Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz

Huseyni

Müdavim

﴿
اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَاۤ اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَاۤ اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
blank.gif
1


Gayet kısacık bir meâli: Yani, “Cenâb-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakîr, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, ‘Allah bu gibi hakîr misallerden neyi irade etmiştir?’ diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalâlete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki, Allah’ın tâatinden huruçla, mîsak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. Dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır.”

Bu âyetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihât-ı nazmiyesi üçtür.

Maahaza, bu âyetin meâli, hem mâkabline, hem mâbadine, hem Kur’ân’ın tamamına bakıyor.

Mâbadine olan vech-i irtibatı:

Evet, vakta ki Kur’ân-ı Azîmüşşan sinekten, ankebuttan misâl getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti. Müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bu-larak


[NOT]Dipnot-1 Bakara Sûresi, 2:26-27.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahKur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân
Rab: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran AllahYahudi: (bk. bilgiler – Yahudilik)
ahid: sözleşme, andlaşma ankebut: örümcek
beyn: aracihât-ı nazmiye: tertip ve diziliş yönleri
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdalâlete atmak: hak yoldan saptırmak, sapkınlığa atmak
fâsık: doğru yoldan çıkmış, günahkârhakîr: küçük, kıymetsiz, önemsiz
hatt-ı muvasala: bağlantı hattıhidayet: doğru ve hak yol
huruç: çıkmahüsran: zarar, kayıp
ifsat etmek: bozgunculuk yapmakikaz etmek: uyarmak
irade etme: istemeirşad: doğru yol gösterme
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan, şeylerden birini inkâr eden kimsemaadâ: -den başka
maahaza: bununla beraber mahlûk: yaratık, yaratılmış
maruz kalma: tesiri altında kalmamevzu-u bahis: söz konusu
meâl: mânâ, açıklamamisal: örnek, benzer
mâbadi: sonrası mâkabli: öncesi
mîsak-ı ezelî: Bezm-i elest veya Kalû-Belâ ile de tabir edilir; ezelî sözleşme; Allah ruhları yarattıktan sonra, onlaramünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
müşrik: Allah’a ortak koşanmü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
sair: diğer, başkatâat: itaat, boyun eğme, emre uyma
vaktâ ki: ne zaman kivech-i irtibat: irtibat, ilişki yönü
vücuh-u irtibat: irtibat, ilişki yönleriâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 287


ahmakane dediler ki: “Allah, azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler.” Kur’ân-ı Kerîm, bu âyetle ağızlarına vurarak kapattı.

Mâkabline cihet-i nazm ve irtibatı:

Evet, Kur’ân’ın ihtiva ettiği sıfât ve mezâyânın hiçbir kelâmda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı, sûre başında ispat edildiği gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvveti de Kur’ân’ın i’câzıyla ispat edildi. Kur’ân’ın i’câzı dahi tahaddî ile, yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına dâvet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya yapılan dâvet, sükût ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümûl bir inkılâbı söndürmek için yapılan dâvet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur’ân-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız, Kur’ân, her hususta hadd-i kemâle bâliğ olduğundan, uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.

Ezcümle:
blank.gif
1
كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاۤءِ
blank.gif
2
gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur’ân’ın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemâline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beynennâs yapılan mükâlemelere, konuşmalara benziyorlar” diye muğalâta ile halt etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.


Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icap eder. Onların pek vâhi ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş’et etmiştir. O vehimler de, bazı muğalâtalardan husule gelmişlerdir.

Onların, Kur’ân’ın kemâlini tenzil etmek için, Kur’ân’ın temsillerini insanların


[NOT]Dipnot-1 “(Onların durumu), ateş yakan adamın meseli gibidir.” Bakara Sûresi, 2:19.
Dipnot-2 “Sağanak yağan yağmur gibi…” Bakara Sûresi, 2:19.
[/NOT]

Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun ahmakane: ahmakça
ashab-ı kemal: mükemmel ve olgunluk sahibi kimselerazamet: büyüklük, haşmet
beynennâs: insanlar arasındabâliğ: erişen, ulaşan
cihanşümul: dünya çapında, evrenselcihet-i nazm ve irtibat: diziliş ve bağlantı yönü
eser-i acz: acizliğin, çaresizliğin sonucuezcümle: meselâ, örneğin
habt olma: gayret vs. boşa çıkma, dili tutulup susmahadd-i kemâl: olgunluk ve mükemmellik sınırı, seviyesi, düzeyi
hakir: küçük, önemsiz, kıymetsizhasis: âdi, basit, değersiz
hayâ etme: utanmahusule gelmek: meydana gelmek
ihtivâ: içine alma, kapsamainkılâb: değişim, dönüşüm
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olmakelâm: söz, ifade
kemâl: mükemmellik, kusursuzlukkâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin şeylerden birini inkâr eden kimse
mezâyâ: meziyetler, üstün özelliklermisal: örnek, benzer
mugalâta: safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söylememuhalif: karşı gelen, karşıt
muâraza: karşılıklı sözle mücadele, yarışmamâkabli: kendinden önceki, öncesi
mübareze: karşılıklı atışma, düello yapmamükâleme: karşılıklı konuşma
müteselsil: zincirleme, birbirine bağlıneş’et etmek: doğmak, meydana gelmek
nübüvvet: peygamberlik, elçiliksükût etme: sessiz kalma, susma
sıfât: nitelikler, özelliklertahaddî: meydan okuma
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmetenezzül: inme, alçalma
tenzil etmek: indirmekvehim: kuruntu, varsayım
vâhi: boş, saçma, mânâsızâdi: basit, değersiz

