Lahika Analizi 63. Kastamonu Lahikası 37.Mektup

kenz-i mahfi

Sorumlu
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَداً دَاۤئِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim,
On Dokuzuncu Sözün âhirinde Kur’ân’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur:
Herkes her vakit Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre küçük bir Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Mûsâ (a.s.) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.
Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalâasını tekrar eder.
İkinci bir nokta: Âyetü’l-Kübrâ’dan çıkan “Virdü’l-Ekber” namındaki Arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münâcâtın başındaki âyetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasiptir. Biz de nüshamızda yazdık.
Üçüncü nokta: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu. “Neden İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a ve bilhassa Âyetü’l-Kübrâ risalesine ziyade ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillâhilhamd, ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan, bu hâsiyet Âyetü’l-Kübrâ risalesinde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acip asırda, mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Mesela, nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburunun imdat ve kuvve-i mâneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i mâneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i mâneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda, Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta‑i istinadın ve öyle mağlûp edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden mânen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviyeyle bir şahs-ı mânevi ve bir cemiyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh‑u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusâne çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu (*) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, mânevî imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber nefer olarak Âyetü’l-Kübrâ risalesini İmam-ı Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.
Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası görünsün.
Said Nursî

(*) Kainatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.

Not: Asıl yeri burası olan bu mektup ayrıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi sayfa 36. ve Tarihçe-i Hayatı sayfa 285.te geçmektedir.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Değerli kardeşlerim, kusura bakmayın, ne zamandır fırsat bulup da lahika derslerini işleyemiyordum, şimdi fırsatım oldu inşaallah. Kastamonu Lahikası'ndaki mektupların içerisinde belki de en değerlilerinden olan bu mektubu tafsilatıyla işlemek istiyorum. Onun için yeni bir konu açmak istemedim. Bu mektup çok değerli hakikatleri ihtiva ettiğinden dolayı bu mektuptaki kayıtları dikkatlice tahlil etmek istiyorum, inşaallah katkılarınızı da bekliyorum.
Allah'a emanet olun.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Bu mektubun başında Kur'an'daki tekrarların ekser hikmetinin aynen Risale-i Nur'da da olduğu beyan edilmiştir. Hayatımız baştan sona tekrarlar ile doludur. Farkında olmasak da pek çok şeyi tekrar ettiğimizi göreceğiz. Gerçi edebiyatta tekrarlar çoğunlukla belagata münasip düşmüyor gibi görülse de hakikat noktasında pek çok hikmetleri mevcuttur. Risale-i Nur'un pek çok yerinde bu husus izah edilmiştir.

İnşaat ustasının elindeki tuğlaları tekrar tekrar duvar yapmak için kullanması tesis içindir. Her gün yemek yemek ihtiyacımızın giderilmesi vücudun ihtiyacı içindir ve lazımdır. Her zaman nefes almamız lazımdır halbuki görünüşte tekrarlardan ibarettir.

Dolmuş durağındaki şoförün sabahtan akşama kadar "Forum Üniversite!, Forum Üniversite! diye bağırması görünüşte tekrar olduğu halde bir ihtiyaca binaendir. Bir defa söylemesi yeterli değildir.

Dönercinin her daim döneri kesip servis etmesi de bir tekrardır.

Gece gündüzün devarına da bir tekrardır.

Zilin çalması, dersin başlaması ve tekrar çalmasıyla teneffüs olması görünüşte bir tekrar gibi olduğu halde intizam için gereklidir.

Bu misaller gibi sayamayacağımız pek çok tekrar hayatımızda mevcuttur. Kainatın tercümanı olan Kur'an'da da tekrarların olması bu noktadan bir ihtiyaca binaen olduğu gibi pek çok hikmetleri havidir ve kesinlikle lüzumsuz değildir.

