Recâ

mihrimah

Well-known member
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذينَ اَسْرَفُوا عَلى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحيمُ

Zümer/53. De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

يَا بَنِىَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَاَخيهِ وَلَا تاَيَْسُوا مِنْ رَوْحِ اللّهِ اِنَّهُ لَا يَايَْسُ مِنْ رَوْحِ اللّهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

Yusuf/87. Ey oğullarım! Gidin de Yusuf'u ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.

قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّه اِلَّا الضَّالُّونَ

Hicr/56. (İbrahim)dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?

اُولئِكَ الَّذينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ اِلى رَبِّهِمُ الْوَسيلَةَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا

İsra/57. Onların yalvardıkları bu varlıklar Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azaptır.

وَلَا تُفْسِدُوا فِىالْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا اِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَريبٌ مِنَ الْمُحْسِنينَ

Araf/56. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.

HADİS…
* Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: "Kendini nasıl buluyorsun?" "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum" diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da şu açıklamayı yaptı: "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."
* Hz. Berâ (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yatağına girdiğin zaman şu duayı oku: "Allahım nefsimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim, işlerimi sana emanet ettim sırtımı sana dayadım. Senin rahmetinden ümitvarım, gazabından da korkuyorum. Senin ikabına karşı, senden başka ne melce var, ne de kurtarıcı. İndirdiğin Kitab'a, gönderdiğin Peygamber (aleyhissalâtu uesselâm)'e imàn ettim" "Eğer bunu okuduğun gece ölecek olursan fıtrat üzere ölmüş olursun. Şayet sabaha erersen hayır bulursun."
* Ebu Rezîn anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Rabbimiz, sıkıntılı durumunun değişeceği zaman yakın olmasına rağmen kullarının ümitsizliğe düşmesine güldü." Ebu Rezin devamla der ki: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, hiç Rab Teâla güler mi?" "Evet" buyurdular. Ben de: "Öyleyse gülme vasfı bulunan bir Rabb'ten bize hayır eksik olmayacaktır!" dedim."
* Hz. Mu'az İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: "Bir gün, Resülullah aleyhissalâtu vesselam, bir namaz kılmış ve namazı çok uzatmıştı. Namazdan çıkınca biz: "Ey Allah'ın Resülü! Bugün namazı çok uzattınız!" dedik. Şu açıklamayı yaptılar: "Ben bugün, bir ümit ve korku namazı kıldım. Ben (namazda) aziz ve celil olan Allah'tan ümmetim için üç şey talep ettim. Allah bunlardan ikisini verdi, birini vermedi. Ben Allah'tan ümmetime, kendileri dışında bir düşman musallat etmemesini talep ettim, bu talebimi kabul etti. Allah'tan ümmetimi (eski ümmetler gibi) toptan suda boğarak helak etmemesini talep ettim. Allah bunu da kabul etti. Allah'tan ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını talep ettim, Allah bunu reddetti."
* Hz. Ali radıyallahu anh demiştir ki: "Tefekkür edilmeden yapılan kıraatte, (beklenen) hayır yoktur. Fıkıh olmayan ibadette (çok) hayır yoktur. Fakihlerin fakihi, halkı Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen ve Allah'ın mekrinden de emniyete salmayan ve insanları Kur'ân'dan başka şeye rağbete sevketmeyen kimsedir."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Size en hayırlınızın ve en şerlinizin kim olduğunu haber vermiyeyim mi?" buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler. Cemaat: "Evet, haber veriniz!" dedi. "En hayırlınız, kendisinden hayır umulan ve şerri dokunmayacağı hususunda emin olunandır; en şerliniz de kendisinden hayır ümit edilmeyen ve şerrinden de emin olunmayan kimsedir."
* Halid'in oğulları Habbe ve Sev radıyallahu anhüm anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm bir şey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. "Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular."
* Hz. Enes radıyallahu anh demiştir ki: "Cuma günü, (duaların kabul edileceği) ümit edilen saati, ikindi namazından sonra güneşin ufuktan kaybolması anına kadar arayın."
PIRLANTA SERİSİ…
Gelecek adına emellerle dopdolu olma ve arzu edilen şeylerin elde edilebileceği ümidiyle yaşama ma’nâlarına gelen recâ, sofilerce: “Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla meydana geleceğini ümit etme ve bekleme” şeklinde tarif edilmiştir. Bu itibarla, hasenât adına bir şeyi işleyip kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip hüsn-ü kabul göreceği mülâhazasıyla ümitlenmek birer recâdır.
Hata, günah ve seyyiatın şahsa yüklenmesi, hasenâtın ise, Allah’ın rahmetine atfedilmesi esasına dayanan recâ, sâlikin bir kısım yanlışlıkların, kötülüklerin ve yakışıksız şeylerin ağına düşmemesi, iyilikler ve güzelliklerle de şımarıp küstahlaşmaması için, istiğfar ve dua kanatlarıyla sürekli “seyr ilallah” ufkunda seyahatla şerlerden kaçınıp hayırlara sığınması; inâbe ve tazarru lisanıyla da devamlı “seyr maallah” ikliminde Hakk kapısının tokmağına dokunmasından ibaret sayılmıştır. Böyle bir denge kurulabildiği takdirde, ne havfta inkıta ve ye’s, ne de recâda gevşeklik ve şatahat olur.
Evet, günahlardan kaçınıp Allah’dan inâyet beklemek, yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek sadık bir recâ ve sadıkların recâsıdır. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Allah’ı kendi hesaplarıyla bir şeylere -estağfirullah- icbar ediyor gibi “buhbuha-i cennet” den dem vurmak yalancı bir recâ ve Hazret-i Rahmanü’r-Rahim’e karşı da bir saygısızlıktır.
Recâ, bir temennî değildir; temennî, herhangi bir tasavvur ve düşüncenin meydana gelmesi mevzuunda kat’iyyet bulunmayan, dolayısıyla da ümid va’detmeyen bir beklenti olmasına mukabil, recâ; matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizaza getirme yolunda peygamberâne bir basîret ve şuurla bütün iltica kapılarını zorlamanın ad ve ünvanıdır.
Bir diğer ifade ile recâ; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihata ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in rahmetin herşeyi aştığını (A’râf, 7/156); bir kudsî hadîsin de, ilâhî rahmetin her zaman gadabın önünde bulunduğunu ifade etmesi, zannediyorum, bu gerçeği hatırlatmaktadır. Şeytanların bile ümid ve ümniyeye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayd kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr ma’nâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.
Reca:
“Kerem kıl kesme Sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedalerden..”
M. Lütfi Efendi deyip kalben Kerim ü Vedûd’un cömertliği etrafında pervaz ederek O’na sığınma yollarını araştırmaktır. Rabbin mülâtefesi sayılan böyle bir mazhariyeti elde etmiş olanlar hiç tükenmeyen bir hazine bulmuş sayılırlar. Hele insan sahib olduğu şeylerin bütününü kaybettiği veya ona karşı her türlü musibet bendinin yıkıldığı veyahut hayra muvaffak olamamanın, şerden kurtulamamanın ızdırab ve inkisarını vicdanında duyduğu.. yani sebeplerin bitevî sükut edip her yolun “Müsebbibu’l-Esbâb”a döndüğü hengâmda, recâ, bir berk olur, burak olur.. onun yollarını aydınlatır ve onu, ulaşılması insan gücünü aşan ulaşılmazlara ulaştırır.
Gazze’de son dakikalarını yaşayan İmam-ı Şafiî’nin recâ adına şu son ve dolgun soluklarını kaydetmeden geçemeyeceğim:
“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım.. günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”
Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; ye’s çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-savurduğu hengamda da recâ seralarına sığınmak da ayrı bir yaklaşım keyfiyeti sayılabilir. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir...
