır.
Bütün bunların sonunda bir de büyük rahmete ermek vardır, ona "Salavat" derler. Bu makam peygamberlere hastır. Bu "Salavat'1 onlarındır. Sen bir günahkâr olduğun halde günahların bağışlanıyor; nebiler için verilen hisseden hisse alıyorsun... İşte bu manayı ifade eden bir ayet-i kerime:
- "Onlara musibet veya bela karşı geldiği zaman, biz Allah içiniz dönüşümüz O'nadır. Derler. Onlara Rablarmdan salavat olsun. Rahmet onlaradır. Hidâyete eren onlardır.
Buraya kadar anlatılan yaşamak zorunda olduğun iki halin ilkiydi.
İkincisine gelince; Sen Rabbına yalvardıkça O'na yaklaşmış olursun. O'na yalvardıkça yaklaşırsın. Allah'ın emirlerini tut. Senin yalvarmak hakkındır; ayrıca bir vazifedir. Hakka tazarru ve niyaz ettikçe, bu vazifeyi yerine getirmiş olursun.
Sakın dualarına yanlış bir şey girmesin. Bu mühim vazifeyi Hakk'a imanla yap!.. Duanı aziz bir yolcuyu uğurlar gibi yap. Çünkü dua Hak katında bir yer hazırlar; elçilik yapar.
Şunu tekrarlamakta fayda görüyorum. Duana derhal icap olunmazsa hemen bağırıp çağırmaya kalkma. Dua hem kabul olunur, hem de kabul olunmaz. Her ikisi de senin için müsavi olmalı. Sonra bu olanlardan bir ibret almalısın. Sakın Haddi aşanlardan olmayasın... Çünkü başvuracak kapı yoktur... Sakın, nefsinin iyiliğini veya kötülüğünü bilmeyen zalimlerden olmayasın. Hiçbir şey bu helak işinden Hakkı alıkoyamaz. Geçmiş ümmetleri de helak etti! Şöyle ki: Dünyada içinden çıkılmaz bela ile öldürür; kıyamet günüde en kötü azaba sokar.
RIZA YOLUNU İSTEMEK VE ORADA YOK OLMAK
Allah'tan rıza ve yoklukta var olmayı isteyin. Bütün olanlara boyun eğip bir yana durmak, en büyük rahatlıktır. İlahî emirler dahilinde işlerin yoluna girmesini beklemek en iyi şeydir. Dünyanın cenneti, gönül rahatıdır. Buna ermek isteyen sakin ve olanlara razı olmalıdır.
Olanlara razı olmak, bunların içinde kendini Hakka teslim olmuş bulmak en iyi yoldur. Allah'ın manâ kapısı buradan açılır. Ve kulun sevilmesi böyle oldukça gerçeğe uyar. Sıkıntı denen illet en büyük dünya azabıdır. Ahiret azabı daha başkadır. Allah bir kuluna sevgi yolunu gösterirse evvela ona gönül rahatlığı verir; o da bu rahatlık sayesinde hoş bir ömür sürer.
Allah'a kavuşma yolu buradan başlar. Onun nuruna vasıl olma böyle tahakkuk eder.
Geçici zevklerin ardına düşmeyin. Ele geçmesi mümkün olmayanın ardında koşmayın. Eğer kısmetse gelir; değilse zaten gelmez. Kısmet olmayan bir şeyin ardına düşmek, bir ahmaklıktır. Akılsızlık ve bilgisizliktir. İşte dünyanın en büyük azabı budur. Daha evvelki sözlerimizde geçtiği gibi en büyük dert imkansız şeylerle uğraşmaktır.
Kısmetinde yazılı şeyi istemek de ayrı bir görgüsüzlüktür. Daha doğrusu hırstır. İbadet ve kulluk tarafından incelenecek olursa şirk demek de yerinde olur.. *
Bu kadar istek neye? Hem Allah'ı sevenin bu kadar lüzumsuz şeyleri istemesi yerinde olmaz. Yaradanım seven, O'nü ister. O'nunla beraber başka bir şey istemek, yerinde olmaz; Sevgilinin gayrini istemek, sevgide yalancılık sayılır. Sevgili için yapılan işten ücret istemek, ayıp olur. İhlasın yokluğunu açığa vurur. İhlâs sahibi, kulluk hakkım ödemeye bakar; ötesini efendisine havale eder.