Kur'an-ı Kerim'deki tekrarlara baktığımızda;
1- Kur'an'ın irşat maksadıyla yaptığı tekrarlar, muhatapların kalbine gerçekleri güzelce yerleştirmek içindir. Bu tekrarlar, muhatapların öğrenme ihtiyaçları nazara alınarak yapıldığı için usanç değil, lezzet verir.
2- Kur'an, kalplere gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı lezzeti artırdığı gibi, manevî gıdanın tekrarı da insanların ruhî lezzetlerini artırır. Her gün ekmek yiyoruz, su içiyoruz, bunlar bize usanç vermiyorsa, manevi gıdanın tekrarı da usanç vermez.
3- İnsan maddî hayatında her an havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaçtır. Bunların tekerrürü, haddizatında tekrar olmayıp tekerrür eden ihtiyaçların giderilmesi içindir.
İşte, Kur'an'da tekrarlanan hususlar da bunlar gibidir. Bazılarına insan her an muhtaçtır "Hüvellah" gibi... Çünkü bununla manen nefes alınır. Bunun gibi "Bismillah" da hava-i nesimi gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiği, ona her an ihtiyaç duyduğu için çokça tekrarlanmıştır.
4- Kıssa-i Musa gibi bazı cüz'î hadiselerin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu ihtiva ettiğine işarettir. Hülâsa: Kur'an, hem bir zikir, fikir ve hikmet kitabıdır; hem bir ilim, hakikat ve şeriat kitabıdır; hem de akıl ve gönüllere şifa, müminlere hidayet ve rahmettir.

Üzerinde pek büyük bir emanet yükü olan insanın saadet ve şekavetini netice verecek bir dava için gerekli düsturları ve meseleri ve her an gözü önündeki ölümün dehşetli idamından kurtulmak çaresini bulmak yolunu, hem insanın en mühim meselesi olan Cehennemden kurtulmak çaresini, hem hadsiz şüpheleri ve itirazları izale etmek lüzumundan dolayı Kur'an pek çok tekrarlar yapmıştır. Bu hakikatleri milyonlar defa tekrar etse yine israf değildir.

Saadet-i edebiye müşterisi olan bir insan için pek çok esbab-ı gaflet içinde hakiki vazifelerini ve gayelerini unuttuğu ve evhama kapıldığı bir zamanda saadet-i ebediye müjdesi ile onu teselli etmek lazımdır. Bunun için de sürekli tekrarlar gerekmektedir.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Kur’andaki tekrarın mühim hikmetlerinden biri de herkesin her vakit bütün Kur’anı okuyamadığından hasıl olan eksikliğin giderilmesidir. Bu husus Mesnevi-i Nuriye’de şöyle anlatılmaktadır. “Kur’an bütün beşerin tabakatına hitab ve deva olduğu gibi, zeki-gabi, taki-şaki, zahid-gayr-i zahid, bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlahiyeye mahzar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilaç almaya hakları vardır. Halbuki Kur’an’ı tamamen veya daima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki her bir sure hemen hemen bir küçük Kur’an hükmünde olsun ki herkes suhuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur’an’ın sevabını kazanabilsin.” İşte bu hikmete binaen Kur’an çok tekrarlar yapmıştır. Bu husus Risalelerde vardır. Zira Üstad Bediüzzaman Said Nursi bu hususun Risalelerin ekser yerinde de aynen cereyan ettiğini beyan etmiştir. “Neden bana bunlar unutturulmuş? Tekrar yazdırılmış?” demesindeki hikmet ise eserleri kendi yazmadığı belki ona yazdırıldığı içindir. Eğer kendi yazsaydı “neden unuttum” veya “niçin tekrar yazdım?” demesi lazımdır.
Sözler’de “tekrar-ı ayet; tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder”

Bu tekrarlarla beraber görünüşte aynı yerlerin tekrarı gibi olduğu halde her bir makamda ayrı bir maksat için tekrar edilmiştir. Yani makamın iktizasına göre hangi surede zikredilmişse o surenin ruhuyla alakadar bir şekilde tekrarlar yapılmıştır. Yoksa tekrar edilen meseleler birbirinin aynı değildir. Bunu şöyle izah etmiştir: “Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, manen her bir ayetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Her bir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.”