Yahya b. Muaz’ın bu mülâhaza için bir tazarruunu kaydetmek istiyorum: “Allahım, çok defa günah ve hatalara bulaştığım zaman, ruhumda taşıdığım recâ, en mükemmel amellere iktiran eden recâdan daha güçlü görünüyor; zira ben arızalarla ma’lûl bir insanım; kat’iyen masun sayılamam.. günahlara bulaştığım zaman hiçbir iş ve amele değil, bilâ kayd u şart senin affına itimat ederim.. nasıl etmem ki, sen cömertlikle mevsufsun!”
Zaten çoklarınca recâ, Zât-ı Uluhiyyet hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir başka buudu sayılmıştır. Ve: "-Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun benim hakkımdaki zannına bağlıdır" mealiyle vereceğimiz kudsî hadis de bu mülâtefenin ifadesidir.
Ebu Sehl’i, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görür ve sorarlar: “Üstad bu yüksek payeyi nasıl elde ettiniz?” Ebu Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”
Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecelli etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir halinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insan yanlı olmaları itibariyle, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhîrî esbab açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir.
Havf u recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riayet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nurânî kanat olarak kullanmaktır.
HAVF-RECA DENGESİ
İmam-ı Gazalî’ye göre insanda, gençlik devresinde havf, yaşlılık döneminde de recâ duygusu ağırlıklı olmalıdır.
ÜMİT VE SEBAT
Soru: Bazı hâdiseler ümitsizliğe sebep oluyor. Ne tavsiye buyurursunuz?
Cevap: Hepimizin bast hali her zaman devam etmeyebilir. Birbirimize moral vermeliyiz. Ruh haleti müsaid olanlar diğerlerine anlatmalı. Bilhassa sadmelere ilk muhatap olanlar sarılabilir. Bunlar bizim elimizde olan şeyler değildir. Bedir’de galibiyet vardı. Aynı güçle Uhud’a gelindi, fakat mağlup olundu. Sonra Hendek’e müdafaya çekilindi. Efendimiz (sav), müşrikler dönüp giderken arkalarından, “Bundan sonra sıra bizde” buyurmuştu. Hâdiseler, “devr-i daimler” içinde sürüp gitmektedir. Önemli olan sebattır. Osman Gazi, başlangıçta tek bir köye sahipti ve etrafı tekfurlarla doluydu. Ama, o ölüm döşeğinde, Bursa da kuşatma altındaydı ve vasiyetine “Beni Bursa’ya gömün” diyordu. İstanbul surlarına kadar gelenler, “Burada ölünüyor, bırakıp gidelim” deselerdi, İstanbul fethedilemezdi. Düşünün ki, İstanbul 17 defa kuşatıldı. Vazifelerinin şuurunda olanlar geldiler, vazifelerini yaptılar ve gittiler.
KABZ U BAST İLE HAVF U RECA
Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde ifade edildiği gibi “Havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık, kabz u bast bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihai sınırda sırlı bir alış-veriştir. Havf u reca istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi, bir ümitlenme neşvesi ise kabz u bast hal-i hazır itibariyle kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin neşeyle atması veya kasvetle kasılması şeklinde de yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bast karıştırılabilir. Birisi insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri haldir ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına gelebilecek bir şeydir. Yolcuyu sürekli alakadar eden bir husustur.
DUYGULARDA İTİDAL
…Günümüzde havf-recâ hususunda yaşanan dengesizliklerden de söz etmek mümkündür. Mesela; halkı irşat konumunda olan insanların çoğu, sadece cenneti ya da cehennemi nazara verip; bu hususta insanları ya tamamen ye'se ya da aşırı bir güvene sevketmektedirler. Halbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da, bu amellerin, Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece ameliyle kurtulamayacağını düşünmesi de gerekir. Efendimiz (s.a.s) sahih bir hadislerinde: "Hiç kimse ameliyle kurtulamaz" buyurur. Sahabe Efendilerimiz: "Sen de mi ey Allah'ın Rasulü?" dediklerinde; "Evet. Allah'ın fazlı, bereketi olmazsa ben de kurtulamam' der. O halde insanın: "Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum.. o halde Allah bana ceza vermez" demesi, Allah'a karşı bir saygısızlık ve küstahlığın ifadesi; kendi nefsini yerden yere vurup: "Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim hiç bir hayır da yok. Nasıl olsa cehennemliğim, o halde boş yere uğraşıyoruz.." şeklinde bir mülâhazaya girip ümitsizliğe düşmesi de, ayrı bir saygısızlığın ve küstahlığın seslendirilmesidir.
ÜMİT
Büyük ve ciddî istihâleler arefesinde bulunuyoruz. Toplum sancı sancı üstüne kıvranıp duruyor ve yeni birşeyler doğurma eşiğinde... Yıllar yılı binbir paradoksla kendine has çizgiden uzaklaşmış yığınlar, gelecek hakkında oldukça endişeli ve ümitsiz. Yürekler dermansız.. zihinler fakir.. ilhamlar sevimsiz...
Ruh dünyası böylesine sarsık ve istikbâli iç içe kaos, canı dudağında perişan kitleler, dizlerine derman, yüreklerine fer bekliyorlar. Kendisinden hayat ve saadet umduğu havârisini, iman ve ümit mesajlarıyla karşısında bulması, onun için en hayatî bir mevzudur.
Ümit herşeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nisbetindedir. Bu itibarladır ki, sağlam inanç mahsulü çok şeyler, bazılarınca hârika zannedilmektedir. Aslında, ümit, azim ve kararlılık, iman dolu bir kalbe girince, beşerî normaller aşılmış olur. Bu seviyede gönül hayatına sahip olamayanlar ise bunu fevkalâdeden sayarlar.
Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikden asla söz edilemez.
Fert, ümitle varlığa erer; toplum onunla dirilir ve gelişme seyrine girer. Bu itibarla, ümidini yitirmiş bir fert var sayılamayacağı gibi, ümitden mahrum bir toplum da felç olmut demekdir.
Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibaretdir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudret-i Sonsuz’la münasebete geçer ve onunla herşeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşır. Bu sayede, zerre güneş; damla derya; parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu hâline gelir.
Âdem Nebi (as), semâsının karardığı, azminin kırıldığı ve canının dudağına geldiği bir devrede, ümitle silkindi, “Nefsime zulmetdim.” dedi ve dirildi. Şeytan ise, gönlünden akıtdığı ümitsizlik kan ve irini içinde bocaladı durdu ve nihayet boğuldu...
Her gönül eri ümitden bir meş’âle ile yola çıkmış, bununla tufanları göğüslemiş; fırtınalarla pençeleşmiş ve dalgalarla boğuşmuşdur. Kimisinde ümit bir Cûdî (1) tomurcuğu, kimisinde İrem bağları kimisinde de Medineleşen bir Yesrib (2) haline gelmişdir. Bu vâdide her ümit kahramanı, aynı zamanda Hakk katının azizi, halkın da bayrağı olmuşdur.
Ümit ve azimle coşan bir Berberî köle, Herkül sütunlarına yeni bir nâm getirmiş ve deniz aşırı ülkelerin efsanevî kahramanı olmuşdur. Ve, yine ümitle yıldırımlaşan genç bir serdar, çağlarla oynamış ve beşer tarihinde pek az insanın elde edebildiği yüceliklere ermişdir.
Bir de, herşeyin bittiği; milletin kaddinin büküldüğü, gururunun kırıldığı devrede, iman ve ümidin dâsitânî bir hâl alması vardır ki; inancın derecesine göre, onu elde eden, kâinata meydan okuyabilir; ellibin defa çarkı, düzeni bozulsa sarsılmadan yoluna devam eder; yoklukda, varlık cilvesi gösterip ölü ruhlara can olur.
Ümitle uzun yollar aşılır; ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlûb olanlar, pratikde de yenilmiş sayılırlar. Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü, yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel, onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüşdür. Ya kendilerine ümitle bağlanılıp sonradan onlarla beraber yeis bataklığına düşüp boğulanların hâli, o hepden yürekler acısıdır.
