Muhabbet

mihrimah

Well-known member
وَقَالَ اِنَّمَا اتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اَوْثَانًا مَوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِى الْحَيوةِ الدُّنْيَا ثُمَّ يَوْمَ الْقِيمَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُمْ بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُمْ بَعْضًا وَمَاْويكُمُ النَّارُ وَمَالَكُمْ مِنْ نَاصِرينَ

Ankebut / 25. (İbrahim onlara) dedi ki: Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنينَ وَالْقَنَاطيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذلِكَ مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْياَ وَاللّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَابِ

Al-i İmran / 14. Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır.

اِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَاَخُوهُ اَحَبُّ اِلى اَبينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ اِنَّ اَبَانَا لَفى ضَلَالٍ مُبينٍ () اُقْتُلُوا يُوسُفَ اَوِ اطْرَحُوهُ اَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ اَبيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِه قَوْمًا صَالِحينَ

Yusuf / 8-9. (Kardeşleri) dediler ki: Yusuf’la kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir. (Aralarında dediler ki,Yusuf’u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!

وَمِنْ ايَاتِه اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً اِنَّ فى ذلِكَ لَايَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Rum / 21. Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.

اَنِ اقْذِفيهِ فِى التَّابُوتِ فَاقْذِفيهِ فِى الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَاْخُذْهُ عَدُوٌّ لى وَعَدُوٌّ لَهُ وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّى وَلِتُصْنَعَ عَلى عَيْنى

Taha / 39. Musa'yı sandığa koy; sonra onu denize (Nil'e) bırak; deniz onu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.

HADİS…
* Hz. Enes (radıyallahu anh) bildiriyor; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Sizden biri, beni, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz"
* Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Abdullah İbnu Ebi Talha'yı doğduğu zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürdüm. Bebek bir bez içerisinde idi. Vardığımızda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devesine katran sürüyordu. "Beraberinde hurma da getirdin mi?" diye sordu. "Evet" dedim ve birkaç tane hurma verdim. Onları ağzında çiğnedi, sonra çocuğun ağzını açtı. Ağzına tükrüğü püskürttü. Bebek, yalamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Ensar'ın hurma sevgisine bakın (doğar doğmaz başlıyor)" diye latife etti ve çocuğu Abdullah diye isimledi."
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Allah bir kulu sevdi mi, Cebrâil (aleyhisselam)'e şöyle seslenir: "Ben falanca kişiyi seviyorum, sen de sev!" Bunun üzerine semâda aynı şekilde nida edilir. Sonra, arz ehli arasına onun sevgisi indirilir. Bunu şu ayet ifade etmektedir: "İnanıp hayırlı iş işleyenleri Rahmân sevgili kılacaktır" (Meryem 96). "Allah bir kula buğzettimi, Cibril (aleyhisselam)'e seslenir: Ben falancaya buğz ediyorum. Bu şekilde semâda nida edilir. Sonra, yeryüzüne onun hakkında buğz indirilir."
* Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben yanında otururken, bir grub insana ihsanda bulundu. Ancak onlardan benim daha çok hoşlandığım birine hiçbir şey vermedi. Ben: "Falanca ile aranızda ne var (ona niye vermedin)? Allah'a kasem olsun, ben onu mü'min görüyorum!" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman (görüyorum de!)" buyurdu. Sa'd (dayanamayıp) bu kanaatini üç kere söyledi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) da her seferinde aynı şekilde karşılıkta bulundu. Sonuncu sefer şunu ekledi: "Ben, nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezken, yüzü üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunurum (ihsanda bulunmam sevgime ölçü değildir)"
* Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır." (Cemaatte bulunan bâzıları): "Ey Allah'ın Resûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir`?" diye sordular. "Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!" cevabını verdi."
* İbnu Mes'üd (radıyallâhu anh.) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâlâ hazretleri aklı yarattığı zaman ona: "Gel!" dedi, o da geldi. Sonra "Geri dön!" diye emretti. O da geri döndü. Bunun üzerine akla şunu söyledi: "Ben, kendime senden daha sevgili olan başka bir şey yaratmadım. Seni, nezdimde mahlükâtın en sevgilisi olana bindireceğim."
* Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size emîrlerinizin en hayırlıları kimlerdir, en şerirleri kimlerdir haber vereyim mi? Onların en hayırlıları sizlerin sevgisine mazhar olanlar, sizleri sevenlerdir; lehlerinde hayırla dua edersiniz, onlar da size hayır dua ederler. Ümerânızın şerirleri de sizin buğzettiklerinizdir, onlar da size buğzederler, siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet ederler"
* Ebü'd-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hz. Dâvud (aleyhisselâm)'un duaları arasında şu da vardır: "Allahım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl." Ebü'd-Derdâ der ki: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Dâvud'u zikredince, onu "insanların en âbidi (yani çok ve en ihlaslı ibadet yapanı)" olarak tavsif ederdi."
* Yine İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Ömer radıyallahu anh, Üsame İbnu Zeyd'e (fey'den) üçbinbeşyüz (dirhemlik) pay ayırmıştı. Bana ise üçbin (dirhemlik) pay verdi. "Niye Üsâme'yi benden üstün tuttun? Vallehi hiçbir savaşta benden ileri geçmiş değil (yani ben de onun katıldığı her savaşa katıldım) dedim. Bana şu cevabı verdi: "Ey oğulcuğum! Zeyd radıyallahu anh, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm nezdinde babandan daha sevgili idi. Üsame radıyallahu anh da Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a senden daha sevgilidir. Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın sevgisini kendi sevgime tercih ettim."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "İhtiyar kimsenin kalbi iki şeyin sevgisinde daima gençtir: "Hayat sevgisi, çok mal sevgisi."
TEFSİR…
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّهِ اَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذينَ امَنُوا اَشَدُّ حُبًّا لِلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذينَ ظَلَمُوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَميعًا وَاَنَّ اللّهَ شَديدُ الْعَذَابِ
Bakara / 165. İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.
Allah'ın birliği ve kudreti bu kadar fiilî ve sözlü âyetleriyle açık ve parlakken buna karşı: insanlardan bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, benzerler tutarlar ki, {*} onları, Allah'ı sever gibi severler. Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan içinde bulunurlar.
Şüphe yok ki böyle yapmak, gerek Allah'ı inkar ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık mânâsında onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlara "Rabbimiz, tanrımız" derler. Hatta ilâhlarının doğması ve doğurması görüşünü benimseyerek onlara aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar, kızlar tasavvur edip yakıştırırlar. Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu âyet bize gösteriyor ki, ilâhlık mânasında son derece sevgi, bir esastır. Ve mabud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, mabud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattır. Bunun için mabuda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı onun mabududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle mabud mertebesi verilerek Allah'a denk tutulan şeyler o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber: "onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "onlar" zamiri bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.
…Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında böyle muhabbet mabudlarının haddi ve hesabı yoktur. Bu duygu, zamanına göre türlü türlü şekillerde ortaya çıkar. Hıristiyanlık da bu ruhla doludur. Hele Avrupa ruhunda, Avrupa edebiyatında bu tür şirk, o kadar ileri gitmiştir ki her eline bir kalem alan ve her hangi bir şiir söylemek isteyen kimse sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en ufacık bir işi övmek için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir hüner, bir şeref sayar. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan mabudların mücadelesi yüzündendir. Bu anlaşmazlık ve ihtilaflar, her birinin arasındaki binlerce dalkavuk tarafından körüklenir ve insanlık günden güne ahlâkî düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi, buna çare bulamaz. Bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine kullanır.
Bunlar, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahluk yer tutmuştur. Onları Allah gibi severler, onlara mabud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri mabud derecesine çıkaranlar da dahildir.
Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah'ın yolunda giden sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "Ey Muhammed! de ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 3/31).
Buna göre Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Yani Hıristiyanların Hz. İsa hakkında yaptıkları gibi onları mabud derecesine çıkaracak bir ibadet şekli olmamalıdır. Bunun en güzel misalini, Müslümanlığın iman anahtarı olan kelime-i şehadetinde ve ibadetin başı olan namazında buluruz. Bir Müslüman "Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir." derken Allah'tan başka bütün mabudların hepsini reddedip atar da bu temiz kalb ile Peygamberi Hz. Muhammed'in O'na kulluk ve peygamberlikle bağlılığını tasdik eder ve Allah için bu gerçeğe şahitliğini arz eder. Bu şehadette Allah'tan sonra Peygamber'e bir sevgi ilanı vardır. İman bu sevgi ile tamam olur. Fakat Allah sevgisi, yüce Mevlânın birliği ile bunun yanında Hz. Muhammed sevgisi, Allah'a kulluğu ve peygamberliği cihetiyledir. İşte Allah için sevmenin en büyük örneği!..
Bunun gibi namazda Allah'tan başkasını çok cüz'î bir şekilde bile olsa niyete karıştırmak küfürdür. Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah'ın salih kullarından hiçbir şey istenmez. Nihayet tahiyyatta onlar adına da esenlik, salevât, rahmet ve bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette bir sevgi gösterme vardır. Fakat namaz kılan kimse Allah'ın huzurunda onlardan bir şey isteme durumunda değil, onlara da derecelerinin yükselmesi için Allah'ın rahmetini isteme, hayatında onlara ikram etme durumunda olacaktır. Müslüman bütün ömründe bu hareket çizgisini hayatının esası sayacaktır.
