Sungur Ağabeyle Röportaj

molla_zehra

Well-known member
İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği yıllarda Türkiye’de, muhalefeti olmayan Meclis’te artık yeni bir partinin kurulma çalışmaları vardır. Bu oluşum, birkaç yıl sonra esecek yeni bir toplumsal rüzgarın da habercisidir adeta. Nitekim 1946’da yapılan ilk seçimlerin ‘tartışmalı hileli’ sonuçları da, esen bu rüzgarın gerçek olduğunu ilan edecektir

O yıllarda bir de köy enstitüleri fırtınası esmektedir Türkiye’de. Tek parti idaresi, bu okullarda her bedene farklı elbise yerine, tek tip elbiseden giydirmek istemektedir yeni yetişen Türk gençliğine. Elbisenin herkese olmadığı görünen bir gerçek olmasına rağmen, bir çok eksiği de mevcuttur: “Bir nevi zehirler gibi idi orası. Bir muallim vardı. Kur’an’ı, —haşa— peygamberimizin kendisinin uydurduğunu söyler ve inkar eder gibi sözler sarf ederdi. Kısmen kapıldık ona ama ruhumuz ve kalbimiz... yani iman ve Kur’an ve Allah inancı hiç sarsılmadı.” O yıllarda sigara içmeyen ve bayramlarda ‘cumhuriyetin çatısını biz yapacağız’ nutukları atan o genç, milliyetçi duyguları hasebiyle de vatanı kurtaracaklardan birisi olarak görmektedir kendisini. Aradan geçen sürede, vatanı kurtarma hayallerine ulaşabildi mi bilmiyorum ama bildiğim, o ve onun gibi düşünenlerin, tarihin en güzel sayfalarında yerlerini almış ve hâlâ almakta olduğudur.

‘Ceddinle iftihar etme’

O kişi Mustafa Sungur’dur; önce eserlerinden esen rüzgarın tesir ettiği, daha sonra da bizzat tanışarak Bediüzzaman Said Nursi’nin çilekeş hayatına biraz olsun ortaklık ve tanıklık eden Mustafa Sungur. Öncesinde kısa aralıklarla da olsa 1954’ten 1960 yılına kadar çok uzun bir süre Said Nursi’nin hizmetinde bulunan Mustafa Sungur, şimdi Karabük’e bağlı olan Eflani’de dünyaya gelmiş birisidir. Çok uzun yıllardır burada yaşayan Sungur ailesinin hikayesi de ilginçtir: “Babam tarafına Abdüsselamoğulları derler. Köyümüzün yarısı da öyledir. Dedem Hacı Ahmet, Yemen’de harbe gitmiş ve Mekke—i Mükerremede bir sene müezzinlik yapmış. Dedem anlattı, bir gün Mekke’de birisi gelmiş ve ‘Ya Hacı Ahmet, sen’ demiş ‘Bursa’ya giden Abdüsselamoğulları’ndan mı yoksa Kastamonu’ya gidenlerden misin?’ O zamanlar Eflani Kastamonu’ya bağlı, Zonguldak da köy gibi bir yerdi. Babam da ‘Kastamonu’daki Abdüsselamoğulları’ndanım’ demiş ve ‘Peki beni nereden tanıdın?’ diye sormuş. Adam da ‘Simandan tanıdım. Abdüsselam’ın üç oğlu varmış, biri burada (Mekke) kalmış, biri Bursa’ya, diğeri de Kastamonu’ya gitmiş’ demiş. Yani oradan gelmiş bizimkiler. Hatta Üstad Bediüzzaman bana sordu ve ben bunu anlattım. Böyle anlatınca, Üstad’ın yanında bulunan Ceylan (Çalışkan) kardeş dedi ki ‘Ceddinle iftihar etme. Allah indinde en mükemmeliniz takva sahibi olanınızdır. Soy sop falan değil.’ Üstadımız da ‘Doğru’ dedi.” Mustafa Sungur’un ana tarafı ise aslen Buharalı’dır: “Bize ‘Şıhlar’ derler. Köyde bir türbe vardır. Aslı Buhara’dan gelmedir. Türkistan’dan gelmiş Şıhlar’dır.”