Aslında gerçeği bulamamış ve ona dilbeste olamamış kimselerin başka türlü olmaları da mümkün değildir. Makama, mansıba ümit bağlamış; servete, sâmâna gönül vermiş ve gelip geçici, yıkılıp gidici şeylerle avunup durmuş kimselerin, er geç hüsrana maruz kalacakları muhakkakdır.
Solmayan renge, sönmeyen ışığa, batmayan güneşe dilbeste olan bir ruhdur ki; gecesi sabah aydınlığında, gündüzü cennet bahçeleri gibi rengârenkdir. Böylelerinin, karanlık bilmeyen ufuklarında güneşler kol gezer ve değişen mevsimler, farklı manzaraların büyüleyici meşherleri gibi birbirini takib eder durur. Veyahut herbiri bir ulu ağaç gibi, semaya doğru ser çekmiş ve kök kök üstüne zeminin derinliklerine inmişdir ki; ne karın, dolunun şiddeti, ne de tipinin, boranın yakıp kavuruculuğu onları müteessir etmez. Sonsuza bağlanmış ve ümitle dolu bu gönüller, bahar demez, yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kâmetden bekleneni yerine getirirler.
Bizler topyekün bir millet olarak, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan yol göstericilere; ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyaç içindeyiz. Hevesle yola çıkıp hevâlarına göre aradıklarını bulamayınca, ya ümitsizliğe düşmüş veya Yaradan’la cedelleşmeye girişmiş olanlara gelince; onlar bizden, biz de onlardan fersah fersah uzak bulunmakdayız. Mâmâfih, feleğin geniş dairedeki çark-ı çemberi, hiçbir zaman, yerdeki bu sefillerin kokmuş felsefelerine ve bozuk hendeselerine göre cereyan etmeyecekdir..!
Binbir ümit tomurcuğunun tebessüm ettiği ve binbir tohumun, toprağın altında kara düşecek cemreyi beklediği şu günlerde, ümitden mahrum gönüllere ümit dileklerimizle...
SENİ ALNINDAN ÖPÜYOR
Bekir Berk anlatıyor: Hür Adam Gazetesinde bir yazı çıkıyor. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hatta Üstad'in bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyor. Bekir Berk hemen bir yazı yazıyor ve gazeteye gönderiyor. Yayınlanan yazıda Üstad'in hiçbir zaman yeise düşmediğini ifade ediyor. O gece bir rüya görüyor. Kendisi bir yolun kenarında bekliyor. Uzaktan bir fayton geliyor ve yanında duruyor. Faytondan Üstada uzanıyor, onun omuzlarını kavrıyor ve alnından öpüyor. Tam bu sırada telefon çalıyor ve uyanıyor. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırıyor. Telefonun öbür ucunda Sungur Ağabey diyor ki: "Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!"
RİSALE…
Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkîde istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustada durduran ve tevlaf eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
1. Ye'sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.
2. Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
3. Adavete muhabbet.
4. Ehl-i îmanı birbirine bağlayan nûranî rabıtaları bilmemek.
5. Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
6. Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı. dehşetli hastalığın ilacını da, bir tıb fakültesi hükmûnde hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur'aniyeden ders aldığım "altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.
BİRİNCİ KELİME: "El-emel," yani, rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümit beslemek.
Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslam cemaati, müjde veriyorum ki, şimdiki alem-i İslamın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslamın terakkîsi, onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek Name=HAŞİYE; HotwordStyle=BookDefauderecede kanaat-i katiyemle derim:
İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak; ve hakim, hakaik-ı Kur'aniye ve îmaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:
İslamiyet hakaikı hem manen, hem maddeten terakkî etmeye kahil ve mükemmel bir istidadı var…
…Evet, şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakîki marifet ve medeniyetin mehasini bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz manileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakîkat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.
Evet, meşhurdur ki, "En katî fazîlet odur ki, düşmanları dahi o fazîletin tasdikine şehadet etsin."
İşte Amerika ve Avrupa'nın zeka tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dahî muhakkikleri mahsülat vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:
Avrupa ve Amerika İslamiyetle hamiledir; günün birinde bir İslamî devlet doğuracak. Nası1 ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup, bir Avrupa devleti doğurdu.
Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki alem-i İslam camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt'alarında hakîki ve manevî hakim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslamiyettir ve İslamiyete inkılap etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakîki dînidir ki, Kur'an'a tabî olur, ittifak ederler.
DÖRT ÇEŞİT HASTALIK
Şu hatime, dört çeşit hastalıkları beyan eder ve tedavi çarelerini gösterir.
Birinci hastalık: "Yeis"tir.
Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh, a'mâle muvaffak olamayanlar, ye'se düşmemek için şu âyete müracaat etsin.
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذينَ اَسْرَفُوا عَلى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحيمُ
Zümer/53. De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
YEİS
Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis, en dehşetli bir hastalıktır la, alem-i İslamın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi; Garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, Şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkar ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlakımızı öldürmüş, menfaat-i umûmìyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış; az bir kuvvetle, îmandan gelen kuvve-i maneviye ile, şarktan garba kadar istila ettiğì halde; o kuvve-i maneviye-i harika me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeis ile, başkasının lakaydlığını ve fütûrunu kendi tenbelliğine özür zanneder, "Neme lazım," der, "herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i îmaniyeyi terk edip, hizmet-i İslamiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp, öldüreceğiz, Name=22; HotwordStyle=BookDefault; kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız, Name=23; HotwordStyle=BookDefault; hadîsinin hakîkatiyle belini kıracağız, inşaallah.

Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalata mani ve Name=24; HotwordStyle=BookDefault; hakîkatine muhaliftir.
Korkak, aşağı ve acizlerin şe'nidir, bahaneleridir; şehamet-i İslamiyenin şe'ni değildir. Husûsan Arap gibi, nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Alem-i İslam milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah yine Araplar ye'si bırakıp, İslamiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakîki bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip, Kur'an'ın bayrağını dünyanın her tarafında îlan edeceklerdir.
TEFSİR…
وَلَا تُفْسِدُوا فِىالْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا اِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَريبٌ مِنَ الْمُحْسِنينَ
Araf/56. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.
Kısaca yalvararak ve gizleyerek dua ediniz, haddi aşmayınız, ve yeryüzünde ıslahından sonra fesat çıkarmayınız. Allah Teâlâ yeri yaratıp nizamına koymuş, faydalarınıza ve iyiliğinize uygun bir şekle sokmuş.
"Doğrusu biz yeryüzünde sizi yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik." ve "Sizin için yeryüzünde belirli bir zamana kadar yerleşme ve geçim imkânı vardır." (Bakara, 2/36) âyetlerinin delaletince sizi onun üzerinde yerleştirmiş ve kudret vermiş, bir vakte kadar onu size karargâh, geçim ve faydalanmanız için bir yer yapmış, fayda ve zararınızı onun düzelme ve bozulmasına bağlamış ve bundan sonra sizi bunun ıslah ve ifsadından sorumlu tutmuş. Şu halde siz isteyeceğinizi emri dairesinde Allah'tan isteyiniz de yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde düşmanlık etmekle fesat çıkarmayınız, şirk ve isyana, azgınlık ve düşmanlığa sapmayınız. İstek hedefiniz, şirk değil tevhid, küfür değil iman, isyan değil itaat, ihtilal değil intizam, zulüm değil adalet, yıkma değil yapma, kısaca bozmak değil yapmak, fesat değil iyilik olsun. İnsan muhtaç olduğu her hangi bir şeyin, bir lokma ekmeğin, bir yudum suyun yokluğundaki fecaati düşünmeli, bastığı yerin nizamı bozulup çalkalanmaya başlamasındaki dehşetin şiddetini hesap etmeli de her çeşit bozgunculuktan sakınmalı, daha iyisini yapamayacağı hiç bir şeyi bozmamalı ve her nede tasarruf ederse bir iyilik fikri ile tasarruf etmeli, faydasız yere bir dânenin bile bozulma ve yok olmasından sakınmalıdır.
