Azîz kardeşlerimiz,
Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dînî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakîkatlerini beyân ve tebliğ etmeye dînen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imhâ edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, Kur’ân ve îman ve Islâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve îman ve Islâmiyetin fedâkâr ve pervâsız bir müdâfü ve muhâfızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devletlere, milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’ân hakîkatlerini eşedd-i zulüm ve istibdâd-ı mutlak içerisinde neşrediyor.
"Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlûp etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenâb-ı Hakka âittir. Biz, vazife-i Ilâhiyeye karışmayız" demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zâlimâne muâmeleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek sûretiyle Cuma namazına dahi gitmekten menedilmiş ve bütün bu tarihi fâciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyîdât altına alınmıştır.
Işte, böyle ağır şartlar içerisinde Risâle-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inâyet-i Ilâhiye ile telif edip, ekserîsini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle-aynı zamanda-Kur’ân hattını da muhâfaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk gençleri Risâle-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nîmet ve şerefine nâil olmuşlardır. Üstadımız, mâlik olduğu kuvvet-i îman ve ihlâs-ı tâmme ile hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniyeyi avâm ve havas talebelerinin umûmunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yep yeni bir tarz-ı beyânla ifade ve izhar etmiştir. Böylece Risâle-i Nur gibi tap taze ve parlak ve yüksek bir tefsir-i Kur’ânîyi inâyet-i Hakla meydana getirmiştir
Yetmiş-seksen senelik bir seyr-i sülûkla kutbiyete ve gavsiyete erişen pek ender zâtların bir noktaya kadar gidip "Burası müntehâdır, ilersine gidìlmez" dedikleri mertebeleri, Bediüzzaman, Kur’ân’dan bulduğu bir yolla, ilimle daha ilerisine gittiğini, Arabî Mesnevî-i Nûriye mecmuasım mütâlâa eden zâtlar söylüyorlar. Büyük bir şâheser olan bu Arabî eseri mütâlâa eden o müdakkik ehl-i ilim, "Bu eserdeki çok derin ve pek ince ve gayet derecede yüksek hakîkatlerden ne kadar istifade edebilsek bize kârdır" diyorlar.
Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediblerden farklı olarak lâfızdan ziyâde mânâya ehemmiyet vermiştir. Mânâyı, lâfza fedâ etmemiş; lâfzı mânâya fedâ etmiştir. Üslûpta okuyucunun bir nevî hevesini nazara almamış, hakîkati ve mânâyı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risâle-i Nur’daki aklı, kalbi, rûhu ve vicdânı celb eden ve hakîkate râm eden o Ilâhî câzibedendir ki, çoluğu, çocuğu, genci, ihtiyarı, avâmı, havassı o Nura koşuyorlar ve o câzibedar Nurun pervânesi oluyorlar. Bu hakîkatin parlak bir misâli olarak geniş bir talebe kütlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.
Risâle-i Nur’un her cihetten olduğu gibi edebî cihetten de kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek, ediblerin, husûsan bizlerin bin derece haddinden uzaktır. Bu husustaki karınca kararınca olan sönük, fakat samîmi ve hakîkatli ifadelerimiz, Risâle-i Nur’dan gördüğümüz azîm istifadeye mukabil sonsuz bir minnet ve şükranımızın ifadesinden ibârettir. Yoksa bu mevzûlarda sahib-i salâhiyet ve sahib-i ihtisas, ancak ve ancak Risâle-i Nur’un kendi müellifi olabilir.
Risâle-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevap veren yegâne tefsir-i Kur’ânî olduğu, enâniyetini Hakka fedâ eden fazîletperver Islâm ulemâsı tarafından tasdik ve fevkalâde bir şekilde takdir ve tahsin edilmiş ve edilmektedir. Elli sene evvel Bediüzzaman Said Nursî’nin telifâtındaki husûsiyetler ve bir bahr-i umman gibi onun ilmî dehâsıdır ki, Mısır matbuâtında "Bediüzzaman, Fatînülasr’dır" diye yüksek ehl-i ilme hüküm verdirmiştir.
