Okuma Zevki

Eyvàh!

Well-known member
kitap.jpg

Okuma Zevki

Zevk denilince sadece yeme-içme ve cinsel arzular akla gelmemeli. Bunlar hayvanların da tattıkları lezzetler değil mi? Cismani lezzetlerin ötesinde, ruhi, kalbi ve vicdani lezzetler de vardır. Böyle yüce ve asil zevklere yönelmek, insan gibi aziz bir varlığa daha layık olacaktır sanırım.

Okumak gerçekten en büyük haz ve lezzet kaynağı. Okuma için, ruhî zevklerin en yücelerinden biri diyebiliriz. En değerli meşguliyetlerimizin de başında gelir mutlaka.

İnsana mutluluk verecek farklı çok şeyler olduğunu bilirsiniz. Duyduğunuz güzel bir haber, seyrettiğiniz göz kamaştırıcı bir manzara, yaptığınız bir makinenin güzel işlemesi, anlamakta zorlandığınız bir matematik problemini çözmeniz, sıkıntılı bir durumdan kurtulmanız, ağır bir hastalıktan şifa bulup sıhhat ve afiyete kavuşmanız. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. İşte okumak da bunlardan biri.

Okumak, insanın en seçkin özelliklerinin başında yer alıyor. Bir hayvana okuma-yazma öğretemezsiniz. İnsanın üstünlüğünün en önemli sırrı olan aklın, gıdası okumak değil mi?

Okulda okuruz, işte okuruz, evde okuruz, çarşıda okuruz. Her yerde okuruz aslında. Kitabı okuruz. Gazeteyi, dergiyi, mecmuayı okuruz. Pankartı, tabelayı, afişi. Gördüğümüz her şeyi okuruz. Gözün gördüğünü akıl okur ve algılar. Ömür boyu okur dururuz aslında.
Ama esas olan şuurlu okumak. Öğrenmek ve ilim sahibi olmak için okumak. İnsanlığa faydalı olmak için okumak. Maddi ve manevi alanlarda ilerleyebilmek, yükselebilmek için okumak. Medeniyetler kurmak, insanlığa ışık saçmak için okumak.
Kendimizi, tarihimizi, kültürümüzü, millî ve manevî değerlerimizi tanımak; Yaratanımızı, Onun emir ve yasaklarını, dinimizi öğrenmek; başka ülkeler, milletler, kültür ve medeniyetler hakkında bilgi sahibi olmak. Elbette ilim ve okumakla mümkün, değil mi?
Okuyan öğrenir. Öğrenen ise bilgisini artırmış olur. Bilgi sahibi olmak ise, mal sahibi olmaktan çok daha değerlidir. Bilgili insanlar, “tâbi” değil, “metbû”, yani, devamlı olarak güdülen ve yönlendirilen değil, başkalarına yön veren olurlar.
Her türlü keşif, buluş, teknik gelişme ilme bağlı. Hiç şüphesiz ilim de okumaya. Dünya milletleri arasında ön saflarda bulunmak ancak ilimle dolayısıyla da okumakla mümkün. En yüksek makam ve rütbe ilim değil mi? Başkaları üzerinde kurulacak, en âdil ve en kalıcı hâkimiyet ilimle olur.