Enstitüde saz, akordeon, mandolin çalıyor

Cami hocalığı ve köyde muhtarlık da yapan Mehmet Efendi’nin çocuğu olarak 29.09.1929 yılında Eflani’de doğan Mustafa, ilkokuldan sonra Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsü’ne kayıt yaptırır. Mustafa Sungur, enstitüde çalışkan bir talebedir. 1942 yılında 250 kitap okur. Enstitüde saz, mandolin, akordeon, piyano da çalan Mustafa, en çok mandolinde başarılı olur: “Babasına değil de anasına çekerse iyi olacak’ gibi derlerdi. Köye geldiğim zaman çocukları dizer, çaldırır, hatta ben mevlüt okuturdum mandolinle, ‘Allah adın zikredelim evvelaa..’ diye.” Enstitüden sonra, yüksek okulda muallim ya da müfettiş olmak için okumak isteyen, fakat babasının engellemesiyle bu arzusuna ulaşamayan Mustafa, enstitüde dine karşı takınılan tavra rağmen, gerek ailesinde bulunan hocalar vesilesiyle, gerekse küçükken aldığı dini eğitimin etkisiyle çok fazla etkilenmez. Bu zor şartların hüküm sürdüğü dönemde ilk dersini köyündeki İbrahim Hoca’dan alan Mustafa, bu alandaki açlığını ise enstitüyü bitirdikten sonra ancak doyurabilecektir. O yıllarda daha sonra hizmetine gireceği Said Nursi’yi ise köy enstitüsünde iken 1943 yılında sadece duymuşluğu vardır, o kadar. Enstitüyü bitirince ruhi açlığı iyice artan Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın eserlerini ise 1946 yılında tanır. O yıl Çalışlar Köyü’nde muallim olan Sungur, risaleleri de, Bediüzzaman’ı ziyaret eden, külliyatı yazan ve babası Sultan Abdülhamid’in huzur hocalarından olan muallimlikten emekli, Hafız Ali’nin tam vârisi diye Emirdağ Lahikası’nda ismi çok geçen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vesilesiyle tanır: “Safranbolu’ya gittim, orada Keçeci Mehmet Efendi ile tanıştım. O bana Şemsettin Yeşil’in kitaplarını verdi. Hakikaten çok hoşuma gidiyordu onlar. Yeşil, meğerse risalelerden cümleler alırmış kitaplarına. Yani o kitapların çoğu Risale—i Nur’dandır. Kastamonu rehberinde onun ismi var. Üstad helal ediyor, böyle çalıntıları, ‘Madem hizmet oluyor imana, Kur’an’a’ diyor, helal ediyor. Sonra 1946 senesinin mayıs veya haziran ayında Safranbolu’da toplantıya gittik. Muallimliğe girdikten 2—3 ay sonra hemen namaza başladım. Zaten küçükken de hep namaz kılardım. Safranbolu’daki Köprülü Camii’nde abdest alırken baktım sakallı bir zat. Sordum, müftü olduğunu söylediler. Hemen elini öptüm ve ‘Hocam bazı suallerim var’ dedim. ‘Söyle bakalım’ dedi. ‘Eskimolar var Sibirya’da, onların hali ne olacak? Onlara tebligat olmamış’ dedim. Muallimim ya... Elimden tuttu, bir berber dükkanını gösterdi, ‘Namazdan sonra oraya gel, sana cevabını veririm’ dedi. Gittim oraya, Üstadın hizmetinde bulunmuş Hüsnü Bayram Ağabey’in babası Hıfzı Bayram Efendi’ninmiş. O ‘Gel’ dedi ‘Müftü evden sana bir kitap getirmeye gitti.’ Orada oturttu beni, çekmeceden bazı formalar çıkardı ‘Bunları oku’ dedi. Okuyorum ama böyle rüzgar gibi bir hidayet esintisi geliyor bana, dedim ‘Amca bu kimin kitabıdır?’ ‘Bediüzzaman’ın’ dedi. ‘Ben’ dedim ‘bu zatı duydum.’ Bir sene evvel Kastamonu’nun Oğul Köyü’nde bir ay staj yapmıştım. Oradaki muallim Şevket Efendi, Üstadın ziyaretine gitmiş birisi. 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda köye giderken yolda iki saat bunları anlatmıştı bana. ‘Ben’ dedim ‘bu zatı hep tanıyordum.’ Fakat kitaptan bana, öyle rüzgar gibi hidayet nurları, esintiler geliyor. Müftü Efendi, evden bana Beyoğlu Müftüsü’nün Esma—i Hüsna kitabını getirmeye gitmiş. Sonra bir dahaki gelişimde, öbür caddedeki Keçeci Mehmet Efendi’nin dükkanına gittim. Orada görüşürken baktım ki, bir zatı çağırdı. O da Mustafa Osman Ağabey imiş. İsmi var kitaplarda. O da Üstadı bir anlattı böyle, menkıbeler yani... Üstadın Meclis’e gelişini böyle bir anlatıyor ki... Sonra bana oradan epeyce yeni yazı kitap verdiler, Küçük Sözler vs.”
_________________________________________________Üstad ağzıma üflüyor’

Mustafa Sungur o tarihte 17 yaşındadır: “O zamanlar kitap yok, daktiloda çoğaltılmış onlar. Evde o kitapları ağlayarak okuyorum. Bir gece rüyamda Üstad bizim camiden çıkmış böyle cüppeyle, hatta daha sonra o cüppeyi de bana hediye etti. Öylece eski bir eve girdi. Girer girmez de avlusunda ben Üstad’ı kucakladım. Üstad böyle ağzıma hava üfledi. Sonra yağmur yağdı, ben kuyuya atladım. Böyle bir şey... Uyandım ki, Üstad’ın ağzıma üfürdüğü şeyi aynen hissediyorum. Artık, buna benzer çok rüyalar...”

Mustafa Sungur böylece Risale—i Nur’un Safranbolu talebeleri ile tanışmış olur. Dini hayat açısından sıkıntılı bir dönemdir. Fakat buna rağmen o yıllar, eskiye göre belki bir canlanmaya da şahitlik etmektedir: “Artık bize de Safranbolu’dan mektuplar geliyor. Bu Emirdağ Lahikası dediğimiz kitaplar yani. Üstad o zaman Emirdağ’da. Isparta’dan, Milas’tan, Konya’dan, Van’dan falan Türkiye içerisinde mektuplar geliyor, adeta manevi bir Risale—i Nur fabrikası gibi okunuyor, çalışılıyor... Tabii fikren ve ilmen bunlara aç olduğumuz gibi bunun bin misli fazlasında da bir ruhani tecelli var. Sonra anlıyoruz ki bu Osmanlı’dan sonra ahir zamanda zuhur edecek muazzam bir hakikatin başlangıcı imiş. Biz de böyle bir hakikatin içine girmişiz. Hadis—i Şerifler de ‘ahir zaman uzun bir devredir, biz onun bir kısmındayız’, manasını söylüyor. Bu şekilde biz de hizmetle, ağabeylerle alâkalı oluyoruz. Hüsrev Ağabey, Kastamonu’da Mehmet Fevzi Efendi, Devrekani’de Ahmet Kureyşi, hep bunları dinliyoruz. Bunlar iştiyakımızı artırıyor. Ve o arada ben de Üstad’a mektuplar yazıyorum, Mustafa Osman Ağabey vasıtasıyla ulaştırılmak üzere.”