Buna karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak Allah'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde ortaya çıkagelmiştir. Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.
…Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası, bu tarz muhabbet beslemektedir. Allah'ın birliğine karşı böyle yapan birtakım insanlar vardır. Bunlar, başkanlarını, kendilerine uydukları kimseleri Allah için değil, Allah gibi severler. : Halbuki mümin olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları eş ve benzerlere ve hatta varsa Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü müminler, ancak Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar.
Bundan dolayı müminin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir ve müşrik ise bazan Rabbinden yüz çevirir, müşrikler tutarlar bir puta taparlar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu bırakır, buna taparlar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman mabudlarını yerler. Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve mabudlarını değiştirir giderler.
Bunun için onların müminler gibi devamlı bir sevgileri olamaz. Müminler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'da toplanır. Allah'ın yaratıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızası için severler.
Kâfirler ve müşrikler ise bir mabudun veya bir putun karşılığında diğer mabudları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir.
Bunun için mümin bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar ne kadar mutludurlar! Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkiyle tek Allah'a inanan bir mümin olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar.
PIRLANTA SERİSİ…
GÖNÜLLER SEVGİ ARIYOR
Eski düşünce kendini yenileyememenin kurbanı oldu; yenisi ise, tepkilerle, fantezilerle kendi kendini yiyip bitirdi. Her iki düşüncenin de kendi içinde bazı tutarlı yanları olduğu muhakkak; ama hep karşı karşıya ve çekişmeli olduklarından birbirlerini nakzetmenin yanında, toplum hayatında da sürekli buhranlara sebebiyet verdiler. Eski düşünce, toplumun temel dinamiklerinden, örf, âdet ve geleneklerine kadar hemen her meselede bütün bütün dışa kapanarak her şeyi kendi içinde aradı, kendi doğrularına dayandı ve bunların dışındakilere hakk-ı hayat tanımadı.. hattâ bazı durumlarda o, hemen her yeniliğe karşı çıktı.. zamanın yorumlarını görmezlikten geldi.. aklın hikmet-i vücudunu kavrayamadı.. çağı kendi muhtevası ve mânâ basamağı itibarıyla değerlendiremedi.. derken, bir zamanzede olarak asrına yenik düştü ki; bu da, lâkayt, lâubâli, fütursuz, endişesiz o toy Faust'un Mefisto'ya bir kere daha mağlup olması demekti.
Doludizgin eski düşüncenin yerini almaya yürüyen yeni anlayış ise, geçmişe ait her şeyi düşman ilan ederek dünya görüşünü ve hayat felsefesini kinler, nefretler üzerine kurdu; sonra da kavga ile besledi. Öyle ki, bir kasırga gibi esip geçtiği her yerde bütün eski değerleri silip-süpürüp götürdü ve mânevî yapısı itibarıyla bütün toplumu âdeta çölleştirdi. Bu korkunç içtimâî erozyondan sonra, Âkif'in ifadesiyle geriye sadece, "Harâb eller, yıkılmış hânumanlar, kimsesiz çöller / Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar" kalıyordu. Eski düşünceyi her parçasıyla, atılmaya müstahak bir partal urba gibi gören bu alabildiğine aceleci, bu fantastik ve bu banal telâkki, geçmişten gelen her şeye baş kaldırmayı çağın hikmeti sayarak, atılması düşünülecek bazı üstûrelerin yanında koskocaman bir tarihî mirası da yere çaldı.. tekmeledi.. yerinde bütün bir mâzinin yüzüne tükürdü.. hattâ cedlerimize sövdü.. o muntazamlardan muntazam inanç sistemimizi hafife aldı.. an'ane ve geleneklerimizle alay etti.. cihan hakimiyeti uğrunda ortaya koyduğumuz bütün hamleleri bâğîlik saydı.. ve can alıcı hasımlarımızı güldürme adına tarihî mefâhirimizi bir komedi gibi yorumladı ve seslendirdi... Allah'a imanı boş bir teselli ve aldanmışlık, ibadet ü tâatı ömrü, zamanı israf, aşk u şevki hezeyan, ruh köküne bağlılığı nostalji sayan bu çarpık felsefe, eskiden tevârüs ettiğimiz her şeyin suratına yumruklar halinde kalkıp indi ve "eskiyi unut, yeniyi tut" nakaratıyla gönül dünyamızda mânâ köklerimizin zeminini paramparça etti.
Eski düşünce bazen, yanlış yorumları itibarıyla ilme, hür düşünceye karşı çıkıyor ve toplumu yaşadığımız çağın gerisine çekmek istiyordu ki, bu apaçık bir taassuptu. Yenisi ise, korkunç bir kin ve nefretle geçmişten gelen bütün değerlerimizin üzerine yürüyerek, ruh kökleriyle çağlar ötesine kök salmış bir millete, mazisizlik ve nesepsizlik aşılamak hummasına tutuldu. Her iki anlayış da oldukça saldırgan, müsamahasız ve bir kısım beşerî, hattâ millî realitelerden habersizdi. Birinciler, bazı ahvalde her yeni düşünceye lânetler yağdırıyor ve çağın yorumlarına karşı kapalı kalmada ısrar ediyordu; ikinciler ise, eski saydıkları her şeyi deviriyor ve devirdikleri şeylerle bir gün millî kimliklerinin de yıkılıp gideceğini fark edemiyorlardı. Birincilerin, hiçbir değişiklik ve inkılâba tahammül edememelerine karşılık, ikinciler, bize ait her şeyden uzaklaşmayı inkılâp sayıyor ve körü körüne her türlü "değişim" ve "dönüşüm"e "evet" diyebiliyorlardı. Bir gün geldi bazı kesimler itibarıyla "ne din kaldı ne iman; din harâb iman da serap oldu" (Âkif). Aslında geçmişin belli bir diliminde yaşandığı gibi, günümüzde de bu iki cereyan ve bu iki düşünce tarzı bütün önleyici gayretlere rağmen hâlâ iç içe fakat birbiriyle yaka-paça; öyle ki aydınlanma iddiasında bulunanlar karanlıklara yenik.. bazı inanmış gönüller ise aklın bedâhetiyle savaş içinde.. demokrasi ve insanî değerlerin müdâfii görünenler, kendi aralarında bile her türlü değere karşı fevkalâde saldırgan.. Allah'la münasebeti kimseye bırakmayan bir kısım nâdânlar ise, ellerinde "Dâbbetülarz" mührü herkese bir küfür damgası basmakta.. hürriyet kahramanları, gezdikleri her yerde ellerinde esaret tasmaları.. bazı saf mü'minler kendi değerlerine düşmanlık içinde.. bilenler, bilmeyenlere karşı çalım çakıyor ve gurura esir.. bilmeyenler, bilenleri hilkat garibesi görüyor.. evet, her iki kesim de birbirine karşı olabildiğine gergin ve öfke solukluyor, pür hiddet ve patlamaya hazır bir bomba gibi...
Gerçi, her iki cephenin de bir kısım haklı yanları var; ama itidal korunamayıp ifrat veya tefritlere girildiğinden, kazanma kuşağında hep kaybetmeler yaşanıyor. Dine, diyanete sahip çıkanlar, sırtlarını, yüzlerce yıllık muhteşem bir geçmişin, mânâ, öz ve usâresine dayadıklarından, yerli olmanın verdiği bir haklı gururun yanında, gönüllerini kine, nefrete kaptırdıklarından ötürü, haklılıkları içinde haksızlık ediyor ve sevap yolunu günahlarla kirletiyorlar. Ayrıca, o mânâ, o ruh ve o özün ne ölçüde bir samimiyetle temsil edildiği her zaman münakaşası yapılacak ayrı bir konu. Şayet, öz ve mânâ dediğimiz şeyin muhtevası kaybolmuş da onun yerine alışkanlıklar gelip oturmuş; şuur uçup gitmiş de tahtı insiyaklara kalmış; dolayısıyla da toplumda bütün tekâmül yolları tıkanıvermiş; yenilenme istidâdı körelmiş; inşâ gücü durmuş; düşünce, sanat ve araştırma aşkı sönmüş ve her şey nirvanaya dönmüş gibi bir durum söz konusu ise, bu ahvâl içinde "Cemiyet yaşar derlerse pek yanlış / Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış" (Âkif).
Esasen toplumumuzda, tıpkı metafizik mülâhazalar gibi, bir medeniyet, bir kültür, bir sanat istidâdı bulunmakla beraber bu potansiyel dinamikleri pratiğe geçirecek hakikat âşığı kahramanlar bulunmadığından, ciddî mânâda varlık içinde bir yokluk yaşanmakta; onca imkâna rağmen, herkes âdeta çaresizlikle kıvranmakta; hemen her yerde sürpriz inâyetlere bağlı görünen pasif bir beklentiye rastlanmakta ve insan şuuru, insan iradesi bir kısım mitolojik muhayyileler elinde kırılıp atılacak değersiz birer oyuncak derekesine düşürülmektedir. Doğrusu, bu ölçüde bütün değerleri alt-üst olmuş bir cemiyetin yığından farkı yoktur. Bu ise, insan gibi mükerrem bir varlığın sürü, ona ışık tutanların da çoban sayılmaları mânâsına gelir ki, bu da hem insana hem de onun öncülerine en büyük bir saygısızlık demektir.