Ahirete yönelik hazırlıklarda da ilmin önemi çok büyük. Amel ve ibadetleri hakkıyla yapabilmek ilim ve öğrenmekle olur. Allah'ın rızası ibadetten daha çok ilimle kazanılır. Dolayısıyla okumak ve ilim sahibi olmak, beşikten mezara kadar ayrılmaz bir parçamız olmalı. Dünyayı istiyorsak ilme sarılmalıyız; ahireti istiyorsak yine ilme sarılmalıyız; hem dünyayı, hem de ahireti istiyorsak yine ilme sarılmalıyız.
Yüce Rabbimizin şu beyanlarına birlikte kulak verelim:
“Allah'tan gerçek anlamda Onun âlim kulları korkar.”
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Resûl-i Ekrem efendimiz gerçekten çok veciz bir şekilde bizleri ilme ve okumaya teşvik ediyor. Sadece bir örnek verelim:
“Kim bir ilim öğrenmek için bir yola giderse Allah onu cennete giden yollardan birine dâhil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarını üzerlerine koyarlar. Gökler ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki, (yani bilgin bir insanın cahilane ibadetle meşgul olana) üstünlüğü dolunaylı gecede ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne para ne mal miras bırakırlar. Onların mirası sadece ilimdir. Kim ilim elde ederse, bol bir nasip kazanmıştır.”
Başka milletlerde okuma alışkanlığı çok daha fazla ve yaygın olduğu halde, bizde maalesef çok düşük. İlk emri “oku!” olan ve böylesine ilme teşvik eden bir dine inanan bizlerin okumaktan bu kadar uzak durmasını anlamak, gerçekten zor.
Değerli okuyucu, okuma alışkanlığını artırmamız gerekiyor. Büyükler okumalı ki, çocuklar okumaya özensin. Okumayı hayat tarzı haline getirelim. Yaşayışımızın ayrılmaz bir parçası olsun okumak. Bunun için elimizdeki gazeteler bakılmak için değil, okunmak için alınan türden olmalı. Kahvehanelerimiz yeniden kıraathanelere, yani okuma salonlarına dönüşmeli. Kütüphanelerin adreslerini öğrenmeyen kalmamalı. Evlerimiz bolca okunan mekânlar haline gelmeli. Ailece okuma saatleri düzenlemeliyiz. Stres ve sıkıntılardan kurtularak mutluluğu yakalamanın en kısa yollarından birisinin de okumak olduğunu unutmayalım. Okumakla oturup okumakla kalkalım. Okuyarak yatıp okuyarak kalkalım. İşimiz, eğlencemiz, dinlenmemiz hep okumak olsun.ALINTI
 

Eyvàh!

Well-known member
[farklı bir bakış]

Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar’da “İçine sor, yazmaya mecbur muyum diye. Eğer öyleyse, siz bir şairsiniz” der. Bunu “İçine sor, okumaya mecbur muyum diye. Eğer, öyleyse bir okuyucusunuz” şeklinde değiştirebiliriz.

Bunu yer yer içime sordum. Kitaba yakın durmak, kitabın içine akmak veya kitabı içime taşımak mecburiyetinde miyim? Kitaba rağmen mutlu olabilir ve kitabın konuşmadığı bir çizgide kendimle buluşabilir miyim? Kitap benim için ne ifade ediyor? Hedef mi, vasıta mı, araç mı?

İçimde bu soruların herbirine verilmiş cevaplar var; okumaya mecbur hissediyorum kendimi. Rilke’nin mantığına göre ben bir okuyucuyum. Kitaba rağmen mutlu ve kendim olamayacağımı düşünüyor ve bu sebeple kitabın içine doğru akmayı, olmazsa olmaz bir şey olarak görüyorum.

Her insan, kendine ‘okumaya mecbur muyum?’ sorusunu sorar mı? Okuma serüvenleri bu soruyla mı başlar, yoksa, zamanın bir diliminde herhangi bir sebeple kitapla temas kurmuş olmanın zemininde büyüyen birlikteliğin insana sordurduğu tabii bir soru mudur bu?

Kendi adıma söyleyeyim: Hür bir tercihle kitaba yönelmedim; önceleri kitabı bir ihtiyaç olarak hissetmiyordum; çok daha başka önceliklerim vardı. Ancak zaman ve mekânın değişimiyle birlikte, aidiyet hissi içinde olduğum yer ile o an yaşamakta olduğum sürecin uyuşmadığı bir yerdeydim; iletişimsizlik ve yalnızlık sözkonusuydu benim için. Bu bende, içe dönük bir bakış geliştirdi; daha çok düşünme imkânı buldum ve de daha çok sorular büyüdü içimde. Soruların içimde büyüttüğü çalkantıyı dindirme ihtiyacını duyduğumda, çaldığım kapılardan birisi de kitap oldu. O gün bugündür bu kapıyı çalıyor ve içine doğru yürümeye devam ediyorum. ‘Kitap okumak mecburiyetinde miyim?’ sorusunu ancak bugün kendime sorabiliyorum. Bu sebeple bu soruyu, kitap okuma serüveninin geliştirdiği bir soru olarak görüyorum.