1945 yılında, henüz 16 yaşında iken, yine köylüsü olan Cemile Hanım’la evlenen Mustafa Sungur, Said Nursi’ye hitaben kaleme aldığı mektuplarda, önce köy enstitüsünde edindiği izlenimleri ele alır: “Köy enstitüsünde yaşadıklarımı da anlattım. Üstad sonra onu Emirdağ Lahikası’na geçirdi.” Bu mektupları yazarken, genç Nur talebesi Mustafa Sungur, bir yandan da heyecanlı bir bekleyiş içindedir: “O zaman bende şu var ki, ah ben bir nur dairesine girebilsem. Üstad benden bahsetse. Bana talebem demesi, beni kabul etmesi, bana kainatın en büyük hediyesi tarzında yani.” Sungur’un beklediği gerçekleşir. Said Nursi, gönderdiği mektubunda onun adını da geçirir: “ (...) Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, meyvenin 11. meselesi hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplar içinde bize göndermeleri hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuat dünyaya gelmiş gibi memnun ediyor.’ Şimdi burada, Üstadın hareket tarzı ortaya çıkıyor. O zamanlar dar daire ya, hep böyle alâkadar cevap vermiş. Selam gönderiyor, çoluk çocuğundan soruyor. Bu da Risale—i Nur’un nasıl yayıldığını gösteriyor. Bütün bunlar bana Cenab—ı Hakkın ihsanı ile kainatta en büyük hediye oluyor.”

Borç para ile Bediüzzaman’ı ziyaret

Ve bir sene sonra... 1947 Eylülünde Mustafa Sungur, Bediüzzaman Said Nursi’yi görmek arzusunu yerine getirmek için yollara düşer. Hem de borç para ile. Üstelik o zamanlar bugünkü gibi tek vesaitle bir yere gitmek mümkün değildir: “Param yoktu. Ahmet Fuat’tan ödünç para aldım 100 para mı ne. Sonra ödedim o parayı. Önce, şimdi mahalle olan Çalışlar Köyü’nden atla Eflani’ye indik. Oradan 7—8 saat süren bir yolculukla Safranbolu’ya gittik. Orada bir otelde kalıp Mustafa Osman Ağabey’i ziyaret edip sonra Karabük’e geçtik. Orada da Süleyman Aslan, onun babası Rıza Usta vardı. Rıza Usta’nın yerinde kalıp sonra trenle 12 saat süren bir yolculukla da Ankara’ya vardık. Ankara’dan da trene binip 6 saatte Eskişehir’e ulaştık. Bir gece de oradaki Yıldız Oteli’nde kalıp sabahleyin 9—10 otobüsü ile üç saatte Emirdağ’a vardık. Ceylan Çalışkan’ların dükkanı vardı orada.” O zaman yapılan bütün yolculuklar bu ve benzeri şartlarda gerçekleştirilmektedir.

Mustafa Sungur, heyecanla Bediüzzaman’la görüşeceği anı beklemektedir: “Bizi çağırdı Üstad, sohbet ettik. ‘Evli misin?’ diye sordu. ‘Evli olmasan seni yanıma alacaktım’ dedi. Üstad sonra şöyle söyledi: ‘Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan.’ Üstad’ın düsturuna bak. Ceylan uzun zamandır onun hizmetinde, bense daha yeni... İşte o zaman dünyalardan daha kıymetli oluyor. Sonra, kavanozda şeker vardı, Üstad bana sordu ‘Kavanoz kaç tane şeker alır’ diye. Ben de ‘Bilmem kiii’ dedim o an. ‘20—23 filan’ dedim daha sonra. Üstad ‘Bundan 300’den fazla dağıttım, gelenlere verdim, ben de yedim’ dedi. Bereketini anlattı yani.”

Mustafa Sungur, bu ilk tanışmasının ardından o geceyi Said Nursi’nin en yakınında bulunan talebeleri, Ceylan Çalışkan, Mustafa Acet’lerin bulunduğu evde geçirir. Sonra Isparta’ya da gitmek ister: “Üstad 25 kuruş para gönderdi, gitsin diye. Gittim orada da Refet Bey, Tahiri ve Hüsrev Ağabey’leri vs. tanıdık. Hep isimlerini duyardık ama kendilerini de tanımış olduk.” Mustafa Sungur, Emirdağ ve Isparta ziyaretlerinden sonra Eflani’ye geri döner. Bir yıl sonra, 1948’de de meşhur Afyon Davası nedeniyle Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini duyar: “Hatta o zaman dağda oduna gidiyoruz, anama dua ettirdim ‘Ana bana dua et, Üstadın yanına gideyim’ diye. Ayrıca muallimliğe de devam ettiğimiz için teneffüslerde bile dua ederdim ‘Ya Rabbi, beni Üstad’ın yanına gönder’ diye. Derken ‘Öğretmenim, jandarma geldi seni çağırıyor’ diyen bir öğrenci geldi. Meğerse bizim evi aramışlar. Birader Muhittin Sungur, Siracunnur’u yazarken böyle jandarma başına gelmiş: Öylece Safranbolu savcısına ifade verdik. Ben olduğu gibi anlattım Üstad’a gidişimizi. Sonra bizi çağırmadılar, ifadelerimiz gitti, biz artık malûmat bekliyoruz.”