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 288


temsillerine kıyas etmeleri, kıyas-ı maalfarıktır; aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları muğalâta ile bu kıyasa sevk eden noktalar:

1. Onlar, herşeye, me’lûflarına baktıkları nazarla bakıyorlar.


2. Onlar, insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem’inin cüz’î olduklarını ve cüz’î olduklarından, kasten ve bizzat iki şeye beraber taallûk edemediklerini nazara almışlardır.

3. Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani, yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştiğal edenin himmeti alçaktır.

4. Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hatta küçük veya alçak birşeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük birşey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.

İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden, Cenâb-ı Hakkı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah, celâl ve azametiyle, insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î ve hakîr şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”

Acaba o süfeha takımı, Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, muhît olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki, Cenâb-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsârıdır; yalnız bir eser mikyas olamaz? Ve yine bilmezler mi ki, Cenâb-ı Hakkın tecellîsine mîzan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki, eşcar kalem, denizler mürekkep olsa, o kelimatı yazıp bitiremezler?
blank.gif
1



[NOT]Dipnot-1 Bu mealdeki âyette bir mübalâğa, bir müzayede görünür. Fakat hakikate, vakıa bakılırsa, ziyadelik yoktur. Çünkü, kelime, bir mânâyı ifade eden şeye denir. Amma nahvîlerin lâfz ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet, biri kal, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisân-ı kalin kelimatı elfaz ise, lisân-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh, kudsî şâirin وَفِى كُلِّ شَىْءٍ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ dediği gibi, “Kitab-ı kebiri kâinatta yaratılan herhangi birşey, Hâlıkın azametine delâlet eden bir kelime-i hâliyedir.” Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcut kelimat-ı hâliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer hâlî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkep, kalem lâzımdır. Öyleyse, onlar için de, onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkezâ, herbir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâgayrınnihaye teselsül eder, gider. Cenâb-ı Hakkın kelimatı, yani Cenâb-ı Hakkın azametine delâlet eden kelimat-ı hâliyesi bitmez. Demek hakikatte قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِماَتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَداً âyetinin ifade ettiği mânâda hiçbir cihetle mübalâğa, müzayede yoktur, belki tenakus vardır(Mütercim Abdülmecid). “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahazamet: büyüklük
azîm: büyükcelâl: büyüklük, haşmet
cüz’î: az, küçük, ferdîeşcar: ağaçlar
güya: sankihakikat: gerçek
hakîr: küçük, kıymetsizhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
himmet: ciddi gayret, yardımihtimam etme: itina, özen gösterme, önemseme
isnad etme: dayandırmaistinaden: dayanarak
iştigal: meşgul olma, uğraşmakasten: bilerek, isteyip yönelerek
kelimat: kelimeler, sözlerkudret: Allah’ın sonsuz güç ve iktidarı
kâffe-i kelimat: bütün kelimelerküllî: fertleri içine alan tür, büyük ve kapsamlı
kıyas etme: karşılaştırmakıyas-ı maalfârık: birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas
lisan: dillâfz: söz, kelime
mecmu’ âsâr: eserlerin bütünü, yaratılmış varlıkların hepsimeâl: açıklama, anlam
me’lûf: alışılan şeymikyas: ölçek, ölçü
mugalâta: safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söylememuhît: herşeyi kuşatan, kuşatıcı
mîzan: tartı, ölçümübalağa: aşırılık, abartı
müzayede: fazlalıknazar: bakış, bakış açısı
nazara almak: dikkate almaknisbet: oran, ölçü
nâhvî: Arapça dil bilimci, uzman sair: diğer, başka
sem’: işitmesevk etme: gönderme
süfeha: beyinsizler, ahmaklar, cahillersıfât: sıfatlar; Allah’ın yüce Zâtını niteleyen İlâhî özellikler, ilim, kudret, hayat gibi
taallûk etmek: ilgili olmak, bağlanmak, ilişmektahammül etme: taşıma, dayanma, katlanma
takyid: genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye ve belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlamatecellî: Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarının yansıması, görünmesi
tefrik etme: ayırt etmetekellüm etme: konuşma
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmetenezzül: inme, seviyesine düşme
umumî: genelvakıa: gerçek, uygulamada olan
ziyade: çok, fazlaşamil: kapsamlı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 289


Meselâ, şems âkıl, ihtiyar ve irade sahibi farz edilse, ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı “Niçin bu pis, bu mülevves zerreyle meşgul oldu ve niçin ona ziyasını verdi?” diye itiraz edilebilir mi? Hâşâ! Şemsin azametine bir nakîse gelir mi? Yok.