2. ‘Kitap okumak mecburiyetinde miyim?’ sorusunun altım çizmek gerektiğine inanıyorum. Kitap okuma eylemine bir anlam ve misyon yüklemek noktasında bu soruyu önemsiyorum. Çünkü kitap okumak, sadece boş zamanları değerlendirmek veya hoşça vakit geçirmek için gerçekleştirilen bir iş değildir. Okumak ama, bir şey için okumak... O şey ne? Okuyucunun durduğu yer ve referansları bu “şey” i belirler. Ben mü’min insanlar için bu şeyin, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!’ buyruğunun işaret ettiği yer olduğunu düşünüyorum. Bir başkası için ise bu, başka birşey olabilir.

Bu soru, aynı zamanda bizi kitap okumanın bir gaye mi yoksa vasıta mı olduğu noktasına da taşıyor. Dikkat ederseniz; sorular, bizi hep bir yerlere götürüyor ve bir arayışa zorluyor. Bu sebeple diyebiliriz ki, kitap okumanın uzağında yaşayanların soruları yoktur; daha çok, basit bir hayatın, insanın önüne çıkardığı ihtiyaçları aşmanın hay-huyu içinde yaşarlar; yaşayıp giderler ama, geride birşey bırakmadan ve ötelere de bir birikim taşımadan... Kitap okuyucusunun zihni ise, hep sorularla doludur; bu sorular onu yeniler ve eskimekten korur. Kitapla büyüyenler, zamanı yeni şeylerle dokurlar; zamanın içerisinde bir iz bırakır ve gidecekleri yere birşeyler götürürler.

3. Kitap okumak gaye mi, vasıta mı?

Popüler bir romancı* bu soruya şu cevabı veriyor: “Ne bilgimle övünürüm, ne de övünülecek bir bilgim var. Ben, okumaktan hoşlanıyorum ve yazı yazmaktan hoşlanıyorum. Yazdıklarım, bildiklerim kadar oluyor.(....) Bilgiden ve bilgi almaktan hoşlanmıyorum. Ben zevk almak için okurum. Bilginin peşinde bir insan değilim. Ben yazı yazmaya cahilliğimi hoş göstermek için giriştim.”

Bu cevap beni şaşırtmadı; şaşırtmadı çünkü, nihilizmin var oluşa yüklediği anlam dünyası, kayıtlı olduğumuz zaman ve mekânla sınırlıdır. Varlıkta :):):):)fizik anlam yoktur; katı bir determinizm vardır. Ölüm sondur; ne varsa, yaşadığımız sürenin içerisine sıkışmıştır. O halde yaşanılan zaman içerisinde nefs için hoş olan ne yapılırsa, o iyidir. Nihilizmden beslenen epikürist hayat bunu ifade eder. Çünkü hâşâ her şey; gördüğümüz, dokunduğumuz sebepler dünyasında oluşagelmektedir. Kutsalın kovulduğu bu anlam dünyasında, haz, iktidar koltuğuna gelip oturur. Hayatın merkezine daha çok hazzı koyan romancı, bu sebeple, kendi anlam dünyası içinde tutarlıdır.

Bu romancıyla aramızdaki fark, ‘kitap okumak gaye mi, vasıta mı?’ sorusuna vereceğimiz cevabı da farklı kılıyor. Haz ve zevk almak veya çok şeyler bilmek, şöhret basamaklarında yükselmek için okumuyoruz; okumuyoruz çünkü, anlam dünyamız farklı:‘....Yaradandan ötürü’ der, öyle bakar, öyle görür ve öyle yaşarız. Her eylemimizde olduğu gibi okuma eylemini de var oluş sebebimizden uzak tutmuyoruz. Okunan şeylerin, kalbimizdeki yakine bir ivme kazandırmasına, insana ve eşyaya dair bilinmeyenlerin bizim için bilinir hale gelmesine katkısı olması gerektiğine inanıyoruz.

Bir başka yazar** ise, Ne Kitapsız, Ne Kedisiz isimli kitabında “Bir şey öğrenmek için okumak, kitaba yönelmek ile, haz duyulduğu için okumağa oturmak arasında, gerçekten, büyük bir fark var mı? Hatta, herhangi bir fark var mı?” der. Evet var; hem de bir değil, birçok fark var. Elbette kitap okuyucusu olmak, kitap okumanın kendine has güzelliğinin farkına varmak, büyük bir haz veriyor insana. Ancak bunun, bizi kitap okumaya götüren tek sebep olmadığını, bu hazzın, kitap okumanın tabii bir sonucu olduğunu düşünüyoruz. Tıpkı namaz kılmanın, insanın bedeni yapısına getirmiş olduğu faydaların namaz kılma sebebi olamayacağı gibi... Bizi namaz kılmaya götüren sebep ne ise, kitaba yakın durmayı kaçınılmaz kılan da aynı şey olmalı diye düşünüyoruz.