Risâle-i Nur talebelerinin takdirkâr makale, mektup ve fıkraları bir medih değildir; belki Üstadımızın dînî hizmetini hedef tutan, şahsına taarruz eden vicdansız ve insafsız din düşmanlarına karşı müsbet bir müdâfaadır. HAŞIYE
Böyle olduğu halde, Üstadımız öyle zâtların ve Risâle-i Nur talebelerinin hakîkatli takdir ve beyânlarına karşı hiddetlenerek, çok defa da hatırlarını kırarak der ki: "Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risâle-i Nur’da Şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür. şeref ve hüsün Kur’ân’ındır. şahsımla, Risâle-i Nur iltibas edilmiş; meziyet, Risâle-i Nur’a âittir. Risâle-i Nur’un neşrindeki hârika muvaffakıyet ise, Risâle-i Nur talebelerine âittir. Yalnczşu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binâen, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyoruın. Ben sizlerin ders arkadaşınızım" der.
Işte ey Risâle-i Nur gibi hadsiz hamd ü senâlara şâyeste olan bir nîmet-i azîmeye nâil olan Nur kardeşlerimiz böyle bir dâhî-i âzamın, böyle bir mütefekkir-i ekberin, böyle bir müellif-i Islâmın ve ulûm-u evvelîn ve’i-âhirîne vâkıf böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücâhid-i ekberin, böyle bir sahib-i zühd ve takvânın, hakaik-ı îmâniyenin varlığında âdetâ tecessüm eden böyle bir abd-i küllînin, rızâ-i Ilâhîden başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur’ân ve hâdim-i Islâmın ve "Bir ferdin îmânını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım" diyen böyle bir halâskâr-ı îmânın ve îdam için sevk edildiği Dîvân-ı Harb-i Örfì’de, "Sen de mürtecîsin" ittihâmına karşı, "Eğer meşrûtiyet bir fırkanın istibdâdından ibâret ise, bütün ins ve cin şâhit olsun ki, ben mürtecîyim. Bin rûlıum da olsa, Kur’ân’ın birtek meselesine hepsini fedâ etmeye hazırım" diyen ve berâetinden sonra da, teşekkür etmeyerek, Bayezit Meydanındaki kalabalıkta, "Yaşasın zâlimler ipin Cehennem! Yaşasın zâlimler için Cehennem!" diye bağırarak ilerleyen ve imhâ plânıyla verildiği mahkemelerde yirmi dört sene evvel, "Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvetinde demişsiniz. Yalnışsınız; Kur’ân’a ve îmâna hizmetim cihetiyle, elli bin değil, elli milyon kuvvetindeyim! Titreyiniz! Haddiniz varsa ilişiniz!.. "Benim ölümüm sizin başınczda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sünbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakîkati haykıracaktır. " Ve on beş sene evvel, "Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i îmâniyeden çekilmem." Ve, "Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem" diyen ve elli sene evvel âlem-i Islâmı sömüren, sömürgeci cebbâr ve zâlim bir imparatorluğa karşı, "Tükürün o zâlimlerin hayâsız yüzüne!" diye matbuât lisânıyla cevap veren ve Büyük Millet Meclisinde Reise, "Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduddur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakîkat olsa idi, îmandan sonra onu emrederdi " diyen ve yazdığı bir beyânnâmeden sonra Mecliste cemaatle namaz kılınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da moskof çarlığına karşı izzet-i Islâmiyeyi muhâfaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda, "Âhirete gitmek için bana bir pasapòrt lâzımdı" diye ölümü istihkâr eden böyle bir kahraman-ı Islâm üstadımız Bediüzzaman’ın eserlerini okumak nîmet-i uzmâsına mukabil canımızı da fedâ etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulüme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak bize yine ucuzdur.
Üstadımız sık sık der ki: "Mesleğimiz müsbettir; menfi hareketten Kur’ân bizi menediyor."
Ey seyyid-i senedimiz, ey rûhumuzun rûhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cânânımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Mâdem bize menfì harekete izin vermiyorsun; öyle ise biz de rahmet-i Ilâhiyeden niyaz ederek ahd ediyoruz ki, din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zâlimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risâle-i Nur’u ölünceye kadar mütemâdiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadâkatla hizmet edeceğiz. Onu altın mürekkeplerle yazacağız, inşaallah.
Üniversiteli Nur Talebeleri _________________________________________________"Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvet inde demişsiniz. Yalnışsınız; Kur’ân’a ve îmâna hizmet im ciheti yle, elli bin değil, elli milyon kuvvet indeyi m! Titrey iniz! Haddin iz varsa ilişiniz!.. "Benim ölümüm sizin başınczda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumu n yüzer sünbüller vermes i gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakîkati haykıracaktır'
Bu kuvvet ancak imandan gelir,zira üstadım der ki;
Cersaretin kaynağı dahi imandır.
Evet kardeşler bu kısım tarihcede geciyor ben biraz kısalttım.
Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dînî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakîkatlerini beyân ve tebliğ etmeye dînen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imhâ edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, Kur’ân ve îman ve Islâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve îman ve Islâmiyetin fedâkâr ve pervâsız bir müdâfü ve muhâfızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devletlere, milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’ân hakîkatlerini eşedd-i zulüm ve istibdâd-ı mutlak içerisinde neşrediyor.
"Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlûp etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenâb-ı Hakka âittir. Biz, vazife-i Ilâhiyeye karışmayız" demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zâlimâne muâmeleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek sûretiyle Cuma namazına dahi gitmekten menedilmiş ve bütün bu tarihi fâciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyîdât altına alınmıştır.
Işte, böyle ağır şartlar içerisinde Risâle-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inâyet-i Ilâhiye ile telif edip, ekserîsini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle-aynı zamanda-Kur’ân hattını da muhâfaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk gençleri Risâle-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nîmet ve şerefine nâil olmuşlardır. Üstadımız, mâlik olduğu kuvvet-i îman ve ihlâs-ı tâmme ile hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniyeyi avâm ve havas talebelerinin umûmunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yep yeni bir tarz-ı beyânla ifade ve izhar etmiştir. Böylece Risâle-i Nur gibi tap taze ve parlak ve yüksek bir tefsir-i Kur’ânîyi inâyet-i Hakla meydana getirmiştir
Yetmiş-seksen senelik bir seyr-i sülûkla kutbiyete ve gavsiyete erişen pek ender zâtların bir noktaya kadar gidip "Burası müntehâdır, ilersine gidìlmez" dedikleri mertebeleri, Bediüzzaman, Kur’ân’dan bulduğu bir yolla, ilimle daha ilerisine gittiğini, Arabî Mesnevî-i Nûriye mecmuasım mütâlâa eden zâtlar söylüyorlar. Büyük bir şâheser olan bu Arabî eseri mütâlâa eden o müdakkik ehl-i ilim, "Bu eserdeki çok derin ve pek ince ve gayet derecede yüksek hakîkatlerden ne kadar istifade edebilsek bize kârdır" diyorlar.
Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediblerden farklı olarak lâfızdan ziyâde mânâya ehemmiyet vermiştir. Mânâyı, lâfza fedâ etmemiş; lâfzı mânâya fedâ etmiştir. Üslûpta okuyucunun bir nevî hevesini nazara almamış, hakîkati ve mânâyı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risâle-i Nur’daki aklı, kalbi, rûhu ve vicdânı celb eden ve hakîkate râm eden o Ilâhî câzibedendir ki, çoluğu, çocuğu, genci, ihtiyarı, avâmı, havassı o Nura koşuyorlar ve o câzibedar Nurun pervânesi oluyorlar. Bu hakîkatin parlak bir misâli olarak geniş bir talebe kütlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.
Risâle-i Nur’un her cihetten olduğu gibi edebî cihetten de kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek, ediblerin, husûsan bizlerin bin derece haddinden uzaktır. Bu husustaki karınca kararınca olan sönük, fakat samîmi ve hakîkatli ifadelerimiz, Risâle-i Nur’dan gördüğümüz azîm istifadeye mukabil sonsuz bir minnet ve şükranımızın ifadesinden ibârettir. Yoksa bu mevzûlarda sahib-i salâhiyet ve sahib-i ihtisas, ancak ve ancak Risâle-i Nur’un kendi müellifi olabilir.
Risâle-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevap veren yegâne tefsir-i Kur’ânî olduğu, enâniyetini Hakka fedâ eden fazîletperver Islâm ulemâsı tarafından tasdik ve fevkalâde bir şekilde takdir ve tahsin edilmiş ve edilmektedir. Elli sene evvel Bediüzzaman Said Nursî’nin telifâtındaki husûsiyetler ve bir bahr-i umman gibi onun ilmî dehâsıdır ki, Mısır matbuâtında "Bediüzzaman, Fatînülasr’dır" diye yüksek ehl-i ilme hüküm verdirmiştir.