Allah, her varlığın sahibidir. Yapılan her işi ister ki kendisi için olsun. İster ki kulunun bütün işleri kendisi için olsun.
Bir kul şunu iyi bilmelidir ki kendisi ve yaptığı işler efendisine aittir; bu durumda nasıl kendine mahsus olmak üzere birçok şeyler talep edebilir.
Birçok yerlerde de anlattık. Kulun ibadet etmesi ona Allah'ın bir muvaffakiyet kudreti vermesi sonucudur. Ona kudret, kuvvet vermek Allah'ın elindedir.
Ceza veya mükâfat beklemektense elinde bulunana şükretmek daha iyi olur.
Sonra o kul görmüyor mu ki her kimin elinde nimet çoğalırsa neticesi iyi olmuyor. Bu, çok kere vakidir. Evvela iyidir; sonra ne olduğu görülür. Azar, Allah'a darılır; kadere kabahat bulur. Nimeti beğenmez; derdi, gamı çoğalır. Kendinde olanı beğenmez, az görür. Başkasının malına göz diker.
Bu insanlar neden ellerindekine razı olmazlar? Öyle zaman olur ki bu huysuzlukları sonunda ellerindeki de gider. Çünkü kendilerine has olan hiçbir şeyi beğenmezler.
Bütün bu durum, onları öyle perişan eder ki çabukça yaşlan büyür. İşleri dağılır. Vücutları yorulur. Bir başkasının elindekine ermek için günlerce alınlarından ter boşanır. Netice olarak günah veya sevap kaygıları da yok olur ve böylece günah sayfaları dolar.
Bu arada en büyük suçları yapmaktan çekinmezler. Emr-i ilahi, onların hiç düşünmek istemedikleri bir şey olur. İstediklerini de bulamazlar. Dünyadan giderken elleri boş olur. Ne başkasının malı fayda vermiştir ne de kendi mallarından bir kazanç temin edebilmişlerdir.
O zavallılar, eğer Allah'a şükredip dursalardı en büyük nimete ererlerdi. Elinde bulunana ve kısmetine razı olup şükür ve ibadet yolunu aramış olsalardı kendileri için iyi olurdu. Sanki başkasının malına göz dikmekle, ellerine kısmetten fazla bir şey mi geçti?
istediklerini bulamadılar, aradıklarına eremediler. Yalnız ömürlerini boşa geçirdiler, Ahiretlerini de batırdılar. Onlar bu yaptıkları ile en akılsız bilgisizlerden oldular. Kısmetlerine razı olup ibadet ve taat, ile meşgul olsalardı kendilerine yetecek kadar dünyalık gelirdi. Öbür aleme geçtikleri zaman ise, umduklarından daha iyisini bulurlardı.
Allah, cümlemizi haline razı olanlardan kılsın.. Her hususta halini bilenler zümresine dahil eylesin. Sevip doğru yola gidenlerden eylesin.
YANGINDAKİ SIRLI HİKMET
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a devamlı yalvardı, yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufku gözledi. Ama ne gelen oldu, ne giden...
Adayı mecburi mekan tutan adam, daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından kendine küçük bir kulübe yaptı.
Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye taşıdı. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor, ufku gözlüyor ve kendisini bu ıssız yerden kurtarması için Allah'a dua ediyordu.
Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı. Geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Dumanlar döne döne göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi.
"Allah'ım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi tarifsiz bir keder İçinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde Allah'ın bu hadiseyi başına getirmesinden dolayı sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Evet, evet onu kurtarmaya geliyorlardı! Hem de herşeyden umudunu kestiği bir anda.
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam, kendisini kurtaranlara...
Aldığı cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı: "Dumanla verdiğin işareti gördük!"

