Tevazu

mihrimah

Well-known member
TEVAZU


لَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلى مَا مَتَّعْنَا بِه اَزْوَاجًا مِنْهُمْ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنينَ

Hicr / 88. Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve müminlere alçak gönüllü ol.

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنينَ

Şûarâ / 215. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.

وَعِبَادُ الرَّحْمنِ الَّذينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا

Furkan / 63. Rahmân'ın(has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selam!" derler (geçerler);

وَلِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللّهِ عَلى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهيمَةِ الْاَنْعَامِ فَاِلهُكُمْ اِلهٌ وَاحِدٌ فَلَهُ اَسْلِمُوا وَبَشِّرِ الْمُخْبِتينَ

Hacc / 34. Biz, her ümmete -(Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlâhınız, bir tek İlah'tır. Öyle ise, O'na teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve mütevazi insanları müjdele!

اِنَّ الْمُسْلِمينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرينَ اللّهَ كَثيرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظيمًا

Ahzab / 35. Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
HADİS…
* İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri buyurdular ki: "Büyüklük benim ridamdır, azamet de benim izarımdır. Kim, bunlardan birinde benimle iddialaşmaya kalkarsa, onu cehenneme atarım."
* Ebu Sa'îdi'l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim Allah Teâla hazretlerinin rızası için bir derece tevazu izhar eder (alçak gönüllü) olursa, Allah, onu bu sebeple, bir derece yükseltir. Kim de Allah'a bir derece kibirde bulunursa, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır, böylece onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) atar."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Medine ehlinden bir cariye bile Resülullah aleyhissalatu vesselâm'ın elinden tutardı ve Aleyhissalatu vesselâm elini onun elinden çekmezdi de, cariye ihtiyacı için, O'nu Medine'nin istediği semtine çeker götürürdü. (Resülullah tevazu gösterir, itiraz etmezdi)."
PIRLANTA SERİSİ
Tevazû, bir haldir; insanın kendi içinde kendini yenmişliğinin ifadesi ve kibirden, çalımdan; gururdan vazgeçmenin adıdır. Öyle ya, insanın caka yapmaya, çalım satmaya ne hakkı vardır? Âriye bir Ôelbise’ ile çalım satılır mı? Allah, giydirdiği o âriye elbiseyi istediği zaman geri alabilir. Eğer O bize, “Üzerinizde Bana ait olan şeyleri şöyle bir tarafa ayırın da, kendinize ait şeylerle Bana bir tekmil verin” dese, herhalde O’na gösterebilecek hiçbir şeyimiz kalmayacaktır. Böyle bir soruya muhatap olsam, benim diyeceğim şudur: “Ya Rabbi, ben hiç oğlu hiçim. O kadar ki, hiçliğimi bile Sana ait bir şeyle ifade ediyorum; çünkü bunu söyleyen ben, Sana aidim ve kendi adıma hiçim.”
Tevazu, sürekli böyle bir idrak kuşağında yaşamanın bir diğer adıdır. Eğer insan bu idrak seviyesine ulaşamamış ve bunu varlığının bir buudu haline getirememişse, o takdirde, yer yer boynunu mütevazı bir kimseymiş gibi bükmesi, riyakârlıktan öte bir ma’nâ ifade etmez.
Kısaca, tevazu ve müsamaha, Peygamberlere ait iki sıfattır. Tevazuun zıddı kibir, çalım; müsamahanın zıddı ise yobazlık ve bağnazlıktır. Günümüzde yobazlığın en şiddetlisi, küfür ve ilhad cephesinde görülmektedir. Merhum Necip Fazıl, yobazlığı müslümanlara yamamak isteyenlere karşı tavır alır ve onu asıl sahiplerine iade ederek, “küfür yobazı” derdi.
Soru: Allah bu cemaate çok büyük hizmetler gördürüyor. Bu hizmetlerin büyüklüğü cemaat fertlerini gurura sevk edebiliyor; bazen de beklentilere itiyor. Bu aşamada nasıl düşünmemiz ve davranmamız gerektiği hususunda neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Öncelikle, bu cemaate şu hizmet çığrını açan zatın: “Biz o kudsîlere zemin hazırlıyoruz” ifadesiyle işaret buyurduğu hakikate, bu zaviyeden bakmak isabetli olur diye düşünüyorum. Bununla beraber burada başka bir hususun hatırlanması ve mes’eleye bu zaviyeden bakılması daha faydalı olacaktır. Bu ulvî dâvaya ve bu yüce mefkureye düğümlenmek, onu bugünkü ve yarınki haliyle nazar-ı itibara alıp en haşin, en sert, en mütemerrid, en müsamahasız, en imânsız insanların ruhlarına girip, anlatma derdiyle iki büklüm olup sancı çekmek... Evet, işte bu sancıdır ki, bizi alıp müsamaha iklimine götürecek, oradan mülayemete yükseltecek, oradan da afv u saffa, derken merhamete ve başkalarına ebedî bir kurtuluşu kazandırma adına en feyizli, en bereketli irşad ufkuna ulaştıracaktır.