Özündeki cevherleri itibarıyla fevkalâde zengin, ancak bütün bu mevhibeleri kullanamamaktan ötürü fakirlerden fakir bu birinci zümreye karşılık, ikinciler, alabildiğine maddeci, alabildiğine pozitivist veya müfrit birer rasyonalist ve realisttirler ki, sadece ellerinin tuttuğu, gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği şeyleri kabul eder ve bunu her zaman o baş döndürücü mantık oyunlarıyla kitlelere kabul ettirebilirler. Ve bunlar her zaman bir kısım çocuksu düşünceleri rahatlıkla avlayabilirler; avlayıp onlara pozitivizmin, rasyonalizmin, realizmin o baş döndürücü şaraplarını içirerek, muhatap aldıkları hemen herkesi sarhoş edebilirler. Aslında bunların ortaya attıkları düşüncelerin tutarsızlıkları açık olsa da, ifratkâr, cerbezeci ve bastırmacı üslûpları sayesinde dünden bugüne saf kitleleri, hususiyle de inancı zayıf, başkalarının mantığıyla oturup kalkan ve din-diyanet mevzuunda şüphelerden kurtulamayan yığınları hep aldatagelmişlerdir.
Yıllardan beri bir kanlı kâbus gibi millet ruhunun üzerine çöken ve onu çökerten fikir şeklindeki bu evham kümelerini parça parça edip dağıtmadıktan sonra, hiçbir zaman hakikatle yüz yüze gelemeyecek, hakikat aşkını duyamayacak ve kendi ruhumuzu keşfetme imkânını bulamayacağız. Aslında, bu evham bulutları, insan muhayyilesinin uydurup, ruhun hakikatler dünyasına soktuğu, ona malettiği, onun gücünün tezahürü gösterdiği öyle vâhi fakat yerleşmiş, öyle tutarsız ama zihne malolmuş bir tabular mecmuasıdır ki, vahiyle bilenmiş akıl ve fikrin darbeleriyle paramparça edileceği güne kadar bu üst üste tersliklerden sıyrılmamız mümkün olmayacaktır. Dünküler, ses-soluk olarak bizi ifade ediyorlardı ama, bize ait olan değerlerin, değişen dünya şartlarına göre, yoruma açık yanları itibarıyla yeniden yorumlanmaları, yeniden seslendirilmeleri lâzım geldiğini değerlendiremiyor ve kendi şartları içinde genişleyen bir dünya karşısında âdeta büzülüyor, daralıyor ve yetersizleşiyorlardı. Evet, temel disiplinler olarak dünkü değerlerimizin kıymet-i zâtiyeleri mahfuz, ama, zamanın sesine-soluğuna açık olanların, içinde bulunduğumuz zaman diliminin memelerinden beslenerek inkişaf ettirilmesi de bir gerçekti. Şimdi acaba biz, zamanın yorumlarını da yanımıza alarak yeni bir içtimâî telâkki, alternatif bir ilim anlayışı, farklı bir hukukî inkişaf ve bilinenin ötesinde apayrı bir araştırma zihniyeti ortaya koyabildik mi? Ben bu konuda olumlu bir şey söyleyemeyeceğim.. ve zannediyorum, yenilikçilerin seslerini bu kadar yükseltmelerinin asıl sebebi de işte bu konuda, yerli görünenlerin şimdiye kadar net bir şey söyleyememiş olmalarıdır. Evet, bazı dönemler itibarıyla birer değer ifade eden, fakat bugün için genel maslahatlarla çatışan ve hikmet-i vücûdu kalmamış bir kısım telâkki ve anlayışlar, devrimci geçinen bazı mefkûresiz ruhların, her zaman olumsuz şekilde değerlendirebilecekleri birer sermaye hâline gelmiştir. Ve işte bu noktada düşmanlıklar el ele ve ifratlar da bağırlarında tefritleri beslemektedir.
Zaten, yıllardan beri sık sık ortaya atılıp hemen her vesile ile kavga denemeleri yapan bu kör ve topal cephelerin ne ilkinin ne de sonuncusunun yarınları yeniden inşâ adına hiçbir gayretleri olmadı.. olamazdı da; zira her iki kesim de henüz ismi konmamış "bir hiç"in kavgasından başlarını kaldırıp ileriye bakma fırsatını bulamıyordu.. bulamıyordu ve milletin en hayatî kaynakları "teâruzlar-tesâkutlar" ağında harcanıp gidiyor; onlar ise yıkılıp giden onca değerin enkazı arasında birbirlerine karşı zafer işaretleri yapıyorlardı. Ve zannediyorum, geçmişe sırtını verdiği aynı anda geleceğe yürüyen ve dünyayı bir kere daha ilim ve hikmetin birleşik noktasında yorumlamaya namzet hakikat erlerini yetiştireceğimiz âna kadar da bu körler ve topallar dövüşü sürüp gidecek...
Genel ahvâl böyle bir olumsuzluğu gösterse de, biz, bilmem kaç yüz senelik o şanlı geçmişin özünü, mânâsını koruyarak geleceğe doğru şahlanan, bahar-yaz, sonbahar-kış demeden her mevsimi kendi hususiyetlerinin üstünde değerlendirebilen.. ve millet ağacını senenin her gününde meyve verecek bir cennet sidresi haline getiren yarının hakiki sahibi bu alperenleri hep bekleyip duracağız. Gün gelip de bu alperenler kendilerini ifade etme fırsatını bulunca, dünya yeni bir sürece girmiş olacak ve hemen herkes eşya ve hâdiseleri daha bir farklı görecektir. Ve işte o zaman kinler, nefretler, gayzlar bir bir sönecek.. taassup putları üst üste yıkılacak.. bağnazca düşünceler götürülüp mezbeleliğe atılacak.. münasebetsiz tartışmalar yerlerini insanca musâhabelere bırakacak.. öfke ile sıkılan yumruklar, bugüne kadar gerçek bir hasım gibi gösterilen insanları sımsıcak kucaklayan ellere dönüşecek.. ve insanoğlu yükselen kendi değerlerini bir kere daha yeniden keşfedecektir.
Kim nasıl düşünürse düşünsün, ben gözlerimi yummuş hep sağanak sağanak sevginin yağdığı, herkesin sevgiyle oturup sevgiyle kalktığı o günleri tahayyül ediyor ve talihime gülücükler gönderiyorum.
MUHABBET
Kâinatın mayası muhabbettir. İnsan yaratılışında, incilerden en büyük hikmet, muhabbettir. Yaratılış incisinin adı Muhammed (sav) se soyadı muhabbettir. Bilûmum ermişlerin; O'nun bulduğunu bulmuşların bu yolda cehdlerinin zembereği dahi muhabbettir. Safilerde ve saf gönüllerde, hissizlerin ve gönülsüzlerin yakın gelecekte çekecekleri azaba tahammülsüzlüktür ki onları, duyduğunu duyurma tevkiyle bîkarar etmittir.
Evet dört bucakta, asırlar boyu duyulan tarrakaların gerçek yüzü budur. Hattâ ucundan kan damlayan kılınçlar, göğüslere saplanan mızraklar ve süngüler, insanlığa sevgi taşıma uğrunda bu dedikodulu, bu bizzat güzel olmayan yolda, yıllar yılı ağlattı ve inlettiler. Halık sevgisiyle bu "devran"ı sona erdirme gayesi, dışı çirkin daha nice şeyleri pek çoklarına sevdirmişti.
İnsan, sevdiği nisbette insandır. Gönül muhabbetle dolup taştığı nisbette ihsan ehlidir. Bu, kullukta "Hakkı" gibi olma şuuruna ulaşmaktır. İşte "îmân" ve "İslâm"dan sonra en büyük derece...
Mahlûkatı sevmemek, "Halık"a nisbeti bilmemekten olur. "Halık" sevilir de ondan ötürü "Mahlûk"u sevilmez mi? Esasen sevmeyenler, peygamberlik anlayışından haberdar olmıyan nâdanlardır. Bütün inceliğiyle veralar ötesi "Melekût" cennetine ulaşan varlığın özü, ne o havanın füsunkârlığına, ne Cennet'in güzelliğine ve ne de hurilerin perdedarlığına kapılmamıştı. O, gizliliklerle dolu, nâz ile gidip niyåz ile döndüğü o gece yolculuğunda dudağı tebessümle süslü, gönlü halka muhabbetle kaynayıp durduğu anda dahi "Ümmeti"ni dilemişti.
Peygamber deyip de, "Muhabbet"i hatırlamamaya imkân var mı? Sevgiyi hatırlamadan, gerçek "Vahdet"i düşünmeden, bir saadet devri nasıl düşünülür? O, âleme muhabbet dellâlı olarak geldi ve dört bir bucağı şefkat anahtarıyla açtı. Dostu, düşmanı O'ndan mürüvvet gördü, kîll ü kale mahal kalmadı. O kadar ki Allah (cc) O'na, cezaların tatbikinde şefkate kapılmamasını söylüyor, ümmetinin ızdırabından ve çok kere onların duygusuzluğundan hissettiği teessürü başına kakıyordu.