O sırada okullar da tatil olduğu için bunu fırsat bilen Sungur, babasının imam olduğu Aydın’ın Kasaplar Köyü’ne gider. Bir süre kaldıktan sonra doğru Afyon’a geçer. Mahkemeye üç gün vardır. Neredeyse lahikalarda isimleri geçen herkes oradadır: “Zübeyr (Ziver) Ağabey 17 gün yatmış tahliye olmuş. Bazı isimlerini bilemediklerim orada. Mahkeme günü Üstad’ın yanına gittim. Hülasa 17—18 Haziran’da mahkemeye geldik. Orada rap rap diye bir yürüyüş yapınca göze çarptık ve savcının yanına götürdüler bizi. Savcı ‘Mustafa Sungur ha. Ben seni çağıracağım’ dedi. Ben de ‘Zahmet etmeseniz de köye gitmektense şimdiden ifademi alsanız daha iyi olmaz mı?’ dedim. Kabul etmedi.” Sungur, ikinci mahkemeye gelemez, üçüncü mahkeme ise 23 Ağustos’ta yapılır: “Üstad bir lira gönderdi bize, kömür alalım diye. Biz kömür nedir bilemedik, Rahmi ile beraber, üzüm, armut, sebze artık ne bulduysak iyisinden doldurduk böyle Üstad’a gönderdik. Üstad sonra ‘Bunu 20 yılık hizmet gibi kabul ettim’ diye haber gönderdi bize.” Sungur, oradan dönüşte bir deprem olduğunu duyar. Ve bu duygularla Said Nursi’ye bir mektup kaleme alır, arkadaşı Rahmi ile birlikte: “O zelzele ilham oldu ve Mustafa Rahmi imzasıyla dört sayfa, Üstad hakkında ne bildiysek yazdık. Hüsrev Ağabey’le Üstad’a göndereceğiz. Tabii, hapishaneye mektup gider mi? Hemen kontrol ettiler ve savcılık araştırmaya başladı. Hüsrev Ağabey ‘Ben bilmiyorum’ demiş. Ceylan ‘Mustafa Sungur’dur o’ demiş. Yıldırım telgrafla tevkifimiz geldi Safranbolu’ya.”_________________________________________________Üstadın yanına hapishaneye gideyim’

— Korkmuyor muydunuz o zamanlar?
“Evliyim, çoluk çocuk da var ama... Büyükanam, validem, çocuklar da varken sofra duası yapmıştım orada, sonunda da sessizce ‘Ya Rab, Üstad’ın yanına, hapishaneye gideyim’ diye dua etmiştim 10 ay. Sofradakiler de ‘Amin’ derdi. İşte sonra Üstad’ın hizmetinde bulunduk. Bunlar bizim için az şeyler değil. Hülasa... Orada 35 gün kaldık. İkimizi de beraber kelepçeleyip Afyon’a sevk ettiler.”
Sadece ve sadece Müslümanlığını yaşama gayreti içinde olan insanların başlarına gelenler bunlarla da sınırlı değildir: “Dehşet bir zaman yani. Sorgu hakimi Üstad’a benim yanımda, haşa ‘kuyruklu Kürt’ diye bağırıyor. İçindeki zehiri döküyor yani böyle. Ben de ‘Tam tersine, o baştan başa nurdur, kemalat—i insaniyenin zirve—i bâlâsındadır’ diye bağırdım. Mânâsını bilmiyorum ama Peygamber Efendimiz (sas) hakkında söylendiğini bildiğim için ben de Üstad için kullandım onu.”

Mahkeme neticesinde Bediüzzaman 20 ay, Ceylan Çalışkan üç sene, Ahmet Fevzi 16 ay, Mustafa Sungur da 6 ay ceza alır. Ancak Sungur 20 yaşını doldurmadığından beşte bir indirim yaptıklarından cezası 5 aya indirilir. 35 gününü Safranbolu’da yattığı için 4 ay da Afyon Hapishanesi’nde kaldıktan sonra serbest kalır. Hapiste on ay yatmış olan Bediüzzaman ise 10 ay daha içerde tutulur. Ancak onun için hizmetin yeri, zemini ve zamanı yoktur. Bediüzzaman burada el—Hüccetü’z Zehra’yı telif eder: “Üstad gizli yazardı ve ‘İnşaallah bunu bir zaman Avrupa’da neşredeceğim’ demişlerdi. Nerede o devirde... Bize kibrit kutusunun içinde gizli gönderiyor. Fakat hamdolsun onu o zaman çoğalttık.”

1949 senesinin nisan ayında köyüne dönen Sungur, 5 ay ceza aldığı için memuriyetten de çıkarılır. 10 gün içerisinde Danıştay’a dava açma hakkı vardır.

O zamanlar avukatlık işlerini dava vekilleri yaptığından, Sungur’un danıştığı ilkokul mezunu bir dava vekili 10 gün olan itiraz süresini ona 81 gün olarak bildirir. O da, daha zamanı olduğunu düşünerek, ancak 65 gün sonra yazar savunmasını. O sırada, daha önce Denizli Mahkemesi’nde görülmüş kitaplar Afyon Mahkemesi’nde tekrar dava konusu yapıldığından temyiz mahkemesi Bediüzzaman’ın davasını esastan bozar. Dava birleştirildiği için Mustafa Sungur da yeniden mahkeme hakkı kazanır. Bediüzzaman da 20 Eylül 1949’da tahliye edilir: “Zübeyr Ağabey, ev tutmuştu tahliye olduktan sonra. Orada Zübeyr Ağabey, Konya’dan Ziya Nur ve ben sabah tesbihat yaparken duydum ki dışarıdan at sesi geliyor.”

_________________________________________________Mustafa Sungur anlatmaya devam ediyor: “Sabah namazını kıldık, baktık fayton sesi. Üstad geliyor. Sabah kalabalık olmasın diye Üstad’ı erkenden tahliye etmişler. Üstad geldi, bizi polislere gösterdi ve ‘Bunlar Türk milletinin medar—ı iftiharlarıdır’ dedi. Üstad o şeyde bile davasını anlatıyor yani.”Temyizde bozulan dava 30 Eylül’de tekrar yapılacaktır. O aradaki on günlük sürede Mustafa Sungur, Said Nursi ile birlikte kalır. Bu, Sungur’un Bediüzzaman’la uzun süre bir arada kaldığı ilk dönemdir (20 Eylül 1949): “Üstad işa namazını kılar hemen yatar, sabah namazından 4—5 saat evvel kalkardı. Sonra Hz. Üstad iki ay kadar kaldı Afyon’da. Afyon’a biraz gücendi gibi Üstad. Çünkü, 1960 yılında, vefatının yakın olduğu günlerde Bakan Namık Gedik Üstad’ı Urfa’dan geri isterken oradaki iki bin kadar ahali ‘Bediüzzaman’ı vermeyeceğiz’ diye otelin etrafında döndüler. Afyon ve Isparta halkları, ahalisi ise, polisler, gelip gündüzün dükkanlarda oturup, tatlı sohbet ettiklerinde ve Bediüzzaman’ın idam olunacağını söylediklerinde onları dinleyip kuzu gibi sükut ediyorlardı. Davaya sahip çıkmak manasında Urfa gibi Hz. Üstad’ı müdafaa etmeliydiler. Üstad onun için biraz kırgındı oraya. Ziyaretine gelen Ahmet Hancıoğlu’na bu hususu ikaz etmişti Üstad.”