Böyle yapınız ve hem korku, hem ümid halinde Rabbinize dua ediniz. Korku halinde ümidi, ümit halinde korkuyu bırakmayarak, daima ikisinin denklik noktasını gözeterek dua etmelidir. Çünkü Allah hem celâl sahibi, hem ikram sahibidir. Âlemde Allah'ın emri altında gece ve gündüz nasıl birbirleriyle yarış ederek gidiyorlarsa, korku ve ümid de öyledir. Bu iki ruh haleti insanın manevî yolda ilerlemesi (seyr ü sülûkü)nde iki kanat gibidir. Her hangisi atılsa insan yaralı bir kuş gibi uçmaktan mahrum kalır. Kalb ancak bunların karşılıklı çarpışmasındaki uygunluk ve denklikten doğrudan doğruya Hak yüzüne bakan bir yön alır. Duanın güzelliği de, kalbin bu istikametiyledir. Böyle dua edenler, duada ihsan mertebesine ermiş muhsin (iyilik sever)lerden olurlar. Şüphesiz ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti yakındır. Hiç bir hususta Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Duada iyilik edenlerin de dualarını kabul eder, yakında muratlarına erdirir…
يَا بَنِىَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَاَخيهِ وَلَا تاَيَْسُوا مِنْ رَوْحِ اللّهِ اِنَّهُ لَا يَايَْسُ مِنْ رَوْحِ اللّهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
Yusuf/87. Ey oğullarım! Gidin de Yusuf'u ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.
Ve dedi ki: Ey oğullarım! gidiniz, Yusuf'u ve kardeşini iyice araştırınız, tehassüs ediniz, onlardan bir haber edinmek için bütün duyularınızı, hislerinizi kullanınız. Yani elinizle yoklayınız, gözünüzle dikkat ediniz, sağa sola sorunuz, öğreniniz, var gücünüzle bilgi toplayınız.
Çok dikkat çekicidir ki, "Ben buradan ayrılmam" diyen ve orada kalan büyük kardeşlerinden hiç söz etmemektedir. Çünkü o kendi isteğiyle kalmıştır ve yeri bellidir. Yusuf ve Bünyamin ise çaresiz kalıp ayrı düşmüşlerdi. Yusuf bir yitik, Bünyamin ise bir tutuklu idi. Bunların ölmüş olduklarına dair bir bilgi yoktu. Gerçi "Yusuf'u kurt yedi" diye kanlı bir gömlek getirmişlerdi, fakat bu yalandı ve onların yalan söyledikleri Yakup tarafından anlaşılmıştı da: "Bu kötülüğe sizi kendi nefsiniz sürükledi" demişti. Zira gömleği parçalamadan bir kimseyi kurt yemiş olamazdı. Nitekim o zaman Yakub'un "Bu ne kadar iyi kalbli bir kurtmuş, gömleği bile parçalamamış" dediği de rivayetler arasındadır. Babası ve büyük kardeşleri bile hayatta olan Yusuf henüz inkırazı akran olacak ileri yaşlarda da değildi. Binaenaleyh ne açık, ne de kapalı bir şekilde Yusuf'un ölmüş olduğuna delil olabilecek bir şey mevcut değildi; onun ölümüne hükmetmek için ortada hiçbir ciddi sebep yoktu. Halbuki öldükleri bilinmeyen kimselerin aranması ve bulunup onlara gerekli yardımın yapılması bir görev, bir vecibe teşkil ediyordu. Anlaşılıyor ki, Yusuf hakkında iyi bir araştırma yaptıramaması ve bu vecibenin yerine getirilmesine imkan bulamaması, Yakub'u en çok üzen ve yüreğini dağlayan ayrı bir ukde idi. Bünyamin'in tutuklanması yüzünden bir takip ve araştırmanın lüzumu yeniden gündeme gelmişti. Bu kerre yeni bir vesile doğmuştu. Onun için ikisinin de araştırılmasını emretmiş ve bu vazifenin ümitsizce, baştan savma bir şekilde değil, ümitle ve istekle yapılması gerektiği yolunda onların maneviyatlarını ve morallerini güçlendirmek için demiştir ki:
Ve Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Yani, Allah'ın, sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırtıp ferah verecek yardımından, lütuf ve rahmetinden ye'se düşmeyiniz. Çünkü Allah'ın yardımından kâfirlerden başkası ümit kesmez. Olsa olsa onlar ümitsizliğe düşerler.
Bundan dolayı Yusuf ve Bünyamin de kim bilir nasıl bir acı içinde ümitle bekleyip duruyorlar. Onun için "Yusuf artık bulunur mu?" demeyiniz de Allah'ın rahmeti ve yardımı ile onları ümitle ve istekle arayıp bulmaya çalışınız. İnşallah bulursunuz ve hayırlı bir haberle döner gelirsiniz…
NÜKTELER…
SARHOŞ VE MÜEZZİN
Sarhoş’un biri, şarabın tesiriyle bir camiye girer ve dua etmeye başlar:
- Yarabbi! Beni Cennetine koy, bana köşklerini ver, bana Kevseri ver, bana hürcülerine ver...
Bu yakarmaları işiten müezzin, sarhoşun yakasından tutarak:
- Ey akıldan, dinden gafil, senin camide işin ne? Sen ne yaptın ki, Allah'tan hem de bu sarhoş halinle diliyorsun? Hiç yakışıyor mu?
Sarhoş bu sözleri işitince başlar ağlamaya ve:
- Müezzin efendi, müezzin efendi... ben sarhoşum, yakamdan elini çek, bana ilişme, dokunma bana, incitme beni, kırma kalbimi. Unutma, bilmiyorsan bil. Cenab-i Hakk’ın rahmetinden lütfundan günahkar kullarda ümitlenir. Benim sana sözüm yok, ben senden mi istiyorum. Tevbe kapısı açıktır. En büyük yardımcı Allah'dir. O öyle lütuf sahibidir ki, O'nun lutfunun, rahmetinin büyüklüğü yanında kendi günahımı büyük görmeye utanıyor, günahıma büyüklük veremiyorum.
YEİSE SEBEB YOK…
Bir defasında, Muhammed Emin Erbili Hazretlerinin bir talebesi, kusurlarını ve yaptığı ibadetlerinin eksiklik ve noksanlıklarını düşünerek , Allah’ın rızasına kavuşamayacağına üzülüyordu. Neredeyse, bu hususta ye’se düşmek üzereydi ki, bu hali keşfeden hazret:
- Senin bu halin nedir? Allahu Teala, Hz. Hamza’yı şehid eden kimseyi bile affetti, ona hidayet lütfetti. Korkma, seni de affeder, buyurarak onu rahatlattı. Yeisten kurtardı.