Bir defasında o eşsiz varlık, İslâmî bir cezanın tatbikine mâruz eski bir yârân'ın, ceza esnasında tahammül edemeyip kaçtığını; fakat yine de cezaya çarptırıldığını duyunca, rahmet bulutları gibi dolmuş ve şefkatle seslenmişti: "O'nu taşlamadan vazgeçip bana getirseydiniz ya." Mukaddes ruh Hazret-i İsâ'nın recmedilen birinin yanına yaklaşarak söylediği "İlk taşı hiç günahı olmayan atsın" sözüyle menba birliğine sahiptir yukarıdaki söz... İşte burada, büyük sevgi iddiacıları hümanistlerden bahsetmek hem ölçü bilgisizliğinin hem de bir yönde kör hayranlığın ifadesidir. Evet, yığın yığın nazariyeler hammalı, bitmez bir "Gidiş" yolcusu mütefelsif dimağla, lâhût âlemi turfandalarıyla daimi "Geliş" yolcusu, "Hakk" esrarının habercisi peygamber arasındaki serâ-süreyyâ farkı, bu sırla tezahür eder.
O'nun herkesten daha yakını, Kur'ân'ın "İkinciliği" kulağına küpe diye taktığı "Saadet asrı"nın Sıddîk'ı: "Vücudumu cihanlar kadar büyüt de Cehennem'i ben doldurayım; tâ kullarına yer kalmasın" diyerek, nefretin kalbinde yer bulamayışını, muhabbetin bütün varlık dünyasını istilâ edişini ne güzel anlatır. O günden devrimize kadar, ulu dağlar gibi başı dumanlı nice büyükler vardır ki, etrafın derdiyle daima gözleri nemli ve içi muhabbetle dolu yaşamışlardır. Asrımızın âfâkında, yangınlar hâlinde gönlümüzün derinliklerine kadar nüfuz eden, "Milletimin imânını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü, vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur." sözleri, önüne geçilmez hudutsuz bir muhabbetin ifadesidir ki, O'na doksan küsur senelik hayatında, her türlü zevki haram etmiştir. Dünyayı aşıp verâsındaki zevkleri dahi ayağının altına alan bir hasbî için fedakârlığın bu kadarı, o kâmet–i bâlâyı küçük gösterir. O muhabbet deyip girdiği şu ziyafet evinden, muhabbet deyip bir hamlede rıza diyarına uçmuştur. Yığın yığın "Düstur" o misal varlıktan geriye kalan kuşların kanatlarında, bulutların üstünde, rüzgârların sırtında hep uçuşan bir muhabbettir. İnsanları sevmek... Mü'minleri sevmek... Omuz omuza koştuğu, savaştığı cihad arkadaşını sevmek... Derecesine göre bütün varlıkları sevmek... O'nda sevgi his ve mizaç istikametidir. "Kin, bir mizaç bozukluğu, nefret, kanser hastalığı, husumet, içtimaî bir vebâdır" sözü ve sesi tu cümlede tam tonunu bulmuttur: "Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur."
Yıkılışların birbirini takip ettiği, viranesinde baykuşların öttüğü şu son asrın fitne ve fesadına karşı en faydalı ilâç, sevmeyi sevmek, nefretten nefret etmek, kin dolu bir kâlbi sinede yük sayıp atmaktır. Allah rızasına ve rahmetine mazhar oluş, kâlblerin vahdetine bağlıdır. Sevmeyen bir kâlb garazlardan kurtulamadığı, sefil hisleri başından atamadığı için, nasıl "Rıza" semasına yükselebilir? Sevmeyen bir gönül rahmet tecellisinden nasipsizdir. Zira, yerde, rahmet asıl, nefret arızî olmalı. En büyük muhabbet sebebi "Yaratıcı" alâkalarıyla sevmek ve yine O'nun hatırı için iç burkuntusuyla nefret etmek... İşte vahdet şuuru. Evet ne sevgi, ne de nefret mutlak olmamalı; tâ ki, her iki hâlde de pişmanlık duyulduğu zaman mahcubiyet olmasın. Sevdiğini, bir gün düşmanın olur mülâhazasıyla mukayyed sevmen emredildiği gibi, nefret ettiğini de bu mülâhaza içinde kabul etmen emrolunmuştur. Bugün kin ve nefretle karşıladığınız kimseler, yarın bir nedametle karşınıza çıkacak olsalar acaba kızarmaz mısınız? Hele ittiğiniz ve attığınız, mü'min kardeşiniz olursa...
"Ey insanlar! Birbirinize buğzetmeyiniz, yekdiğerinizi kıskanmayınız, birbirinize arka çevirip alâkanızı kesmeyiniz! Ey Allah'ın kulları! Hepiniz kardeş olun, fermanına kulak verin" diyen İslâm büyüğü, şu dağınıklığa şirâze vurduktan sonra yetiştirdiği fidanları nefret ve kinin kemirmesi karşısında pek dâğidar ve pek üzgündür.
Ey en küçük haşereye kıymayacak kadar şefkat gösterisi yapanlar! Ey en ehemmiyetsiz şeyler karşısında çocuk gibi ağlayanlar! Nasıl hamurunuzdan bir parça sayılan insanlardan nefret ediyorsunuz? Nasıl bülbül dilli olmayı, yılan gönüllülükle birleştirebiliyorsunuz? Gözlerinizden akseden o şefkat ne? Ya ağzınızdan dökülen o nefret ne? Nedir, bir an için o melekler kadar incelik ve sonra bütün hislere ve gönüllere sevk ettiğiniz yıldırımlar ve tufanlar? Muhabbet ışığı gecenizde bir fecr-i kâzipse, nifak ocaklarından çıkan nefret hissiyle onu kirletmeyiniz.
Allah'ım!... Kendini bize sevdir. Sevdiklerini bize sevdir. Bizi bize sevdir!...
SEVGİ
Sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur. Sevgi evvelâ bütünleşebildiği her rûhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hâkim kılmanın kavgasını vermeye başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken “sevgi” der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler.
Sevmeyen ruhların olgunlaşıp insanî semâlara yükselmelerine imkân yoktur. Evet onlar yüzlerce sene yaşasalar dahi olgunluk adına bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Sevgiden mahrum bu sîneler, bir türlü egonun karanlık labirentlerinden kurtulamadıkları için, kimseyi sevemez, sevgiyi sezemez ve varlığın sînesindeki muhabbetden habersiz olarak kahrolur giderler.
Çocuk, ilk defa dünyaya gözlerini açtığı zaman sevgi ile karşılaşır, şefkatle gerilmiş ruhları görür ve muhabbetle atan kalblere sırtını vererek büyür. Daha sonraları ise, bu sevgiyi bazen bulur bazen de bulamaz; ama bütün bir hayat boyu hep o sevgiyi arar ve onun arkasından koşar.
Güneşin çehresinde sevginin izleri vardır. Sular buhar buhar o sevgiye doğru yükselir; yukarılarda damlalaşan su habbecikleri, o sevginin kanatlarıyla kanatlanır ve nâralar atarak başaşağı toprağın bağrına inerler. Güller, çiçekler sevgiyle gerilir ve gelip geçenlere tebessümler yağdırırlar. Yaprakların bağrına taht kuran jaleler, durmadan çevrelerine sevgi dolu gamzeler çakar ve sevgiyle raksederler. Koyun, kuzu sevgiyle meleşir ve birleşir; kuşlar ve kuşcuklar sevgiyle cıvıldaşırlar ve sevgi koroları teşkil ederler.
Her varlık, kâinatdaki yeri itibarıyla bu geniş sevginin bir yanını, parlak bir senfonizma ile seslendirmekde, irâdî ve gayr-i irâdî, varlığın sînesindeki derin aşk ve muhabbeti göstermeye çalışmaktadır.
Sevgi, insan ruhunda öyle derin izler bırakır ki, o uğurda yurt-yuva terkedilir, icabında ocaklar söner ve her vâdide ayrı bir mecnun “Leylâ!” der inler. Ruhundaki sevgiyi kavrayamamış sığ gönüller ise bu işe delilik derler..!
Diğergamlık ve başkaları için yaşamak, insanoğluna âid yüksek bir duygudur ve kaynağı da sevgidir. İnsanlar arasında bu sevgiden en çok hisse alanlar en büyük kahramanlardır. İçindeki kinleri, nefretleri söküp atmaya muvaffak olmuş en büyük kahramanlar... Ölüm bu kahramanların soluklarını kesemez. Hazân onların çiçeklerini solduramaz. Aslında hergün iç dünyalarında ayrı bir sevgi meş’alesi tutuşturup, kalplerini sevginin, mürüvvetin meşcereliği hâline getiren ve duygu dünyalarında açtıkları yollar ve tünellerle bütün gönüllere girmesini bilen bu çalımlı ruhlar, öyle yüksek bir divandan “ebed-müddet” yaşama hakkını almışlardır ki, değil ölüm ve fânilik, kıyametler dahi onların çiçeklerini solduramaz ve kadehlerini deviremez.
Çocuğu için ölmesini bilen anne büyük bir şefkat kahramanı, ülkesi ve insanı için hayatını hakîr gören fert bir millet fedâisi, insanlık için yaşayıp onun için ölen kahraman ise, sînelerde taht kurmaya hak kazanmış bir ölümsüzlük âbidesidir. Böylelerinin elinde sevgi, her düşmanı yenebilecek bir silah, her kapıyı açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu silah ve bu anahtara sahib olanlar, bugün olmasa da yarın mutlaka bütün cihanın kapılarını açacak ve ellerinde muhabbet buhurdanlıkları dörtbir yana huzur kokuları saçıp dolaşacaklardır.
