Kiyamet Kadinlari - Yazarla Söyleşi

GuLSerbeti

Well-known member
Kıyamet kadınları

587.jpg


Modern ve İslâmcı kadını sorgulayan bir kitap Kıyamet Kadınları. Eski Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı tarafından kaleme alınmış. Günümüzde toplumsal değişimin üst başlığı olarak kadını ve kadınlık kimliğini değerlendiriyor. Biz de, kitabın çıkış nedeninden hareketle Gültekin Beyle kadını, değişimi, kimlik bunalımlarımızı konuştuk.

Kadın kimliğini oluşturan unsurlar nedir?
Hicap, edep, itaat, diğergâmlık (başkasını düşünmek-merkezi kendi dışında olmak), zarafet, iffet… Evet, kadın saydığım hasletlerin rakipsiz sembolü. Kadın bir zarif kuğu, kadın bir cins-i lâtif, iffet gibi bir mukaddesin taçlı bendesi, hayanın örttüğü esrar ve edeple örülmüş bir sevda… Lâtif ruhunun dehlizlerinde ve derinlerinde bile narin ve nazenin. Yaratılıştan itibaren fevkalâde ince ve hassas. Belki dokununca solabilecek seviyede nazik bir gül. Her erkeğin özlemi ve her Mecnun’un Leylâ’sı. Aşkın nezih merkezi ve eşsiz adası. Sevginin anlamı ve duyguların odağı. Petrarca’nın Laura’sı, Dante’nin Beatrice’i, Nietsche’nin Salome’si. Bulana iki cihan çiçeği, kaybedene emsalsiz ızdırap. Pandora’nın kutusundaki umut, gözlerden süzülen yaş, ferahlatan seher yeli. Yani emsalsiz bir sevgili ve nadide bir dost. Tabii ki “kadın” olabildiği çizgide ve ölçüde.

Kadının olmazsa olmazlarıdır başlığımızdaki hasletler. Kadının ayrılmaz fıtrî süsleridir. Kadını bu melekelerinden ayırdığınız zaman en kanlı bir katil olursunuz. Yaprakları koparılan bir gülden geriye ne kalır? Kadın kavramını vuzuha kavuşturan bu dinamikler, yazık ki günümüz hengâmesinde nisyana ve yıkıma terk edilmiş durumda. Akılları başlarına gelecek bu kadını özgürleştirme palavralarını atanların, ama Ba’de harabü’l-Basra…

İslâm topraklarında misyonerlik yapan bir kısım Batılı feministler ve onların bilinçsiz bendeleri için hicap ve edep, ataerkilliğin ve kadının kuzu gibi boyun eğişinin bir sembolüdür. Gerçek Doğu irfanının mümessili olan kadınlar için ise, bilakis, kimliklerinin bir beyanıdır.

Zamanımızda, maalesef edep ve hayâ birer kuş olup gitmişler meçhule. Bulana ne mutlu. İffet-namus ise hicap ve edeple taçlanan bir cevherdir. Dejenerasyona ve ihmalkârlığa tahammülü yoktur. Zira yitirdiniz mi, bir daha bulamazsınız.

Erkek hâkim olmalıdır derken, bu hâkimiyetin sınırları ne olmalıdır?
Erkek hâkim olmalıdır, diye ben demiyorum. Erkeğin ailedeki mümessilliği ve kadına hâkimiyeti Allah ve Resulünün emirlerinde mevcut. Yani aile ve kadınla ilgili meselelerde genel karar mercii olması. Bu sınırsız ve keyfi bir hâkimiyet değil. Meşru daireden çıkan ve gayrimeşru istekleri olan bir erkeğe itaat ve o erkeğin kadına hâkimiyeti elbette ki düşünülemez. Bu ifadelerim, tabii ki Müslüman kadınlar için muteberdir. Yoksa seküler/modern kadının böyle inanç ve itikadı mevcut değildir.