Mustafa Sungur, Afyon’da Bediüzzaman’la beraberken, İzmir taraflarında imam olan babası Mehmet Efendi, onu Bediüzzaman’a şikayete gelir: “Üstad böyle, ‘Sen Sungur’un babası mısın? Sen Sungur’un babası mısın?’ diye on defa sordu babama. Sonra oturdu. Babamla bir sohbet etti. Babam da beni şikayet etti. ‘Üstadım’ dedi ‘ben hem imamım, hem de Ege Bölgesi’nde pamukçuluk yapıyorum. Mustafa’ya da, madem maarifçilikten ayrıldın, gel diyorum, gelmiyor.’ Sonra Üstad evvela babaya itaatin ehemmiyetinden bahsetti. Ardından da ‘Sen Sungur’a iki cihetle bakacaksın’ dedi, ‘Bir oğlun itibariyle, bir de Nur’un kahramanı.’ En sonunda babam yumuşadı yani.” Mustafa Sungur, artık Risale—i Nur dairesi içinde hiç çıkmamak üzere bulunmaya devam eder. Hem de evinden ve çocuklarından bile uzakta kalmayı yeğleyerek...

Sungur, daha sonra Bediüzzaman’ın da talebi ile Ege bölgesinde bulunan babasının yanında birkaç gün kalarak, yine Bediüzzaman’ın vazife vermesi üzerine İstanbul’a geçer ve orada Sebilürreşad’ı çıkaran Bediüzzaman’ın eskiden arkadaşı Eşref Edip ve Mehmet Mihri Halev’le görüşür. Ardından ailesine de uğrar. 1950 senesinin başıdır. Ev halkı ile helalleşip köyden iki kişi ile beraber Emirdağ’a doğru yola çıkarlar. Önce Ankara’ya giderler. Mustafa Sungur, Ankara'ya geldiklerinde daha önceden planlamadığı halde, o zamanki Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki’yi ziyaret etmek ister: “Acayip olan bundan sonraki anlatacaklarım. Üstadımız, Afyon Hapishanesi’nden önce Akseki’ye iki takım külliyat göndermek için söz vermiş. Birini şahsına, birini de Diyanet Müşavere Kurulu’na. Onun için Üstad Hüsrev Ağabey’in yanına gelmesini istiyormuş. Fakat o da gelemiyormuş. Benim haberim yok ama. Neyse biz orada iken Ahmet Hamdi Akseki ile görüştük. Diyanet İşleri Reisi, Üstad’dan fedakârane bahsetti. Evvelden tanışırlarmış. Darü’l Hikmeti’l İslamiye’de aza iken beraberlermiş. Akseki bize şunu anlattı ‘Benden evvelki Diyanet Reisi Şerafettin Yaltkaya masonmuş, 8. dereceden. Bana da çok şey yaptılar.’ Yani masonluğa girmediğini anlattı. Sonra biz Üstad’ın yanına gittiğimizde Üstad da zaten Ahmet Hamdi Akseki’ye külliyat gönderecekmiş. Biz aldık onları ve bir de mektubu getirdik, takdim ettik. Akseki ‘Ben dünyada Abdülmecid (Ünlükül) gibi âlim görmedim’, —o zamanlar Ürgüp Müftüsü idi— ‘artık Üstad’ın ilmi’ dedi ‘zaten hesaba girmez, vehbidir.’ Üstad gönderdi ki, bunları neşret diye. O biraz ağır aldı işte... Aynı Demokrat Parti’nin Yassıada’ya gitmesi gibi. Adnan Menderes, Celal Bayar... düşünün bütün DP hükümeti, ne yapacaktı da Yassıada’ya gidecekti. Ya memleketi satmaları lazımdı ya da laikliği tamamen ortadan kaldırmaları... Olmazdı. Bir kaç yıl önce gazetelerde haber çıktı, ‘zehirlenerek öldürüldü’ diye ama neyse... Yani ben bunları misal veriyorum. Menderes ve Celal Bayar, Hz. Üstad’ın tavsiyelerine kulak verseler Yassıada’ya giderler mi idi? Bence gitmezlerdi. Cenab—ı Hak inayet verdi. Halbuki evham ettiler, o zulme maruz kaldılar. Onun gibi rahmetli A. Hamdi Akseki Nurları bastırsa ve neşretse idi... Ne olurdu ki? Zaten 10 ay sonra vefat etti.”
_________________________________________________Üç cesed bir ruh

Artık Mustafa Sungur da bazan Üstadın yanında bazan Ankara’da Bediüzzaman’ın kendisine verdiği vazifelerle hizmetlerini sürdürmektedir. Ankara’dan tekrar Emirdağ’a döndüğünde Bediüzzaman’la bu sefer 20 gün daha geçirir: “O günlerde, Albay Hulusi Ağabey geldi. Üstadın, ilk talebelerinden. Barla’da iken gelmiş, sonra Doğuya tayini çıkmıştı. Yani aradan 20 yıl geçmiş. Sohbet ettiler, Üstad Hulusi Ağabey’e ‘Sungur benim evlad—ı maneviyemdir, senin de evlad—ı maneviyendir’ dedi. Sonra Hulusi Ağabey ayrılınca Üstad bana, ‘Git ona söyle. Sanki Hulusi ile görüşmeyeli 20 sene olduğu halde 20 gün ayrılmış gibi geldi bana de’ dedi. Gittim, otobüste buldum ve söyledim. O da, ‘Aynen, ben de öyle hissediyorum’ dedi. 20 gün boyunca Üstad’ın hizmetinde kaldım. Üstad’la beraber her gün gezmeye giderdik, bir fayton vardı. Bazen bizi de bindirirdi. Dersler yapar, okuturdu. Zübeyr ve Ziya ile beraberdik o yazın. Hz. Üstad o zaman bize üç cesed bir ruh derdi. Latife ederdi...”