HZ. ÖMER’İN RECASI
Hz. Ömer hutbe irad ediyor. “Adn cennetlerinde bir köşk vardır. Onun beş yüz kapısı vardır. Her kapıda beş yüz bin huri vardır.bu köşke ancak peygamber olanlar girebilir,” diyor. Ve tam karşısında bulunan Merkad-ı Şerif, gözünü ve hayalini dolduruyor. Maddesiyle, ruhuyla orada hazır ve nazır olduğuna inandığı Zat-ı Şerif’e karşı titreyen ayakları üzerinde duruyor, selamını çakıyor ve:
-“Ey bu kabrin sahibi ne mutlu sana, müjdeler olsun” diyor ve devam ediyor:
- “Veya Sıdık olan girebilir” diyor ve sıdıkları hatırlıyor. Bu sefer Ebu Bekir’in kabrine dönüp o sadık dosta selam çakıyor ve “ne mutlu sana, müjdeler olsun!” diyor. Ve devam ediyor:
- “Veya bir şehid girebilir” diyor. Bu sefer kendisini düşünüyor, kendisine bakıyor ve işte o zaman bitiyor: “Nerede sen nerede böyle şahadet ki” diyor. Derken birden sonsuz Rahmeti hatırlıyor ve muvazeneyi kuruyor:
“Beni Müslüman yapan ve Mekke’den Medine’ye hicret ettiren Hz. Allah(c.c.) bunu da nasib eder” diyor…
ALLAH’IN MEKRİNDEN YİNE ALLAH’IN RAHMETİNE SIĞINIRIZ
Rivayette vardır ki, İblis ateş alevinden yaratılmış ruhani bir şahıs olup, yedi yüz yetmiş beş bin sene fütur getirmeden ve gevşeklik göstermeden Yüce Allah’a(c.c.) ibadet etmişti. İtaat ve ibadette o kadar ileriye gitmişti ki;
Dünya semasında âbid (çok ibadet eden) olarak,
İkinci kat semada râki (çok ruku yapan) olarak,
Üçüncü kat semada sâcid (çok secde eden) olarak,
Dördüncü kat semada hâşi (çok saygılı) olarak,
Beşinci kat semada kânit (çok itaatkar) olarak,
Altıncı kat semada müctehid (çok gayretli) olarak,
Yedinci kat semada zâhid (masivayı terk eden ve sadece Yüce Allah’ı (c.c.) arzulayan) olarak anılıyordu. Emri altında yetmiş bin melek vardı. Yeşil zümrütten kanada sahipti. Cennette Rıdvan meleğiyle birlikte bin sene kaldı. Duası müstecap olanlardandı. Bir gün Cenab-ı Hak tarafından yazılmış şu ibareyi gördü:
- “Bütün kullarım içinden bana çok yakın görünen birisi var ki, ben ona bir şey emredeceğim. O ise onu yapmayacak ve emrimi yerine getirmeyecek. Ben de onu kapımdan kovacak ve bütün ibadetlerini etrafa saçılmış toz zerreleri haline getireceğim. Senelerce yaptığı ibadet ve itaatlerin, hayır ve hasenatın en küçük bir karşılığını göremeyecek”
İblis bu mealdeki ibareyi görünce aklı Allah’a (c.c.) isyan etmeyi bir türlü kabul etmediğinden dedi ki:
- “Ya Rabbi! Bana izin ver de, o kimseye lanet okuyayım ve beddua yapayım”
Kendisine izin verildi. O da Cenab-ı Hakk’ın emrine isyan edecek olan o kula (ki bu kul İblis’in kendisi olacaktır) bin sene lanet okudu. Ne zaman ki, Cenab-ı Hak meleklere Hz. Âdem’e (a.s.) inkıyad secdesi etmelerini ve onu üstün tanımalarını emretti. İblis’in de aralarında bulunduğu bütün melekler secde emrini itirazsız, tereddütsüz, kemal-i itaat ve tam iştiyakla yerine getirdiler. Fakat o zamana kadar binlerce sene abid ve zahid olarak görünen İblis, Hz. Adem (a.s.)’e secde etmeyi kibir ve gururuna yediremediğinden; daha doğrusu emre itaatteki inceliği kavrayamadığından ve gerçek kulluğun manasını idrak edip de onu bütün duygularıyla hazmedemediğinden; secde ve inkıyad emrini içine, özellikle aklına sindiremedi ve bu emre isyan etti. Cenab-ı Hak (c.c.) onu rahmet kapısından ebediyen kovdu ve o güne kadar yaptığı bütün hasenatını boşa çıkardı.
İblis’in ibadet, mücahede ve riyazat olarak bunca meşakkatlere ve zorluklara katlanmasına rağmen; samimi olmadığından ötürü Yüce Allah’ın (c.c.) ilminde şaki olarak yerini aldığını ve yüce Rahmetten kovulduğunu duyan ve gören Hz. Cebrail ile Mikail (a.s.) uzun bir müddet ağlayıp durdular. Vakitleri hep ağlamakla geçiyordu. Yüce Allah her ikisine de bu kadar ağlayışlarının sebebini (kendisi daha iyi bildiği halde) sorunca; onlar şöyle dediler:
- “Ey Rabbimiz! Sen’in mekrini şimdi daha iyi anladık. Sen’in mekrin bize de ulaşıp, İblis’in başına gelenlerin bizim de başımıza gelmesi korkusundan ötürü ağlıyoruz. Ya biz de göründüğümüz gibi Sen’in ilminde de böyle değilsek; halimiz nice olur”
Yüce Allah da onlara şöyle ferman etti:
- “İşte hep böyle olun da, mekrimden hiçbir zaman emin olmayın”
Bu hadise bizi ümitsizliğe sevketmemeli. Aksine bir taraftan Mekr-i İlahiden korkmaya, diğer taraftan da Rahmet-i İlahiyeyi reca etmeye ve O’ndan ümitvar olmaya sevketmeli…
ÜMİT
Yıkıldığın döküldüğün ümitlerin kırıldığı bütün kapıların kapandığı anda mevlaya teveccüh edecek ondan bekleyeceksin. Kapanmış kapılarını O açacaktır. Ümitsizliğini ümide O kalbedecektir. Bütün sana korku ve dehşet veren şeylerin, hadiseleri güler hale tebessüm eder hale o getirecektir. Cenabı Hakk kabirden daha karanlık gecemizi gündüz etsin inşallahu taala.
Mümin işinin bittiği üstesinden kalkamayacağı hadiselerle karşı karşıya kaldığı, yıkıldığı, döküldüğü anda korktuğu haşyet ve saygı dolu bir kalbe sahip bulunduğu anda mevlaya teveccüh edecek. Ona teveccüh edecek. Başka kapı bilemediği ve bulamadığı için ona teveccüh edecektir.
Nereye teveccüh edeceksin ki başka kapı yok. Nereye gideyim. Ne güzel der İbrahim Ethem :”İlahi abdukel asi etake ...” İlahi sana başkaldırmış kulun sana geldi. İsyan eden kulun sana geldi. Günahlarını itiraf ediyor ve sana dua ediyor. Eğer yargılar günahlarını afv edersen bu zaten senin işindir. Başka günah afv eden yok ki. Günahları sedreden başka yok ki. Settar yok ki. Ona gidilsin. Eğer ret edersen ben kime gideyim. Şimdi senin kapına geldim durdum. Bu kapının tokmağına dokunuyorum. Ya rahman diye sesleniyorum. Ta gaffar diye sesleniyorum. Ayıplarımın burada da orada da örtülmesi için sana yalvarıyor ya settar diyorum. Kovarsan benim derdime derman olacak yok ki. Hekim sensin. Tabip tabibi akdes sensin. Derdime derman sen olacaksın.