İslâmda kadın, erkeğin meşru isteklerine ve meşru yönlendirmelerine itaat etmek durumundadır. Bu husus İslâm kadınının boynunun borcu. Erkeğin, kadının bir adım önünde olmasının veya ona hâkimiyet sınırların tespiti ise Kur’ân ve sünnet ışığında ilgili kaynaklarda teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir. Peygamberimizden Gazalî’ye, İmam-ı Rabbanî’den Bediüzzaman’a kadar İslâm âlimleri bu hususları net bir şekilde ve hep aynı çizgide ifade ettiler. Ben sadece genel kurala işaret ettim. Daha doğrusu nisyana terk edilen İslâm kadınının sınırlarını hatırlattım.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen, “Erkekler kadınlar üzerine idareci ve hâkimdirler” ayetinin çoğu kere lâyıkıyla anlaşılmadığı açıktır. Müfessir Elmalılı’dan hareketle burada mutlak bir erkek üstünlüğü ilân edilmiyor. Çünkü devamında, yani “Allah erkek ve kadının bazısını diğerine (hilkaten) üstün (tafdil) eylemiştir” buyuruluyor. Nitekim erkekler aklî ve ilmî yönleri, bedenî güçleriyle kadından üstün; kadın da annelik icabı şefkat, hissiyat ve temizliğe düşkünlük yönleriyle erkekten üstündür. Yani gerek kadının, gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır.

Erkeklerin düşünce, güç ve kuvvet yönünden daha ileri olmaları sebebiyle Allah, ailenin sorumluluğunu ve idaresini, birinci derecede erkeklere yüklemiştir. Erkekleri, kadınların ihtiyaçlarını yerine getirmek, onları maddî ve manevî her tehlikeden koruyup gözetmekle mükellef kılmıştır. Bu hakikat şu ayet-i kerimede açıkça beyan buyurulmuştur: “Erkekler kadınlar üzerinde idareci ve gözeticidirler. Çünkü Allah insanların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır ve erkekler, mallarından kadınları ve çocukları için harcarlar. Salih kadınlara gelince onlar Allah’ın emirlerine itaat edip, kocalarının hakkına riayet ederler ve Allah onların hukukunu nasıl koruduysa onlar da kocalarının malını, namusunu ve sırlarını kocalarının gıyabında korurlar.” ( Nisa Suresi, 34.)

İslâmiyet erkeğin kadına karşı yaptığı bu ihsanlara (korumak, gözetmek, ihtiyaçlarını karşılamak, sevmek, hoş tutmak, emanet bilmek…) karşı kadına da kocasına karşı itaati vacip kılmış ve bu itaati ibadet saymıştır. Bu ayet-i kerime bir taraftan erkeklerin hâkimiyetini, diğer taraftan da kadınların kıymet ve faziletini izhar eder.

Toplum nerede kırılma noktası yaşadı ki, şu an geldiğimiz yerde ne kadınlar, ne de erkekler mutlu?
Batıda kadının kendi kimliğini aşması ve özgürlük adı altında bu marjinal fikirlerin ülkemizi istilâsıyla.
Kadının sahip olduğu iki görünümden birisi analık, diğeri ise kadınlıktır. İkisi de özü ile mütenasip olduğu ölçüde kıymetli ve mukaddestir. Ancak çağımızda kadın madalyonunun iki yüzü de (annelik ve kadınlık) yaylım ateşi altında olup, fersudeleşme eğilimindedir. Bu yozlaştırma operasyonunun en büyük aktörlerinden birisi ise, hem İslâmcı kadına, hem de seküler/modern kadına musallat olan “feminizm” cereyanıdır.

Her iki yelpazedeki kadın, çoğunlukla erkeksileşmiş ve erkeksileşme eğilimindedir. Kadını kadın yapan spesifik özelliklere ise özgürlüğe engel, zafiyet dolu, fersude ve gereksiz dinamikler olarak bakılmaktadır. Kadınların bu hastalıklı dönüşümünden erkekler de payını almış ve konumlarını kadınlara teslim ederek, kadınsılaşma-kadına şartsız ram olma eğilimine girmişlerdir.
Yani orijinalden ayrılan kadın da erkek de mutlu olamaz. Zira kendi kimlikleri dışında yaşayan insanlar mutlu olduklarını söyleseler bile bu ifadelerin şuur ürünü ifadeler olması mümkün değildir.