ZULMÜN İÇİNDE ADALET TECELLİSİ
Bir gün Musa Peygamber dış görünüşünde adaletsizlik ve zulüm görünen gizemli olayların, iç yüzündeki adaleti görmek ister, bunun için, Allah'a yalvarır. Hikmetler sahibi Allah bu duayı kabul eder. O'na dört yol kavşağında bulunan bir çeşmenin karşısında saklanarak, cereyan edecek olayları dikkatle izlemesini emreder.
Hazret-i Musa, kendine bildirilen çeşmenin karşısındaki ağaçlığın içine oturur, yollardan gelip geçen yolculara dikkatle bakmaya başlar.
Bir süre sonra tozu dumana katan bir atlı gelir. Çeşmenin başında bir müddet dinlenir. Daha sonra atına binerek yoluna devam eder. Ancak atlı, istirahat sırasında içi altın dolu kemerini çözüp ağacın altına bırakmıştır. Çeşme başından ayrılırken, geri kuşanmayı unutur. Para çeşmenin başında kalır. Atlının arkasından gelen bir delikanlı ise çeşmeden suyunu içip yoluna devam edeceği sırada, içi altın dolu kemeri görür. Heyecanla kemeri kaptığı gibi o da başka bir yola doğru gider.
Çok geçmeden iki gözü de âmâ olan bir ihtiyar çeşme başına gelir. Soğuk sudan bir yudum içip şöyle bir nefes alırken, parayı unutan atlı pürtelâş geri döner. Kemerini çözdüğü yerleri araştırdıktan sonra, ihtiyara:
- Burada unuttuğum para kemerimi sen aldın. Ya paramı verirsiri; yahut da boynunu vururum, der.
İhtiyar:
- Evlâdım! Ben iki gözü de görmeyen bir adamım. Senin paranı almadım, derse de atlı onu dinlemez. Parasını sakladığı iddiasıyla ihtiyarı bir kılıç darbesiyle oracıkta hemen öldürür. Sonra da atına binerek oradan uzaklaşır.
Bu manzarayı seyreden Musa Peygamber:
- Yâ Rabbi! Bu olayların içinde ben adalet göremedim. Bu adamın parasını daha evvel gelen bir çocuk aldı, fakat para sahibi, iki gözü de görmeyen bir zavallıyı öldürdü, der.
Mutlak hikmet ve adalet sahibi olan Allah şöyle cevap verir bu soruya:
- İnsanlar böyledir zaten yâ Musa! Olayların dışına bakarlar, zulüm var sanırlar. İç yüzünü bilemezler.
- Bu olayların iç yüzü nedir yâ Rabbi!
- Parasını çeşme başında unutan adam, vaktiyle yanında çalıştırdığı bir fakire hakkını vermemişti. Parayı bulan delikanlı o fakirin oğludur. Çeşmenin başındaki parayı buldu ve alıp götürdü. Aldığı para vaktiyle babasının çalışıp da alamadığı ücretin ta kendisiydi. Bu sebeple çocuk, babasından kendisine miras olarak intikal eden hakkını almış oldu.
Ölen âmâ ihtiyara gelince, o da vaktiyle zâlim biriydi. Astığı astık, kestiği kestikti. Hattâ gözleri kör olmadan önce en son olarak da, parayı unutan adamın babasını öldürmüştü. Bu güne kadar yaptığı zulümler hep yanına kâr kalmıştı. Şimdi vaktiyle öldürdüğü adamın oğlu gelip, parasını aldı zannıyla babasının katilini öldürdü. Bu suretle (zahirde adaletsizlik gibi görünmesine rağmen) gerçekte adalet yerini buldu.
Yâ Musa, söyle! İnsanlar sebebini bilmedikleri şeylere itiraz etmesinler. Mutlaka bir sırrı var deyip, rıza göstersinler.