Mustafa Sungur, bu tarihlerde, bir yıl önce muallimlikten çıkarılması karşısında Danıştay’a yaptığı itiraz için mahkemeden bir davet alır: “Üstad da ‘Ben Sungur’umu küçük bir köye muallim vermeyeceğim’ diyordu. Üstad bunu iki—üç defa deyince ben de herhalde davayı kazanacağım ve büyük bir şehre muallim yahutta müfettiş olacağım gibi zan’da bulundum. Ankara’ya gittik. Mahkemede Milli Eğitim raportörü vardı, ‘Konuşması abestir, çünkü müracaatı 65 gün üzerine yapmış, dava açma hakkını kaybetmiştir’ dedi. Öyle olunca Üstad’ın yanına döndüm.” Mustafa Sungur, 20 gün sonra Bediüzzaman tarafından tekrar Ankara’ya gönderilir: “Hep Üstad’ın yanında kalıp ona hizmet etmek isterdim. Herhalde bizim liyakatsızlığımız da var tabii. Bunun üzerine Üstad dedi ki ‘Kardeşim benim yanımda hizmet gümüşse Ankara’da altındır.’ Ve beni 6—7 ay için Ankara’ya gönderdi. Orada, Diyanet İşleri’nde olanlardan Osman Nuri Efendi var mesela, 25 sene Milli Müdafaa Müftülüğü’nde bulunmuş. Üstadımız ona bir mektup ulaştırmamızı istedi ve onunla tanışmamızı söyledi. Çok mübarek bir zattı. Ankara’da çok tanıdıkları vardı, hatta Askeri Temyiz Reisi Kemal Kalkan Paşa müridlerinden biriymiş. Osman Nuri Efendi, Üstad’ı Ankara’ya çağırıyordu sürekli. Üstad da ‘Talebelerim benim yerime kalsınlar’ diye yazmıştı ona. Kabul etmedi, ‘İlle de kendisi gelecek buraya, niye gelmiyor’ diyordu. Şöyle bir şey anlattı sonra bize. Kurtuluş Savaşı sırasında Üstad ona, Ankara’ya gidip gitmeyeceğini sormuş ve kuyu misalini vermiş. Üstad ‘Kimisi su çıkarmak için kazıyor kimisi de yüzük, pırlanta bulmak için. Ama netice aynıdır’ diyor. Yani ‘Madem bu Yunan’ı defetmek lazımdır, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek gerektir’ diyor. Üstad pırlantayı misal verince Osman Nuri Efendi de Üstad’a şunu söylediğini anlatıyor: ‘Sonra pırlantayı Yahudiye kaptırırsıııın’ dedim ona. Bu beni dinlemedi Ankara’ya gitti. Bak şimdi gelmiyor Ankara’ya.’ Meğerse İslamiyet için çalışmak amacıyla teşekkül ettirilen Millet Partisi’ni Osman Nuri Efendi kurmuş. Sonra İslam Demokrat Partisi çıkmıştı, Cevat İlhan Atilhan vardı. Üstad o zaman dindarların parti kuramayacağını söylüyordu.”

Sungur Ankara’da, bunların dışında Isparta Milletvekili Tahsin Tola, Samsun Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu gibi isimlerle de tanışır: “O sıralarda hizmetler çok kesifti yani. Sonra Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Salih Özcan gibi talebeler oldu Ankara’da. Gerek Üstadın yanında bulunanlar, gerekse bütün hizmete katılanlar, bütün Abdullahlar, Hüsnüler, Saidler... onların hayatı ile Üstad’ın hayatı devam edecektir. Bekir Berk Bey gelmişti. Allah rahmet eylesin. Üstad üç defa ‘Nurun en büyük kahramanı, Nurun en büyük kahramanı, Nurun en büyük kahramanı’ diye tekrarladı. Sonra da ‘Kardeşim Bekir’ dedi ‘sende üç cihet var. Bir, Nur talebesi, bir de vekilimsin. Bir cihet daha var, onu şimdi söylemeyeceğim’ demişti.”