Cinsler, cinsel kimlik ve rollerini niçin kaybettiler?
İnsana yaratılışta verilen özellikler, onun istikbaldeki sosyal ve cinsel kimliğinin zeminidir. Bu özellikleri hangi amaçla olursa olsun değiştirme cihetine gitmek cinslerin bunalımını doğurmuştur.

"Cennet annelerin ayakları altındadır," hadis-i şerifi de annelerin lâyık oldukları müstesna mertebeyi tayin etmekte ve erkekle eşit olmaktan öte üstün haklara sahip bulunduklarına işaret etmektedir. Tabii ki asrımızda hem İslâmcı, hem de seküler kadının anaforu olan özgür kadın(!), cinsel özgürlük(!), erkekle eşit, hatta ondan yüksek, kadını erkekleştirip, erkeği kadınlaştıran bir Frankenstein, bir Wollstonecraft, hastalıklı bir Simone de Beauvoir veya manipülatif bir Amina Wadud anlayışı bu hadisin dışındadır. Bu hadiste, sadece kadınlardan bahsedilmektedir, “erkeksî”lerden değil!

Asrımızın toplumu, kadını erkekleştirme yolunda. Cemiyeti, kıymetli ve lâtif bir yardımcıdan mahrum eden bir sapkın çığır bu. Aynı zamanda kadına saadet de getirmiyor. Böyle bir heyulâ içinde mutluluk vaadi sadece bir aldatmaca ve lâf-ı güzaf… Ama maalesef hissiyatının esiri olan umum kadınlara pek cazip geliyor. Öyle bulaşıcı bir virüs ki bu, hem kadınlara hem de erkeklere sirayet ediyor. Kadınlara kadınlığını, erkeklere ise erkekliğini kaybettiriyor.

Yaratılışın bu iki cinse, yani kadın ve erkeğe verdiği rolleri değiştirmek kabil değildir. Kadın yeri geldiği zaman erkeğe ait işleri yapabilir, ama bunu kendi cinsinin özelliklerini ve sınırlarını aşmadan yapmalıdır.
Muhtemelen birçoğumuz feminizmin sadece kadınlara mahsus olduğunu zannetmektedir. Hâlbuki nefis ve şehvetine düşkün birçok erkeğin feminizmi desteklediği ve kadının kibir ve enaniyetini okşadığını müşahede ediyoruz. Bu yalanlara kadınlar ise hemen inanmaktadırlar. Profeministler dediğimiz erkek grupları ise “kadınsılığın” marjinal hududunu teşkil ederler. "Kadınlara büyük saygı duyan ve onları her şeyin üstünde tutan erkekler, kadınlar arasında popüler olmayı nadiren başarabilirler," demiş J. Addison… Bu söz bir doğruluk barındırıyor. Erkek, kendine güvendiği ve bu güvene esas teşkil eden cevherlere sahip olduğu ölçüde dipten zirveye her kadın karşısında hâkimdir. Böyle bir erkeğin karısı isterse dünyanın en büyük filozofu olsun, durum değişmez. Kadın, fıtratıyla her zaman kadındır ve insiyakî olarak boyun eğeceği erkeği arar. Kadının hayatının amacıdır bu arayış. Bulunca saadet, bulamayınca ise münzevi bir küskünlük.

