Ucb

mihrimah

Well-known member
…yaptıkları hizmetlerle dost-düşman hemen herkesin takdirlerini kazanan arkadaşlara bir-iki hususu hatırlatmakta yarar var: Bu çığırın başındaki o büyük zat, o kâmet-i bâlâ, o serv-i revân yapmış olduğu onca devâsâ hizmetlere rağmen diyor ki: "Biz yapageldiğimiz hizmetlerle, ahir zamanda gelecek zâtlara zemin hazırlıyoruz."; "Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. "Allah bu dini facir bir adamla da te'yid ve takviye eder." sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü facir bilmelisin; hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucub ve riyadan kurtul."; "Güneşe müteveccih su kabarcıklarında güneşin aksi bulunur. Onlar karanlığa girdiğinde veya güneşle alâkası kesilince her şey de biter." Onun bütün hasiyeti güneşi tam aksettirebilmesindedir, yoksa o güneş değildir. Aynen öyle de, sen kabarcıklar misali Allah'tan gelen şeyleri aksettirebiliyorsan ne güzel!
Görüldüğü gibi bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh ü senaları, o medh ü senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur. Biz, her zaman Hz. Alınin "insanlardan bir insan olmâ' hedefine ulaşmaya çalışmalıyız. Bizim büyüklüğümüz, şahs-ı manevide, güncel tabirle tüzel kişiliğimizdedir. Bâki hakikatler, fani şahısların üzerine bina edilemez.. bina edilse, onlar âhirete irtihal ettiğinde, dava da akîm kalır. Bu açıdan birbirimizle irtibatımızı kavî tutmalı ve sabah-akşam bir ve beraber olma yollarını araştırmalıyız.. araştırmalı ve vahdet-i ruhiyemizi korumaya çalışmalıyız. Kendimizi her daim sıfırlayarak yolumuza devam etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, "büyüklerde büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklüğün alameti tekebbürdür." "Ben yaptım, ben ettim." demek şirkin bir uzantısıdır. Ene'yi yırtıp, Nahnüyü ya da "Hu''yu göstermek bizim vazifemizdir. Topluluk içinde ihtilaf çıkarmama, yalanın en küçüğüne dahi tenezzül etmeme de yine vazifelerimiz cümlesindendir. Çeşitli vesilelerle anlattığım şahsî velayet değil, cemaat veliliğini yakalamak gayemizdir. O halde yapılan ve yapılacak olan medh ü senalar bizi bizden almamalı ve vazifelerimizi yapmaya engel teşkil etmemelidir. Bu ise, yukarıdaki esasları benimsemeye ve özümsemeye bağlıdır.
BİR DUANIN BİZE BAKAN YÖNÜ
Hz. İbrahim: “Bana, sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle!” (Şuara; 26/84) diye dua etmişti. Allah onun bu duasını kabul buyurdu. Ondört asırdan bu yana Müslümanların, günde beş vakit kıldıkları farz veya nafile namazlarında, Efendimiz’e getirmiş oldukları salât ü selam yanında bir de Hz. İbrahim, onun aile ve yakınlarına da salât ü selam getirmeleri, bu duanın kabul edilmiş olmasının en büyük emâresidir.
Buradan hareketle benim şahsî düşüncem, Allah dâvâsına hizmet etme etrafında kenetlenen insanlar, şahısları itibariyle değil, içinde bulundukları cemaati niyet ederek bu duayı çokça yapmalılar. Bu riyaya, sum’aya ucb ve fahra girmeme açısından daha garantili ve daha selametli bir yoldur. Aksi halde “yaptığım şu hizmetlerle gelecek nesiller tarafından yâd edileyim, kitaplara mevzu olayım, ansiklopedilere gireyim vs.” düşünceleri insana hem dünyada, hem de ukbâda kaybettirebilir.
Sizler halisâne bu milletin imanına -tabii günümüz şartlarını hesaba katarak- hizmet edin!. Muvaffakiyetin de Allah’dan olduğunu kat’iyen hatırdan çıkarmayın!. Şirke karşı kapılarınızı sımsıkı kapatın! Bunları gerçekleştirebilirseniz, bu millet, siz istemeseniz de sizi birer yâd-ı cemil olarak anacaktır. Allah da dünü-bugünü-yarını bir bütün olarak gördüğü ve bildiği için, sizin sevaplarınızı amellerinizin cinsine, niyetlerinizin enginliğine göre verecektir. Evet, kat’iyen bundan şüpheniz olmasın. İşte o zaman Hz. İbrahimvâri, Nemrud’un üzerine gidebilir ve ateşlere korkmadan atılabilirsiniz.
ÜÇ ZAAF-ÜÇ FAZİLET
Ucub, kibir ve fahr, insanı mahveden zaaflardandır. Üçü arasında nisbî bir fark olmakla beraber, hepsiyle de mutlaka mücadele edilmesi gerekir. Hem de kesintisiz bütün bir ömür boyu mücadele...
Ucub, insanın kendini beğenmesidir. Öyleki şahıs bu zaaf sebebiyle kendini her zaman üstün görür ve hayatını da bu yanlış mülâhazaya göre programlar. Kibir ise, içteki büyüklük hissinin, yani ucbun dışa taşarak, insanın davranışlarına aksetmesidir. Fahre gelince o da insanın, kendi meziyetleriyle sermest olması ve başkalarını hakir görme hastalığıdır.
Bir gayr-i müslimde bu boşluklar varsa ona imân zor nasip olur. Bunları içinde taşıyarak ölen mü’minler ise, ekseriyetle cennete ulaşmada zorlanırlar.
İhlas, mahviyet ve tevazu, benlikteki bu üç boşluğu dolduracak fazilet buudlarıdır. Mü’minler, mutlaka bu üç faziletle mücehhez hâle gelmelidirler ki, önceki üç rezilenin kurbanı olmasınlar.
RİSALE....
İkinci hastalık: "Ucb"dur.
Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemâlât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez.
Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.
Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef'âl-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef'âlin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana aittir.
Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havâssının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun? Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat'iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksûbedir. Binaenaleyh, Name=23; HotwordStyle=BookDefault; de.
BELKİ TERAKKİ ETMİŞSİN
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Kastamonu'da ehl-i takva bir zât, şekva tarzında dedi: "Ben sukut etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim." Ben de dedim: Belki terakki etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun. Evet bir ehemmiyetli ihsan-ı İlahî; ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir.. tâ ucb ve gurura girmesin.
Kardeşlerim! Bu hakikata binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: "Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?" diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.
NEFSE SESLENİŞ
Eski Said'in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır.