Geçmişe dönüp baktığımızda göreceğiz ki, şimdiye kadar örmeye çalıştığımız bu kudsî dantelâda kullandığımız malzemenin hemen hepsi müsamaha, mülâyemet, afv ve merhametmiş... Ne var ki, bu malzemeleri biz, daha önceden plânlanmış bir mastır plânın parçaları olarak kullanma şeklinde değil de, hâdiselerin akışına göre bir yol takip etmiş ve bu günlere gelip ulaşmışız. Yani bütün hayatımızı çepeçevre kuşatan böyle bir hizmet düşüncesiyle, ihtimal farkına varmadan günümüz insanına ve gelecek nesillere mesajlar sunmuş ve onlara yürüdükleri yollarda ışık tutmuşuz. Şimdi, binlerce ağızdan çıkan, bu hizmete ait kudsî soluklar, maneviyat adına atmosferimizi öylesine sarıyor ki, gelen zararlı dalgalar kırılıyor ve şihaplar bir bir eriyip parçalanıyor. Tabii bunlar, bir filizin âheste âheste büyüyüp şekillenmesi gibi, fıtratın kanunlarına uygun bir şekilde oluyor. Ve zaman gelecek birbiriyle münasebeti olan bu parçaların birbirine eklenmesiyle bütünlük elde edilecek ve işte o zaman hayallerdeki umranlar kurulacaktır.
Evet; dün kendilerine ait vazifeyi ifa eden ilk çilekeşler, bugün o emaneti size devredip gittiler. Siz, bugünün mimarları ve fikir işçilerisiniz. İhtiyarınız olmaksızın, ruh yapılarınızın bir ölçüdeki evrenselliğiyle ve genel temayülleriniz neticesi ortaya çıkan aksiyonla, bir yandan bugünün ümranını kurarken, bir yandan da geleceğe uzanan köprünün ayaklarını hazırlıyorsunuz. Sizin arkanızdan gelen nesiller de sizden bu emaneti alıp bir başka noktaya götüreceklerdir. Tabii götürürken de, o köprünün ayaklarının kurulmuş olduğunu görecek ve “demek ki bunlar bu iş içinmiş” diyecekler. Tıpkı Sahabeye, Tâbiîne, Tebe-i Tâbiîne: “İçinizden Peygamberi gören var mı?” ve “ Peygamberi göreni gören var mı?”, “Peygamber’i göreni göreni gören var mı?” denilip de kapıların açılması gibi, siz de belli bir noktada yerinizi alacaksınız ve size de o kapılar -Allah’ın inayetiyle- açılacaktır.
Burada soru ile alâkalı olarak şu hususu bilhassa vurgulamak istiyorum: Bilemeyiz belki bu neslin ömrü uzun olabilir ve siz o misyonu geleceğe ait bütün yönüyle temsil edebilirsiniz. Ancak bütün bunlar, sizin bu genel temayülünüze ve içinizin enginliğine Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak gerçekleşecektir. Bu konuda bizim bir beklentiye girmemiz ve hareket tarzımızı da ona bina etmemiz tam mânâsıyla “ihlassızlık” olur. “Bunları ben yapıyorum, bunları ben ediyorum” gibi düşüncelerin ve ufak dahi olsa birtakım beklentilerin aklımızın köşesinden geçmesi, ileriye matuf büyük misyonla alâkalı yapacağımız o binanın bir yanını yıkar. Hatta bu beklentilerin zamanla ruhumuzda yaralar açabileceği, bizi bencilliğe, gurura sevk edebileceği de söz konusu olabilir. Vakıa, bazılarının hakkımızda hüsn-ü zanda bulunup bize bazı makamlar vermesi beklenebilir ama, bence hiçbir şahıs, nefsi adına böyle bir düşünceye girmemeli, hatta bunu hayalinden bile geçirmemelidir. Hayalinden geçtiği ân o yanlış bir adım atmış sayılır; dönüp tevbe etmezse, zamanla bu anlayış, istikrar kazanır ve onu da diğer yanlış adımlar takip eder ki, gün gelir, tam kazanma kuşağında baş aşağı gider ve bütün bütün kaybeder. Bu işin başındaki zat, bu hususta fevkalâde hassas hareket etmiş ve: “Bilmeyerek bana kitap okutturuldu.. bilmeyerek kitapları terk yoluna itildim.. bilmeyerek Kur’ân’a yöneldim.. bilmeyerek dinime hizmet ettirildim...” gibi ifadelerle durumun nezaketine parmak basmıştır.
Evet, neferlik bizim için bulunmaz Bursa kumaşıdır. En iyisi mi bir nefer, bir asker olarak hep Allah kapısında durmalı ve değişik beklentilere girmemeli. Vakıa, bazen bir nefere müşirlik vazifesi de gördürebilir ki, bu O’nun bileceği bir iştir ve bizi kat’iyen alâkadar etmez. Zaten Bedîüzzaman da öyle demiyor mu? “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ”; “Sen kendini racül-ü fâcir bilmelisin”; “Kendini bu iyiliklere, bu güzelliklere mazhar görme. Temessül etmediğinden, yani sen onları tam temsil edemediğinden dolayı mazhar değil memerr olabilirsin.” Suyun üzerindeki kabarcıklar güneşin aksini alıyorlar. Güneş olmasa neyi alacaklar? Öyleyse bütün güzellikler, o Güzeller Güzeli’ne mahsustur. Evet, bu mülâhazalar çok önemlidir. Allah (cc) size, bize ne kadar büyük vazifeler gördürürse, bizim de o nisbette tevazumuz artmalı ve beklentilerden, iddialardan uzak bir hâl almalıyız. Zira dünyada ve ahirette selâmette kalabilme, ancak kalp selâmetine vabestedir.
“Sanma ki ey hâce senden zer ü sim isterler.
Yevme lâ yenfau’da kalb-i selim isterler”
bu hakikata işaret eden ne güzel bir sözdür!
Evet, bu hakikat ruhumuza işlemeli. Bunun dışında ne şahsımız adına, ne de cemaat adına boyumuzu aşkın beklentiler içine girmeliyiz... Ve bir nefer olarak son nefesimizi böylesi düşünceler içinde teslim etmeye kilitlenmeliyiz.
SENİ HELAK EDERDİM
Menkıbeler de asla değil de fasla bakılır prensibinden yola çıkarak ifade etmek istiyorum: Hz. Musa'ya Cenab-ı Allah, "Bana mahlukatın en hakîrini bul, getir" diyor. O da çirkince bir kelp bulup tasmayı kafasına geçiriyor ve yola revan oluyor. Yolda nebî firasetiyle birden irkiliyor; tasmayı köpekten çıkarıp kendine takıyor ve öylece huzura geliyor. Cenab-ı Allah, "Ya Musa, önceki halde gelseydin seni helak ederdim" buyuruyor.