ŞEYHİN KIRK SENELİK ÜMİDİ
Hak dostu sizin gibi böyle dinledikleri bir zatı dinliyorlar. Cenabı hak onları rüşte ve hidayete erdiriyor. Gözleri açılıyor. Hakikat bin oluyorlar. Eşyanın hakikatına ledünyatına nüfus peyda ediyorlar. Mahfuz levhaları seyreder hale geliyorlar. O mahfuz levhalardan birisinde kendilerini irşat eden zatın şaki olduğunu müşahede ediyorlar. Bir mürşit bir derviş düşünün ki etrafına bir sürü mürit toplamış. Muratları olan bu zat hakikate giden yolda onlara pişdarlık yapmış. Hakikatin berrak ve açık yüzünü onlara göstermiş. Ve sonra onlar ermişler tepeyi aşmışlar. Şahikaya çıkınca da ayla kamerle karşı karşıya gelmişler. İhraz ettikleri bu noktada bir de ne görsünler, şeyhlerini mürşitlerini, muratlarını cehennemlik görmüşler, talihsiz görmüşler, betbah görmüşler. Ve yavaş yavaş kopmaya şeyhi terk etmeye başlamışlar. Ama şeyhe hiç fütur gelmiyor. Tepenin dibinde gözüküyor. Çünkü Allah nazarında şaki. Ama hiç fütur gelmiyor. Başını kaldırmıyor secdeden. Ellerini indirmiyor duadan, nasıl indirsin ki yok başka kapı mevla şimdi bizi kovsa nereye gideceksin, Çıkamazsınız dışarıya. Bütün hükümranlık ona ait. Bütün anahtarlar ve kilitler onun elinde. Herkes gidiyor birisi kalıyor. O kalma işine sakat denir. O zata sıddık denir. Sıddık olmak çok mühimdir. Hz. Ebu Bekir’in makamıdır. Her şeye rağmen vefa gördüğünü terk etmeme. Bana bir kelime öğreten beni köle yapmıştır. Hayatımın sonuna kadar minnettarlığımı ona ifade ederim. Ona sadakat denir. Tek adam en sadık adam en sıddıktır. Dayanıyor sonuna kadar. Mürşidin Allah’ın kapısından kopmadığı gibi oda Mürşidin kapısından kopmuyor. Efendim nasıl sadık ben onu şaki de görsem bende öyle sadığım. Sadıka sadık gerek diyor. Bu sadık mürit kalınca çağırıyor bir gün.
- “Arkadaşlarında bir şey hissettim. Ne gördüler acaba. Söylemek istemiyor.” Israr edince diyor ki “hazret sizin şaki olduğunuzu müşahede ettiler. Ondan ayrıldılar.” Tebessüm ediyor, acı bir tebessüm. Nasıl bir acı tebessümdür ki binbir ıstırabın namesi vardır onda. Ah diyor. Ben onu kırk senedir öyle görüyorum orda. Kırk senedir müşahede ediyorum. Kırk senedir mevlam beni cehennemlik yapmış müşahede ediyorum. Ama nereye gideyim. Israr ettim durdum. İşte o zaman rahmet ihtizaza gelmiştir. Gökler oynamıştır. Sa’d ibni Muaz’ın cenazesinde ihtizaza geldiği gibi. O esnada yazı silinip yerine Said yazılmıştır. Bunu dedirtecektir mevla. Bunu gösterecektir mevla. İşte sen ve ben bizi boğan boğaltan buhrandan buhrana sevk eden, yığın yığın hacaletler günahlar altında inlerken dahi kapısına geldiğimiz zaman şekavedimizi Saadete tebdil edecek bir mevlanın mevcudiyetine inanarak gelirsek bütün seyiatımızı hasenata bütün hatalarımızı sevaba bütün günahlarımızı sevaba tebdil edecektir. Mahiyetimizi tebdil edecektir. Cenabı Hak bu lütfu bizlere lütfetmek suretiyle bizi afv etsin bayramımızı bayram etsin.
KORKU VE ÜMİT
Rüyamda mescide benzer bir yerde bulundum.. Orada her şey den elini çekmiş insanlar vardı. Kendi kendime bir zatı kastederek şöyle dedim:
- "Eğer o bunlar arasında olsaydı; bu hâllerini ıslâh ederdi.."
O cemaat etrafıma toplandı. Bana: - "Niçin konuşmuyorsun?" Diye sordu, ben de şöyle dedim:
- "Eğer konuşmaya razı ederseniz konuşurum
Sonra onlara şöyle bir konuşma yaptım:
- "Halkı bırakıp hak yolu tuttuğunuz zaman halktan dilinizle birşey istemeyin."
Devam ettim:
- "Buna muvaffak olursanız, kalbinizle de birşey istemeyin.. Çünkü kalple istemek, dille istemek gibidir.
Biliniz ki Allah-ü Teâlâ her an bir iş yapar; bozar, yeniden yapar.. Yükseltir, alçaltın..
Aşağıdakilerin korkusu da bulundukları halin devam etmesidir.. İstedikleri ise, daha yüksek makamlara çıkmaktır.. Bunları söyledim; sonra uyandım...
İYİ ADAM KÖTÜLER LİSTESİNDEN NASIL KURTULDU?
Geceleri sabahlara kadar namaz kılıp gündüzleri de akşama kadar oruç tutan bir zat varmış. Herkes onun bu hâlini ibretle seyreder, hayretle yâd edermiş.
Hattâ gökte melekler bile bu iyi insanın durumuna gıpta ile bakmaya başlamışlar. Bir gün Cebrail Aleyhisselâm demiş ki:
— Yâ Rab, ben bu iyi kulunu ziyaret edip sohbetinde bulunmak istiyorum, bana izin ver.
Rabbimizden cevap gelmiş:
— Sen o kulumu ziyaret et, ama iyi kulların listesine bir bak da ondan sonra ziyaretine git.
Cebrail Aleyhisselâm, iyi kullar listesine bir bakmış, bir türlü o zâtın adını bulamamış. Bir de kötü kullar listesine bakmış ki, adı listenin baş tarafında yazılı. Buna çok üzülen Cebrail Aleyhisselâm, ziyarete vannca durumu aynen anlatmış:
— Sen, demiş, bunca ibâdet ve kulluğuna rağmen kötü insanlar listesinde yazılısın. Yazık olmuş bunca gayretine. Adam boynunu bükmüş, omuzlarım silkmiş:
— Ben demiş, ona karışmam. Orasını Rabbim bilir. İsterse beni iyi kullar listesine yazar, isterse kötü kullar defterine. Ben O'nun hükmüne teslim olmuşum.
İslâm'ın bir mânâsı da teslim olmak değil midir?
Bu sözlerden sonra, yine abdestini almış, namazına başlamış, eskisi gibi ibadetine devam etmiş.
Durumu hayretle seyreden Cebrail Aleyhisselâm dönüp Rabbimize sormuş:
— Yâ Rab, bu ne hâldir? Kötü kullar listesinde yazmana rağmen, o yine ibâdetine devam ediyor,
Rabbimizden bir hitap gelmiş:
— Yâ Cebrail, bir de şimdi bak sen o listeye. Cebrail Aleyhisselâm bir de bakmış ki, ne görsün. Bu
defa da iyi kullar listesinin baş kısmında yazılı. Demiş ki:
— Yâ Rabbi, elbette böyle çok ibâdet eden bir kulunun lâyık olduğu yer burasıdır. Bu zatın İbâdeti bunu gerektirirdi.
Rabbimizden şöyle hitap gelmiş:
— Onu kötü kullar listesinin başından alıp iyi kullar listesinin başına yazdırışımın sebebi, ibâdeti değil, çok teslimiyetidir. Sen ona kötü kullar listesindesin dediğin halde o teslimiyetini hiç bozmadı, "Onu Rabbim bilir," deyip yine ibâdetine devam etti. Onun bu derece benim takdirime teslim oluşu, benim rızamı kazanmasına kâfi geldi. Kötü kullar listesinden alıp iyi kullar listesinin baş kısmına yazdırdım.
Rabbimiz bundan sonra şöyle hitap etmiş:
— Yâ Cebrail, benim rızamı kazanmak isteyen kullar, benim takdirime teslim olsunlar. Onlar takdirime razı oldukları nisbette, ben de onlardan razı olur, haklarında hayırlar yazarım...
İSTİKBALE YÜRÜMEK
Bediüzzaman Hazretleri, Münazara! isimli eserinde anlatıyor: "Evet, kuvvetsizlikte dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat o, kabre müteveccihen iner; eğilir, gider. Şu İse, doğrulur, şebabe doğru yükselir."
Yarınlara bakanlar, milletlerin İstikballerini değerlendirenler, zahiri hale bakarlarsa isabet edemeyecekleri gibi, yüreklerini de ümitsizliğe mahkûm ederler.
