Ayrıca sohbetlerde merhum Ahmet Feyzi ağabey, Münazarat’tan “On üçüncü asrının minaresinin başına çıkmışım.” gibi ifadeler geçince “Peki, on üçüncü asrın minaresi ne demek? Oraya niçin çıkmış? Neden çok bağırıyormuş? Kimmiş bu adam? Nereden mezun olmuş? Bu kadar isabetli teşhisleri nasıl yapabilmiş?” şeklindeki sorularla bizleri düşünmeye sevk ederdi... İşte bu sohbetlerin yapıldığı o günlerde, tavukçulukla meşgul bir ağabeyimiz sohbete gelirken yanında çok yaşlı bir kişiyi de getirmişti. O kişi dedi ki: “Ben çocukluğumda İstanbul’da bir dergâha devam ederdim. Şeyhimiz âlim, fâzıl bir mürşiddi. Onun için her meselemizi ona sorardık. O sıralarda elime Bediüzzaman Hazretleri’nin küçük risaleleri geçti. Okuyordum; ama manalarını tam olarak çözemiyordum. Bunları mürşidimize götürdüm. O, okudu, okudu sonra bana “Evladım, bu zat, bir kutup veya bir gavs olsa gerektir!..” dedi. Ben de şeyhimizin sözleri üzerine düşünmeye başladım ve bir rüya gördüm... Askermişim... Üzerimde askerî elbiseler var. Birden ‘Seni sertabib (başhekim) çağırıyor!’ dediler, koşup gittim. Baktım apoletli askerî beyaz elbiseler içinde ciddi bir zat ayakta durmakta... Bana, ‘Evladım, kimdir diye merak ettiğin, o kutup ve gavs benim!’ dedi. Uyandım.”