Fevzi Çakmak’a mektup

Bediüzzaman, Sungur’u, Ankara’dan sonra, eski yazıyla olan risaleleri teksirle bastırmak için bu sefer Ceylan’la beraber Eskişehir’e gönderir. Orada Hutbe—i Şamiye, El—Hüccetüz Zehra, Hakikat Çekirdekleri, İkinci Şua gibi eserleri eski ve yeni harflerle teksir neşrederler. Ardından Said Nursi de Emirdağ’dan Eskişehir’e gelip Yıldız Oteli’ne yerleşir. Mustafa Sungur da, Bediüzzaman’la birlikte kalmaya başlar. Sungur, orada da Bediüzzaman’la beraber 20 gün daha geçirir. O sürenin sonunda ise Bediüzzaman, Ankara’daki işler için yeniden Sungur’u başkente gönderir. O zaman memlekette müspet bir hava esmektedir. Ancak bu fazla uzun sürmeyecektir: “Adnan Menderes’in meşhur Gaziantep nutku vardır 1952’de. Falih Rıfkı Atay’la görüşmüş ve ‘DP otel değildir’ diye birtakım dindarlardan kasıtla aleyhte beyanatı var. Bunun üzerine Üstad Menderes’e irtica meseleleri ile ilgili mektuplar yazıyor. Mebuslara da gönderiyor o mektuplardan. Üstad Adnan Menderes’e çok dostluk gösterdi. Üstad yazdığı mektupları bizimle ulaştırırdı. Yine haber göndermiş ki ‘Bunu başvekalete, heyet—i vekileye, adliye bakanlığına, içişleri bakanlığına gönderin’ diye. Şöyle bir şey anlatayım. Fevzi Çakmak’ın vefatından sonra İstanbul Radyosu yayını susturdu. O zaman Bekir Berk, Milli Türk Talebe Birliği’ne bağlı Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı idi. 500 bin kişi ile İstanbul Radyosu’nu ihata ediyorlar. Biz Üstadımızın yanına gittiğimizde Ceylan’la beraber. Fevzi Çakmak öleli 4—5 ay olmuş. ‘Ben’ dedi 'Ölümü ile bazı gençlerin intibahına vesile olduğu halde ‘Fevzi Çakmak’a hâlâ Allah rahmet etsin diyemedim. Mamafih.. Sizin hatırınız için şimdi diyeceğim.’ ‘Aa, Aa, Aa’ diye demeye çalıştı, ‘Diyemiyorum’ dedi. Niçin? Bu icraatların temelinde hissesi var...”_________________________________________________Bu arada Samsun’da da Büyük Cihad gazetesi çıkmaktadır. Mustafa Sungur da Bediüzzaman’ın Ankara’ya gönderdiği o mektupların bir kısmını Büyük Cihad’a göndermektedir: “Orada Üstad aleyhine dava açıldı. Kimin gönderdiği belli değil. Üstad ‘Ben Ankara’ya gönderdim, orada birisi göndermiş’ diye ifade vermişler. Gönderen bendim, Üstada haber vermedim, belki manen biliyordu. Ben de mahkemeye bir yazı yazdım ‘Gönderen benim’ diye.” Sungur 19 Şubat 1953’te tevkif edilir, 27 gün Ankara’da hapiste kalır. O sırada meşhur Ticani hadiseleri de gündemdedir. Bir müridinin yazdığı bir mektuptan dolayı hapse atılan Ticani Şeyhi Kemal Pilavoğlu ile birlikte hapis yatan Sungur, sonra Samsun Hapishanesi’ne sevkedilir, Büyük Cihad Davası’nda gazetenin Neşriyat Müdürü Hüseyin Yücel’le birlikte. Ve 1,5 sene ceza alır. Temyize giden dava 11 ayın sonunda esastan bozulur. Yeniden görülen davanın sonucunda yine beraat kararı çıkar. Mustafa Sungur, 1954’te tahliye olduktan sonra bir ay Eflani’de kalır ve ardından Bediüzzaman’ın Emirdağ’dan ayrılıp yerleştiği Isparta’ya gider. Bu gidişinde Sungur, askerliği hariç vefat edene kadar hep Bediüzzaman’la beraber kalacaktır: “Tahiri, Zübeyr, Ceylan, Bayram ve bendeniz orada kaldık. İki sene sonra da Hüsnü kardeş geldi. Umumiyetle Zübeyr Ağabey hizmetinde bulunurdu. Bir gün, 1954’te Üstad’la beraber Zübeyr Ağabey, Ceylan ve ben Barla’ya gittik. Benim ilk gidişimdi. Barla’ya girerken eski talebeleri Üstad’ı karşıladı. Şamlı Hafız Tevfik vardı, ilk yazıcı. Onun kasketi vardı, eliyle şöyle vurdu, sonra kucakladı... Üstad ona ‘Kardeşim Hafız Tevfik, ben yemin ediyorum, şimdi cennetten bana davet vaki olsa, ben Tevfik’imi almadan gitmeyeceğim’ dedi. 3—4 ay orada kaldık. Abdullah Çavuş’u ve Hacı Bahri’yi orada gördüm. Sonra Üstad’la birlikte Çam Dağı’na gittik. Orada çam ve katran ağaçları vardı, şimdi o ağaçları kesmişler. Bir gün orada baktık yağmur yağdı. Üstad bu yağmuru, ertesi gün risalelerin müsaderesi ile ilgili dava vardı, onun için zannediyormuş önce. Sonra ‘Hayır’ dedi ‘ Tahsin Tola Ankara’da çok hizmetlerde bulunmuş. Cenab—ı Allah onu böyle yağmurla alkışlıyor.’ dedi”

Mustafa Sungur anlatmaya devam ediyor: “1954 senesinin başlarında bir gün, akşam vakti kapı çalındı —yaptığınız çalışmada (Aksiyon, 399. sayı) 1953 senesi yazılmış ama 54 senesi olacak— baktım Said Özdemir. Hemen koştum ‘Üstadım Said Özdemir..’ ‘Hemen gelsin’ dedi. ‘Ama’ dedim ‘yanında babası ve bir zat daha var.’ ‘Ha ben çok rahatsızım’ dedi. Gittim söyledim, ismi İskender olan o yanlarındaki kişi, ‘Buraya geldik, illa kabul edecek’ diyor. Ben bir daha gider gibi yaptım. Onlar otele gittiler. Sabahleyin Üstad ‘İkişer ikişer gelsinler’ dedi. Meğer o İskender vazgeçmiş. Said Özdemir’le babası geldi. Öylece Said Efendi Üstadın has teveccühüne nail oldu.”

