11.Söz'den Dersler

Sergerdan

Well-known member
Bediüzzaman Hazretleri’nin Sözler isimli eserinden On Birinci Söz’deki “Hayatın Gayeleri” bölümünü okurken, Altıncı ve Sekizinci maddelerde geçen; insanın canlı varlıkların tahiyyelerini, tesbihatlarını ve arz-ı ubudiyetlerini tefekkürle görüp şehadetle göstermesi ve şu âlemdeki mevcudatın her birinin kendine mahsus bir dil ile Allah birliğine ve rububiyetine dair manevi sözlerini anlaması meselesi üzerinde müzakere sırasında; 1980’li yılların başında Kayseri- Bünyan’ın bir kasabasında ziyaret ettiğimiz mübarek bir zatın anlattıkları aklıma geldi. O şöyle demişti:


“Benim bir zâta intisabım vardı. O bir mürşiddi. Vefat edince onun yerine geçen kişiyi rüyamda pek iyi görmüyordum. Ama rüya ile amel câiz olmadığı için irtibatım devam ediyordu. Nihayet gündüz gözümle de onun yanlış işlerine şahit oldum. Bunun üzerine ondan tamamen koptum. Artık zikir ve evradlarımı kendi kendime yapıyordum. Bir gün hayvan pazarından geçerken buraların yabancısı olduğu anlaşılan birisiyle karşılaştım. Üzerinde bir güzel hal ve derinlik vardı. Selam verip kendisiyle tanıştıktan sonra akşama evime davet ettim. Akşam yemekten ve hoş beşten sonra misafirim bana, bir yere intisabım olup olmadığını sordu. Olmadığını söyleyince Erzurum’daki Alvarlı Efe Hazretleri’nden bahsetti. Ben hiçbir şey söylemedim. O gece istihareye yattım. Netice güzel çıktı. Ona intisaptan sonra kendimde müthiş bir gelişme hissetmeye başladım. Tarlada çift sürerken bile kendimi bazen mürşidimin huzurunda görüyor, bazen da onu yanımda buluyordum. Zamanla öyle oldu ki, sadece çiçeklerin değil, taşın toprağın da zikir ve tesbihlerini işitmeye başladım. Sonra da bu durumu kaldıramayacağımı düşünüp Cenab-ı Hak’tan bu hâli üzerimden alması için dua ettim. Duam kabul oldu.”

Yunus Emre’nin çimenlere basamadığını ve çiçekleri koparamadığını; çünkü zikir ve tesbihlerini işittiğini biliyoruz.


Efendimiz (sas) mucizelerinden olarak şunlar rivayet edilmektedir:


İbn-i Mes’ud diyor ki: “Biz, Resûl-i Ekrem Aleyhisselam’ın yanında taam yerken, taamın tesbihlerini işitiyorduk.” (Buhari, Menâkıb, 25)


Enes bin Mâlik diyor ki: “Resûl-i Ekrem Aleyhisselam’ın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekir’is-Sıddık’ın eline koydu, yine tesbih ettiler.” Ebu Zerr-i Gıfarî rivayetinde ise ifade şöyledir: “Hz. Ebu Bekir’den sonra Hz. Ömer’in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hz. Osman’ın eline koydu, yine tesbihe başladılar.” Hz. Enes ve Ebu Zerr bundan sonra diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.” (Mecmeu’z- Zevâid, 5/179)


Zaten Kur’an-ı Kerim’de “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki, Ona hamd ile tenzih (tesbih) etmesin. Ne var ki, siz onların bu tesbih ve takdislerini iyi anlayamazsınız. Bunca azametiyle beraber, kullarının gaflet ve cürümlerine karşı, O, Halim’dir. Gafur’dur; pek sabırlı, müsamahalı ve bağışlayıcıdır.” (İsra Sûresi, 17/44) buyrulmaktadır.


Efendimiz (sas) Mirac’da işte mahlukatın bu tahiyyelerini, zikir ve tesbihlerini bütün mahlukat namına Cenab-ı Hakk’a takdim etmiştir.

Abdullah Aymaz
 
H

hatve

Misafir
11.söze dair;varlıkların sesini duymak

İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil!
Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemâl,
tanımak istenilmezse bu lisanları susturmalı
Mademki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünki: Sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez;
mevcudat susmaz;
Vahdâniyyet şahidleri seslerini kesmezler.
Elbette seni mahkûm ederler...
 

hasret

Well-known member
11.söze dair;varlıkların sesini duymak

Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.


Abi demek duyamıyorsak bizde eksiklik var :(
bütün azalarını nuru iman ile nurlandıranlardan olmak dileğiyle...
 

Sergerdan

Well-known member
Kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemek

Salih Bey:

*“On Birinci Söz’ü okurken, risâlede geçen, ‘Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca’ hükmü, kavramı kafama çok takılıyor. Bu hükmün insanlarda tezahürünü görmek mümkün. Aynı hükmün Allah (c.c.) için de geçerli olduğunu izah eder misiniz? Bu ne demektir ve bu hükmün kaynağı nedir?”