SONSUZ NUR...
Kerem ve Tevazûu
…Büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün emaresi ise tekebbürdür. Allah Rasûlü insanlar içinde en büyük insandır. Öyle ise tevazuu da öyle olmalıydı...
Mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan437, hendek kazımında herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan438, karşısına gelen ve mehabetinden dolayı sıtmalı gibi titreyen bir adama: “Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir insanım”439 diyen Allah Rasûlü hiç şüphesiz insanların en mütevazisiydi.
Meclislerde otururken, büyüklük alâmeti olarak, ayak ayak üstüne atıp öyle oturanlar, psikiyatrinin hangi dalında cinnetle bütünleşirler bilemem ama; onların ruhî yönlerinde ciddi bir eksiklik olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Allah Rasûlü herkes gibi oturur ve herkes gibi davranırdı. Evet, O’nun her hareketi belli bir edep dairesi içinde cereyan ederdi. O, büyüklüğünü, her zaman yüzünü yere koymak ve seccadede gerilmek suretiyle gösterirdi.
“Kim tevazu gösterirse Allah onu yüceltir. Kim kibirlenirse Allah onun burnunu yere sürter.”
Tevazu ve mahviyet insana iki kanat gibidir; onu yüceler yücesi bir âleme doğru pervaz ettirirler. Allah Rasûlü, tevazuu sayesinde aşılmazları aşmış ve ebedlere kadar insanlığın lideri olmuştur. Zaman ve mekanın dar buudlarını aşan bu mümtaz ve seçkin Lider’in karşısına insanlar, çok rahatlıkla çıkar ve söyleyeceklerini de rahatlıkla söylerlerdi. Çünkü kendisi de çok rahat bir insandı.
Kâdı Iyâz naklediyor: “Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak çekti ve O’na: Gel benim evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü’nün kolundan çekiyor, O da arkasına takılıp gidiyor.. derken Sahabe de onların arkasına düşüyor.. ve Allah Rasûlü gayet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor sonra geri dönüyor”. Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O’nun bu hareketi asla zillet de değildi. Zillet, O’nun rüyalarına bile girememişdi. Nasıl girer ki, O, küfür ve isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. Ve yukarıda da söylediğimiz gibi, O, insanların en şecaatlısıydı. Hz. Ali der ki: “Biz muharebe meydanında korktuğumuz zaman Allah Rasûlü’nün arkasına sığınır ve O’nunla korunurduk” . Hatta O’nun atmosferi, çevresindekilere emniyet ve güven verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde bir mahviyet gösteriyorsa, bu sadece O’nun tevazuundandır.
Fıtrîliği
Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Allah Rasûlü, tevazuunda da mutlak bir ölçü ve denge içindeydi. Evet O’nun bu sıfatı da bizlere “Muhammedü’r-Rasûlullah” dedirtir.
Bir hâkim, mahkemede ciddi olmalıdır. Bu vakardır. Ancak, aynı tavır evinde çocuklarına karşı kibir olur. Zira insan, hanesinde, hane halkından biri gibi davranmalıdır. Bunlar birer Kur’ânî düsturdur ve en güzel tatbikçisi de Allah Rasûlü’dür. Daha sonrakilerinki O’na imtisal ve O’nu taklittir.
Herkes O’nu büyüklerden daha büyük görebilir; fakat, O, şöyle demektedir: “Hiç kimse kendi ameliyle cennete giremez.” “Sen de mi?” diyenlere de: “Evet, Ben de. Eğer Allah (cc) rahmetiyle sarıp sarmalamazsa.”
Evet işte O, bu sözü söyleyecek kadar, tabiî ve fıtrî bir insandı. Kendisini insanlar arasında bir fert, ve bir parça olarak görüyor, sonra da davranışlarını bu anlayışa göre ayarlıyordu.
Birgün Hz. Ömer gelip, Allah Rasulü’nden Umre için izin istemişti. Umre için de O’ndan izin alınıyordu. Zira onlar, disiplin insanıydılar. Her işlerinde, her müşkillerinde Allah Rasulü’nün yanına koşar, iş ve müşkillerini hep O’na arzederlerdi. Evinde gelinlik kızı olan O’na gelir: “Ya Rasulallah, evimde gelinlik kızım var. Evlendirmek istediğin biri varsa emir buyur” der... Bir başkası, bahçesini vakfetmek istiyorsa gelir durumu evvela Allah Rasulü’ne arzeder. İtikafa girmek isteyen, sefere çıkmak murat eden hep Allah Rasulü’ne gelir ve O’ndan izin alırdı. İşte şimdi, Hz. Ömer de gelmiş, umre için izin istiyordu. Allah Rasulü, onun bu talebini geri çevirmediği gibi, Hz. Ömer’i hayatının sonuna kadar heyecanlandırıp coşduracak bir talepte de bulunacaktı: “Kardeşim, duana bizi de ortak et.” Bu münasebetle Hz. Ömer birgün şöyle diyecektir: “O gün dünyalar benim olsaydı, o kadar sevinmezdim.”
Tevazu ve Kulluk Buudu
O’ndaki bu tevazu ve mahviyet, fethettiği gönülleri bir daha fethediyordu. Bu fetihlerle O, ümmetinin elinden tutup, onları nurdan helezonlarla ma’nanın zirvelerine çıkarıyordu. Ömer, ilk hamlesiyle zaten alacağı mesafeyi almıştı. Ama Allah Rasûlü onları yukarılara ve daha yukarılara çıkarmak istiyordu. Ve öyle de yaptı.. bedevî bir toplumdan muallim ve mürşit bir cemaat meydana getirdi. O insanları zirvelere doğru yükseltirken, kendisi de amudî olarak yükseliyordu. Ne var ki O, katettiği merhalelerle doğru orantılı olarak sadece tevazu ve mahviyeti artıyor; nefsine bakan yönüyle ise, kendini kullardan bir kul görme hissiyle dolup taşıyordu.
Ahmed b. Hanbel, Ebu Hureyre’den rivayet ediyor:
“Allah Rasûlü, Cibril’le oturmuş sohbet ediyordu.. ve kimbilir kaç günden beri ağzına birşey koymamıştı. Cibril O’nun en sadık dostuydu. Zayıf bir rivayette Allah Rasulü’ne şöyle demişti: “Ben, Sen’den sonra, yeryüzüne ancak birkaç defa ineceğim” . Çünkü, Hz. Muhammed Aleyhisselam’sız bir dünya Cibril’e de hicran olur. (Nitekim, seneler var ki bu dünya bize de hicran olmuştur.) Ve, Cibril’e bu durumunu söyledi: “Günlerdir ağzıma birşey koymadım.” Birden gök gürültüsü gibi ses duyuldu. Bir melek iniyordu. (Taberanî onun İsrafil Aleyhisselam olduğunu söyler). Cibril, Efendimiz’e bu meleğin, dünyaya ilk defa indiğini haber verir. Melek Cenâb-ı Hakk’dan selam getirmiştir.. ve Allah (cc) sormaktadır: “Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Allah Rasulü, Cenâb-ı Hakk’dan gelen bu teklif karşısında tahayyürle Cibril’e bakar. (O, belli bir noktaya kadar Cibril’den marifet dersi alırdı. Hatta Miraçta, Efendimiz Cibril’in Cenâb-ı Hakk’a karşı olan kurbiyet tavrına hayran kalmıştı.. ve bunu bir münasebetle de zikrederler. Evet, Cenâb-ı Hakk’ı, Cibril gibi bir meleğin bilmesi ölçüsünde bilmek mümkün değildir.) Cibril Allah Rasulü’ne işaret eder ve şöyle der: “Ey Allah’ın Rasulü! Rabbine karşı mütevazi ol!”445
