Ekonomizm devam ediyor

muvafýk

Member
CEVABINI ÇOKTANDIR BEKLEDİĞİM BİR SORUYDU. Bu gidişin sonu nereye varacaktı? Rızk vardı, şükür yoktu. İsraf çok, kanaat yoktu. Âhir zaman içinde mızrak çuval içindeydi. Dünya ile âhiret, yalan ile doğru bir çarşıda beraber satılıyordu. Çokları âhirete ve doğruya beş para bile vermiyordu. Milyonlara para, nimetlere elhamdülillah denmiyordu. “Bir genç dinsiz olmuş” haberini kulaklar duymuyordu. Zira, televizyon “Dolar 42.000 lira olmuş” haberini veriyordu. Döviz büfelerine koşuyordu insanlar; vitrinlere, bankalara, radyolara, TV’lere koşuyordu. Kimse kimseyi görmüyordu. Herkes kendini kurtarmaya çalışıyor, herkes kendini kurtarmaya çalıştığı için, herkes herkesi ateşe atıyordu. “Kendini kurtarma”nın âhirete bakan bir boyutu zaten epeydir yoktu. Binler, onbinler iman–küfür denkleminde sık sık yanlış şıkkı işaretliyor; körpecik tenler ve dimağlar ebedî bir yangına namzet hale geliyordu. Hiçbirimizin bâki dünyalar heder olup giderken fani cihanı neyleyim dediği yoktu. Ne de olsa, “ihlas” bile bir holding adı idi artık. “Tekbir” etek–ceket markasıydı. “Vahdet” ayaklar altındaydı; zira bir ayakkabı firması bu adı taşıyordu. Yüzbinlere rehber olması gereken bir zât, Türkiye’nin silah teknolojisi için projeler yazıyor olması gereken bir zât, Türkiye’nin silah teknolojisi için projeler yazıyordu. Başka bir ehl–i din, gönlündeki “yüksek teknoloji enstitüsü” aslanını okşuyordu. Alt kattaki teyzenin kardeşi ölüyor; “âhiret”i unutan teyze, isyanları oynuyordu. Hatırlatan yoktu. Yol arkadaşım olan orta yaşlı amca, “Mark şu kadar olmuş” diye hatırlatıyordu. Karşımızdaki lise mektebinden, eteklerinin boyundan dünyalarının ne ile dolu olduğu anlaşılan yüzlerce kız talebe çıkıyordu. Elli sene sonraki hallerini gösterip ağlatacak manevî sinemalar bizlerde yoktu. Öndeki hacıamca, yanındaki yolcuyla beraber, “memleket ekonomisi”ni kurtarıyordu. Bir başkası “gazete”nin borsa sayfasını satır satır tarıyordu. Karşı kaldırımda yürüyen çağdaş bir hanım, otobüsteki erkeklerin kalb hanelerini yaylım ateşiyle tarıyordu. Arkadaki yarım örtülü teyze, “KİT’ler bu memlekete lâzım” diyerek hacıamcaya arka çıkıyordu.

Tüm bu tabloların ortasında, ve kırgındım. Bu hali yıllardan beri gün be gün izliyordum. Gün de gün aynı muhabbeti duymaktan bıkıp usanmıştım. Kimsenin dünyasına karışmak istemiyor, kimse âhiretime karışmasın istiyordum. Markın son fiyatını sormuyor, kimseden de ben sormadan söylemesini istemiyordum. Ama söylüyorlardı. Yolda, işyerinde, radyoda, gazetede, şurada, burada hep onu konuşuyorlardı. Döviz büfeleri önünde yığınlar birikiyordu. Yaşlı–genç, kadın–erkek, örtülü–örtüsüz, dindar–dinsiz demeden herkesin günün neredeyse her saatinde dolar–mark fiyatıyla meşgul olması; nerede bir döviz büfesi varsa, oraya baş çevirip mutlaka selam durulması kalbimi acıtıyordu. Az ötedeki kedi yavrusu, karşı kaldırımın kenarındaki çiçekler, karşıya geçmeye çalışan “sorunlu” delikanlı, ağaca konmuş kuşlar, bir soluk almak üzere duran beli bükük ihtiyar, yerdeki otlar ve gökteki bulutlar adına üzülüyordum. Kalblerimiz yollardan ve binalardan da mı, taşlardan ve betonlardan da mı sert, soğuk ve kayıtsızdı? Sanki bunca mahlukat aslında yok idiler. Sanki, var olsalar bile, olsa olsa birer fazlalık idiler. Sanki bize dedikleri ve bizden istedikleri hiçbir şey yoktu. Para, döviz, faiz, fiyatlar, borsa, alış, KDV, satış, çek, borç, konkordato, iflas, alacak, hesap, protesto, bakiye, ödeme, icra, dekont, iskonto, nakit derken, âdeta “ekonomi”den ibaret bir dünyada yaşıyorduk. “Keş” olmadım diye sevinenler, şimdilerde mücessem birer “cash” olmuşlardı. “Nakit”ten başka hiçbir şeyi gözler görmüyordu. Bir “âlem”di insan, koca kâinatın ettiği tesbihatı kalbinin gözbebeğinde toplayan bir istidat ona verilmişti; ama artık “bir âlem”di! Birileri oturduğu yerden milyonlar ve milyarlar kazanıyordu; birileri de kaybediyordu. O kaybedenlerin çoğu da, oturduğu yerden milyonlar ve milyarlar kazanma hayali kuruyordu. “Çalışmadan zengin olsam” şarkısı bir hayli tutuyordu. Bedavadan zengin olma kitapları en çok satıyor, basanlar bedavadan zengin oluyordu. Ama kimse böylesi emeksiz, alınterisiz kazançların ne denli hak edildiğini sormuyordu. Birilerinin yattığı yerden haksız kazanç uğruna parasını yatırdığı faiz yuvaları, sağdan–soldan biriken trilyonlarla piyasayla istediği gibi oynuyor; kimsenin ruhu duymuyordu. Çünkü herkes olmayan dolar ve marklarını alıp satarak olmayan milyarlar kazanma hayali kurmakla meşgul oluyordu. Hayaller ve hayalî kimlikler ortasında, hayatî olan sorular güme gidiyordu. Hakikat güme gidiyordu. Oysa dünya ve dünyanın faniliği bir hakikattı. Bu fani dünyaya laf olsun cüzdanlar dolsun diye gönderilmediğimiz de bir hakikattı.

Devamı için:
http://kitabevi.karakalem.net/pfFormat.asp?article=871
 
Üst