Toplumun yapılanmasında kadın kimliği mi, erkek kimliği mi daha etkindir?
Toplumların tekâmülünde erkek kimliği ön planda olmasına rağmen, kadın kimliği ayrılık kabul etmez bir tamamlayıcı unsur durumundadır. Yani her iki kimliğin de toplumun yapılanmasında eşit seviyede görev ifa ettiğini söyleyebiliriz. Ama sorunuzda etkinlik kelimesi cihetiyle erkek kimliği etkindir diyebiliriz. Tarihin sayfalarını oluşturan hadiselerin, genellikle erkeklerin savaşları, politikaları, yönetimleri ve bilimleriyle aktığını söylemek abartılı olmaz. Ama toplumun yapılanmasında ise kadın kimliğinin erkek kimliğiyle eşit bir önemde olduğu kaçınılmaz bir hakikat. Hele zamanımızda kadın kimliğindeki gedikler ve yaralar sebebiyle daha önemlidir demek bile mümkün. Bugün edep ve hicap sahibi, haddini bilen ve özgürlük bulantısında olmayan bir kadın âdetâ bir güneş gibidir. Önce erkeğini, sonra da yakın çevresini ciddi şekilde pozitif etkiler ve nadide emsallerdendir.

Değişimde kim kimi etkiledi?
Bozulma ve çöküşün elbette ki aslî ve birinci sorumlusu “kadın”dır. Evet, öncelikle erkek değil kadındır, zira kadın taşıdığı ruh ve dimağla kötüyü ve kendine aykırı olanı terk etme ve reddetme iktidarına sahiptir. Bu itibarla erkek ona kötüyü dayatsa bile kadın bunu kabul etmeyebilirdi.

Seküler/modern aile yapısında birinci bozucu etken kadındır dedik. Çünkü kadının kendi insiyakları ve kararları, bu aile modelinde zaten ciddi bir belirleyiciliğe sahiptir. Erkeğin otoriter belirleyiciliği bu aile modelinde çok zayıf, belli belirsizdir. Erkek, sadece fiziksel öndeliği ile temayüz eder bu ailede. Yoksa erkeğe manevî ve düşünsel bir önderlik zaten verilmez. Onun için birinci bozucu etken kadındır. Erkeğin bu durumu kabullenmesi ve hatta bunu teşvik etmesi bile onu sorumlulukta birinci sıraya oturtmaz.

İslâmî aile modelinde ise durum biraz daha farklıdır. Dinin tüm hayatı ihata edici ve emredici hükümleri ile yaşayan-yaşaması gereken bu aile tipinde, erkek ailenin rakipsiz temsilcisi, sorumlusu ve nihai karar merciidir. Bu hakikati, Müslüman erkek de bilir, kadın da bilir veya bilmesi gerekir. Hal böyleyken kadında tezahür eden “özgürleşme, fedakârlığı reddetme, erkekleşme, yönetim ve hâkimiyet arzusu, erkeğe itaati reddetme, aile ve erkeğini kendi kariyer ve emelleri yanında ikinci plana atma” ve pek çok sayabileceğimiz feminist eğilimlerin, bu aile yapısını ve toplumunu dejenere etmesi ve yozlaştırmasında ise, Müslüman kadın ile Müslüman erkek aynı derecede suçludur. Evet, bu aile modelinde de bozulma ve yozlaşma kadında başlar. Ama erkek bu aile modelinde İslâm dini tarafından otoritenin ve sorumluluğun merkezine oturtulmuştur. Kadındaki bozulma ve yozlaşmayı engelleme ve durdurma makamındadır. Erkek, kadının hataları ve sorumsuzluğundan da hesap verecektir öldükten sonra. Bu ciddî sorumluluğu taşıdığı için, Müslüman erkeğe Allah tarafından bir takım yönlendirici yetkiler ve otoriter bir statü verilmiştir. Ama bozulan İslâmî ailelerdeki Müslüman erkek, kadının bu yozlaşmasına seyirci kaldığı gibi, kendi de bulunduğu merkez konumunu kadına terk etmiş ve kadının azad kabul etmez bendesi haline gelmiştir. Kadınsa ihtiraslarının atına binip çoktan mevkisini terk etmiştir. Zaten “Modern İslâm” fenomeni de bu yozlaşmayla ortaya çıkar.