Allah yaratıcıdır ve yarattığı varlıklarla ilgili olarak takdir görmek, teşekkür edilmek, beğenilmek, hamd ve senâ edilmek, övülmek, şükredilmek, hakkı teslim edilmek Allah’ın hakkıdır. Nitekim hamd; genel mânâsı îtibârı ile mutlak medih, kayıtsız senâ ve şartsız övgü demektir. Veyâ Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra) zengin tefekkür dilinde hamd; “sıfât-ı kemâliyeyi izhâr etmektir”1, yani Allah’ın bütün sıfatlarının kemâl derecede olduğunu bilmek, yâhut Allah’ı kemâl sıfatlar Sahibi bilmek; gücünü, kudretini, yüceliğini, izzetini, azametini, ulviyetini, saltanatını, hikmetini, vahdâniyetini ve sâir sıfatlarını O’nun zâtının lâzımı bilmek; Zât-ı Akdes’inin noksan sıfatlardan münezzeh, eksikliklerden uzak ve kusurlardan berî olduğunu takdir etmek; O’na eksiksiz ve kâmil mânâda îmân etmek ve bu îmânı söz ve fiil ile takrir etmek, yaşayışımızla ve ahlâkımızla göstermek demektir.

Kur’ân, “Elhamdülillâh” kelimesiyle söze başlar.2 Zîrâ, kayıtsız şartsız hamd ve övgü, Allah’a âittir. Bütün mevcûdâtta övgü, medih ve senâ sebebi olan iyilikler ve olgunluklar Allah’ındır. Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ varsa hepsi Allah’a âittir. Çünkü medih ve övgüye sebep olan nimet, ihsân, kemâl, cemâl ve hamd edilmeye sebep her ne varsa, hepsi Allah’ındır.3 “Elhamdülillâh” kelimesi, gerçek övgüyü, hakîkî senâyı ve methi doğrudan Allah’a (cc) verir. Çünkü kâinâtta hadsiz olarak övülecek, sınırsız senâ edilecek ve şartsız methedilecek birisi varsa, O da Allah Teâlâ’dır. Allah’tan başka hiçbir kimse, hiçbir şahıs, hiçbir varlık, hiçbir mevcut, hiçbir makam sahibi gerçek övgüye, senâya ve methedilmeye lâyık değildir; câiz de değildir.

İnsana gelince… Bilinmek, tanınmak, övülmek, takdir toplamak ve maharetlerini göstermek arzûlarının aşırısı insan için bir zaaftır, bir kusurdur, bir haddini aşmışlıktır. Çünkü insanın bu duyguları mübalâğalı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Çünkü bu hak Allah’a aittir. Çünkü insanın varlıklar üzerinde hakkı yoktur. İnsanın hakkı sadece şükürdür ve Allah’ı övmektir.

Övülen insanın gururlanması, böbürlenmesi ve büyüklenmesi şeytanın bir tuzağıdır. Çünkü insanın gururlanmaya, böbürlenmeye ve büyüklenmeye hakkı yoktur. Çünkü büyük olarak Allah vardır ve O büyük ve gururlanmaya lâyık olarak yeter. İnsan büyüklenirken, böbürlenirken ve gururlanırken bundan dolayı Allah’tan utanmalıdır.

Allah övülmek ister. Nitekim şükür ve hamd budur. Allah’ı övmek hem bizi terbiye eder, (çünkü şükür ve övgü bizim Allah’a olan vefâ borcumuzdur) hem de Allah’ın bizim üzerimizdeki hakkıdır.

Diğer yandan Allah neden bilinmek ve tanınmak istemesin? Çünkü her şeyin, her güzelliğin, her olgunluğun, her kemâlâtın Sahibi de, kaynağı da, bizzat Allah’tır. Neden sonsuz cemâlini ve sonsuz kemâlini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Allah Maruf’tur. Yani tanınan ve bilinendir. Meşhud’dur. Eserleriyle müşahede olunan ve görülendir. Matlub’dur, istenen ve aranandır. Mabud’dur, kendisine ibâdet edilendir. Hamîd’dir, gerçek mânâda övgüye lâyık olandır. Mahmûd’dur, kullarınca övülendir. Allah’ın kendi cemâlini görmek ve göstermek istemesi isimlerinin bir gereğidir. Bu gerekliliği şu hadis-i kutsîde de görüyoruz: Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım.”

Öte yandan, On Birinci Söz’ün başında geçen “cemâl ve kemâl sahibi” misâlinin açılımı, aynı Söz’ün devamında yeterli şekilde yapılmaktadır.4 Cemâl ve kemâl Sahibi olan ve mahlûkâtı “güzel ve eksiksiz yaratan” Cenâb-ı Hak Şâhid’dir, Hafîz’dir, Rakîb’dir, Basîr’dir, Semî’dir, Vedûd’dur. Yani Cenâb-ı Hak isimlerinin tecellîlerini mahlûkât aynasında izleyen, muhafaza eden, gözeten, gören, işiten ve sevendir. Burada; “Allah’ın bunlara ne ihtiyacı var? Veya—hâşâ—başka Allah mı var? Ya da, başkasının gözüyle görmeye ne gerek var?” gibi sorular mesnetsizdir. Biz muhtaç olduğumuz için görüp gösterebiliriz. Ama Cenâb-ı Allah ihtiyaç içinde olmaktan müstağnîdir, münezzehtir, müberrâdır, berîdir, uzaktır, muallâdır. Cenâb-ı Hak sırf öyle dilediği için ve böyle irâde buyurduğu için görür, gözetir, muhafaza eder, müşahede eder ve gösterir.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 23. 2- Fâtihâ Sûresi, 1/1. 3- Mektûbât, s. 230. 4- Sözler, s. 113.

Süleyman Kösmene
 
Üst