Zaten, bizzat Cenâb-ı Hakk da Kur’ân diliyle, Rasûlü’ne tevazuu emretmiyor mu: “Sana tâbi olan mü’minlere tevazu kanatlarını indirebildiğin kadar indir” (Şuara 26/215). gibi nice âyetler var Kur’ân’da.
Ve, Allah Rasûlü de aynı şeyi talep etti. “Kul bir peygamber olmayı isterim”
O kulluğu tercih edince, Allah (cc) da O’nun kulluğunu O’na baş tacı yaptı. Kur’ân O’nu birçok yerde hep kulluğu ile anlatır. Müslümanlar da şahadet getirirken, O’nun, Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahidlik ederler. Evet O, evvela Allah’ın kulu sonra da Rasûlü’dür. Kulluk risaletten önce gelir.
Herkes birilerinin kulu olabilir ve onlara ait bir tasmayı boynunda taşıyabilir. Hz. Muhammed (sav) ise evvel-ahir hep Allah’ın kulu ve kölesi olmuştur. O hayatının hiçbir devresinde, hiçbir safhasında başkasına boyun büküp bel kırmamıştır. Ubudiyet O’nun aslî vasıflarındandır.
O’nun bu mazhariyetine bir işaret olarak, minarelerde günde beş defa O’nun kulluğu dile getirilmekte ve bütün cihana karşı, risaletinin yanında kulluğu da ilan edilmektedir. Zira, yukarıda da arzettiğimiz gibi, O’nun kulluğu risaletinden evvel gelir.
O kuldur. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de O’nun kulluğunu nazara vererek: “Allah’ın kulu ve Rasûlü namaz kılmak için kalktığında, cinler O’nun ibadetini görmek için birbirine girercesine etrafında toplanıverdiler” (Cin, 72/19) der.
İster bu Allah Rasûlü’nün başına üşüşme işi cinlere, ister Mekke müşriklerine izafe edilmiş olsun, bizim için mühim olan, O’nun Kur’ân’da “Abdullah” ünvan-ı âlisiyle zikredilmiş olmasıdır.
Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu anlatan ve bu mevzuda şüphesi olanları muarazaya davet eden şu âyetinde de O’na yine “kul” denilmektedir:
“ Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırınız. Yapamazsanız -ki yapamayacaksınız- o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının” (Bakara, 2/23-24).
Yine Kur’ân-ı Kerîm, O’nu en çok yükseldiği nokta itibariyle ele alırken kulluğuyla ele alır:
“Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Doğrusu O, Semî’dir, Basîr’dir.” (İşitir ve görür) (İsra, 17/1)…
RİSALE…
Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifenfahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir. Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabûl etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir Sûrette kabûl etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir Sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gâyet ahmak, gâyet zâlimdir.
Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.
Hem deme ki: «Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.» Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.
TEVAZU GÖSTERMEK
Ben görüyorum ki: Kur'an-ı Hakîm'in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me'hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me'hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikatı beyan edeceğim. Şöyle ki:
Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki; vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ: Her ziyaretçi için tevazu' göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu' etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkeza... Demek bir insanın, vazifesi itibariyle bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyeti ile çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi, o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer, bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kabil-i te'lif olamıyor.
NE ZAMAN TEVAZU?
Bâzan tevâzu', küfran-ı ni'meti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikî'nin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: "Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazu kârane desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurane bir fahirdir.
İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir."
İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur'an-ı Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiş şualardır.
yani: "Kur'anın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'anın güzel hakikatları, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." Mâdem böyledir; hakaik-i Kur'anın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüb eden inayat-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
NİMETLERİ KETMETMEK
İ'lem Eyyühel-Aziz! Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kasdıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:
Her bir nimetin iki vechi vardır. Bir vechi insana aittir ki insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebeb olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikî'yi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.
İkinci vechi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'amını ifşa, esmasına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu, ancak birinci vecihle tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle manevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmundur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimaları var:
Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam "Ne kadar güzel oldun." dediğine karşı "Güzellik paltonundur." dediği zaman, tevazu ile tahdis-i nîmeti cem'etmiş olur.