Risale-i Nur’daki tekrarlarda da aynen bu hikmet vardır. Aynı risale veya aynı bahis pek çok kitaplarda geçmekte olduğu halde, geçtiği Risale veya kitabın ruhuyla alakadar bir manada zikredilmektedir.

Bu tekrarlar içinde insana en çok lazım olan şeyleri tekrar etmektedir. Bu mektubda dikkati çeken husus ise “Kıssa-i Musa”nın tekrarındaki hikmetlerdir. Kıssa-i Musa’nın tekrarındaki hikmetleri “Kur’an’da çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselam’ın cümleleri ve cüzleridir ki, her bir cümlesi, hatta her bir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.” Burada nazar-ı dikkati celbeden husus “düstur-u külli” ifadesidir. Düstur-u külli ifadesi, her zaman herkesin ihtiyaç duyduğu ve pek çok şeyde tatbik edilebilecek düsturlardır.

Kur’andaki tekrarların hikmetinden bahsedilirken “Bazısına insan her nefes muhtaç olur.” (Cisme Hava, ruha Hû gibi) bazısına her saat (Bismillah gibi) ve hakeza…” denilmiştir.

Kur’an’daki tekrarlardaki hikmetlerin aynının risalelerdeki tekrarlarda da cereyan etmesinden dolayı bunun bir ikram-ı İlahi olduğundan dolayıdır. Risalelerdeki tekrarın aslında gereksiz bir durum olmadığını, aksine çok özel bir ikram-ı İlahi ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu görülmektedir. Üstad hazretleri çok yerlerde kendisi de ifade etmiştir ki: Risaleler kendi iradesi ile, bilgisi ile öğrendikleri ile yazılmamıştır. Yazdırılması esnasında yanında olan talebeleri bu durumu şu şekilde anlatmaktadırlar.

“Üstad hazretleri abdest alır, ayağa kalkar, kıbleye döner, başlarmış anlatmaya…” Yine Şamlı Hafız Tevfik’in ifadesiyle “Sanki üstad bir yere bakıp oradan okuyor gibi süratle söyler, biz de süratle yazardık” Üstad hazretleri çok hızlı bir şekilde söylediğinde ve katipler de çok hızlı bir şekilde yazdıklarından, bu eserlerin bir insanın düşünüşü olmadığı, bilakis başka bir irade ile yazdırıldığı anlaşılmaktadır.

Madem ki işin içinde bir irade var, o irade risalelerin nasıl olmasını iktiza ediyorsa öyle kalmalıdır. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri dahi bunları sonradan düzeltmeye muktedir değildir. Bu hayatta olan bütün talebeleri tarafından bilinmektedir. Ne yazık ki, şımarık bazı insanlar bu hususu göz ardı edip, dünyada bazı şeylerde muvaffak olmaları neticesinde ilham eseri olarak yazılan risaleler üzerinde tasarruf etmek ahmaklığını gösterecek kadar şuursuzca hareket etmeyi hizmet sayıyorlar. Risalelerin asliyetini muhafaza etmek “sadakattir” Bunun aksini yapmak ise ancak “sadakatsiz” ve “su-i niyet” sahibi olanların işidir. Zübeyir Gündüzalp, bu şekilde beyan etmiştir. Risaleleri her kim olursa olsun sadeleştiriyorsa o kişi sadakatsiz ve su-i niyet sahibi kimse veya kimselerdir. Nurun mühim bir erkanı böyle hükmetmiştir. Risaleler anlaşılmıyor fikri, zındıkların serişte ettikleri bir sözdür. Maalesef bazı enaniyetlilerin enaniyetlerinin okşanılması neticesinde “siz daha iyi biliyorsunuz, siz daha iyisini yapabilirsiniz” gibi oyunlara gelinmiştir.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu

Külliyata dahil her bir eserin, kendi sahasında bir riyaseti, bir rüçhaniyeti var. Biri diğerine tercih edilmez.