Binaenaleyh, Allahü Teâlâ, gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir san’atla ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi, cevher-i fert ile tâbir edilen zerre de Onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i san’atıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında, cevahir-i fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zâtî sıfatlarıdır,




Abdülmecid: (bk. bilgiler)Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
Hâlık: her şeyi yaratan AllahKehf Sûresi: Kur’ân-ı Kerim’in 18. sûresi
Rab: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allahahval: haller, durumlar
azamet: haşmet, yücelik, büyüklükbinaenaleyh: bundan dolayı
cevher-i fert: atomcihet: tarz, şekil
delâlet etme: delil olma, işaret etmedestgâh-ı kudret: kudret tezgâhı
elfaz: lafızlar, sözlereser-i san’at: san’at eseri
eşcar: ağaçlarhalk etme: yaratma
hâkezâ: böylece, bunun gibihâl: tavır, davranış
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değilihtimam: özen, itina
ihtiyar: irade, istek, tercihilâgayrınnihaye: sonsuza kadar
istifade etme: faydalanma katre: damla
kelimat: kelimeler, sözlerkelimat-ı hâliye: halle anlatılan kelimeler, hal ve hareketlerin ifade ettiği mânâlar
kelâm: kelime, ifadekitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı
kudret: İlâhî güç ve iktidarkudsî: yüce, büyük
kàl: söz, konuşmakâfi: yeterli
kâinat: evren, yaratılmış herşeylisan: dil
lisân-ı hal: hal ve davranış dililisân-ı kal: sözlü olarak ifade
mübâlâğa: abartma, aşırılık mülevves: pis, kirli, bulaşık
müsâvi: eşit, denkmütercim: tercüme eden
müzayede: fazlalaştırma, artırma, çoğaltmanakîse: eksiklik, noksanlık
neşretme: yaymanücum-u seyyare: gezen yıldızlar, gezegenler
tabir etme: ifade etme, isimlendirmetahsis: hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma
tenakus: eksilme, noksanlaşmateselsül etme: zincirleme devam etme, ard arda gelme
zerre: atom, en küçük madde parçasızira: çünkü
ziya: ışıkzâtî: zâtına ait, zâtıyla ilgili
âkıl: akıl sahibi, akıllııstılah: ittifak, görüş birliği; belli bir topluluğun, bir meslek ve ilim erbabının bir kelimeyi sözlük mânâsından çıkararak o kelimeye özel bir anlam yükleyip başka bir mânâda ittifakla kullanmaları
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 290


Zât-ı Akdese lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun. Maahaza, acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlâhiyede zerre ile şems arasında fark yoktur.

Meselâ, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse, aralarında müsavat ve muvazene bulunduğundan, hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur, ikisi de birdir.


Kezalik, mümkün olan bir şeyin tarafeyni, yani vücut ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre, bu hususta hepsi de birdir.

Hülâsa: Zerre gibi küçük şeyler veya âdi fiiller, Hâlıkın halkıyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dahil oldukları bedihîdir. Bu itibarla, onlardan bahsetmekte, bilbedahe, müşâhhat (münakaşa etmek) yoktur. Kur’ân-ı Kerim, 1 اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ âyetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani, halkeden Hâlık, mahlûkunu bilmez mi? Ve bilmemesinin imkânı var mı? Öyleyse mahlûkundan niçin bahsetmesin, niçin mahlûkuyla konuşmasın?