İnsanların gönüllerini fethetmek için en kestirme yol sevgi yoludur. Ve sevgi yolu peygamberler yoludur. Bu yolda yürüyenlerin yüzlerine kapılar kapanmaz! Ezkazârâ, birisi kapansa bile onun yerine yüzlercesi, binlercesi açılır. Bir kere de sevgi yoluyla gönüllere girildi mi, artık halledilmedik hiçbir mes’ele kalmaz.
Ne mutlu sevgiyi kendine rehber yapıp yürüyenlere! Yazıklar olsun, ruhundaki sevgiyi sezemeyip bütün bir hayat boyu kör ve sağır yaşayan talihsizlere!
Ey yüceler yücesi Rabbim, kinlerin nefretlerin, gecenin koyu karanlıkları gibi dört bir yanı sardığı günümüzde, Sen’in sevgine sığınıyor, şu fevkalâde haşerî ve alabildiğine azgınlaşmış yaramaz kullarının gönüllerini, muhabbet ve insanî duygularla doldurman için son bir kere daha kapında inliyor ve iki büklüm oluyoruz.
RİSALE…
Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın râbıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir Kemâl sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık'a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki: Sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabûl etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah'a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikâyet eder. Çünki: Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbûbların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.)
Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Mâdem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelâl'inden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Çünki: Şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Mâdem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.
Evet insan evvela nefsini sever. Sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Mâdem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyâyı Onun nâmıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur.
Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarfediyorsun. Sen, kendi nefsini kendine mâbud ve mahbub yapıyorsun. Herşeyi nefsine fedâ ediyorsun, âdeta bir nevi Rubûbiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya Kemâldir; zira Kemâl zâtında sevilir. Yahut menfaattır, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir. Şimdi ey nefis! Birkaç Sözde kat'î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelâl'in Kemâl, Cemâl, Kudret ve Rahmetine âyinedârlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen, çünki: Senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir, Sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun. O zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-ı nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünki o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifa eder. Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin ve saadetleriyle mes'ud olduğun mevcûdâtın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezelî'yi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemâl-i Mutlak'ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.
Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû'-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen sû'-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünki: Yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmanürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismanî hevesâtına ihzâr eden ve sâir Esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet'te sana müheyya eden ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî'nin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat Onun bir cüz'î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz.
MUHABBETİN SEBEBİ
Seyyid Şerif-i Cürcanî "Şerh-ül Mevakıf"ta demiş ki: "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yâni meyl-i cinsiyet), ya Kemâldir. Çünki Kemâl, mahbub-u lizâtihîdir." Yâni, ne şeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya Kemâl olduğu için seversin. Eğer Kemâl ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O bizzât sevilir. Meselâ; eski zamanda sahib-i Kemâlât insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün Kemâlâtı ve Esmâ-i hüsnâsının bütün merâtibleri ve bütün faziletleri, hakikî Kemâlât olduklarından bizzât sevilirler. "Mahbubetün Lizâtihâ"dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikî olan Kemâlâtını ve sıfât ve Esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o Kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlukatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yâni kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi Esmâsını sevmesiyle, o Esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve san'atını sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı "Mâşâallah, Bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlukatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi' olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder.
CEMAL-İ SERMEDİ CİLVELERİNİN BİR NEVİ GÖLGELERİ
Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler; bir Cemâl-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin şuâlarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi; seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemaât-ı cemâliyye dahi, bir cemal-î sermedîye işaret ederler ve onun bir nevi emâreleridirler. Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Mâşuk-u Lâyezâlî'yi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esâslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delâletiyle; şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev'-i insandaki ciddî aşk-ı lâhûtî gösterir ki, bütün kâinatta -fakat başka şekillerde- hakikî aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakikî muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelî'yi gösterir. Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler, cazibeler; ezelî bir hakikat-ı câzibedârın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir. Hem mahlûkatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşf ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek: Bir Cemîl-i Zülcelâl'in cilvesine, tecellisine mazhar olduklarını ve o Celîl-i Zülcemâl'in (kendini) tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını, müttefikan haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un, bir Cemil-i Zülcelâl'in vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına kat'iyen şehadet eder. Hem kâinat yüzünde ve mevcûdât üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin; o kalem sahibi zâtın esmâsının güzelliğini vâzıhan gösteriyor. İşte kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizab ve gözlerindeki keşf ve şuhud ve hey'âtındaki hüsün ve tezyinat; pek lâtif, nurani bir pencere açar. Onun ile, bütün esması cemîle bir Cemil-i Zülcelâl'i ve bir Mahbub-u Lâyezalî'yi ve bir Mâbud-u Lemyezel'i, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir. İşte ey maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel. İnsaniyete lâyık bir Sûrette yüksel. Şu dört delik ile bak; cemâl-i vahdeti gör, kemâl-i îmânı kazan, hakikî insan ol!..
MUHABBETE EN LAYIK ŞEY
Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:
Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur'un "Yirmiikinci Mektub"unda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir onlara..
Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhab betin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.
Madem muhabbet adavete zıttır. Ziya ve zulmet gibi, hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatıyla bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mümâşat ve karışmamak, zâhiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir. Evet muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal'alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.
Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.
NÜKTELER...
SEVGİ; SEVİLEN VE GEREĞİ
Acaiptir, bir mümine yakışmaz, ama yine de söyler:
- 'Talan yakınlık kazandı veya uzaklaştı
- 'Talana dünyalık verildi veya iflas etti."
- "Şu adam zengin oldu veya fakirleşti."
- "İşte şu adam var ya, o büyüdü yahut küçüldü.
- "Şu insanı görüyor musun? İşte o dillere destan oldu yahut unutuldu.
Daha bunlar gibi birçok sözler. Hepsi dedikodu cinsinden. Bu sözler, bir iman sahibinin ağzında iyi olmuyor; yakışmıyor. Herkesin kendine has bir karakteri ve yolu vardır, îman sahibinin de bir yolu olmalıdır.
Acaba iman sahibi bilmezmi ki? Allah birdir, birliği sever. Her şeyde tek olmayı diler. Sevilme babında da tek olmayı ister. Kendinden başkasının sevilmesini istemez. Zaten iki sevgi bir arada olmaz. Haktan başkası sevilince Hak sevgisi kalmaz. İnsan başka sevgilerle ve çeşitli dedikodularla uğraşınca Hak sevgisi zedelenir.
Her iyilik edene bağlanmak olmaz. Bir başkası sevilince Hak sevgisi kalpte azalır. Allah Gayurdur. Orada yalnız kendi sevgisinin bulunmasını ister.
Başka şeyleri üzerinden bir yana at. Başkasını dilinden bırak. Onlara koşmaktan vazgeç, onların yaptığı iyiliği Haktan gör. Eğer kuldan görürsen kulu seversin. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
- ''Kalp, iyilik edeni sever.” Allah'ın sevgisine lâyıksan o seni esirger. Her yandan halkı senden keser. Her bakımdan onu sevmek için halkın yolunu sana uğratmaz. İşte o zaman Hakka b ağlanabilir sen cümle varlığın hakkın olur.
Biraz kendini dene, yalnız Hakkı sev. Göreceksin ki yalnız hayrın ve şerrin sahibi Allah'tır. Bu halinde ilahî bir cezbe gelir, nefsin de yok olur. İlahî varlığın gayrisi yok olur gider. 'İşte... o zaman sana hayır elleri açılır. İlk bakışta dünyalık işler senin için bol olur. Diller seni Över. Herkes senin arzun olmadan yardıma koşar. Ahiret işlerin daha başka olur. Orası senin için tadına doyulmaz bir yer olur. *
Hakka bağlan; ona karşı edepli ol. Seni gözeteni gözet. Sana yar olana sen de yar ol. Seni seveni sev. Seni çağırana koş. Senin işini yoluna koyana elindekini harca.
Seni pislikten koruyana yar ol. Ölümden beri olana borçlu ol. Kötülüklerini giderene minnettar ol. Bir sürü adi vehimlerden seni esirgeyene bağlan. Her şeytan tipinden, aldatıcı ve cahil arkadaşların elinden kurtaran senin en yakın dostundur. Onu ara! Etrafını bir sürü yol kesiciler sarmışken seni onların önünden alan, elbette ki en yakın dostun sayılır; onun yolunu gözet.
Hak ve bir sürü maddi şeyler ve heva birbirine uyabilir mi? Birtakım maddî kıymetlerin içinde sayılan şeylerle ilahî kuvvetler bir olabilir mi? Ne dünya ile âhiret birdir ne de değersiz şeylerin önünde ilahî kıymetlerin bir olur. Kendini nerede görüyorsun? Sen ve bütün varlıklar; ilk, son, iç ve dış hepsinin gidişi Hakka7 dır. Bütün kalpler onun için atar. Bütün ağırlıklar Hak canibindedir. Bütün iyilikler oradan gelir.
SEVGİ ÇAĞRISI
"İnsanları sevip, sevdiğini de hissettirmek aklın yarısıdır." (M. F. Gülen)
İspanya'nın küçük bir kasabasında yaşayan Jorge adında bir adam, küçük oğlu Paco ile çok şiddetli bir şekilde tartışmıştı. Baba Jorge ertesi sabah kalktığında Paco'nun yatağının boş olduğunu farketti; Paco evden kaçmıştı.