Birinci Fıkra: Mâdem eşya var ve sanatlıdır; elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet katî ispat edildiği gibi, eğer Her şey birinin olmazsa, o vakit her bir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur; eğer Her şey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış; elbette, o pek hikmetli ve çok sanatkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gàyeleri olan zîhayatlara başkalara bırakıp işi bozmayacak, başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek; şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir.
İkinci Fıkra: Sen, ey mağrur nefsim, üzüm ağacına benzersin! Fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.
Üçüncü Fıkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dîne hizmet ettim" diye gururlanma. Name=626; HotwordStyle=BookDefault; sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul.
NÜKTELER…
YİRMİ SANİYEDE
Şeytan hizmetçi kılığına girmiş ve yirmi sene Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin yanına gidip gelmişti. Bir türlü gönlüne vesvese vermeye, ona istediklerini yaptırmaya muvaffak olamamıştı. Bir gün:
-“Ey Üstad! Yoksa siz benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?” Dedi. Hz. Cüneyd:
-“Sen lanetli İblissin. İlk geldiğin andan beri seni tanıyorum,” buyurdu. Şeytan:
-“Ey Sultan-ı Muhakkikin! Sizin kadar yüksek dereceye ulaşan başka büyük bir zat tanımıyorum. Yirmi senedir size hiçbir istediğimi yaptırmaya muvaffak olamadım,” dedi. Bu sözleri işiten Cüneyd Hazretleri nefretle:
-“Defol mel’un! Şimdi de beni kendini beğenme hastalığına düşürerek mahvetmek mi istiyorsun? Yirmi senede yapamadığını yirmi saniyede mi yapacaksın? Yıkıl karşımdan!” Diye bağırdı.
UCUB
Muhammed Bin Vasi zamanındaki âbidlere şöyle dedi:
-Yuh size! Amelleriniz az olduğu halde, kendinizi beğeniyorsunuz. Halbuki sizden öncekiler, amelleri çok olduğu halde, ucba kapılmamışlardı.
UCBUN HAKİKATI
İbn-i Semmak’a:
-Ucbun hakikatı ve esası nedir? Diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiştir:
-Amelde (ve hizmette) kendini insanlardan yüksek görmendir. Artık her gördüğün insanı amelde eksik bulursun…
ŞEYTAN NE ZAMAN GALİP GELİR?
Musa (as) bir mecliste oturuyordu. Yanına İblis geldi. Hz. Musa İblis’e sordu:
-“Bana öyle bir günahı anlat ki, âdemoğlu onu işlediği zaman, sen ona galip gelmiş olasın.” İblis şöyle anlattı:
-“Kendini beğendiği, hizmet ve ibadetini çok bulduğu, günahını unuttuğu zaman ona galip gelirim.”
EĞER SENDE HAYIR OLSAYDI
Vehb bin. Münebbih’in -Allah ondan razı olsun- anlattığına göre vaktiyle adamın biri rabbine yetmiş yıl ibadet etmişti. Bu süre zarfında sadece cumartesiye yemek yiyor, haftanın diğer tüm günlerini oruçla geçiriyordu.
Bir gün Allah’tan bir şey diledi. Fakat Allah dileğini kabul etmedi. Bunun üzerine kendi kendine “ eğer sende hayır olsaydı, dileğin kabul edilirdi. Çünkü senden öncekilerin dilekleri kabul edilmiştir.”
Bunun üzerine hemen o anda yanına inen bir melek kendisine “ey insanoğlu, kendini hor gördüğün şu anın senin hakkında şimdiye kadar işlenmiş olduğun tüm ibadetlerden daha hayırlıdır” dedi.
SALİH ŞÜKÜR
Hz.Ömer (r.a.) diyor ki:
-“İnsanın salih tevbe yapabilmesi için günahını bilmesi, salih amel yapabilmesi için kendini beğenmişlikten sıyrılması ve salih şükür yapabilmesi için de yetersizliğinin farkında olması gerekir”
CENNETİN KOKUSU
Anlatıldığına göre vaktiyle İsrailoğulları, zamanında bir delikanlı insanlardan ayrılarak ıssız bir yere çekilmiş ve orada kendini ibadete adamıştı.
Bir süre sonra kabilesinin ileri gelenlerinden iki yaşlı adam delikanlıyı bu kararından caydırıp ailesi arasında dönmesini sağlamak amacıyla onun yanına gittiler ve “senin akraban var, onların yanında ibadet etmen daha faziletlidir” dediler.
Delikanlı onlara “rabbim benden razı olunca bütün akraba ve dostlarımın da benden hoşnut olmasını sağlar” dedi. Adamlar “sen henüz gençsin, biz bu tip tecrübelerden geçtiğimiz için kendini beğenmişlik duygusuna kapılmadan kaygılanıyoruz” dediler. Delikanlı onlara, “kendini bilen kimseye özünü beğenmişlik duygusu zarar vermez” dedi.
Bunun üzerine adamlardan biri arkadaşına dönerek “kalk, gidelim. Bu delikanlı cennetin kokusunu aldı, artık bizim sözümüzü dinlemez” dedi.
KURBAĞANIN CEVABI
Anlatıldığına göre Hz. Davud (as) bir sahile çekilmiş, orada bir yere kapanarak bir yıl süre ile kendini ibadete vermişti. Sonunda bir gün “ya Rabbi, belim büküldü, gözlerim görmez oldu ve göz pınarlarım kurudu. Bu durumun sonu nereye varacak bilmiyorum” dedi.
Bunun üzerine ulu Allah bir kurbağaya “kulum Davud’a cevap ver” diye vahyetti. Allah’ın bu emri üzerine kurbağa ona şunları söyledi:
-“Ey Allah’ın peygamberi, bir senedir ibadet ediyorsun diye Allah’ı minnet altında mı bırakmak istiyorsun? Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben otuz veya altmış yıldır saz parçası üzerinde Allah’ımı tesbih ettiğim, o’na hamd ettiğim halde yine de O’nun korkusundan tırnaklarım titriyor”
Kurbağanın bu sözlerini dinleyen Hz. Davud (as) hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Başka bir rivayete göre bu olay, birini öldürdükten sonra ıssız bir yere kapanarak kendini ibadete veren Hz. Musa’nın (as) başından geçmişti.
ŞEYTAN VE NEFİS BİZİ NASIL ALDATIR?
Hem ilmi, hem.de ameliyle zengin bir insanı müflis hâle getiren duygu hangi duygudur? Belki bu sualin cevabını nefsinizde veriyorsunuzdur. Ancak size bir ibretli olay arzedeceğim. Göreceksiniz ki, hepimizi amelimizde iflas beklemektedir. Şayet dikkat etmez, ihlâsa sahip olmazsak. İbretle okuyacağınız olay şu:
Ebu Hasan Müzeyyin adında bir ihlaslı zat, gece gündüz Kabe hasretiyle yanıp tutuşmaya başladı. Ne yapıp edecek, mutlaka Beytullah'ı ziyarete gidecek, sonra da Resûlüllah'ın merkadine yüz sürecekti. Bu dayanılmaz arzusuna mukabil, tâ Horasan'dan kalkıp da bu kadar yolu aşacak ne bineği vardı, ne de parası. Ama bu yoklara mukabil bir şeyi vardı, o da aşkı, şevki ve azmi. Rabbimiz gönlüne bunu ilham etmişti. Yanıp tutuşuyordu.
Rabbımızın lütfettiği bu aşk, şevk ve azimle düştü yollara.
Günlerce aç, susuz kaldı, yoruldu, ezildi, büzüldü, ama azminden zayiat vermedi, nihayet Mekke'ye vardı. Hayretler, hasretler içerisinde Harem'e girdi, Kabe'yi tavaf etti, gidip zemzemden kana kana içti..
Artık şöyle bir köşeye çekilip nefes almalı, Rabba şükretmeliydi. Nitekim altın oluğun karşısına oturup derinden derine saadetli bir nefes aldı. Kabe'yi seyre daldı. Düşünüyordu:


Neydi o haftalar süren yaya çöl yolculuğu, açlık, susuzluk ve yorgunluk?..
Bunları bir bir hayal ettikten sonra kalbine bir büyüklük duygusu geldi. Kendi kendine söylenmeye başladı:


Bravo Ebu Hasan! Sen ne kadar da kuvvetli, kudretli adammışsın! Bunca engele, zorluğa, imkânsızlığa rağmen çölleri aştın, vahaları taştın, nihayet Kabe'ye ulaştın..
Bu düşünceler içinde iken karar verdi. Ben büyük adamım vesselam.
Ebu Hasan Müzeyyin kendini böylesine güçlü, kuvvetli, büyük adam olarak görmeye başladığı anda öteden birinin sesi geldi kulağına. Ses şöyle diyordu:


Hey Ebu Hasan Müzeyyin! kendine gel kendine. Bunca yolları, vahaları sen aşmadın, sen taşmadın. Rabbin sana bu aşkı, şevki verdi de onunla çölleri aştın, vahaları taştın, Kabe'ye ulaştın. O, bu aşkı vermese, bu şevki lutfetmeseydi, başkaları gibi sen de yerinden kımıldayamaz, kendinde bu kuvvet ve kudreti bulamazdın! Sen sadece istedin, arzu ettin, hepsi o kadar! Hissen istemenden ibarettir.
Birden irkilen Ebu Hasan Müzzeyin bakar ki, biraz ötede büyük veli Ebu Bekir Kettanî tebessümle kendine bakıyor.
Hemen kalkar, hürmetle yanma yaklaşır, elpençe divan durur. Haremin Meşalesi denen bu büyük zat, sözlerini şöyle tamamlar:


Dikkat et, şeytan seni amelinle ucbe düşürmek istiyor, aldanıp da enaniyete kapılma, benlik duygusuna girme! Toksa haccın gider.
Evet, kimse ameliyle övünmesin, hizmetiyle ucbe dalmasın. Gayret ve azmiyle gurura kapılmasın. Nefsinde özel bir fazilet ve meziyyet vehmetmesin. Kulun hissesi, meyilden ibarettir.
Buyurun birlikte okuyalım Rabbimiz'in kudsî ikazım:


Sendeki iyilikler Allah'tan, kötülükler de nefsindendir! Senin iyilikten hissen, sadece meyil ve arzu...
KİBRİN ve UCBUN İLÂCI
Ey salih kişi, sen bil ki, mütekebbirlik ve bencillik kolu huylardır. Gerçekteyse Hak Teâlâ'ya düşman olmaktır. Çünkü, kibir ve azamet ancak Allah'a mahsustur. Bundan ölürüdür ki, yüce Kur'an'da cebbar (zâlim) ve mütekebbir (gururlu) olanlar zem edilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Hak Teâlâ, bütün kibirli ve cebbar olan kalpleri mühürler." (Mü'mİn Sûresi: 35). Ve yine Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Âhîrete îmân getirmeyen her mütekebbirin şerrinden Rabbime sığınırım." (Gafır Sûresi: 27). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Mütekebbir ve İnatçı olanlar hüsrana uğrarlar." (İbrahim Sûresi: 15). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Bana kulluk etmeyi kendilerine yediremeyenler, küçülmüş kişiler olarak Cehennem'e gireceklerdir." (Mümin Sûresi: 60). Hak Teâlâ kibir hakkında yine şöyle buyurmuştur: 'And olsun ki, onlar kendi kendilerine büyüklük, kibir taslamışlar ve azgınlıkta sınırı aşmışlardı." (Furkan Sûresi: 21). Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde, bir habbe veya bir hardal tanesi kadar kibirlilik bulunan kimse Cennete girmez ve kalbinde bir habbecik veya bir hardal tanesi kadar imân olan kişi Cehenneme girmez."
Yine Resul (S.A.V.) şöyle buyurdu;
"Kimi kişiler kibirliliği ve zorbalığı sanat haline getirirler. Bunu o hadde vardırırlar ki, onların adları cebbarlar defterine yazılır, Cebbarlara yapılan azap o kişiye de yapılır."
Başka bir haberde