NÜKTELER…
SABIR VE TEVAZU KAHRAMANI
İbrahim Edhem Hazretleri Horasan'dan başlayarak bütün İslâmi merkezleri gezer; mâneviyat büyüklerini görür, dersini alıp, istifadesini sâğlar. Hattâ Kûfe'ye de uğrar. İmamı A'zam Hazretleriyle de görüşür. Hazret-i İmam eski Belh Sultanının mânevi sahalarda katettiği mertebeleri hemen anlar ve kendisine, "Seyyidinâ" diye iltifatta bulunur. Neden seyyid olduğunu soranlara da: "Halka hizmet ettiğinden" diye cevap verir. Sultan olarak kendine hizmet ettirmeyi bırakıp, mâneviyat eri olarak hizmete başladığını ifade etmek ister.
Artık belde belde dolaşıp ikaz ve irşadlarda bulunan İbrahim bin Edhem, kimi yerde bir mâneviyat büyüğü olarak görünür, kimi yerde de bir hizmet eri, bir bağ, bostan bekçisi olarak vazife alır. Böylece tasavvufun icabı olan çeşitli meslekleri nefsinde yaşayıp, gereğini hissetmek ister.
Nitekim bir ara Belh'e doğru yol alırken uğradığı bir köyde kendisini bağ bekçisi tutarlar. O sırada yoldan geçen bir ham anlayışlı âdam; İbrahim'den üzüm ister: O da, bağ sahibinden isteyene üzüm vermek hususunda kendisine izin vermediğini söyleyince herif elindeki sopayla başına gözüne vurmaya başlar. İbrahim'in buna verdiği karşılık şudur. Vur, vur! Allah'a isyan edenin başına vur. Ben emanete riayet ettiğim için bana vuruyor, sen zulmediyorsun, ama kader, Allah'a isyan ettiğim için vurduruyor, adâlet ediyor. Onun için bu sopalar bana haktır, vur vurabildiğin kâdar...
Zâlim adam bu cevaptan hayrete düşüyor, kendine gelip tevbe, istiğfara başlıyor. Kendini açlığâ ve çeşitli mahrumiyete pek fazla alıştırıp tam bir nefis cihadı veren İbrahim bin Edhem bir arâ kendi ayarında bir tasavvuf eri olan dostu Şâkik-i Belhi'ye rast gelir ve onun yaşadığı mahrumiyeti merak ederken şöyle sorar:
Ey Şakik, nâsıl geçiniyorsun?.. Nasıl olacak, bildiğiniz gibi. Bulduğumuz zaman yiyoruz, bulmadığımız zaman ise sabrediyoruz! Belh'in köpekleri de öyle yapalar. Bulurlarsa yerler, bulamazlarsa sabırla beklerler. Ya sen nasıl yaşıyorsun ey İbrahim? Ben bulmazsam sabrediyorum, bulursam bulamayana veriyorum! :
Bu cevaba boynunu büken Şâkik-'i tecrübe etmiş olan İbrahim bin Edhem, onu kucaklar. "Benim sabır ve tevazu kahramanı kardeşim" diyerek iyi bir imtihan verdiğini imâ etmek ister.
BENİ BANA TANITMAN
Mâverdinin tevazu ve takvâsına dâir şu vak'ası, pek düşündürücüdür: Alım-satıma dâir yazdığı kitabı pek hoşuna gitmiş, kitabın sayfalarını karıştırırken içinden şöyle bir his geçmiştir: "Mâverdi, âferin sana. Böyle güzel bir kitabı ancak sen yazardın. Senin ilmi seviyene erişecek âlim yoktur zâten Bağdad'da." '
Mâverdî bu his içinde yeni kitabını incelerken ansızın çölden iki Arap gelir ve alışverişe dâir basit bir sual sorarlar. Gariptir ki, mes'elenin kitabını yazmış olan Mâverdî düşünür, taşınır, bu basit sualin cevabını hatırlayamaz, tatmin edici bilgi veremez:
Köylüler, "Buncâ şöhretin sahibi bir âlimin bu kadar basit bir sualin cevabını veremeyişi ne kadar da mânidardır," diyerek çıkıp giderler. Yolda rastladıkları mollalara sorarlar. Talebeler bir anda mes'elenin cevabını kesin şekilde verirler. Gelip hocaları Mâverdî'ye de bu cevabı anlatırlar. Mâverdi kendisinin veremediği cevabı talebelerinin verdiğini öğrenince ellerini açar. şöyle dua eder: "Allah'ım, beni bana hemen tanıttığın için sana ne kadar hamd ve şükürler etsem azdır."
MAKAMINIZDAN DÜŞMEMEYE DİKKAT EDİNİZ
Mevlânâ Câmi Hazretlerinin vaaz ve irşadlarından istifade ederek mânevi makamlarda yükselen müntesiplerinden bazıları hacca gitmek için şeyhlerinden izin isterler; Hazret de onlara istedikleri izni verir. Ancak "hacca gitmekle borcunuzdan kurtulursunuz, lâkin kibre girerek makamınızdan düşmemeye dikkat ediniz" şeklinde bir ikazda da bulunur.
Bundan pek bir Şey arılamayan o müridler cemaatı, grup halinde mukaddes topraklara giderler, tam gününde haclarını ifa edip dönerler. Artık kendilerinde bir sevinç, bir neş'e hissetmekte, "Biz önceki cahil kimseler değiliz, hacca gitmiş. Kâbe'yi ziyaret edip, Medine'yi görmüş insanlarız" diyerek farkında olmadankibir ve gurura bile girmektedirler.
Hattâ içlerinden biri, Mevlânâ Câmî Hazretlerine şöyle bir sual dahi sorar:
-Efendi Hazretleri, biz hacca gitmeden önce sizin başınızın üzerinde nûrdan bir halkanın dâima bulunduğunu, bir sarık gibi başınızın etrafındâ sarılı kaldığını görürdük. Hacdan dönünce o nûrdan eser kalmadığını anladık. Acaba biz gidince sizde bir düşüş mü vâki oldu? Mânevî mertebenizde bir sukut mu bahis mevzuu oldu? Hazret-i Câmi, tebessüm ederek cevap verir:
"Doğru söylersiniz, bir sukut ve düşüş gerçekten de oldu: Ama sukut ve düşüş, bende değil sizdedir. Çünkü sizler hacca gitmeden kendinizde bir kibir ve gurur hissi duymuyordunuz: Mütevazi ve mahcuptunuz. Bu tevazu ve ihlâsınızdan dolayı da Rabbim size bahsettiğiniz nûru gösteriyor, bunu görmeye sizi lâyık buluyordu. Hac dönüşünde ise siz hacı olduk diye kibre girdiniz, nûru da bundan dolayı göremez oldunuz. Kibri atar, eski ihlâsınıza yeniden kavuşursanız, o nûrun aynen eskisi gibi yerinde durduğunu görürsünüz."