Pişmanlık içindeki Jorge ruhunun derinliklerinde oğlunun kendisi için her şeyden daha önemli olduğunu anladı. Oğlunun gönlünü almak, her şeye yeniden başlamak istiyordu. Çaresizlik içinde evlat özlemiyle kıvranırken aklına parlak bir fikir geldi ve kasabanın merkezindeki tanınmış bir mağazaya kocaman bir ilân astı: "Paco, evine dön. Seni seviyorum. Yarın sabah burada buluşalım."
Baba Jorge ertesi sabah mağazanın Önüne geldiğinde çok düşündürücü bir tabloyla karşı karşıya geldi. Karşısında, oğlu gibi evden kaçıp ümitle bekleşen "Paco" adında yedi tane çocuk duruyordu.
Evet, sevgi mahrumu bu zavallı çocukların hepsi sevgi çağrısında cevap vermiş, kucağını açıp kendisini eve çağırmış olanın kendi babası olmasını ummuşlardı.
"Sevgiden acılar tatlanır, bakırlar altın olur. Sevgiden kirli ve bulanık sular duru hale gelir." (Hz. Mevlâna)
YALNIZ HZ. ALİ'Yİ SEVEN ADAMIN HALİ
Şeyh Ebu Abdullah el-Mühtedi hacca gitmişti. Harem-i Şerifte su dağıtılırken bir kişinin suya hiç iltifat etmediğini görünce hayret etti. Zira suya hemen herkesin eli uzanıyor, alan bunu büyük bir fırsat biliyordu.
Durumu dikkatini çekince sordu:
— Sen hiç susamıyor musun?
— Evet, dedi meçhul adam. Ben hiç susamıyorum.
— Ciddî mi söylüyorsun bunu?
— Evet, ciddî söylüyorum. Ben hiç susamıyorum artık. Tevbe ettikten ve Resûlüllah (s.a.v.) Hazretleri'nin mübarek eliyle içirdiği sudan içtikten sonra...
El-Mühtedi iyice meraklanmış ti. Biraz daha yaklaştı meçhul adama.
— Ne demek, bunu anlatır mısın?
Adam başladı anlatmaya:
— Ben Hil halkının Ali'den başkasını sevmeyenlerindenim. Biz kendimize Şîî ismi takmıştık. Bunun için de sadece Ali'yi seviyor, diğerlerine buğzediyordum.
Bir gece rüyamda kıyametin koptuğunu gördüm. İnsanlar susuz ve korku içindeydiler. Ben de susayanlar içindeydim. Bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.) Hazretleri'nin Kevser Havuzu'na doğru yol almak istedim. Baktım havuzun başında ellerinde nurdan bardaklarla su dağıtan sahabiler var. Bunların içinden Ali'yi seçip ona gittim. Bir bardak suyu ondan isteyecektim.
Çünkü biz Ali'yi çok seviyor, ötekilerine ise buğzedi-yorduk. Onlar diyorduk, Ali'nin hakkını aldılar. Ne yazık ki ben Ali'nin önüne varıp da suya uzanınca bardağı çekti, defol, der gibi bir tavır aldı. Ben şaşırdım. Ümidimi kesince de Ebu Bekr'e yaklaştım. O da aynı tavrı aldı. Ömer'e yaklaştım, o da aynı durumda beni reddetti. Osman'a varınca, O da ötekilerin yaptığını yaptı. Bana hiç biri de su vermediler.
Oradan ümitsiz şekilde uzaklaşıp Resûlüllah (s.a.v.) Hazretleri'ne varıp şikayette bulundum.
Ya Resûlallah, ben Ali'den su istedim vermedi. O'nu gören diğerleri de aynı şeyi yaptı. Bir bardak suyu bana çok gördüler.
Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:
Elbette sana su vermezler! Çünkü sen Ali'yi seviyorum diyerek ötekilere buğzettin, ashabıma hürmetsizlikte bulundun. Benim ashabıma hürmetsizlikte bulunanlar mahşerde susuz kalacaklar. Ne Ali'den, ne de ötekilerden tek damla su alamayacaklardır!
Yalvarmaya başladım:
Ya Resûlallah, ben bu yanlış düşüncemden dolayı, tevbe edersem kabul olur mu? Ali'yi de, ötekileri de aynı şekilde sevsem, hiçbirine hürmetsizlikte bu-lunmasam kabul edilir miyim?
Buyurdu ki:
Şayet sen bu yanlış düşüncenden samimi şekilde vazgeçer de, tevbe edersen, sana ben kendi elimle su içiririm!
Hemen taşıdığım bu yanlış inançtan dolayı tevbe, istiğfar ettim. Hulefâ-i Raşidin'e ve diğerlerine hep birlikte hürmet duyup, hiç birine saygısızlıkta bulunmayacağıma söz verdim. Bundan sonra Efendimiz (s.a.v.) bana bizzat kendi mübarek elleriyle bir bardak su ikram ettiler.
— Sonra ne oldu?
— İşte o sudan sonra, bir daha dünyada susama haline hiç düşmedim. Burada su dağıtılırken herkesin eli suya uzanıyor, ama ben hiç gerek görmüyorum. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.) Hazretleri'nin içirdiği suyun serinliği halen ağzımda. Sanki şimdi içmiş gibi oluyorum.
Evet, bu bir gerçektir. Yusuf Nebhanî, Peygamberimizin mu'cizelerini topladığı 2 ciltlik kıymetli eserinde, bu vakayı zikretmektedir. Buna bizim ilâve edecek hiç bir şeyimiz yoktur.
KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR
Bir adamın (dilinde) cömertlik vardı. Ama (elinde) hiç yoktu.
Her fırsatta, cömerüikte bulunduğunu anlatır, ama gerçekte hiç de o kadar cömertliğinin olmadığı bilinirdi.
Bir gün İbrahim Edhem'in yanında otururken dedi ki:
— Ey Belh'in büyüğü! Herkese nasihat ediyorsun, bana da nasihat eyle.
İbrahim Edhem:
— Nasihat edersem tutar mısın? dedi. Adam, söz verdi. Şöyle dedi İbrahim Edhem:
Senin işin bağlıyı açmak, açığı da bağlamaktır!
Bir şey anlamadı bundan. Sordu:
— Bu ne demek?
Şöyle izah etti İbrahim Edhem:
— Bağlı olan kesenin ağzıdır. Onu açacaksın, açık olanda senin ağzındır, onu da kapayacaksın. Çünkü yapmadığı cömertliği yaptığını söylemektedir.
Gerçekten de bazılarımızın dilinde cömertlik vardır. Ama tatbikata gelince durum değişir, iş veresiyeye kaymaya başlar. İşte böyleleri için darb-ı mesel olmuştur İbrahim Edhem'in bu sözü:
Senin işin, bağlıyı açmak, açığı bağlamaktır! Siz hiç düşündünüz mü bu konuyu?
Sizin de buna benzer haliniz söz konusu olabilir mi?
İsterseniz bir düşünün... Cömertliğiniz dilinizde mi, elinizde mi?
Belh'in bu aziz velisine piyasanın çok pahalandığını, etin okkasının şu kadara çıktığını söylediler. Sakin cevap verdi:
Bizim elimizde değil mi, hemen ucuzlatalım?
— Nasıl dediler? Şöyle izah etti:
Bir müddet nefsimize hakim olur, almayız. Hemen ucuzlar!
İbrahim Edhem şunu da ilave etti:
Unutmayınız, her pahalılıkta ben kazanırım. Çünkü pahalanan şeyi bir müddet almam, param ya-nımda kalır, kazancım artar.
İbrahim Edhem bir gece rüyasında elinde defterle dolaşan Cebrail aleyhisselamı görür:
Nedir elindeki defter? diye sorar. O da:
— Hak dostlarının ismini yazdığım defter, der.
— Benim ismim de yazılı mı? deyince:
— Hayır, senin ismin Hak dostları arasında yoktur, cevabını verir.
Üzülen İbrahim Edhem bu defa da şöyle sorar:
Peki, benim ismim Hak dostları arasında yoksa, Hak dostlarını sevenlerin arasında da yok mu?
— Var!
— Öyle ise ne duruyorsun? der.
Cebrail aleyhisselam düşünmeye başlar. Ne yapacağını bilemez. Bu sırada Rabbimizden emir gelir:
— Ey Cebrail! niye düşünüyorsun? Kişi sevdikleriyle beraber değil midir? İbrahim, Hakk dostlarını seviyorsa sonların arasında bulunması gerekmez mi? Yaz onu da hak dostları listesine!
Ne dersiniz bu söze? Sizin hakkınızda da bu söz geçerli mi? Siz de Hak dostlarını seviyor musunuz?
MUHABBETİN İLÂCI
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, sevgi çok yüce bir makamdır. Onun İlâcı önemlidir. Bir kişi güzel bir şeye aşık olmak dikse onun ilk tedbiri, o aşktan başka ne varsa onlardan yüz döndürmektir, ve daima o sevdiğine bakmalıdır. Sevgilinin yüzünü görünce —eli, ayağı, saçı örtülü bile olsa onları da görmeğe uğraşır. Her güzelliği gördükçe meyli artar. Vaktâ ki, bu yolda sevgisini sürdürünce şüphesiz kendisinde az veya çok eğilim doğar, işte Hak Teâlâ'nın da sevgisi, O'na duyulan muhabbet böyledir. Onun birinci şartı budur. Yâni, dünyadan yüz döndürmek, gönlü dünya muhabbetinden tertemiz kılmaktır. Hak'tan başkasının muhabbeti, kişiyi, Hakk'ın muhabbetinden meneyler. Bu hâl, tıpkı ekin tarlasını otlan, ayrıktan, dikenden temizlemek gibidir. Bundan sonra Hak Teâlâ'nın marifetini dilemek gelir. Eğer bir kişi, Hak Teâlâ'yı sevmezse bu Allah'u Teâlâ'yı bilmediğinden ötürüdür. Yoksa, Allahü Teâlâ'nın cemâli de, celâli de elbette sevgilidir.