şöyle bildirilmiştir:
"Süleyman aleyhisselâm devlere, perilere, kuşlara ve insanlara: "Hepiniz dışarı çıkın!" dedi. 200.000 kişi ve 200.000 peri toplandılar. Ondan sonra bir yel, Süleyman'ı havalandırıp göğe çıkardı. Cenâb-ı Hakka yakın meleklerin "Sübhâne" seslerini işitti. Yel, sonra kendisini yere indirdi. Öyle ki, tâ denizin dibine erişti. Sonra yine bir ses işitti. Bu ses şöyle diyordu:
— Eğer Süleyman'ın gönlünde bir zerre kibir olaydı onu havaya çıkarmadan cince yerin dibine batırırdım."
Yine Resul (S.A.V.) buyurdu ki:
"Kibirli olan kişileri kıyamet gününde karınca şeklinde hasrederler. Tâ ki, Hak Teâlâ katında nurluklarından ötürü halkın ayaklan altında ezilsinler diye!.."
Resul


(S.A.V.) yine şöyle buyurdu:
"Cehennemde bir dere vardır ki, Ona Hebheb adı verilmiştir. Allahü Teâlâ, Mütekebbir ve cebbar kişileri oraya atmayı kendisine vacib kılmıştır."


Selman-ı Fârisi (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir:
"Bir günah vardır ki, onunla beraber ibâdet etmek fayda vermez; o da kibirdir."
Resûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:
"Hak Teâlâ, elbisesini kibirle yerde sürüyen ve gururla salınarak yürüyen kişiden hoşlanmaz."
Resul (S.A.V.) yine şöyle buyurmuştur:
"Bir kere, bir kimse gururla salma salına yürüyüp kendisine bakıyor ve mağrur oluyordu. Hak Teâlâ, onu yerin dibine soktu. Kıyamete kadar da öyle gidecektir."
Resul (S.A.V.) yine şöyle buyurdu:
"Bir kimse ululanır, salına salına yürürse Kıyamet günü Hak Teâlâ'yı kendisine kızmış halde görür."
Muhammed bin Vâsi der ki;
—Bir gün oğlumu salına salına yürürken gördüm. Onu çağırdım ve:
—Hîç bilmiyor musun ki, sen kimsin? dedim. Anneni iki yüz akçeye almışımı. Babansa, öyle bir babadır ki, eğer Müslümanlar arasında her ne kadar baksan ondan hor kimse göremezsin.
Muzaffer (Allah ona rahmet eylesin), Muhleb'i muhteşem bir kaftanla salma salına gezerken gördü. Ona:
—Ey kul! Hak Teâlâ böyle yürümeyi sevmez! dedi. Muhleb de:
—Sen beni bilmez misin? diye sordu. Muzaffer:
—Bilirim! dedi. Önceleri bir pis su (meni) idin, sonunda bir mırdar (leş) olacaksın ve bu iki halin arasında bir necaset (pislik) hammalısın.
UCBUN (KENDİNİ


BEĞENMENİN) ZARARLARI
Ey aziz kişi! Sen bil ki, kendini beğenmek (ucub) kötü bir ahlâktır. Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
—Üç şey insanı helak eder. Biri cimrilik, biri nefsin havasına uymak, biri de kendini beğenmektir.
Sallallahü aleyhi ve sellem yine şöyle buyurdu:
"Eğer günah istemeseniz bile korkarım ki, günahtan beter bir iş işlersiniz. O da insanın kendi kendisini beğenmesîdir.
Bİşr bin Mansur, bîr gün çok namaz kılmıştı. Bir kişi şaşkın şaşkın kendisine baktı. Namazını bitirip selâm verince o kişiye:
— Ey civanmert! Şaşıp kalma. Şeytan da çok zaman ibâdette bulundu, sonunda ne olduğunu gördü! dedi. Ey salih kişi, sen bil ki, insanın kedini beğenmesinden çok âfetler (zararlar) doğar. Bu zararlardan biri kibirdir ki, öyle ki bir kişi kendisini başkalarından üstün görür, Biri de günahlarını hatıra getirmemektir. Getirse de tedariki ile uğraşmaz olur. Çünkü kendisinin bağışlanmış olduğu zannına düşer. İbâdete rağbet duymaz. Öğrenmeğe de hırsı yoktur. Şöyle sanır ki, kendisi ibâdete muhtaç değildir. İbâdetin âfetlerini bilmeyi, öğrenmeyi de istemez. Öyle sanır ki, kendisi kusursuzdur. Gönlünden korkusu gider. Hak Teâlâ'nın mekrinden uzak olduğuna inanır. Kendisinin Hak Teâlâ katında itibarı ve hakkı bulunduğunu sanır.
-Hak Teâlâ'nın nimeti olan ibâdet sebebiyle ona eriştim! der.
Kendisini öğüp temize çıkarır. Çünkü bilgisi ile onda kendini beğenme hastalığı doğmuştur. Müşkülde kaldığı işler kimseye sormaz. Eğer, bildiklerinin aksine bir şey söyleseler, işitmez, kulak asmaz. Böylece bilgisi eksilir. Hiç kimsenin nasihatini de dinlemez olur...
KENDİNİ BEĞENMENİN ve NAZ ETMENİN HAKİKATİ
Ey salih kişi! Sen bil ki, Hak Teâlâ bir kimseye ilim, tevfık, ibâdet ve başka nimetler verdiyse o kimse bunların ortadan kalkmasından korku duymalıdır. Böyle bir kimse kendini beğenmez, ama içinde bir korku duyarsa belki bu ilâhî mükâfatlarla gönül şad olur, sevinir. Böyle olunca bu nimetlerin Hak Teâlâ'nın kendisine hediyesi olduğu yönünden kendini beğenmiş olmaz;
—Bunlar benim özümün sıfatı değil ki! der. Bunlar bana Rabbimin armağanıdır. Eğer bu nimetlerin Allahü Teâlâ'nın hediyesi olduğunu unutur, gaflete dalarsa ve onları kendinden bilip sevinirse, bu, kendini beğenmişlik olur. Eğer kendisini Hak Teâlâ üzerinde hakkı vardı diye bir zanda bulunursa ve ibâdetini Hak Teâlâ katında beğenilmiş bir hizmet sayarsa buna idlâl (nazlanma) denir. O kişi kendisini nazlı sanır. Bir kişi, eğer bir kimseye bir şey vermiş olsa ve verdiği şey de gönlünce kendisine büyük görünse buna kendini beğenmişlik derler. Büyüklükle kalmayıp o kişiden bir hizmet, bir karşılık beklemeğe kalksa buna da naz etme denir. Resul (S.A.V.) şöyle buyurdu:
"Ameliyle naz edenin namazı, başının üstünü aşamaz