4.Okumak sadece hoş bir uğraş değildir; aynı zamanda bir mecburiyettir. Çünkü yaşadığımız zamanda, insanı kuşatan eğitim süreci ve kurumlar, onu, aşkın olan hakiki kimliğiyle buluşturmakta yetersiz kalıyor. İnsan kaynaklı kurum ve yorumlar, bir ırmağın canlılık ve yeniliğine sahip olamıyor; zamanın herhangi bir diliminde eskiyor ve yorgun düşüyorlar.

Yaşadığımız coğrafyada da, eskiyen ve yorgun düşen böyle bir durumla karşı karşıyayız. Aile, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite çizgisinde bize aktarılan bilgi ve verilen eğitim, insani kimliğimizin ve yaşadığımız zamanın dilini çözmede gerçek anlamda bize yardımcı olamıyor. Bilakis tam tersi söylenebilir: Gerçeği öğrenmek için bizde var olan kabiliyetlerin, tabi olduğumuz eğitim sürecinde körelmesi gibi bir durum sözkonusu.

Görünen bu eğitimin yetmezliğinin ayrımına varmak ve görünmeyen bir eğitim süreci olan kitabın yollarında kendimizi aramak... Kitapların yanıbaşında bulunmak, sayfaları arasında sahici olanla buluşmak ve etrafa yaydıkları ışığın kırılmalarında büyümek... Burada, “Bütün kitaplar bir tek kitabın daha iyi anlaşılması için okunur” ifadesinin altını çiziyor ve kitabı, yön ve kıbleyi gösteren bir yıldız olarak değerlendiriyoruz.

5. Okumalarımız bizi inşa ediyor; bir anlamda okuduklarımızın toplamını ifade ediyoruz. Kitap bizi zenginleştiriyor; içimizi yeşerten ırmağa sağdan ve soldan sızıntılar katıyor.

Okuma eylemi, sembollerimizi geliştiriyor ve yenileştiriyor; yeni zamanla gelen değişimleri daha iyi anlamamıza imkân veriyor, ve herşeyden önemlisi, bizi bizle buluşturuyor. Kitabın kapağını çevirdiğimizde, bir ‘biz’ varız bir de okuduğumuz kitapta ‘bize ait parçalar’.Kitaplardan bize ait parçaları topluyor ve onları, durmadan biriktiriyoruz. Her okumadan sonra, biz artık eski ‘biz’ değiliz; ileriye doğru adım atmış, büyümüş ve daha da çoğalmış bir ‘biz’ oluyoruz.

Okuduklarımızın toplamı, sentez ve analizi bizi ifade ediyorsa eğer; ya okumuyorsak...? Herhalde o zaman bize ait bir şeyden bahsetmekten çok, başkalarının dayattığı veya bizim onlardan kopya ettiğimiz kimliklerden bahsedilebilir. Burada ‘biz’ yokuz.

6. Kitap bir vatan, bir dost; ışığa kapalı binaların gölgelerinde üşüyen bizlere, sımsıcak dünyasını açan vefalı bir dost... Gecenin ilerlemiş bir saatinde kapısını çalmamızdan hiç mi hiç rahatsız olmayan, kendisine sırt dönüp ayrılmamıza kırılmayan ve gönül koymayan bir arkadaş... Vermeyi çok seven, minnet etmeyen ve vermiş olmanın pişkinliğiyle şımarmayan bir yoldaş..

Doğrusu, kitaba ve okumaya dair söylenecek çok şey var. Ancak ne söylenirse söylensin, hep bir şeyin eksik kaldığı hissedilecek. Bazı şeyler var ki anlatılmaz; yaşanır. Kitap böyle bir şey; A. Turan Alkan’ın ifadesiyle, “aşk gibi bir şeydir o.”
*Ahmet Altan, Pazar Konuşmaları, Eyüp Can, Röportaj.
 
Üst