Bir kişi Hazret-i Ebû Bekir'i ve Hazret-î Ömer'i tanıyıp bilince, ikisini de sevmekten uzak kalamaz. Çünkü onların menkıbeleri, mücahedeleri elbette sevgilidir. Allah hakkında bilgi sahibi olmak, tıpkı tohumu kara toprağa ekmek gibidir. Nasıl ki, bir kimse bir kimseyi çok ansa, ondan kendisine bir ünsiyet, yakınlık doğar.
Sen bil ki, hiç bir mümin, sevginin köklerinde birbirinden farklı değildir. Muhabbetin esasında onda izler vardır. Lâkin o sevginin değişikliği üç sebepten ileri gelir:
Birincisi: Dünyaya olan meyil ve muhabbetten doğan ayrılıktır ki, halkın bir kısmı diğerlerinden daha fazla veya az olarak dünyayı sever ve onunla meşgul olurlar. Bir şeydeki sevginin ve meşguliyetin azlığı veya çokluğu ise başka bir şeyin sevgisinin azlığını veya çokluğunu gerektirir.
İkincisi: Marifet (tanıma) derecesindeki farklılıktır. Câhil bir kimse İmam-ı Şafiî'yi âlim diye bildiği için sever. Fıkıhçılar, Şafiî'yi bazı ilimlerden haberli olduğu için daha ziyade severler. Ayrıca Şafiî'yi sevenler akrabası ve öğrencileridir ki, onun bütün ilimlerinden ve ahlâklarından haberlidirler. Bundan ötürü de onu öteki fakihlerden daha fazla severler. Üçüncüsü: Ünsiyetin kazanılmasına sebep olan zikir ve tâattaki farklılıktır. Bir kişi Hak Teâlâ’yı ne kadar çok bilirse, O'nu o kadar fazla sever. Birde sevginin vesilesi zikir ve ibâdettir ki, onlarla ünsiyet elde edilir. Bu üç sebepten ötürü meyil ve sevgide ayrılıklar olur. Fakat bir kimse Hak Teâlâ'yı hiç bir zaman dost tutunmazsa bu, kişinin Allahu Teâlâ'yı asla bilmemesinden, tanımamamdandır. Görünen yüzün güzelliği elbette sevilir. Onun gibi batini olan yüz de elbette sevgilidir, mahbubdur. Böylece muhabbet marifetin (tanımanın) semeresi olmuş olur.
Marifetin kemâlini ele geçirmenin iki yolu vardır:
Birinci yol: Tasavvuf ehlinin yoludur. O da mücahededir. Sürekli zikretmek ile kalbi safi kılmak, arındırmaktır. Öyle ki, Allah'tan başka her şeyi unutmaktır. Bundan sonra o kişinin bâtınında bazı haller belirir ki, belki o hallerle Hak Teâlâ'nın yüceliğinin kemâli, parıldar ve müşahede edilir gibi bir şekil alır. Bunun örneği ava tuzak kurmak gibidir ki, o tuzağa kimi zaman olur av düşer, kimi zaman düşmez. Kimi zaman olur ki, içine sıçan düşer, kimi zaman da doğan düşer. Bundaki fark çok, ama çok büyüktür ve saadet, bağışlanan mikdardadır.
İkinci yol: O da marifet ilmini öğrenmektir. Bu hususta kelâm ilmini ve başka ilimleri öğrenmek fayda vermez. Bunun da başlangıcı Hak Teâlâ'nın acâip san'atını tefekkürdür. Bunların kimisine işaret etmiştik. Bundan sonra acâip san'atlardan ilerleyerek Allah'ın zâtının cemâlini, celâlini düşünmek gelir. Bu hâl, Allah'ın zâtının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatlerinin keşfolmasına kadar sürer. Ve bu uzun bir ilimdir. Ancak zeki olan kişinin buna erişmesi mümkündür. Ancak arif bir üstad ele geçirmekle bu imkân hâsıl olabilir. Ama zekî olmayanlar bu ilme erişemez. Çünkü bu, av düşecek veya düşmeyecek tuzak kurmak değildir. Belki aksine bu ticaret ve çiftçilik gibidir. Bir kişi iki koyun alır. Bir erkek, biri de dişidir. Bunları çiftleşmeye salar. Bundan ötürü malı çoğalır. Ancak koyun sürüsünü yıldırım çarpar, hepsi helak olur, gider.
Bir kimse muhabbet dilerse marifet yolunda başka bir yolla dilememelidir. Bu, güçtür, müşküldür. Bir kişi marifeti, bu iki yoldan değil de başka bir yoldan ararsa onu bulamaz. Ve bir kimse ki, Hak Teâlâ'nın sevgisi kendisinde olmadığı halde âhiret saadetinin kemâline erişmeği isterse yanlış hareket etmiş olur. Çünkü âhiret, Hak Teâlâ'ya erişmekten başka bir şey değildir.
Bir kişi, sevgi beslediği bir şeye erişse, onu elde etse, fakat daha önceden onu sevmesine engel olan şeylerden ötürü o şey örtülü kalmış, ona kavuşamamış ve onun hasreti ile nice yıllar geçirmiş olsa, ona kavuştuğu an büyük bir lezzet duyar. İşte Saadet budur. Eğer önceden sevmemişse ona erişmekten hiç lezzet duymaz. Bütün gönül ile sevmişse büyük bir lezzete erer. Böylece saadeti, aşk ve muhabbeti derecesinde olur. Ve eğer —Allah korusun— kalbi âhire! saadetinin zıddı şeylerle yakınlık, ülfet ve ilgi kurmuşsa bunlar onun helakine sebep olur, acılara, elemlere düşer. Başkalarının saadet bulduğu şeyler yüzünden o, şakî (kötü kişi) olur. Bunun benzeri şöyledir: O kişi bir lağım amelesi gibi olur ki, aktar dükkânının önünden geçerken güzel kokular duyar. Aklı başından gider, bayılır. Halk başına toplanır. Gülsuyu, misk ve amber saçarlar. Daha da kötüleşir. Bu sırada daha önce lağım amelesi olan bir kişi oraya gelir. O kişinin halinin neden olduğunu anlar. Bir parça insan pisliğini getirir, onu burnuna sürer. O kişinin aklı başına gelir:
— Oh, işte lâtif koku budur! der.
İşte bunun gibi bir kişi dünyayı sevmiş, ona bağlanmışsa onun sevgilisi dünya olmuş olur. Tıpkı lağım amelesine benzer ki, aklarlar çarşısına gelse, orada fışkı kokusu bulamazsa ve orada buldukları da tabiatının zıddı şeyler olursa onun bu yönden azabı Çok olur. Ülfet edindiği insan pisliğini orada bulmaya çaresi yoktur. Âhirette de dünya arzularından hiç bir şey bulamaz. O şeylerin hepsi onun tabiatının zıddı olmuş olur. Her şey onun acı duymasına ve şekavetine, sıkıntısına sebep olur. Şunu bilmelisin ki, Âhiret ruhlar âlemidir. Allahü Teâlâ'nın, Hazret-i Ulûhiyet'in cemâl âlemidir. Allah'ın cemâli, bu uhrevî âlemde görülür, müşahede edilir. Said (saadete eren kişi) şu Âdemoğlu olur ki, . Hazret-i Ulûhiyet'le ilgi kurmuş bulunur. Tâ ki, Âhiretle olan şeyleri tabiatına uygun bulur. Bütün riyazetler, perhizler, ibâdetler bu münasebet içindir. Muhabbet ise bu münasebetin aynı, eşitidir. Nitekim, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle Duyurulmuştur:
"Nefsini dünya ilişkilerinden temizleyenler kurtuldu," (Şems sûresi: 9)
Bütün günahlar, şiddetli istekler (şehvetler), dünya dostlukları, bu ilginin zıddıdır. Cenâb-ı Hak bu yolda şöyle buyurmuştur:
"Nefsini günahlarla, dünya şehvet ve İstekleri ile dolduran, umudunu kesti." (Şems Sûresi: 10)
Basiret ehli bu mânâyı müşahede edince taklitten kurtulmuşlardır. Bunu peygamberin doğruluğundan, sıdkından anlamışlardır. Hattâ peygamberlerin sıdkını mûcizesiz olarak bu hâl ile anlamış, bilmişlerdir. Bu şunun gibidir ki, bir kişi hekimlik ilmini bilse, bir hekimin sözlerini işitince onun hekim olup olmadığını anlar. Doğruyu görürse: — işte bu tam hekimdir! der.
Eğer çarşıda oturan yalancı hekimin sözün işitse anlar ki, o câhilin biridir.