(yani Allahü Teâlâ'ya erişemez). Günahını itiraf ettiğin zamanda gülmen, amelinle nazlandığın halinde »gamandan daha hayırlıdır."
KENDİNİ BEĞENMENİN İLÂCI
Büyük görünmek ve büyüklük taslamak bir hastalıktır ki, onun sebebi yalnız cahillik, bilgisizliktir. İlâcı da yalnızca ilim ve marifettir.
Bir kişi sâde ilim ve ibâdetle meşgul oluyor ve bundan dolayı gururlanıp kendini beğeniyorsa ona şöyle deriz:
-Senin kendini beğenmen, bu amelin uğrak yeri olduğun için midir? Yoksa bu amel senin kudretin ve kuvvetinle midir? Eğer, senin kudretinle olmayıp sen ona uğrak yeri ve onun yolu olduğun içinse yolcuya kendini beğenmek uygun olmaz. Çünkü yolcu teshir edilmiştir, yani emir altına alınmıştır. İşi işleyen, ibâdet amellerini yapan kendisi değildir. O halde yolcu orta yerde ne olmuş olur? Eğer:
—Bu amel benim kudret ve kuvvetimle meydana geldi! dersen sen hiç bilir misin ki, bu ameli işleyen o kuvvet, o kudret ve iradeyi, onları işlediğin azalan sen nasıl ve nerden ele geçirdin? Eğer:
—Bu amel benim isteğim ve irade gücümle meydana geldi! dersen sana şöyle sorur ve deriz ki:
-Bu isteği ve arzuyu sende yaratan kimdir? Ve kahır (zorlama) zincirini boynuna dolayarak onu senin üstüne kim musallat etmiştir? Ve seni bu emelle kim meşgul etmiştir? Bir kimsenin üzerine böyle bir arzunun musallat kılınmasının sebebi, güya ki, ona bir vekil (bir melek) gönderilmiştir ki, ona karşı durmağa gücü yetmez. O arzu, kendi Özünden, kendi benliğinden meydana gelmemiştir. Çünkü arzu ve dilek onun kendisini zorla, kahırla içe sürmüştür. Madem ki, hepsi Cenab-ı Hakkın nimetidir., senin kendi kudretini beğenmen, büyüklük taslaman, bilgisizliğinden, cehâletindendir. Çünkü senin kendi elinden hiç bir şey gelmemiştir. Senin, kendini beğenme hasletin Hak Teâlâ'nın fazlı, ihsanı ile bu hakikati bilmek olmalıdır kî, Cenab-ı Hak çok kimseyi bundan gafil kılmıştır. Onların dilek ve isteklerini başka işlere sarfettirmiştir. Kendi inayetinden seni, iyiyi - kötüyü ayırıcı kıldı. Sana iyi yolda istek ve dileği musallat etli. Kahır zinciriyle seni kendi kalına çekti. Eğer bir padişah kendi kullarına bakıp onların içinden birine kaftan verse ve bu kişinin eskiden ona hiç bir hizmeti ve bu hediyeye lâyık bîr sebebi olmasa o kişinin şaşkınlığı padişahın Faziletine yorulmalıdır. Çünkü padişah ona kazandığı bir hak olarak kaftan vermiş değildir. O, bu tercihi kendisinden bilmemelidir. Eğer o kişi:
-Padişah hikmetten haberlidir. Eğer bende o kaftanı hak etme sıfatı görmemiş olsaydı, o hoş hil'ati bana göndermezdi! derse biz de ona şu cevabı veririz:
-Sen o hak etme sıfatım nerden buldun? Bu kaftan, padişahın bir armağanıdır. Sana kendini beğenme hakkını veren bir şey değildir. Bundan başka olan her şey de bunun gibidir. Eğer padişah sana at verseydi, şaşırmaz, kendini beğenip büyüklük taslamazdın. Eğer bir köle de verse şaşırır, şöyle dersin:
-Bana padişah köleyi, atım olduğundan ötürü verdi. Başkalarının atı yoktur. Bundan dolayı da onlara köle ihsanında bulunmadı.
Atı da ve köleyi de padişah verdiği için bunlardan dolayı ucub etmemen gerekirdi. Her ikisini de padişah aynı anda vermiş gibi kabul etmeliydin. Eğer sen:
—Hak Teâlâ bana yardımını Hakk'ı anlamış olduğumdan Celâl ve Azametini bildiğimden ötürü verdi, dersen biz de şöyle deriz:
— O bilgi ve marifeti sana kim verdi? Mademki bunlar Hakk'ın ihsanı oldu. O halde senin taaccübün, O'nun cömertliğine, faziletine olmalı ki, Allah, bu sıfatlan sende yaratmıştır. Sendeki kudret ve irâdeyi yaratan O'dur. Sen ona yerde hiç bir şey değilsin. sende hiç bir şey yoktur. Sen ancak Allahü Teâlâ'nın kudretinin yolu ve mazhart, o kudretin görünüşe geldiği bir yersin.
TEVHİD EHLİNDE UCUB OLMAZ
Eğer bir kişi:
- Mademki biz kendimiz işi isleyen değiliz, o halde o amelden, o işten doğan sevabı biz nasıl umud ederiz? Hiç kuşku yoktur ki, bize verilen sevap, şu işlediğimiz işlerden ötürüdür. Bu da kendi irade ve İsteğimizle, kedi seçmemizle olmuştur! dese ona şu karşılığı veririz:
— Gerçekten sen Hak Teâlâ'nın kudretinin yolusun. Sen hiç bir şey değilsin. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
"Sen o işi işlemedin, belki Allahü Teâlâ işledi." (Enfal Sûresi: 17)
Lâkin, Cenab-ı Hak hareketi, ilimden, kudretten ve iradeden sonra yarattı, ama sen öyle sanırsın ki, senden doğan hareketi sen yarattın! Bunun sim çok incedir. Sen bunu idrâk edemezsin, anlayamazsın. İhtimaldir ki, ancak tevekkül kitabımızda ona işaret olunacaktır (înşaallah). Ama şimdiki halde sen kendini anlayışın yolunda müsamaha edilmiş tut. Şöyle farzet ki, amel senin kudretin ve ilminle mümkün değildir. Amelin anahtarı bu üçüdür. Üçü de Hak Teâlâ'nın armağanı, hediyesidir. Diyelim ki, sapasağlam bir hazine olsa, onun içinde birçok nîmet bulunsa, sen n zenginliği elde etmekten âciz olsan, o hazineyi açmaya anahtarın olmasa, ama hazinedar sana onun anahtarını verse, oradan elini uzatıp ne dilersen alsan, bu ihsana mâlik olmayı haznedara mı yorarsın, yoksa elini uzatıp aldığına mı? Şunu bilirsin ki, anahtar vermenin yanında el uzatmanın o kadar kadri ve kıymeti yoktur. Belki kudret, sana anahtarı verendedir. Çünkü nîmet senin eline o anahtarla geçmiştir. Demek ki, senin kudretine sebep olan şeyler de —ki bunlar amellerin vekilidir— Hak Teâlâ’nın vergisi, hediyesidir. Şaşılacak şey, Hak Teâlâ'nın fazlındadır. Çünkü sana tâat, ibâdet hazinesinin anahtarını