RIZANIN FAZİLETİ
Ey sâlih kişi! Hak Teâlâ'nın kaza ve kaderine rıza göstermek, makamların en yücesidir. Onun maverasında (ötesinde) başka yüce bir makam yoktur. Allahü Teâlâ Hazretlerine duyulan sevgi nasıl gayesi yüce bir makamsa, Hak Teâlâ'nın kazasına rızâ da o muhabbetin bir meyvesi, semeresidir. O her muhabbetin semeresi de değildir. Yani kemâl derecesinde olan muhabbetin meyvesidir. Bundan ölürüdür ki, Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
—Hak Teâlâ'nın kazasına rızâ göstermek, Hak Teâlâ'nın kapılarının en yücesidir.
Resul (S.A.V.) bir gün bir kavme bir soruda bulundu. Dedi ki:


İmânınızın nişanı, alâmeti nedir? Onlar da:
- Belâya sabrederiz, nimete şükrederiz! Kazaya da razı oluruz! dediler. O zaman Resul (S.A.V.) şöyle buyurdu:
—Bu kişiler hikmet sahibi, hakim kişilerdir. Din bilginleridirler. Bunların ilmi ulu olduğundan Allahü Teâlâ'ya yakın kişiler oldular. Ki, peygamberler gibidirler.
Dâvûd aleyhisselâm'a şu vahiy inmişti:
—Ey Dâvûd! Benim velilerimin dünya kaygısı ile ne işleri vardır? O dünya kaygıları ki, bana dua etmenin güzelliğini ve tadını onların gönüllerinden giderir. Ey Dâvûd! Ben kendi dostlarımdan şunu isterim ki, ruhani olsunlar, dünya gamından hiç bir şey yemesinler. Dünyaya hiç gönül bağlamasınlar.
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
—Hak Teâlâ kullarına şöyle buyurur: "O Allah benim ki, benden başka ilâh yoktur. Belâya sabretmeyen, nimete şükretmeyen ve benim kazama razı olmayan kişiye de ki: Arlık kendine başka bir Rab arasın."
Resul (S.A.V.) yine şöyle buyurdu:
—Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ben takdir eyledim, tedbîr kıldım. Kendi san'anını sağlamlaştırdım. Her ne olması gerekiyorsa onun olmasına hüküm verdim. Buna razı olan kişi ile benim rızam birliktedir. Bir kimse hükmüme razı olmaz, benim yaptıklarıma kızarsa, benim hışmım da işte o kişiyedir. Bu kızgındım da tâ onun benî görmesine kadar sürer."
Enes Hazretleri (Allah ondan razı olsun) şöyle dedi:
- Yirmi yıl Resûlullah'ın kapısında bulundum. Her ne işi işlesem bana:
—Niçin bu işi yaptın, niçin yapmadın? demezdi.
Lâkin eğer bir kişi benimle işi halledilmeyip de o kişi bana düşmanlık etseydi:
—Ne yapalım, derdi. Ezelde yazılmış olsaydı olurdu. Nitekim Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Hak Teâlâ, buyurdu ki: "Hayrı da, şerri de yarattım. Hayır için yarattığım ve hayrı elleri ile işlettiğim kişiye müjdeler olsun! Şer için yarattığım, kötülükleri de kendisine yaptırmış olduğum kişiye de yazıklar olsun. Yine: Niçin ve nasıl? diyene de tekrar yazıklar olsun."
İsrailoğlu Harı âbîdlerinden biri, çok zamandan beri ibadet eder dururdu. Rüyasında ona:
— Cennette senin yol arkadaşın filânca kadındır! dediler.
Bu rüyadan sonra o âbid o kadını isteyip ibâdetim nasıl yaptığını görmek diledi. Ama o kadını geceleri ne nafile namazda kaim, ne de gündüzleri sâim (oruçlu) gördü. Farzlardan başka hiç bir ibâdette bulunmuyordu. Âbid kişi ona:
—Ey hatun! dedi. Senin amelin nedir? Bana söyle. Kadın da:
—Benim amelim, işte bu gördüğünden ibarettir, dedi.