Risâle-i Nur talebelerinin takdirkâr makale, mektup ve fıkraları bir medih değildir; belki Üstadımızın dînî hizmetini hedef tutan, şahsına taarruz eden vicdansız ve insafsız din düşmanlarına karşı müsbet bir müdâfaadır. HAŞIYE
Böyle olduğu halde, Üstadımız öyle zâtların ve Risâle-i Nur talebelerinin hakîkatli takdir ve beyânlarına karşı hiddetlenerek, çok defa da hatırlarını kırarak der ki: "Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risâle-i Nur’da Şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür. şeref ve hüsün Kur’ân’ındır. şahsımla, Risâle-i Nur iltibas edilmiş; meziyet, Risâle-i Nur’a âittir. Risâle-i Nur’un neşrindeki hârika muvaffakıyet ise, Risâle-i Nur talebelerine âittir. Yalnczşu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binâen, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyoruın. Ben sizlerin ders arkadaşınızım" der.
Işte ey Risâle-i Nur gibi hadsiz hamd ü senâlara şâyeste olan bir nîmet-i azîmeye nâil olan Nur kardeşlerimiz böyle bir dâhî-i âzamın, böyle bir mütefekkir-i ekberin, böyle bir müellif-i Islâmın ve ulûm-u evvelîn ve’i-âhirîne vâkıf böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücâhid-i ekberin, böyle bir sahib-i zühd ve takvânın, hakaik-ı îmâniyenin varlığında âdetâ tecessüm eden böyle bir abd-i küllînin, rızâ-i Ilâhîden başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur’ân ve hâdim-i Islâmın ve "Bir ferdin îmânını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım" diyen böyle bir halâskâr-ı îmânın ve îdam için sevk edildiği Dîvân-ı Harb-i Örfì’de, "Sen de mürtecîsin" ittihâmına karşı, "Eğer meşrûtiyet bir fırkanın istibdâdından ibâret ise, bütün ins ve cin şâhit olsun ki, ben mürtecîyim. Bin rûlıum da olsa, Kur’ân’ın birtek meselesine hepsini fedâ etmeye hazırım" diyen ve berâetinden sonra da, teşekkür etmeyerek, Bayezit Meydanındaki kalabalıkta, "Yaşasın zâlimler ipin Cehennem! Yaşasın zâlimler için Cehennem!" diye bağırarak ilerleyen ve imhâ plânıyla verildiği mahkemelerde yirmi dört sene evvel, "Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvetinde demişsiniz. Yalnışsınız; Kur’ân’a ve îmâna hizmetim cihetiyle, elli bin değil, elli milyon kuvvetindeyim! Titreyiniz! Haddiniz varsa ilişiniz!.. "Benim ölümüm sizin başınczda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sünbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakîkati haykıracaktır. " Ve on beş sene evvel, "Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i îmâniyeden çekilmem." Ve, "Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem" diyen ve elli sene evvel âlem-i Islâmı sömüren, sömürgeci cebbâr ve zâlim bir imparatorluğa karşı, "Tükürün o zâlimlerin hayâsız yüzüne!" diye matbuât lisânıyla cevap veren ve Büyük Millet Meclisinde Reise, "Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduddur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakîkat olsa idi, îmandan sonra onu emrederdi " diyen ve yazdığı bir beyânnâmeden sonra Mecliste cemaatle namaz kılınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da moskof çarlığına karşı izzet-i Islâmiyeyi muhâfaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda, "Âhirete gitmek için bana bir pasapòrt lâzımdı" diye ölümü istihkâr eden böyle bir kahraman-ı Islâm üstadımız Bediüzzaman’ın eserlerini okumak nîmet-i uzmâsına mukabil canımızı da fedâ etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulüme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak bize yine ucuzdur.
Üstadımız sık sık der ki: "Mesleğimiz müsbettir; menfi hareketten Kur’ân bizi menediyor."
Ey seyyid-i senedimiz, ey rûhumuzun rûhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cânânımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Mâdem bize menfì harekete izin vermiyorsun; öyle ise biz de rahmet-i Ilâhiyeden niyaz ederek ahd ediyoruz ki, din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zâlimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risâle-i Nur’u ölünceye kadar mütemâdiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadâkatla hizmet edeceğiz. Onu altın mürekkeplerle yazacağız, inşaallah.
Üniversiteli Nur Talebeleri _________________________________________________"Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvet inde demişsiniz. Yalnışsınız; Kur’ân’a ve îmâna hizmet im ciheti yle, elli bin değil, elli milyon kuvvet indeyi m! Titrey iniz! Haddin iz varsa ilişiniz!.. "Benim ölümüm sizin başınczda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumu n yüzer sünbüller vermes i gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakîkati haykıracaktır'
Bu kuvvet ancak imandan gelir,zira üstadım der ki;
Cersaretin kaynağı dahi imandır.
Evet kardeşler bu kısım tarihcede geciyor ben biraz kısalttım.