Risale-i Nur Külliyatı’ndaki her bir eserin, kendi sahasında bir riyaseti, yani bir rüçhaniyeti vardır. Her bir risale birer güneş gibi olduğu gibi bazı risaleler vardır ki ehemmiyetleri yüzünden risalelerde bilhassa Lahika mektuplarında isminden çok bahsedilmektedir. Bunlardan en mühimi ve Hazret-i Ali’nin (RA) Asa-yı Musa veya Ayet-ül Kübra ismini verdiği 7. Şua eseridir. Risaleler her ne kadar birbirine tercih edilemeyecek olsalar da öyle risaleler var ki birer güneş gibi ve karanlığı yaran birer yıldız gibi pek çok ehemmiyeti vardır. Üstadın “beş türlü de dünyevi faidesi var” dediği ve bunların içinde “kalbde rahat ve sürur” diye bahsettiği 2.faidesi dolayısıyla aynı zamanda bu risalelerin maddi ve manevi faidelerinden bahsedilmiştir. Hem manevi hastalıklara hem de vücuda sıhhat gibi maddi hastalıklara da faideli eserlerdir ki pek çok defa tecrübe edilmiştir.

Kalbe rahat ve sürur vermesi hususiyeti ise Üstadın sıklıkla bahsettiği risalelerin “dua makamında” okunmasının tesiridir. Yani risaleleri dua niyetiyle okuduğumuzda bahsettiğimiz faidesi hasıl olmaktadır.

Kastamonu Lahikası 250. sayfada “İki-üç gün evvel, Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki: içinde hem külli zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Barekallah dedim. Hak verdim” cümlelerinde risalelerin sadece anlamak için okunmadığını bilhassa manevi tesiri çok fazla olan risalelerin “zikir, tehlil, tefekkür, huzur, hikmet” gibi manevi şeyler için okunduğundan bahsedilmektedir.
Bilhassa “sıkıntıların izale edilmesi için” nazara verdi ve “dua ile münacat” makamında dahi sıklıkla okunabileceği tavsiye edilen risaleler vardır. Bunların başında Münacat Risalesi, Katre Risalesi, 29. Lem’a-i Arabiye ve Ayet-ül Kübra olan 7. Şua gelmektedir.
Üstad Hazretleri ne zaman bir yorgunluk ve sıkıntı ve usanç olsa bu Risalelerden yani Hizb-i Ekber-i Nuriyeye dahil olan bu eserlerden bir kısmını okuduysa bütün yorgunluk ve usancın zayi olduğunu yerine ferah ve huzurun geldiğini beyan etmektedir.
Hazret-i Ali’nin (RA) bu risaleye verdiği ehemmiyet ise imanın en son ve en yüksek kısmını isbat etmesinden dolayıdır. Nasıl ki Hazret-i Musa (AS)’nın asası sihirleri iptal ediyorsa, bu risale dahi dinsizliğin bütün fikirlerini aynı şekilde iptal etmektedir. Öyle ki o kadar uzak mesafeden Hazret-i Ali (RA) bu risaleyi görmüş ve beşaretle ve müjde ile haber vermiş ve onu dua ile Cenab-ı Hakk’tan istemiştir.
Hazret-i Ali’nin (RA) Celcelutiye Kasidesi emsalsiz bir duadır. Risale-i Nur eserlerinin fihristesi özelliğini taşıyan bu eseri Peygamber Efendimiz (ASM), Hazret-i Ali (RA)’ye nazmettirmiştir.
Diğer risalelere ima, remz ve işaret olduğu halde bu risaleye doğrudan doğruya zahir olarak açık işaret bulunmaktadır. Yani ismiyle açık olarak işaret edilmiştir.

Bu risale “dalaletlerin bütün sihirlerini iptal etme” gibi fevkalade bir hasiyete maliktir. Zaten bu risaleyi okuyanlar da bu hususu tasdik etmektedirler. Madem Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadisedir, elbette ona gaybi işaretler pek çok olacaktır. Celcelutiye Kasidesi’nde ondan beşaretle haber verilmesi yaptığı vazifenin büyüklüğündendir.