Bakan, yargıya müdahale ediyor

Mustafa Sungur, askerliğini ise 1955—56 arasında önce altı ay Ankara’da yedek subay olarak, daha sonra da Samsun’da yapar. Said Nursi, burada, Samsun’daki Ceza Reisi İsmail Hakkı Çağırankaya’yı ziyaret etmesini söyler ona: “Hastalanmış. Üstad ‘Git’ dedi ‘selam söyle hakime, ona dua ediyorum, hastalığı keffarüzzünüp oldu’ dedi. Biz de gittik. Üstad’ın selamlarını söyledik. Çağırankaya ‘Beni affetti mi’ deyip ağlamaya başladı. Meğer Üstad’dan Sultanahmet’te iken elifiye dersi almış. O sırada meşhur hadiseyi anlattı: ‘Bana her mahkeme günü Samsun Savcısı Nabi Okbay telefon ediyor ve ‘Adliye Bakanı’nın selamları var, Bediüzzaman’ı mutlaka Samsun’a getirttirin’ diyor. İkinci bir Malatya Hadisesi’ni (Hüseyin Üzmez’in Ahmet Emin Yalman’a suikasti) burada ihdas edelim, Samsun’da görülsün.’ Bu hadiseyi anlattı. Ben de iki sene evvel Samsun’da ceza yatıp tahliye olunca Isparta’ya gittiğimde Üstad da ‘Benim Sungur’uma eziyet veren o savcı tokat yiyecek’ dedi. Sonra baktık o savcı İzmir’e tayin oldu o günlerde. Tokat yemedi, bilakis terfi etti. Milli Müdafaa Vekili Osman Şevki Çiçekdağ da trafik kazasında gitti. Şimdi hakim anlatıyor ‘Savcı bana her akşam telefon ediyor, vekilin selamları var’ diye. O zaman anladım ben, bu işi yapan savcı değil, bakanmış diye.”_________________________________________________Bediüzzaman Said Nursi’nin 1946, 1958 ve 59’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen ve Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu bulunan Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın askeriye ile ilgili bir hatıratını da şöyle anlatmaktadır: “Eskişehir’de Yıldız Oteli’nde idik. 1951 Eylülünde beş tane jet uçtu. ‘İnşaallah bunlar bir gün böyle âlem—i İslam’a büyük hizmet edecekler’ dedi. Sonra da ‘Sungur’ dedi ‘askeriyede bir ruh var, o ruh benimle dosttur, bilmiyorum, ya o bir ferddir, ya bir topluluktur. Ya sağdır veya ölüdür, ya velidir veya kutubdur. Bilmiyorum; fakat bir ruh var ki o ruh benimle dosttur.’ Bir de Üstad, 1957’de Cahit Erdoğan’a söylemiş Kıbrıs konusunda ‘İnşaallah bir zaman tamamı bizim olacak’ demiş.”

Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen risale sohbetlerine adayan Mustafa Sungur, Bediüzzaman'ın vefatı ile de şunları anlatmaktadır: “Hiç düşünmezdik... Üstad zaman zaman, mesela ‘Sungur’a deseler ‘Gel Ankara’ya maarif bakanı yapacağız, yine Risale—i Nura hizmet et ama Said’den ayrıl’ deseler, gitsen sadakatli olmaz’ derdi. Biz de böyle dediğine göre demek daha çok beraber olacağız diye düşünürdük. Bir perşembe günü Üstad namazı kıldı ve birden rahatsızlandı. Sobayı yaktık. Beş/altı kişi idik. Tahiri, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Hüsnü ve ben... O arada Üstad benim ve ağabeylerin kulaklarını çekiyor ve hafif sesle ‘Merak etmeyin ben beş komitenin bellerini kırdım, Risale—i Nur kırdı’ diyor. Sonra bazan uyuyor, kalkıyor, namaza duruyor. Baktım sabahleyin kalkmış Üstad ‘Ben’ diyor ‘dün gece bilmiyordum Isparta’da olduğumuzu.’ Sonra Emirdağ’a gitmek için ‘Hazırlayın arabayı’ dedi. Yola çıktık, tam Emirdağ’a, Çay’a girmek üzere iken polis durdurdu. Meğerse Isparta valisi ‘Said Nursi Isparta’dan ayrıldı’ diye haber vermiş. Üstad polise ‘Kardeşim ben ölmeye gidiyorum, çok hastayım’ dedi. Ben hemen gittim. Dahiliye vekil müsteşarı ile görüştüm. Neticede ‘Emirdağ’a gitsin’ dedi. O arada Afyon Birinci Şube’den bir polis daha geldi, ‘Afyon’a gidelim, zaten yakın buraya’ dedi. Üstad ‘Tamam’ dedi. Ben namazı kılmamıştım. Hemen farzını kıldım, onlara yetiştim. Üstad enseme üç defa bir şey diyerek vurdu. Ben anlamadım tabii. ‘Tesbihatını yap’ diyormuş. Allah Allah, Üstad’da ihlas var ya... Daha sonra pazartesi günü de mahkememiz olduğu için ben Üstad’dan orada ayrıldım. Haber aldım ki Said Özdemir içeride diye. Ama daha sonra öğrendik ki meğer Üstad Emirdağ’dan Urfa’ya geçmiş. O arada Dahiliye Vekili Üstad’ın geri dönmesini istiyormuş. Sonra da haber geldi ki Üstad vefat etmiş.”

Bediüzzaman’a talebe olma bahtiyarlığına erişen Mustafa Sungur, Said Nursi’nin vefatından sonra da onun arzu ettiği faaliyetlerin içinde bulunmaya devam eder: “Basılan bütün kitaplar bize forma forma gelirdi. Orada kitapları ilk neşredenler arasında Tahsin Tola da var. Said Özdemir de eksik söylemiş onları. Üstad orada bahsediyor ‘Ben o bayramları görmeyeceğim, siz göreceksiniz’ diyor. Bu benim ruhumda bir şeye vesile oldu. Kalbim o kadar attı ki ‘Hayır Üstad’ım siz de göreceksiniz’ dedim. O da ‘Hayır. Ben görmeyeceğim. Sen evladım Sungur, gelir kabrimde o bayramları bana söylersin’ dedi.”

AKSİYON DERGİSİ-"Nur’un küçük kahramanı"
 
Üst