Dünün ve içinde yaşadıkları günün galibi olarak ahlâkı reddeden, muhakemesiz, maneviyatsız, ruhsuz insanları görenler, kimin tepeden aşağı korkunç bir vaveyla ve gürül tu ile yuvarlandığına ve nelerin bir ışık gibi yükselen değer olarak akılları ve gönülleri aydınlattığına bakmalıdırlar.
Evet, dokuz yaşındaki bir çocuk da, yaşlı bir ihtiyar da kuvvetsizlikte birbirine benzer. Fakat birisi sağa sola sapmadan her adımında ölüme doğru yürüyüp, her halinden ölüm emareleri dökülürken, diğerini her adım bir başka açılım ve yükselişe taşımaktadır.
Dün, "iman" diyen bir ferdin olmadığı yerlerde, bugün birlerce ahlâk ve iman kahramanı vardır, Değerlendirirken bu hakikati nazara alanlar, çokluğun paletleri altında ezilmemiş ve isabetli karar vermiş olurlar.
YENİDEN BAŞLA...
Kendini yorgun hissetsen bile, Başarı senden kaçsa bile, Bir hata sana zarar verse bile, Hatta ihanet sana acı verse bile, Bir hayal yok olsa bile, Gözyaşları gözlerini yaksa bile, Kimse gayretini fark etmese bile, Nankörlük ödülün olsa bile, Anlayışsızlık seni gülmekten alıkoysa bile ,Ve hatta her şey, hiçbir şey olsa bile, Vazgeçme.....YENİDEN BAŞLA....
ÜMİDİN HAKİKATİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, gelecek bir şeyi ümit edenin haline Umma (recâ) derler. Kimi de. temenni denilir. Kimi de gar (aldatıcılık) ve ahmaklık denir. Ebleh, aptal kişiler bunları birbirinden ayırt edemez. Bunların hepsini seçkin, beğenilmiş ümit sanırlar. Ama hâl hiç de böyle değildir. Bir kimse güzel tohum elde edip bir yere ekse, o yerin dikenini, otunu temizlese, onu vaktinde sulasa harman zamanı —eğer Allahu Teâlâ âfetten saklarsa— biçim götürmesini beklese bu bekleyişe ümid derler.
Eğer kötü tohum ekse veya sürülmemiş toprağa ekmiş olsa, yahut ottan ve dikenden temizlemese veya sulamasa. diktiğinin büyümesini beklese buna garur (aldatıcı) hamakat ve aptallık derler. Ümid demezler. Ve eğer güzel tohumu temiz yere ekse, toprağı diken ve yabancı otlardan temizlese, ama sulamasa:
- Yağmur yağar, yer sulanır! deyip yağmuru beklese, yağmur da yağabileceğinden, bunda da güçlük olmadığından buna arzu ve temenni denir.
Bu tohumda olduğu gibi kişi eğer imân tohumunu göğüs yaylasına ekerse ve göğsünün yaylasını kötü ahlâktan temiz kılarsa, tâate kendisini verip imân acını sularsa, hastalık ve âfetlerden saklayıp imânını tâ ölü vaktine kadar selâmete kavuşturup Hak Teâlâ'nın fazlım beklerse buna da ümîd denilir. Bunun alâmeti, elverişli, güzel zamanlarda mümkün olan şeyleri esirgememektir. Zira ekileni timar etmemek, ona bakmamak ümitsizlikten ileri gelir. Ümit etmekten gelmez.Ama imân tohumu çürümüş olsa, yakım (kesin bilgisi) doğru değilse veya doğru bile olsa, kötü huy ve ahlâktan temizlemese, ibadet ile suyunu vermese, ondan rahmet beklemek ahmaklık olur. Nitekim Resul (S.A.V.) şö'yle buyurmuştur: Ahmak, o kişidir ki, nefsinin dilediği işi yapar ve rahmet temennisinde bulunur. Hak Teâlâ da şöyle buyurmuştur: "Enbiyadan sonra kendilerine ilim erişen kimseler dünya işiyle uğraştırlar, "Hak Teâlâ'nın rahmetini bekliyoruz!" dediler ve bunlar zemmedildi." (Araf Sûresi: 169). Eğer, bir şeyin sebepleri kulun seçmesi ve isteyip dilemesiyle İlgiliyse ve de bunlar tamam olursa bu bekleyişe recâ yâni umma denir. Eğer dileme sebepleri yarım yamalak ve viransa, bir de tamamlanmazsa bekleyiş garûr yâni aldatıcı hâl ve ahmaklık olur. Eğer o sebepler yarım yamalak değilse ve de olgunlaşmış, mâmur bir hâl almamışsa ona da intizar (bekleyiş) denir. Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: "Din işleri temenni ile olmaz!" Bir kimse, tevbe kılsa, o tevbenin kabul edilmesine ümid bağlamak gerektir. Bir kişi tevbe etse, ama işlediği günahtan ötürü tasalı ve acılı olsa: Hak Teâlâ benim tevbemi kabul etse! diye yakarıp beklese, işte buna recâ (ümid) denilir. Çünkü onun üzülmesi tevbesinin sebebi olur. Eğer Üzümü duymayıp tevbeyi beklerse o da Garur olur. Ve eğer tevbesiz olarak Allahü Teâlâ'nın gufranını, mağrifetini beklerse o da Garur olur ki, ahmaklar, aptallar, ebleh kişiler ona ümid diye ad lakmışlarsa da değildir. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İmân getirip kendi dilek ve arzularını, şehirlerini ve hanümanlarını bırakıp gurbeti seçenler . kâfirlerle Allah yolunda cihat (gaza) edenler, bizim rahmetimizi uman kişilerdir. Onlar benim rahmetimi umsalar yeridir." (Bakara Sûresi: 1.
Vaktiyle Hayl Oğlu Zeyd adında biri vardı. Resul (S.A.V.)'e geldi: Yâ Resûlâllah! dedi. Sana bir soru sormağa geldim. Hak Teâlâ'nın hayır dilediği kişinin nişanesi nedir? Ve Hak Teâlâ'nın kendisine hayır dilemediği kişinin de nişanı nedir? Resul (S.A.V.), Zeyd'e şöyle sordu: Her gün yerinden kalkarken ne sıfatla kalkarsın? Hayl oğlu Zeyd şu cevabı verdi: Kendime Hayr'ı ve hayır ehlini dost tutarım. Eğer bir hayır fırsatı meydana çıkarsa gecikmem, yerine getiririm. Onun sevabına inanırım. Eğer o hayır yapamazsam tasalanır, üzülürüm, O hayrı yapmak arzu ve dileğine bulunurum. Resul (S.A.V.) o zaman Hayl oğlu Zeyd'e: Hak Teâlâ'nın sana hayır dilediğinin alâmeti işte budur! diye buyurdu.
UMMANIN (RECÂNIN) İLÂCI
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, bu ilâca hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hiç bir kişi ona muhtaç değildir. Yalnız iki türlü hastanın bu ilâca ihtiyacı vardır:
l — Günahlarının çokluğundan ümid kesmiş olanlardır ki, hem tevbe etmez, hem de "tevbem kabul olunmaz" diye bir kuşku içindedir.
2 — İkinci hasta ise, ibadetteki mücahedesinin, ibâdetinin çokluğundan kendisini yorup yıpratmakta, adetâ helak derecesine vardırmakla, kendisini dayanamayacağı zahmetlere sokmaktadır.
İşte bu türlü hasta ümid (recâ) ilâcına muhtaçtır. Ama gaflet ehli olanlara bu ilâç olmaz, aksine bir zehr-i katil (öldürücü zehir) olur.