Kadına haddinin ve sınırlarının hatırlatılması mı gerekiyordu?
Elbette ki hatırlatılması gerekir. Haddi aşan her kişinin ve cinsin hakikatleri bilmesi ve meşru sınırlar içinde kalması gerekir. Başörtüsü takıp da İslâmla uyuşmayan düşüncelerin ve hallerin müdafii olan pek çok kadın var günümüzde. Seküler kadın çılgın bir özgürlüğe koşuyor diye, İslâmcı kadının meşru daireden çıkması kabul edilebilir mi?

Erkeğe kim hatırlatacak? Değinmişsiniz, ama yetersiz ve silik kalmış.
Bunu da Allah ve Resulü açıkça ifade etmiyorlar mı? Burada İslâmcı yapı için konuşuyoruz. Erkek Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap. Ve kendisine aile reisliği statüsü verilmiş. Hem kendi sınırlarını ve hem de kadının sınırlarını gözetmek zorunda.

Bazen vefalı ve itaatkâr bir kadın da erkeğine doğruları işaret edebilir. Bu halde erkek doğruya uymalıdır. Dostları, büyükleri, âlimler; herkes erkeğe sınırlarını hatırlatabilir. Bunların hatırlatması erkek psikolojisi cihetiyle daha önem arz eder.

Kadın erkeğin emanetiyse, erkeğin emanetini eşyası gibi kullanma hakkı var mı?
Erkeğin değil, hiç kimsenin emaneti keyfî bir şekilde kullanma hakkı yoktur. Ama emanetin de emanet sahibine itaat etmesi ve onun kendisi için koyduğu sınırlara saygı duyması gerekir ki, emanetlikten dolayı hak iddia edebilsin. Kadın, erkeğe emanetim diye tüm arzu ve ihtiraslarını erkeğe dayatamamalı. Emanetin her düşüncesi gerçekleştirilmeli diye bir gerçeklik yok. Erkeğin önde, ama arada saygı ve sevginin hâkim olduğu bir emanetlik bu.

Kocasının arzu ve düşüncelerine saygı duymayan, işini kocasından önde tutan, kendi ailesini kocasından üstün ve önde tutan bir kadının, “Ben emanetim” deyip sevgi isteme hakkı olamaz. Kadın, kocasını kendi ana-baba ve kardeşlerinden önce ve yüce tutmalıdır. Günümüzde bu tür kadınlar çoktur. Bana göre bu tür kadınların emanetlik statüsünü suistimal ettikleri de bir vakıadır.

Kadının bu günkü dönüşümünde erkeklerin payı nedir?
Tarihin ve bilimin gösterdiği üzere hâkimiyet ve yönetim temayülü ile yaratılan erkek, kadınların erkekleşmesi süreci ile paralel olarak kendi statü ve kimliğini geride bırakarak kadınsılaşmak (feminenleşme) çizgisinde ilerlemektedir. Bu itibarla günümüzde erkek kendi saadetinin anahtarını kadına tâbi olmakta bulmuştur. Bu elbette ki, kadının yozlaşmasının getirdiği buhranın erkeği de içine alması ile şekillenmiştir.

Zaman itibarıyla kadının erkeklerden görevlerini devralması, kazanılmış bir süreçtir. Bu süreç bir süre sonra iflâs etmeye mahkûmdur. Zira bu sapkın süreç, sebep-netice ilişkisinin sırasını tersine çevirmiştir. Hâlbuki kadın-erkek ilişkisi yaratılış kanunları gereği belli bir silsile takip etmek zorundadır. Kadın geride, erkek önde olmak gerekir. Kuşkusuz bu ilişkinin en ideali, kadın hep geride olmak kaydı ile ikisi arasındaki mesafenin mümkün olduğunca yakın olmasıdır.

Bırakın erkeğin duygusal yoğunluğu yüksek seviyede yaşayan kadınları yönlendirmesini; erkek, kendi statüsü ve kimliğini terk edince kadının dejenerasyonuna geniş bir saha temin etmiş oldu. Kadının bozuluşunu âdetâ kendi kimliği ile onayladı.


Meryem Tortuk


Bizim Aile Dergisi
Subat2008 sayısından
 
Üst