İşte böylece gerçek bir peygamberle peygamberlik dâvası eden yalancının arası bu anlattıklarımızla bilinir. Ondan sonra kişinin kendi basireti ile bilemediği şeyler peygamberle bilinir. Bu, kendiliğinden hası olan bir ilimdir. Musa'nın anasının yılana dönmesinden doğan ilim gibi değildir. Çünkü böyle bir ilim tehlikededir. Sâmiri'nin buzağısı gibi bâtıl otur. Bâtılı mucizelerden fark eylemek, bu ilim dışında kolay değildir.
MUHABBETİN ALÂMETLERİ
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, muhabbet aziz, değerli bir mücevherdir. Muhabbet dâvasını gütmek kolay şey değildir. Her kişinin kendisini Allah dostlarından sanması reva değildir. Lâkin muhabbetin alâmeti, nişanesi vardır. Onları o kişi kendisinden istemelidir. Bunlar yedi nişâne'dir:
Birinci nişane: Kendi ölümünü kötü, kerih görmemektir ki, hiç bir dost, dostunu didârını görmeyi çirkin görmez. Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
Bir kimse Hak Teâlâ'nın didârını (yüzünü görmeyi) dost tutunmuşsa, Hak Teâlâ da onun didârını dost tutunur.
Buveyti (Allah rahmet eylesin), zahitlerden birine:
— Ölümü seviyor musun? diye sordu. O zahit durakladı. Buveytî:
— Eğer sadık olsaydın ölümü dost tutunurdun! dedi.
Ama bir kimsede Allah sevgisi olup da ölümünün erken gelmesini istememesi ve asıl ölümü çirkin görmesi caizdir. Belki olur ki, henüz ölüm hazırlığını yapmamıştır. O hazırlığı yapmak diler.
İkinci nişane: Hak Teâlâ'nın sevdiğini kendi sevdiğinin üzerine tercih eder. Halık'ın sevdiğini kendi sevdiğinden daha üstün görür, onu seçer. Bîr şeyi sevdiğinin yakınlığına sebep bilirse onu terketmez. Bir şey de sevdiğinde kendisinin uzaklaşmasına sebep olursa ondan uzaklaşır. Böyle bir kişi bütün kalbi ile Allahü Teâlâ'yı seven, O'nu dost tutunan bir kimsedir. Nitekim Resul (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
—Bir kişi Hak Teâlâ'yı kalbi ile dost tutunan kimseyi görmek isterse, Huzeyfe'nin azatlı kölesi olan Salim V baksın.
Eğer bir kimse günahkâr olsa, mâsiyet işlese bu, Allahü Teâlâ'ya muhabbeti olmadığına delil değildir. Belki bu, sevginin bütün kalbiyle olmadığına delalet eder. Buna da alâmet şudur ki, Numanı nice kez şarap içtiğinden ötürü kamçıladıklarında birisi ona lanet etmişti. Resul (S.A.V.) lanet savurana:
—Ona lanet etme. Belki o, Allah'ı ve Allah'ın Resulünü sever! dedi. Fudaylder ki:
- Eğer sana Allah'ı seviyor musun? derlerse, sen cevap; verme, sus. Eğer: "Sevmiyorum!" dersen, kâfir olursun. Eğer: "Seviyorum!" dersen bu fiilin dostlar fiiline benzemiyor, demektir.
Üçüncü nişane: Hak Teâlâ’nın zikri, dostu olanın gönlünde tazelenir, durur. Ve ona bu zikir zor gelmez, kendisine zahmet vermeden teşvikçi olur. Çünkü bir kimse bir şeyi severse, onu çokça anar. Eğer dostluğu, muhabbeti tam olursa, onu hâtırından hiç çıkarmaz. Eğer kişi gönlünü zorla, zahmet ve lekeli üfle Hak Teâlâ'nın zikriyle uğraştırırsa, başka sevdiği şeyin gönlüne hâkim olmasından korkutur. Kimi zaman olur ki, onun gönlüne Hak Teâlâ'nın sevgisi galip olmaz. Fakat Hak Teâlâ'nın sevgisi galip olur ve Hak Teâlâ sevgisini elde etmek diler. Hak Teâlâ'nın sevgisinin kalbe hâkim olması ile O'nun sevgisini isteme sevgisinin kalbe hâkim olması birbirinden çok farklı şeylerdir.
Dördüncü nişane: Hak Teâlâ'nın kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm'i, Allah'ın Resulünü ve Hak Teâlâ ile İlgili olan her şeyi sevmektir. Bu sevgi kuvvetli bir sevgi olmalıdır. Çünkü bütün halkı severse, halkın hepsi Allah'ın kullarıdır. Eğer bütün varlıkları, mevcudatı severse onların da hepsi Allahü Teâlâ'nın yarattığıdır. Nitekim bir kişi bir kişiyi severse, onun yazdığı kitapları ve elyazısını da sever. Çünkü bunların her biri, o kişinin zatından ayrı olmayan eseridir.
Beşinci nişane: Halvete (yalnızlığa) ve Allah'a yalvarıp yakarmaya (münâcata) düşkün olmaktır. Günlük zahmet ve ilişkilerin ortadan yok olması için akşam olmasını arzu etmektir. Eğer kişinin kendisini, tenhada Allahü Teâlâ ile dostluk kurup O'na yalvarmayı bırakıp, gündüzün uyumayı ve konuşmayı daha çok severse o kişinin dostluğu zayıf olur.
Dâvûd aleyhisselâm'a şu vahiy inmişti:
—Ey Dâvûd! Halktan hiç kimseyle arkadaşlık etme, benden kesilirsin. Bil-hassa şu iki kimseyle ki: Birisi, sevap dileğinde aşırılığı olup da sevabın kendisine geç eriştiğinde ötürü gevşer, tembellik eder. Ötekisi de beni unutup kendi hâli ile kanaat eder. Böyle bir kişinin alâmeti, şudur ki: Ben onu, kendi kendine bırakır, onu kendime değil, dünyaya hayran ederim.
Hak Teâlâ'ya sevgisi tamam olan kulun, Hak Teâlâ'dan başkasına yakınlığı, ünsiyeti kalmaz. İsrailoğularından, ibâdete düşkün bir kişi vardı. Geceleri namaz kılardı. Bu ibâdetini geceleri sabaha kadar bir ağacın altında yapar. Bu ağacın üstünde de bir kuş güzel bir sesle öterdi. O zamanın peygamberine şöyle bir vahiy indi:
-Ey nebîm! O âbîd kişiye söyle ki, "Sen mahlûkla ülfet kurdun, Hâlik'i (Yaratan'ı) unuttun, senin âbidliğinden bir derece düştü. Hiç bir amelle yine o dereceye erişemezsin." Yine birtakım insanlar, Hak Teâlâ ile ünsiyette ve münâcaatta öyle bir dereceye erişmişlerdir ki, bulunduktan ibadethanenin bir yanına bir ateş düşerdi de haberleri olmazdı. Birisinin ayağı bir hastalıktan ölürü namaz kılar, ibâdet ederken kesildi. Onun ayağının kesildiğinden haberi bile olmadı.
Hazret-i Davud'a vahiy gelip şöyle buyuruldu:
—Ey Dâvûd! Bana şu kişi yalan söylemektedir. Beni sevdiğini söyler de bütün gece uyku uyur. Seven, sevdiğinin yüzünü aramaz, dilemez mi? Her kimse beni dilerse, ben onunlayımdır.
Musa aleyhisselâm:
—Yâ Rabbi, nenlesin? Tâ ki seni dileyeyim? dedi. Allahü Teâlâ da:
—Ey Musa! diye buyurdu. Madem ki, beni diliyorsun, ben seninleyim. Altıncı nişane: Kul ibâdetleri kolayca yapar. İbâdetin ağırlığı ondan giderilir. Ulu
kişilerden, Mâmın ileri gelenlerinden biri der ki:
-Yirmi yıl kendimi gece namazına vakfettim. Vaktim âdeta can çekişmekle geçti. Ondan sonra yirmi yıl daha bu gece namazından nimetlendim. Çünkü dostluk gücü olunca hiç bir lezzet ibâdet lezzetine erişemez. Güçlük ise nerede kalır?
Yedinci nesâne: Kul, Hak Teâlâ'nın bütün itaatli kullarını sever, onları dost bilir. O da onlara muti olur, baş eğer. Onlara karşı merhametli ve şefkatlidir. Bütün kâfirlere ve âsi kişilere düşman olur. Nitekim Hak Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
"Hak Teâlâ'nın velileri kâfirlere hısmedici ve birbirine şefkat edicilerdir." (Fetih Sûresi; 29).
Peygamberlerden biri Allahü Teâlâ'ya şöyle yakarışta bulundu: - Ey Allah'ım! Senin velilerin ve dostların kimlerdir?.
Hak Teâlâ şöyle buyurdu:
—Beni sevenler küçük çocuğun anasına sevgi duyduğu gibi bana sevgi duyanlardır. Ve kuşun yuvasına sığındığı gibi adıma sığınanlardır. Ve kaplanın kızınca hiç bîr kişiden korkmadığı gibi bana âsi olanlara karşı öyle hışımlı olan ve korku nedir bilmeyenlerdir.
Bu nişaneler ve bunlar gibi alâmetler çoktur, Bir kişinin sevgisi, dostluğu tam olursa, bütün bu alâmetler onda mevcut bulunur. Bir kimsede bu nişanelerin bir kısmı bulunur, bir kısmı bulunmazsa onun sevgi ve dostluğu da o ölçüde olur.
 
Üst