Hacılar göz yaşları içinde tevbe, istiğfara başlarlar. Nitekim kısa zaman sonra da o nûrun bir sarık gibi Mevlânâ Câminin başında durduğunu yeniden görmeye başlarlar.
ÜSTAD BİZE ÇAY GETİRİYORDU
Onun bu nezaket ve tevazuunu hayranlıkla anlatan Refet Bey, l934 senesinde Isparta'da Ada Kahvesi denilen bir mahaldeki bağ içinde iki katlı bir evde bulundukları bir sırada cereyan eden başka bir hatırasını da şöyle anlatıyordu:
"Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur Risalelerini yazarak çoğaltıyorduk. Üstad da üst odada idi. Bir arap kapı tıkırdadı ve açıldı. Bir de ne görelim, Üstad Hazretleri elindeki bir çay tepsisinde iki bardak çayla içeri girdi. Biz heyecan ve mahcubiyetle; 'Aman Üstadım' diye fırlayıp elinden tepsiyi almak istedik, elini kaldırarak 'yo, yo ben size hizmet etmeye mecburum' dedi. Aman Yarabbi bir de mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazu, bu ne nezaket.... Ben bu nezaket ve tevazuyu ne Mekteb-i Âliyede, ne Mekteb-i Harbiyede, ne de ailemde hiçbir yerde g örmedim."
"Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?"
Bu sözleri söyleyen Refet Bey'in kendisi, Osmanlı terbiyesi görmüş bir İstanbul Efendisi idi.
"Kur'an hakikatlerinden okuyor ve yazıyorduk. Çok istifade ediyorduk. Bu istifademizi ifade için bir gün kendisine 'Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım ' dedik. O yine yüksek tevazuundan bize cevaben: 'Ben sizi bulmasaydım ne yapardım. Siz beni bulduğunuza bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim' diyordu."
İNSANI KURTARAN AMEL
Mevlânâ Câmi, bilhassa ihlâsla ilerlemiş, mânevî mevzularda mesafe kat'etmiştir. Bundan olacak ki, gösterişten çok rahatsız olur. bütün huzur ve rahatını tevazuda, ihlâsta bulurdu. O, insanı maddi ve ilmi kazancıyla değerlendirmezdi. Bütün mes'elesi; gönül ehli olmak, iyi niyet sahibi bulunmak, tevazu ve ihlâs içinde dini hayat yaşamaktı. Muhataplarında aradığı bunlardı.
Nitekim bir gün mânâ büyüklerinin oturduğu bir dâvet sofrasında biri dikkatini çekti. Adam henüz ruhen olgunlaşmamış olduğunu, her hâliyle belli ediyordu. Yemeğe başlarken yüksek ses ile bağırdı:-Tuz getirin! Yemeğe tuzla başlamak sünnettir.
Adamın kendisini göstermek için söylediği bu sözden rahatsız olan Mevlana, yavaşça cevap verdi:
-Hazret, ekmekte tuz vardır. Onu hatırlayarak yerseniz, sünneti yerine getirmiş olursunuz. Adam fazla ders almadı bu ikazdan. Az sonra birine bir ihtar verdi:
-Ekmeği tek elle koparıyorsun. Tek elle koparmak mekruhtur. Câmi Hazretleri bu hareketten de rahatsız oldu. Tekrar düzeltme yaptı:
-Sofrada başkasının eline, ağzına bakmak da mekruhtur. Hem de senin hatırlattığından fazla mekruh...
Adam birazcık ders alır gibi olup susmuştu. Ama kendini mutlaka göstermek istiyor. dikkatleri üzerine çekmek için konuşmaya devam niyeti taşıyordu. Nitekim az sonra yine başladı: -Yemek yerken konuşmak sünnettir! Mevlânâ Câmî yine ikaz etti: -Çok konuşmak ise, mekruhtur. Hatalı sözler sarf ettiğini anlayan adam, bundan sonra lüzumsuz konuşmayı da, sivri ve rahatsız edici sözlerle hatâ düzeltmeyi de terk etti. Mevlânâ şu sözleri sık sık söyler, tekrar ederdi:
-Bir kimse bütün ilimleri bilse yine garantisi olmaz. Çünkü insanı kurtaran ilim değil, ameldir, ihlâstır, tevazudur. Ameli, ihlâsı olmayan âlimin, ilmi kendisine fayda vermez, kurtulmasına vesile teşkil etmez.
HZ. NUH’DA VAR
Adamın birisi, bir kişiyi selden kurtarmış. “Nasıl kurtardığı” sual edildikçe, uzun uzadıya anlatıyormuş. Zamanla iş büyümüş, “bir insan selden nasıl kurtarılır?”ı çağırıldığı toplantılarda anlatır olmuş. Ardından konferanslar başlamış. Artık ücret karşılığında çağırılıyor, o da bu önemli meseleyi ders veriyormuş. Ve geçimini bu yolla tedarik eder hale gelmiş.
Vefat ettiğinde melekler, “sen dünyada ne iş yapardın, seni hangi meslek erbabının yanına gönderelim?” demişler. “Ben” demiş, “Dünyada konferans verirdim.”
Adamı konferansçıların yanına göndermişler. Nihayet bir gün konferans verme sırası ona da gelmiş. Konferansını vermek için kürsüye çıkınca yanına bir pir-i fani yaklaşmış, kulağına eğilmiş “evladım!” demiş. “Burası cennet. Doğrusu burada boğulan olmaz. Sen ise, selden adam kurtarmayı anlatacakmışsın. Bütün bunlara tamam ama, dikkat et, dinleyiciler arasında Hz. Nuh’da var.”
Bir çok insanın bir satırlık bilgisinin olmadığı nice mevzuda fikri var…ve insanlar düştükleri komik durumların farkına varmıyorlar.
Tevazu en güzeli….keşke herkesin kulağına eğilip “Hz. Nuh’da var” diyen birileri olsaydı.
KÜL DÖKÜLÜNCE
Rebi el Hayri Hazretleri, bir gün Kahire sokaklarında dolaşırken, bir pencereden kaza ile üzerine kül dökülmüş. İmam Şafi Hazretlerinin talebelerinden olan bu nezaket abidesi, bir kenara çekilip üzerini silkeledikten sonra yoluna devam etmiş.
-“Niçin kül dökenlere bir şey demediniz,” demişler. Gülümsemiş ve şöyle demiş:
-“Ateşe yanmaya layık bir günahkarın üzerine kül dökülürse , ne diyebilir ki?”