Ayet-ül Kübra Risalesi olan 7. Şua eseri, Kastamonu’da çok ağır ve sıkıntılı şartlar altında telif edilmiştir. Bu eserin ilk defa matbaada basılması ise 1942 senesinde olmuştur.
Tahirî Mutlu, hem gizlice basılan Âyetü’l–Kübrâ Risâlesini, hem de Sahaflar Çarşısında bulduğu Eski Said’in Lemeat, İşârâtü’l–İ’câz ve Hakikat Çekirdekleri isimli eserlerini de yanına alarak vapurla İnebolu’ya, oradan da Kastamonu’ya gider. Ziyaretine gittiği Üstad Bediüzzaman’a bu eserleri takdim eder. Bediüzzaman, bu hediyelere ziyadesiyle sevinir, kahraman Tahirî’ye Mevlânâ Halid’in yüz yıllık cübbesini giydirerek taltif eder. Ayrıca, şahsî gayret ve fedakârlığıyla Âyetü’l–Kübrâ’yı tâb eden bu kahraman talebesinin hizmetini alkışlayarak onu tebrik eder.
Aslı vahye dayanan ve Hazret-i Ali (RA)’nin eseri olan Celcelutiye’de ismen tesmiye edilen ve pek çok yönleriyle harika olan Ayet-ül Kübra Risalesi’nin basılması ve ardından yaşanan gelişmeler hakkında şu tespitlerde bulunulmuştur.

- Âyetü’l–Kübrâ iç (forma) baskısı için Bozkurt Matbaasının sahibiyle gizlice anlaşan kahraman Tahirî, eserin kapak baskısını yapmayı göze alacak bir tek matbaa bulamaz. Kapakta yazılacak “Risâle–i Nur Külliyatından Âyetü’l–Kübrâ; Müellifi Bediüzzaman Said Nursî” ibaresini gören matbaa sahipleri korkup bu işi yapmaktan vazgeçiyorlar.

- Kahraman Tahirî, eserin kapak baskısını sonunda parça–bölük “lastik kaşe” yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir.

- Bir dizi zahmet ve meşakkatle, sonunda eserin ciltlenmesi tamamlanır. Kitaplar paketlenip Isparta’ya gönderilmek üzere ambara verilir.

- İşte, bu noktadan sonra inanılmaz bir gelişme yaşanır. Matbaanın sahibinin içine kurt düşer. Huzuru kaçar ve kendini tutamayıp İstanbul emniyetine gider. Tuhaftır, ama emniyette kendi kendini ihbar eder. Kendince “Zararın neresinden dönersem kârdır” mantığıyla hareket ederek, yaptığı işten dolayı, kitaplar henüz dağıtılmamışken pişmanlık duyduğunu söyler.

- Emniyet alarma geçer. Paketlerin hangi kamyonla gönderildiği tesbit edilir ve yapılan baskınla kitaplara el konulur.

- Ardından, hukukî süreç başlatılır. Âyetü’l–Kübrâ Risâlesi, bilirkişilere (ehl–i vukuf) okutturulup incelettirilir. Bunların bir kısmı, sırf tenkit niyetiyle okumayı tercih etmiştir.

- Sonra, sonrası için Üstad Bediüzzaman’ın şu sözlerine dikkat kesilelim: “…Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inâyet–i İlâhiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl–i hükümet onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risâleleri kemâli merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler adeta bir dershane–i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle (okuyup) takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l–Kübrâ’yı resmî ve gayr–ı resmî pek çok adamlar okudular, imânlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.”
- Evet, Âyetü’l–Kübrâ’yı resmen yasaklatamayan o devir hükümetinin reisleri, bu kez hiddete gelerek, Bediüzzaman ve 126 talebesini topluca Denizli Hapishanesine gönderdi. Bundaki maksat, Nur Talebelerini, adı “mezbahane”ye çıkan Denizli Hapsinde tüketip imha etmekti. Oradaki idamlık mahkûmlara, bu yönde bilhassa telkinat yapıldı.