Âbid kişi ısrarda bulundu. Kadın da en sonunda hatırlayıp dedi ki:
- Benîm bir hasletçiğim vardır. Eğer bir belâya veya hastalığa uğramışsam afiyette olmayı dilemem. Çünkü her şeye hükmeyleyen Allahü Teâlâ'dır. Benim hastalığıma da o hüküm vermiştir. Eğer güneşte bulunuyorsam gölge istemem. Gölgede olsam güneşle bulunmayı istemem. Yüce Allah'ım her neye hükmetmiş ise ben ona razıyım.
Âbid kişi bu sözler üzerine elini o kadının başının üstüne koydu ve:
—Bu haslet, küçük değil, gerçekten çok büyük bir haslettir! dedi.
RIZÂ'NIN HAKİKATİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, bir takım kişiler şöyle demişlerdir:
— Belâya ve nefsin havasına aykırı her şeye razı olmak elden gelmez. Belki onun sonu sabırdır.
Böyle bir deyiş hatadır, yanlıştır. Çünkü sevgi üstün gelince nefsin havasının aykırılığına rızâ göstermek iki yönden mümkün olabilir.
Birinci


yön: Kişinin aşka öyle dalmasıdır ki, aklı başından gider ve derdini bilme/ olur. Nitekim kimi kişiler savaş ânında öyle kendinden geçer ki, yarasının acısını duymaz. Ancak kanlarını görünce sızısını anlar. Bunun gibi kimi kişiler olur ki, bir işe hırsla . yürürken ayağına diken batar, o ise onun battığını duymaz. Acısından haberi olmaz. Eğer gönlü bir düşünceye dalsa, açlığını, susuzluğunu bilmez olur. işte bunların hepsi yaratıkların aşkında ve dünya ihtiraslarında nasıl mümkün oluyorsa, HakTeâlâ'nın sevgisinde, dostluğunda ve âhiret işlerinin sevgisinde niçin mümkün olmasın? Bilinen bir gerçektir ki, bâtında olan mânâ suretinin güzelliği, zâhirdekinden daha yücedir. Çünkü zahirdeki suret, gerçekte çöplük üstüne serilmiş bir posttur. İçi gören, bâtına bakan basiret gözü ise zahiri gözden daha parlaktır. Çünkü kafamızdaki gözümüz çok kez yanlış görür. Ona büyükler küçük ve küçük şeyler büyük görünebilir. Irağı yakın, yakını da ırak görebilir.
İkinci yön:


Seven acıyı duyar. Lâkin, sevdiğinin rızasının bunda olduğunu bildiği için o da bu acıya rıza gösterir. Nitekim bir kimsenin sevgilisi: "Kendini hacamat ettir, damarından kan aldır!" veya: "Şu acı ilâçtan iç!" dese, o bunlara rıza gösterir, sesini çıkarmaz. Âşık, bunu sevdiğinin rızasını kazanmak dilmeği ile yaparsa Hak Teâlâ'nın rızasını kazanmak için neler yapmaz! İşlediği işte Hak Teâlâ'nın rızasını bilince fakirliğe, hastalığa, başka belâ ve sıkıntılara razı olur. Nitekim dünyaya harîs olan kimse yolculuk sıkıntısına, deniz tehlikelerine ve onlar gibi yapılması güç işlere rıza gösterir. Çok sevenler, Allahü Teâlâ'ya duydukları sevgiyle bu dereceye erişmişlerdir.
Feth-i


Mûsulî'nin hatunu yere düşüp de tırnağı kırıldığında gülmüştü. Ona:
— Bir yerin ağrıdı mı? diye sordular. Kadıncağız:
— Sevabın sevinci bana o acıyı duyurmadı! dedi.
Sehl-i Tüsteri'nin bir hastalığı vardı ki, o hastalığa ilâç kullanmıyordu. Kendisine:
— Niçin ilâç kullanmıyorsun? diye sordular. Oda:
— Ey dost! Bilmez misin ki, dostun yarası acı vermez! dedi.