İnsanda ümid duygusu İki sebepten Ötürü kaybolur:
Birinci sebep: Acâipliklere İtibar çimektir ki, dünyada olan yaratıkların acaiplikleri düşünülür. Bitkiler, hayvanlar ve türlü türlü nimetler akıldan geçirilir. Nitekim şükür faslında açıklamıştık. Böyle bir kişi, öyle bir Allah rahmetini, öyle bir Allah inayet ve lûtfunu düşünür ki, bu düşüncelerin ardında ne lütuf ve ne de rahmet vardır. Bu gibi kist Önce kendisine bakmalı ve kendine gerekli olan her şeyin nasıl yaratıldığını görmeli. Meselâ: Başı ve yüreği gibi kendisine lâzım olan şeyler nasıl yaratılmıştır'.' Düşünmeli ve şu sorularla da kafasını yormalıdır:
1— Zarurî olmayıp ama ihtiyaç duyulan el gibi, ayak gibi uzuvları, bir insanın süsü olan dudak kırmızılığı, kaş eğriliği, göz karalığı, kirpik uzunluğu gibi şeyler.
2— Bu rahmetler, bu lûtuflar bütün hayvanlara nasıl umumî kılınmıştır?
3— Arılara türlü türlü sanat ve güzellik niçin verilmiştir? Vücudunun güzelliği, kovanda evini (peteğini) örüp yapması, orada balını toplaması, arıbeğine nasıl itaatkâr olduğu, kraliçe arının onları nasıl yönettiği, düşünülmeli ve incelenmeli. Bir kimse bunlar gibi acaipliklere, kendinin içinde ve dışında bulunan bütün yaratıklardaki şeylere baksa bilir ve anlar ki, Hak Teâlâ'nın rahmeti, ümitsizlik ihtimâlinden ya da korkuya kapılmaktan yücedir. Yine bilir ve anlar ki, korku ve Ümit'in beraber olması gerektir. Eğer ümit, korkudan üstün gelirse yine yerinde bir hareket olur. Çünkü Hak Teâlâ'nın yarattıkları hakkında rahmet ve lûtfunun kapısı geniştir.
Ulu kişilerden birisi şöyle demiştir:
— Kur'ân-ı Kerîm'de Müdâyene âyetinden daha ümit verici bir âyet yoktur. Bu âyet Kur'ân'da olan âyetlerin en uzunudur. Hak Teâlâ onu bizim malımız ziyan olmasın diye indirmiştir. Nasıl borç verilmesi gerektiğini bildirmiştir. Allah bağışlanmamıza sebep olan bu yollan bize bildirip göstermeseydi hepimiz cehenneme girerdik.
Ümidi ele geçirmek için ilâç işle budur ki, bu ilâç çok büyük bir ilâçtır. Böyle ilâçların sonu yoktur. Her kişi de bu dereceye erişemez.
ikinci sebep: Recâ (umud) hakkında gelmiş olan âyetlerle hadisleri düşünmektir. Bunun da sayısı haddi aşkındır...
YEİS
Yeis, fertleri ve binnetice onlardan meydana gelen cemiyyeti sükutun ka'rına düşürüp terakkilerine mâni olan baş düşman ve çalışma gücünü, faaliyet zevkini kaybedenlerde görülen marazı bir ruh haletidir.
Fertlerde vurdumduymazlık, duygulanmama ve âdeta nebatî hayat tarzında bir hareketsizlik, yeisle beraber misafir gelen hallerdendir. Plânsız yasama, esbaba riayetsizlik, eşyanın yarat dışındaki tertibe uymama gibi haller, neticede yeisi ve arkasında hüsranı getirir. Fert, cemiyyet, millet olarak kemale gidiş önce bu hastalıktan şifa bulmakla mümkün olabilecektir.
Fikren terakki etmemiş avam ve esasında ihraz etmemeleri gereken makamları işgâleden havas arasında çokça istimal edilen bir söz vardır: "Biz adam olmayız." Bu aslında şeytanın bir hilesidir; amale muvaffak olamayanların kendilerince teselli bulmaları için üflediği bir vesvesesidir. Hem bir aldatmaca, mânâsına inilmeden söylenmiş sathî bir söz, hem de geçici olarak üzüntüyü terkettirici fakat aslında onu meydana getiren kaynağa indirmeyen, kökünü kesmeyen bir avuntu ve iptali hisse sevkedici bir kuruntudur.
Bir yere nasıl düşülmüşse yine aynı yoldan çıkılacaktır. Bir hastalığın tedavisi, önce onu meydana getiren esbabın ortadan kaldırtmasına mütevakkıftır.
Tedenni çukurundan çıkmamız için hangi gayretler sarfedilmiş ve ne neticeler alınmıştır? Bu çalışmalar hakikaten kurtarıcı hüviyette midir?.. Asırlardır dış ve iç düşmanların marifetiyle yoz, kaba, hissiz, hoyrat, duygusuz, yobaz bir adam tipi meydana getirme yolunda çok şeyler yapıldı. Taşlar kaideden teker teker söküldü. Neticede kof bir bina kaldı. Ne yıkılmakta, ne de yapılmakta, kof bir bina...
Yeis, irademizi de, hürriyetimizi de yok etmiştir. Her ne kadar kendimizi hür zannetsek de, bütün maddî ve devam ettirici unsurlardan hâlî bir hürriyet; manevî esareti, şeytanın prangası altında, onun emrettiği gibi uyuşuk, miskin, halsiz oluşu netice verdi. Halbuki hürriyet onu kullananla beraber mevcuttur. Akıl ve irade ile birlikte varlığı düşünülebilir. Deli ve hayvan hür değildir. .Hürriyet perdesi altında, esaret zincirleri, yavaş yavaş ayaklara takıldı. Fertler, nereye çekersen oraya gider bir hâle getirildi. Öyle ki "Nereye bu gidiş?" sualini soran kalmışsa, bu kalabalıktan alacağı cevap "Biz adam olmayız" olacaktır. Halbuki muâleceye tasaddi edilmemiş, doktor doktor dolaşılmamış, hastalığın ne olduğu dahi araştırılmam ıştır. Dönüş, gidilen yoldan dönmekle olacağı halde, aynı yola ısrarla devam edilmiş ve gittikçe dert artmış durmuşdur.
Esasen Cenâb-ı Hakk'ın Hakîm ismine îmân yoktur. Esbaba riâyet lâzımdır. Şart-ı evvel odur. Şafağımız me'yusların gösterdikleri kadar karanlık değildir. O fecrin horozlan ötmeye ve ilk pırıltıları görünmeye başlamıştır. Olmak, olgunlaşmak için zamana ihtiyaç vardır. Allah Adil'dir. Kimseye zülmetmez. Biz kendimize zulmettik, hasarete düştük. Kurtuluş "La Taknatû" kılıcıyla yeisi öldürüp, sa'y ve şevki arttırmak, tevekkülle sabahı beklemektedir.
ŞİİR…
HİCRÂN VE ÜMİT
Yine hicrân dolu günleri andım,
Yıllar gözyaşına karışıp gitmiş.
Ürperdim ve yerimde kalakaldım,
Dostlar düşmanlarla barışıp gitmiş.
Yüzerken millet derin uykularda,
Kaybolup gitti değerler ardarda...
Kan-ter var mâzînin şakaklarında,
Demir bukağılar ayaklarında;
Acı bir tebessüm dudaklarında;
Ne kızıl bir ruhla çarpışıp gitmiş...
Hâlâ ufukta yer yer karanlıklar;
Gecenin arkasında gündüzler var...
Hazân esmiş bütün bağlar bozulmuş,
Sararmış yapraklar çiçekler solmuş,
Yiğit ölmüş, küheylânı yorulmuş
Koca bir ifritle savaşıp gitmiş.
Şimdi olsa da çok çok uzaklarda,
Bekliyoruz hülyâlı şafaklarda...
Bir zamanlar parıldayan o tâclar,
Tâcdârlara sîne açan yamaçlar;
Altın yamaçlarda zümrüt ağaçlar,
Hicrân kervanına ulaşıp gitmiş.
Kıvılcım var, o ürperten sönüşten,
Kıvılcımda mesajlar var dönüşten...
 
Üst