TEVAZU
Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:
-“İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin,” dedi. Müritlerden biri:
-“Efendim, sizde büyük bir ayıp var,” diye cevap verdi. Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütevazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
-Söyle, dedi, kardeşim, o ayıbım nedir? Talebe gözleri dolu dolu:
-“Bizim gibilerin size talebe olması,” dedi. Bu sözler gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece:
-Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım, diyebildi.
O BÜYÜK
Hz. Abbas’a: “Sen mi büyüksün, yo0ksa Hz. Peygamber mi?” diye sorulduğunda:
-O, benden büyük; ancak ben O’dan yaşlıyım” cevabını verdi.
TUŞLA GALİP
Yavuz Bülent Bakiler, Osman Yüksel Serdengeçti'ye:
- Ağabey, şu Serdengeçti dergisini yılda bir iki defa çıkartıp kapatacağınıza, her ay muntazaman çıkartsanız olmaz mı? diye sorar.
Serdengeçti:
- Ben sayı hesabıyla değil, tuşla galip geliyorum, der.
Meşhurdur, Necip Fazıl, treni kaçırır. Sorarlar:
- Ne o Üstad? Treni mi kaçırdın?
- Hayır! der. Kovdum, gitti.
Mağlubiyeti kabul etmezler. Yine Üstad'ın dediği gibi, "Hz. Muhammed'e ümmet olmanın en küçük payesi budur."
İnsanlar başarısızlığın, azimsizliğin, idealsizliğin adını tevazu koyunca, Allah'a dayanıp, "Yaparız inşallah!" diyemeyince, en küçük gayretleri ithama başlayıp, zanna mahkum etmeye çalışıyor.
Sünepelik başka, tevazu başka şeydir. Miskinlik, sefaleti saklayamaz.
KENDİNİ AŞMAK
Aziz Mahmut Hüdayî Hazretleri, kadılığı bırakarak dergâha gelmişti. Dergâh bir vesileydi maksat için...
Üftade Hazretleri'ne talebe olmuş ve bir müddet sırtındaki sırmalı kaftanla Bursa sokaklarında ciğer satmıştı. Daha sonra ona dergâhın tuvaletlerini temizleme vazifesi verildi.
Bir gün yine temizlik yaparken davul sesleri işitti. Kulak kabarttığında kendi yerine tayin edilen yeni Kadı'nın geldiğim ve halkın onu karşılamaya çıktığını anladı. Bir anlık dalgınlıkla:
- Biçare Mahmut! Sen böyle bir mesleği bıraktın, şimdi abdesthanelerde temizlik yapıyorsun, dîye düşündü.
Fakat, hemen kendini toparladı:
- Mahmut, sen Şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermiştin, dedi.
Nefsine haddini bildirmek niyetiyle elindeki süpürgeyi bıraktı. Taşlan sakalıyla süpürecekti. Tam o esnada Şeyhî Üftade Hazretleri kapıda belirdi:
- Evladım, dedi, sakal öyle şeyler için değildir. Sana bu İşi vermekteki maksadımız seni nefsinin elinden kurtarmak, önemli bir merhaleyi aştırmaktı. Sen bunda muvaffak oldun.
Onu alıp dergâha götürdü. Geçici kadılığı bırakmış, ama sultanlık kazanmıştı. O artık bir İrşad ufku idi.
Bazen, nefse hoş gelmeyen şeylerin arkasında hakiki ikramlar, hediyeler ve lütuflar saklıdır,
Sonsuzluk yolunda paye aramayanlar o lütuflara erer. O öyle bir noktadır ki, manevî bir şeye ermek niyetiyle yapanlar bile o noktada kaybeder. Hedef mürşid olmak değil, sadece Onun hoşnutluğu olmalıdır.
Keramet niyetiyle zikir çekenler ikrama eremez. Dış ve iç, maneviyat yolundaki engelleri, kirleri, sakalıyla temizleyecek kadar o kapıda sadakat gösterenler kazanır.
LİYAKAT VE CİDDİYET
Fatih Sultan Mehmet, on altı medrese, mektep, kütüphane, basım evi ve hastaneden oluşan eşsiz külliyesin! kendi kesesinden yaptırıp vakfeder. Daha sonraki giderleri karşılamak için de gelirleri külliyece ait olmak üzere dükkanlar, hanlar ve hamamlar yaptırır. Bir gün külliyede ders veren müderrisleri ziyarete gider. Sohbet esnasında:
- Muhterem üstadlar, şu medrese odalarından bir tanesi-ni bana tahsis büyürün da devlet işlerinden vakit buldukça buraya gelip, odama çekileyim ve ilmî incelemelerde bulunayım, der. Medresenin başı olan yaşlı müderris şu cevabı verir:
- Sultanım, medresede bir oda sahibi olmak için hiç değilse danişmendin (Doçent) ilmî payesini ihraz etmiş olmak gereklidir. Sizin böyle bir ilmî payeniz yoktur. Bu bakımdan size oda tahsis edemeyiz. Koca Sultan, hocasıyla konuşan bir talebe tevazuu ile sorar:
- Ustalarım, benim burada oda sahibi olmamın çaresi, yolu nedir?
- Sultanım, müderrisler heyeti huzurunda imtihan olunuz. Eğer sahip olduğunuz bilgiler bir danişmendin bilgisi kadar veya ondan üstün ise bir oda tahsis olunabilir, der aynı müderris ... Fatih, belirlenen günde müderrisler tarafından imtihan edilir, imtihanı başarır ve bir oda sahibi olur.
Bu, ilim erbabına hürmetten, işi ehline vermekten ve yapılan işi bütün ruhu ile ciddiye almaktandır. Padişah, vazifesinin basında padişah, padişahlık hukukunun dışındaki sahalarda sıradan bir vatandaştır. Keyfiliğin zerresi, başkaları ile kıyaslanırsa yüzde biri yoktur.
İMAM CAFER-İ SADIKTAN ÖRNEKLER
İmam-ı Cafer-i Sadık'ın büyük babası Hazret-i Ali, büyük annesi de Hazret-i Fatıma'dır. (r.a.) Durum böyle olunca onun sahip olduğu itibar ve makam her kula nasip değil elbette.
Zira soyu başka yere değil doğrudan doğruya Resûlüllah aleyhisselama varmakta, ahirzaman nebisine bağlanmaktadır.
İşte böyle aziz ve yüce seyyidler nesline dahil olan İmam Cafer-i Sadık'a bir gün meşhur veli Davud-u Tâi gelir ve şöyle ricada bulunur:
— Resûlüllah'in aziz torunu! Bana nasihat et. Nasihatınıza ihtiyaç hissetmekteyim bugünlerde. Hazret-i İmam'ın cevabı şöyle olur:
— Sen geçmişinde çok kötü alışkanlıkları olan biriydin. Ama öyle bir ilahî lutfa erdin ki, bunların hepsini de terkettin, tam ve temiz bir dinî hayata girdin, kısa zamanda da büyük inkişaflar gösterdin. Durum bu iken şimdi ben mi sana nasihat edeceğim? Yoksa sen mi bana nasihat etmelisin.