Kur'ân-ı Kerîm'den bilinmiştir ki, Yûsuf aleyhîsselâm'ın yüzüne bakan kadınlar onun güzelliğinin son derece parlak olmasından ellerini kesmişler, parmaklarını kestiklerinden habersiz kalmışlardı. Ve Mısır'da kıtlık olmuştu. Halk aç olduğu halde Yusuf('a bakınca açlıklarını unutmuşlardı. Bu, Allah'ın yarattığı bir kişinin güzelliğinin tesiridir. Yüce Yaradan'ın cemâli bir kimseye açılsa belâdan haberi olmasa bu hâl şaşılacak bir şey midir? İsa aleyhisselâm, bir kişiye rastlamıştı. Onun kör, abraş ve cüzzamlı olduğunu gördü. Vücudunun iki yanı da kötürümdü. Elsiz, ayaksızdı. Ama yine de:
- Şükür şu Huda'ya ki, birçok halkın tutulduğu nice belâdan bana afiyet, sağlık verdi! diyordu.
İsa aleyhisselâm:
—Allah halka ne belâlar kılmıştır ki, sana afiyet verdi? diye sordu. O kişi de:
—Benim afiyetim, sağlığım, gönlünde bendeki Allah marifeti bulunmayan kişiden daha ziyadedir! dedi.
İsa aleyhisselâm da:
— Doğru söyledin! dedi.
0 kişinin eline yapıştı. Hazret-i İsa'nın eli cüzzamlının eline değince hemen iyileşti. Ayağa da kalktı. Körlüğü de gitti, görür oldu. Yüzü güpgüzel bir adam haline geldi. Ondan sonra daima İsa aleyhisselâm ile birlikte sohbette bulunur, ibadet eder oldu.
Şiblî'yi divânedir diye tımarhaneye götürmüşlerdi. Bir kısım halk onun yanına vardılar. O, gelenlere:
— Siz kimsiniz? diye sordu. Onlar
— Biz senin dostlarınız! dediler.
Şiblî, onların üstüne taş atıp hepsini kaçırttı. Ve arkalarından:
— Yalan söylüyorsunuz! Benim dostum olsaydınız, belâma sabredendiniz! dedi.
DUA ETMEK, RIZAYA AYKIRI DEĞİLDİR
İslâm’da kadere rıza hakkında bazı kişiler şöyle demişlerdir:
— Rızânın şartı senin dua kılmamandır. Eline geçiremediğin şeyi Allah'tan dile-memendir. Allah her ne etmişse ona razı olmalısın! Günahı da, fışkı da inkâr etme ki, ikisi de Allahü Teâlâ'nın kazasıdır. Bir şehirde mâsiyet (günah) veya veba olursa oradan kaçmamalısın!
Bu gibi


sözler yanlıştır. Hepsi hatalı sözlerdir. Ama Resul (S.A.V.) duasını yaptı ve:


Dua kılın, diye buyurdu.
Dua kılmağa halkı tevsik etti ve şöyle buyurdu:
— Dua, ibâdetlerin özüdür. Gerçekten dua gönüle su halleri getirir:
1 — Rikkat (incelik).
2


— Kırıklık.
3 — Yakarış.
4 — Alçak gönüllülük (tevazu).
5 — Acizlik (kendi kuvvetinin yetersizliğini anlama) hâli.
6 — Hak Teâlâ'ya sığınmak halleri.
Bunların hepsi güzel, beğenilen sıfatlardır. Susuzluğu gidermek için su içmek, açlığı gidermek için yemek yemek, soğuktan korunmak için elbiseler giymek rızaya aykırı değildir.
Bunlar gibi: Belâyı başlan uzaklaştırmak için dua eylemek de rızâya aykırı olamaz. Fakat günaha razı olmaya hiç bir ruhsat yoktur. Bunun için yasak buyruğu gelmiştir. Yine şöyle buyurulmuştur:
—Günaha rızâ gösteren, günahı işleyene ortak olur. Hattâ bir köleyi Maşrık'ta öldürseler, ona Mağrib'de bir kişi razılık gösterse, o köleyi öldürmekte onun suçuna ortak olur.



 
Üst