vermiştir. O kilidi açma yolunu bütün fâsıklara yasakladı. Ve günahkârlık anahtarını onlara verdi. İbâdet hazinesinin kapısını onların üzerine bağladı. Onlardan bir cinayet ortaya konulmakla değil, kendi adaleti bunu böyle kıldı. Senden bir hizmet ortaya çıkmasından değil, belki kendi fazlından böyle yaptı. Eğer bir kişi Tevhîd'in hakikatini bilirse onda hiç bir zaman ucub (kendini beğenme) belirmez. Şaşılacak şey budur ki, akıllı olan kişi, bir fakire cehaletine rağmen mal nasıp olduğunu görse: Ben akıllı bir kişiyim! Bununla beraber Hak Teâlâ beni maldan mahrum kıldı! dememelidir. Bu gibi kimseler bilmez ki, akıl, bütün nîmetlerin en büyüğü ve birincisidir. Onu da ihsan eden Allahü Teâlâ'dır. Eğer hem malı, hem aklı o kişiye verselerdi ve cahil kimseler ikisinden de yoksun kalsaydı bu adalete uygun bir iş olmazdı. Ama gerek akıllı, gerekse fakir olan kişi, böyle bir şikâyette bulununca ona: Sen aklını onun malıyla veya sen malını onun aklı ile değiştirir misin? deseler, bu değişmeye razı olmazlar. Bir güzel kadın olsun. Ama fakir bulunsun. Bir çirkin kadını pek çok ziynet içinde süslü - püslü görse: Bu ne hikmet! diye düşünür. Bu kadar nîmet bir çirkine verilir de ben buna nasıl erişemem! O güzel kadın bilmez ki, Allahü Teâlâ'nın ona verdiği nîmet (yani güzellik) o çirkin kadına verilen mal nimetinden daha faziletlidir. Eğer hem para, mal, hem güzellik, bu ikisi ona verilseydi, bu, adalete yakın bir iş olmazdı. Bunun benzeri şudur ki, bir padişah bir kimseye bir at, başka bir kimseye de bir köle verse, atı alan: Benim atım var! Padişah niçin köleyi bana vermedi de başkasına verdi? der. Bu, cehaletten ölürü söylenen bir sözdür. Bundan ötürüdür ki, Dâvud aleyhisselâm bir kez şöyle demişti: Ey büyük Rabbim! Hiç bir gece yoktur ki, Davud'un ailesinden birisi sabaha kadar namaz kılmamış olsun! Ve hiç bir gün yoktur ki, Davud'un ev halkından bir kişi oruç tutmamış olsun! O zaman Cenab-ı Hak'tan şöyle bir nida geldi: Ey Dâvud! Sana bu mertebe yardımım olmasaydı onlar bu mertebeye nasıl ererdi? Şimdi bir lâhza seni kendi haline bırakıyorum! Vaktâ ki, Dâvud aleyhisselâm kendi haline ve Allah'tan yardımsız bırakıldı. O, Öyle bir hala işledi ki, bütün ömrü boyunca onun hasret ve nedameti içinde kaldı.
Eyüb aleyhisselâm da Yüce Allah'a şöyle yalvardı: Ya Rab! Bulun bu belâyı benim üstüme musallat ettin! Ben, hiç bir zaman, kendi dileklerimi senin muradının üstünde görmedim! Eyüb aleyhisselâm böyle deyince ansızın gökte bir bulut belirdi. Ondan on bin biçimde sesler işitildi. O sesler söyle diyordu: Sen sabrı nereden buldun?. Eyyüb aleyhisselâm bir hatada bulunduğunu anladı, yerden bir parça kül aldı. Başına serptikten sonra: Ya Rabbi! dedi. Lütuf ve İhsan Senindir. Bundan sonra tevbe olsun ki, bu sözü söylemeyeceğim. Hak Teâlâ da şöyle buyurdu: "Eğer bizim fazlımız olmasaydı sizden hiç kimse kendisini temizleyemezdi bile. Nerde kaldı ki, başka işler yapsın!" (Nur Sûresi: 21) Bundan ötürüdür ki Resûlullah Efendimiz: Hiç bir kişi kendi ilmiyle kurtuluşa eremez! diye buyurmuştur. O zaman ashab-ı kiram: Siz de mi, yâ Resulullah! diye sordular. O da: Evet! buyurdu. Ben de kurtuluş bulamam! Ancak kurtuluşum Hak Teâlâ'nın rahmetiyle olur! Bundan ötürüdür ki, ashab-ı kiram'ın seçkinleri: Keşke toprak olsaydık! Yahut hiç olmasaydık! dediler. Sözün kısası; bunları bilen, her birinin korkusundan uçup dairesine uğramaz.
KUDRET, GÜZELLİK, SOY SOP BAKIMINDAN KENDİNİ BEĞENMEK TAM APTALLIKTIR
Ey salih kişi! Bazı kişilerin cehaleti öyle bir yere varmıştır ki, her şeyle kendilerini beğenirler. Halbuki onlar bunu kendi emekleriyle elde etmemişlerdir. Onların güçleri ile ilgisi yoktur. Bunlar da kuvvet, güzellik ve soy sop gibi şeylerdir. Bunlarla övünmek ve bunlardan dolayı kendini üstün, başkalarını hor ve hakîr görmek tam cahillik ve aptallıktır. Çünkü âlim ve âbid görünen bir kişi:
—ilmi ben kazandım, ibâdeti ben yaptım, dese o kişinin bir hali vardır ki, bu da yalnız cehalettir, bilgisizliktir. Kimi kimseler vardır ki, zalimlerin ve sultanların nesillerini beğenirler. Kendilerini onlara nisbet ederek bundan ucub duyarlar. Eğer onlar, cehennemde ne sıfatta olduklarım kıyametle kendileriyle düşmanlarının nasıl alay edeceklerini bilselerdi, onlardan ar edip nesepleriyle övünmez kendilerini beğenmezlerdi. Bilinmeli ki, Resul (S.A.V.) in nesebinden daha şerefli nesep yoktur. Bununla beraber:
- Ben Peygamber soyundanım! diyerek uçup göstermemiştir. Resul soyundan olan bazı kimselerin ucubu, öyle bir hal alır ki, kendilerine günahın ziyanı olmadığını sanırlar, ne dilerse onu yapmasının caiz olduğuna inanırlar. Ve şunu biraz olsun bilmezler ki, atalarına, dedelerine muhalefet ettikleri zaman onlarla nisbetleri, ilgileri, yakınlıktan kesilmiş olur. Resûlullah Efendimiz, neseple, soyla övünüp böbürlenmeyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Hepiniz Âdem soyundansınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır." Bilal-i Habeşî (Allah ondan razı olsun) ezan okuyordu. Kureyş kabilelerinin ulu kişileri:
— Bu kara kölenin ne kadar değeri vardır ki, bu dereceye ersin? dediler. O zaman Allahü Teâlâ'dan şu âyet-i kerîme indi:
"Sizin Allahü Teâlâ katında en kerîm olanınız, takva yolunda en ileride olanınıdır." (Hucurat Sûresi: 13)
Bu âyet-i kerîme nazil olduktan sonra Resûlullah Efendimiz'e şu âyet indi:
"Önce en yakınlarını korkut."