- İmha edilmek bir yana, o mezbahane 3–4 ay zarfında dershaneye, tabir–i diğerle Medrese–i Yusufiye’ye döndü. Eli kanlı 350 mahkûm, cemaat halinde namaz kılmaya başladı.

- Öte yandan, Denizli Adliyesine yapılan baskıdan da bir netice alamadılar. Âdil mahkeme heyeti, 15 Haziran 1944′te, Bediüzzaman ve talebeleri için ittifakla beraet kararı verdi.

- Âyetü’l–Kübrâ’nın fütûhatı, ondan sonra da devam etti. Halen de devam ediyor.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
İnsanda hükmeden müsbet his ve hissiyâtlar: “hissiyât-ı bâkîye, hissiyât-ı beşeriye, hissiyât-ı dînîye, hissiyât-ı hafiye, hissiyât-ı îmâniye, hissiyât-ı islâmiye, hissiyât-ı ulviye-i dînîye ve insaniye, hissiyât-ı âliye, hissiyât-ı ulviye-i rakîka hissiyât-ı cumhur, hissiyât-ı hayatiye, hissiyât-ı kalbiye, hissiyât-ı mütevârise, hissiyât-ı Yâkubiye, hissiyât-ı âmme, hissiyât-ı bâkıye , hissiyât-ı nezîhe, hissiyât-ı askeriye, hiss-i şefkat, hiss-i uhuvvet, hiss-i şükran, hiss-i selîm, hiss-i sâdis, hiss-i millî, hiss-i karâbet, hiss-i kable'l vukû', hiss-i hüzn-ü gam, hiss-i havf, hiss-i elîm, hiss-i âmme, hiss-i hürriyet, hiss-i zahirî, hiss-i sâmia, hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâika, hiss-i sâbia-i bârika olan şâika, hiss-i hakîkî-i terakkî, hiss-i adalet, hiss-i sâdise-i bâtıniye, hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirâne, hiss-i mücerred, hiss-i millî ve dinî,...” gibi hislerdir. Bu hislerin içinde bu mektupta bahsedilen husus “hissiyat-ı mütevarise”dir. Risale-i Nur Külliyatı’nda “mütevarise” kelimesi sadece bu mektupta geçmektedir. “Mütevaris” kelimesi “miras olarak kalan” demektir. Bu zamanda avamın taklidi olan itikadlarını temsil eden ve ecdattan verasetle gelen hissiyat-ı mütevarise maalesef yanmıştır. Bunu da yeni nesil ile eski nesil arasındaki derin uçurumlardan anlamak mümkündür. Bilhassa “hürmet ve haya” gibi iki değerli hissin yeni nesil ile eski nesil arasındaki farkından bunu anlamak mümkündür. Herkes bu iki hissin yeni nesilde çok az olduğundan yakınmaktadır. Yeni nesilde hürmet kalmadı, büyüklere hürmet gösterilmiyor ve hayalı bir insana rastlamak ise neredeyse çok zor. İşte bu değerli hisleri yandıran zamanın dehşetli ateşi yani dinsizlik ateşidir. Cemiyetçilik ve komitecilik ruhiyle avamın istinad noktaları olan bu hisler ile hiss-i imani yandırılmıştır. Bu hisler İslamı yaşatan ulvi hisler iken bu asırda dehşetli yaralanmışlardır. İşte Risale-i Nur, avamın istinad noktası olan imani esasları tahkim etmek için yazılmıştır. Zaten yaptığı fütuhat ile bu durumu gözler önüne sermiştir. Dinsizler bundan öyle dehşet almışlar ki sudan bahaneler ile bu eserlerin imhası için çalışılmıştır. Zaten dinsizler bu eserlerin ne derece kuvvetli olduğunu bildikleri için şimdi de itibarsızlaştırma girişimi olan sadeleştirme altındaki ayrı bir tahribatı dindarlar eliyle yaptırmaktadırlar. Bu işin altında kesinlikle Masonların parmağı vardır. Dinin bazı akılsız dostlarını alet ederek ve onların en zayıf damarı olan “enaniyet”i okşamakla çok fena şeyleri yaptırıyorlar.
 
Üst