Davud-u Tâi
şaşırır, der ki:
— Siz Resûlüllah'm nesline dahilsiniz. Sizin hürmetinize kâinat yaratıldı, eflâk varlık dünyasına çıktı. Resûlüllah'ın torunlarına erişmek mümkün mü? Sizler seyyidlersiniz!
Tevazuda da eşsiz derecede bulunan Cafer-i Sadık Hazretleri şöyle cevap verir:
— Dedikleriniz doğrudur. Kâinat dedem hürmetine yaratılmıştır. Ancak benim bundan hissem ne? Büyük dedem bana kıyamette benim sünnetime neden tamı tamına uymadın, neden eksikli, noksanlı geldin buraya, derse ne cevap vereceğim? İnsan kıyamette soyuyla, sopuyla kıymet kazanamaz. Belki kendi ilmiyle, ameliyle değer kazanır. Benim ilim ve amelim ne ki?
Davud-u Tâi, Hazret-i İmam'ın huzurundan çıkar, çöle açılır, başlar feryadü figan edip ağlamaya:
— Ya Rabbi, der. Büyük dedesi Hazret-i Resul aleyhisselam, büyük annesi de Hazret-i Betûl (Fatıma) radıyallahü anha olmasına rağmen Cafer-i Sadık kendi ilmini, amelini esas alıyor, onu da asla kâfi bulmuyor... Durum böyle olunca ya ben kimim? Benim ilmim, amelim ne ki?. Ben bir seyyid neslinden de değilim!
Cafer-i Sadık Hazretleri bu sözleriyle büyük dedesinden naklettiği şu hadisle amel etmiş oluyor. Buyurmuş ki Kâinatın Efendisi:
— Ameli kendisini gerileteni, nesebi ilerletemez!
Evet, bir kişinin yaptığı işler, icra ettiği ameller kendisini geriletiyorsa, o bu gerileten amellerinin kurbanıdır, sorumlusudur. Nesebinin onu ilerletmesi mümkün olmaz. Soyu, sopu, babası, dedesi onu kurtaramaz. Zira ayette de Rabbimiz:
— Her insan kendi yaptığı amelinin tutsağıdır, rehinidir.
Nitekim bu gerçek, Hazret-i İmam'da o kadar yerleşmişti ki, büyük annesinin Hazret-i Fatıma, büyük dedesinin de Resûlüllah (s.a.v.) oluşundan dolayı bir gevşeklik duymaz, Kendini başkalarından asla üstün görmezdi.
Bir defasında kölelerini çağırmış, onlara şöyle demişti
— Geliniz, sizinle bir anlaşma yapalım. Kıyamette kim kurtulursa o diğerlerine şefaat etsin. Ne dersiniz? Şimdiden birbirimize söz verelim mi?..
Köleler mahcub ve mahzun. Dediler ki:
— Ey Resûlüllah'ın torunu, bizim şefaatımıza sizin ihtiyacınız yoktur. Bizim ise sizinkine ihtiyacımız vardır. -Dedeniz Muhammed aleyhisselam bütün ins ve cinne şefaat edecektir. Elbette sizi de en önde tutar.
Ak sakalından, nur yüzünden aşağı pırıl pınl gözyaşları döken imam şöyle cevap verdi:
— Ben bu halimle, bu amelimle dedemin yüzüne nasıl bakacağımı düşünüyorum, bir türlü cesaret edemiyorum onun yakınına sokulmaya...

ŞİİR...
Şaşarım o kimseye ki, kalıbıyla kibirlenir.
O ki, doğmadan önce fasid bir menidir.
Bugün hayatta güzeldir, fakat yarın ölünce,
Olur kabrinde murdar bir cife
Arkadaşımız vardır, muhalefet etmeğe Haris’tir.
Hatası pek çoktur, sevapları ise azdır.
İnatçılıkta pislik böceğinden beterdir,
Yürürken de kargadan daha kibirlidir.
Dedim ki “benzerim yoktur” deyip kibirlenene
“Niçin tevazu göstermezsin, bakarak çıktığın yere!”
Ey kibirli ki, olmaz Allah’a ram,
Biz balçıktanız, olsun sana selam.
Bu dünya hayatı boştur, fanidir,
Değil mi ki, ölüm var, herkes müsavidir.















































 
Üst