(Şuarâ Sûresi: 214)
Resul (S.A.V.), kızı Hazret-İ Fatımâ'ya, amcası Abdül Muttalib kızı Safiye Hatun'a, ayrı ayrı isimleriyle çağırarak söyle buyurdu:
"Ey Muhammed'in


kızı Falıma! Ey Abdül Muttalib'in kızı ve Resûlullah'ın halası Safiye! Kendiniz İçin amelde bulununuz. Ben Allah'ın huzurunda hiç bir şeyde sizin İçin faydalı olamam!" Eğer Resulullah Efendimîz'în yakınlarına akrabalığı yeterli olsaydı Fâtıma'yı takva ve ibâdet zahmetinden kurtarır, o da güzel yer, içer, İki dünya da onun olurdu. Gerçi bütün akrabaların şefaat ümid etmesi yerindedir. Lâkin kimi zaman olur ki, günâh, şefaat kabul etmez olur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın razı olduklarından başkasına


hiç kimse şefaatte bulunamaz." (Enbiyâ Sûresi: 2
Şefaat ümidi ile insanın kaygusuz gezmesi, hasla olan bir kişinin babasının hekim olmasına güvenerek perhiz etmeyip bulduğu her şeyi yemesine benzer. Böyle bir kimsede hastalık öyle hâle gelir ki, ilâç kabul etmez olur. Hastalık bu dereceyi bulunca da hekimin ustalığı fayda verme?, olur. Çünkü hastanın mizacı değişir. Doktor ona ilâç vermez, verse de ilâç bir fayda vermez hale gelir. Bir sultanın yanında bulunmak, onların mahremiyetini kazanmak"Her şeyde şefaat edebilirler." demek değildir. Öyle olur ki, sultanın düşman saydığı kişiye hiç bir kişinin şefaati makbul olmaz. Hiç bir günah da yoktur ki, Hak Teâlâ'nın gazabına sebep olmasın. Allahü Teâlâ kendi kızgınlıklarım günahlarda gizlemiştir. Kimi zaman olur ki, senin cezası az sandığın günah Yüce Allah'ın gazabına sebep olur. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'inde şöyle buyurmuştur:
"Siz, bir şeyin kolay olduğunu görürsünüz, ama o şey Hak Teâlâ'nın katında çok büyük, çok yücedir." (Nur Sûresi: 15)
Bütün Müslümanlar da şefaat umud ederler. Şefaat umudu İle akıllı kişilerin kalbinden korku giderilip uzaklaştırılmaz. Korku ile kendini beğenmişlik, ikisi bir yerde toplanmaz.
AMELE GÜVENMEMEK
Müslümanı, kusurlu gördüğü Müslüman kardeşi karşısında takınacağı tavırda itidal ve ölçüye davet eden İslâmî ölçülerden biri amele güvenmemektir. Kardeşini tenkidin muhalif mânâsı kendini kusursuz görmeyi, kendi amelinden emin olup ona güvenmeyi ifâde eder. Halbuki dinimizde amele güvenmek akıbetinden emin olmak büyük günahlardan sayılmıştır n72). Hz. Peygamber (a.s.j: "Hiç kimse yaptığı hayırlı amelleri ile cennete gidemiyecektir" buyurur. Ashâbtan birinin-. "Sen de mi, ey Allah Resulü?" diye sorması üzerine: "Evet, Allah fazlına ve rahmetine bandırmadığı takdirde ben de" cevabını verir fi73). Bir başka hadiste Resulullâh (s.a.s.) "Kişi vardır uzun zaman cennet ehlinin amelini işler, (hattâ cennetle kendi arasında bir zira kadar bir mesafe kalır en sonunda bütün amelleri cehennem ehlinin ameliyle hitam bulur , Kişi vardır uzun zaman cehennem ehlinin amelini işler. Hatta cehennemle kendi arasında bir zira kadar bir mesafe kalır, en sonunda bunun amelleri de cennet ehlinin ameliyle hitam bulur" ti buyurur.
Söylediğimiz hususta muknî ve canlı bir misâlî Hz. Resulullâh (asm) devrinden verebiliriz. Ashaptan (r.a.) bâzıları tarafından rivayet edilen bir hâdiseyi ehemmiyetine binâen aynen kaydedeceğiz, ibretle okuyup üzerinde düşünelim. Hadîsin Buhârî ve Müslim'de gelen iki farklı rivayetini birleştirerek sunuyoruz.
Ashâb'tan Ebu Hüreyre ve Sehl Ibnu Sa'd (Allah ikisinden de razı olsun) anlatıyorlar: "Biz, Resûlullah'la (a.s.m) birlikte Hayber Gazvesi'ne katılmıştık. Müslüman olarak askerler arasında yer alan (Kuzman adında) bir kişi için Hz.Peygamber (a.s.m): "Falan kişi cehennemliktir" buyurdu. Savaş başladığı zaman (Kuzman), herkesin dikkatini çekecek şekilde kahramanca vuruştu. Sağda solda gruptan ayrılmış olan kimseleri birer birer yakalayıp kılıçtan geçiriyordu. O kadar ki, cengâverliğini Resulullâh'a (a.s.m) anlattılar ve:
"Ey Allah'ın Resulü, bizden hiç kimse onun gösterdiği kahramanlık derecesine ulaşamadı" dediler. Resulullâh s.a.s.) yine.- "Fakat o cehennemliklerden!" buyurdu. Hz. Peygamber'in (a.s.) bu sözü neredeyse bâzılarınca tereddütle karşılanmıştı. (Hayretle ileri gidip meseleyi zihinde) büyütenlerden Huzâî Eksüm adında biri:
— " Öyle ise ben onun peşine takılıp ne yaptığını gözetleyeceğim" dedi.
Râvi Sehl İbnu Sa'd der ki: "Huzâî, Kuzman'ın peşinde harp sahasına çıktı. Her gittiği yerde onu takip ediyordu. Öyle ki, o nerede durdu ise bu da durdu.Nerede koştu ise bu da koştu. Nihayet, Kuzman ağır yaralandı. Yaranın acısına dayanamayarak bir an evvel ölmek için kılıcının sırtını yere koydu, keskin tarafını da iki memesi arasına dayıyarak var gücüyle kılıcının üzerine yüklendi. Kendisini bu şekilde öldürdü.
Bunun üzerine Huzâî Eksüm, Resûlullâh'a (a.s.) gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! şehâdet ederim ki, sen muhakkak Allah'ın peygamberisin" dedi. Resûllah (a.s.m.):
"Ne oldu bunu niye söylüyorsun"dedi. Huzâî anlattı:
— "Ya Resûlallah, az önce şu cehennemliklerden olduğunu haber verdiğim kişi (Kuzman) var ya, hakîkaten o, cehennemliklerdendir. Siz onun cehennemlik olduğunu söyleyince halk bunu kafalarında büyütüp (hayretle karşılamıştı). Ben de: "Bu adamı takip ve tarassut edeceğim" demiştim. Ve hakîkaten ardı sıra çıkıp onun her hareketini araştırdım. Nihayet bu adam ağır surette yaralandı ve bir an önce ölmek için kılıcının demirini yere, keskin ağzını iki memesi arasına koydu. Sonra kılıcının üstüne yüklendi ve bu suretle intihar etti."
Huzâi'nin bu sözleri üzerine Hz.Peygamber:
—"İnsanlardan bazıları vardır ki, halka görünüşe göre ehl-i cennete yaraşan hayırlı işler yaparlar. Halbuki onlar cehennemliktir. Yine insanlardan diğer bazısı vardır, halkın görüşüne göre cehennemliklere yaraşan kötü işler yaparlar. Halbuki onlar cennetliktir" buyurdu.
Bunu söyledikten sonra Resûlullâh (a.s.m.)) Bilâl'ı (r.a.) çağırarak: "Ey Bilâl! haydi şunu halka ilân et" emretti:
—"Cennete ancak mü'minler girer. (Bu müntehirin mücâdelesine gelince). Muhakkak ki, Allah, Îslâm Dinini (dilerse) facir bir kişi ile de te'yid edip kuvvetlendirir"
Yüce dinimizde "Hiçbir amele güvenmemek" "Her çeşit iyiliğin ve zaferleri sâdece Allah'tan bilmek", "Nefse kusur ve noksanlıktan başka bir şey tanımamak)" gibi temel prensipler varken kendimizi kusursuz, şahsî görüşlerimizi en doğru, en isabetli kabul edip bizim gibi düşünmeyenleri tenkîd ve ithamda aşırı gitmek büyük kusurdur. Hele falancanın cennetlik, filancanın cehennemlik olduğunu söylemek gibi aşırılıklar ise büsbütün hatâdır. Nitekim âlimler bu bâbtaki hadîsleri nazar-ı itibara alarak -Kur'an veya hadiste- nass vârid olmayan hiçbir kimse için: "Cennetlik" veya "cehennemde"dir diye kesin bir ifâdede bulunulamayacağına hükmetmişlerdir.


























































































 
Üst