İkinci mugalâta: Onlar, “Kur’ân’ın üslûpları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür” diyorlar. Çünkü Kur’ân’da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir. Bu cahil herifler bilmezler mi ki, söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar? Çünkü muhatabın ahvâlini nazara almak lâzımdır ki, söylenilen söz o ahvâlin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh, Kur’ân’ın muhatabı beşerdir. Kur’ân’ın maksadı da tefhimdir. Yani, beşerin bilmediği


[NOT]Dipnot-1 Mülk Sûresi, 67:14.[/NOT]

Hâlık: her şeyi yaratan AllahZât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah
acz: acizlik, güçsüzlükadem: yokluk
ahvâl: haller, durumlarbedihî: açık, aşikâr
beşer: insanlıkbilbedahe: açıkça, apaçık bir şekilde
binaenaleyh: bundan dolayıcihet: taraf, yön
daire-i ilm: ilim dairesifarz etme: varsayma
fiil: hareket, iş, etkihakir: hor ve değersiz, küçük, önemsiz
halk etme: yaratmaheba: faydasız, boş
hülâsa: kısaca, özetleiktiza: gerektirme, bir şeyin gereği
itibarla: özelliklekelâm: kelime, ifade
kezalik: bunun gibi, böylecekudret-i ezeliye: Allah’ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve iktidarı
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve iktidarımaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
mahlûk: yaratık, yaratılmışmugalâta: safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme
muhavere: karşılıklı konuşmamuhâtab: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan
muvazene: ağırlıkta eşitlik, dengemüsâvat: eşitlik, denklik
mütekellim: konuşannazara almak: dikkate almak
tagayyür: başkalaşma, değişmetarafeyn: iki taraf
teceddüt: yenilemetefhim: anlatma, bildirme
timsal: görüntü, yansımavücuda gelmek: var olmak, meydana gelmek
vücut: varlıkzerre: atom, en küçük madde parçası
ziyade: çokâdi: basit, sıradan
üslûp: ifade tarzışems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 291

[SUB]
[/SUB]
[SUB]şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belâgatın iktizası üzerine, Kur’ân, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üslûplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.

Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz ve i’tâlar da böyledir. Eğer Cenâb-ı Hak beşere i’tâ edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, kat’iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.
[/SUB]


[SUB]S - Hakikaten, eşyanın hakareti, hisseti, kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafidir.[/SUB]

[SUB]C - Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik, eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nazırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz edilmiştir ki, sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti, yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taallûk ettiği bu cihette, hiçbirşey kudretin taallûkundan hariç değildir.[/SUB]

[SUB]Evet, azamet-i İlâhiye esbab-ı zahiriyenin vaz’ını iktiza ettiği gibi, vahdet ve izzet-i İlâhiye de kudretin bütün eşyaya şumulünü ve kelâmın herşeye ihatasını iktiza ederler. Maahaza, bir zerre üstünde zerrelerle yazılan bir Kur’ân, sahife-i semada yıldızlarla yazılacak Kur’ân’dan hüsünde (güzellik) aşağı değildir.[/SUB]
[SUB]

[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
[SUB]Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah[/SUB][SUB]ahz: alım, alma[/SUB]
[SUB]azamet: büyüklük, haşmet[/SUB][SUB]azamet-i İlâhiye: Allah’ın azameti, haşmet ve büyüklüğü[/SUB]
[SUB]belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi[/SUB][SUB]beşer: insanlık[/SUB]
[SUB]binaen: -dayanarak [/SUB][SUB]cihet: taraf, yön[/SUB]
[SUB]esbab-ı zahiriye: görünen, dış sebepler[/SUB][SUB]eşya: şeyler, varlıklar[/SUB]
[SUB]fehm: anlama, kavrama[/SUB][SUB]fennî: teknik, ilimle ilgili[/SUB]
[SUB]hakaret: küçüklük, basitlik[/SUB][SUB]hakikaten: gerçekten[/SUB]
[SUB]hisset: önemsizlik, değersizlik [/SUB][SUB]hissiyat: duygular, hisler[/SUB]
[SUB]hüsün: mânevî, iç güzellik[/SUB][SUB]ihata: kuşatma[/SUB]
[SUB]iktiza: gerektirme, bir şeyin gereği[/SUB][SUB]izzet-i İlâhiye: Cenab-ı Hakkın nihâyetsiz izzeti, şeref ve yüceliği[/SUB]
[SUB]i’tâ: verme, bahşetme[/SUB][SUB]kat’iyen: kesin olarak[/SUB]
[SUB]kelâm: söz, ifade[/SUB][SUB]kudret: Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı[/SUB]
[SUB]maahaza: bununla beraber, bununla birlikte [/SUB][SUB]malumât: bilgiler[/SUB]
[SUB]melekût ciheti: birşeyin iç yüzü, aslı, esası[/SUB][SUB]memzuc: kaynaşmış, karışmış[/SUB]
[SUB]mübaşeret: temas etme, meşgul olma[/SUB][SUB]mülk ciheti: dış yüz, madde ile ilgili tarafı[/SUB]
[SUB]münâfi: aykırı, zıt[/SUB][SUB]müsemmâ: isimlendirilmiş, belirlenmiş, işaret edilen mânâ[/SUB]
[SUB]nazar: görüş, bakış[/SUB][SUB]nazır: bakan, bakar[/SUB]
[SUB]nezahet: eksiklik ve kusurdan uzak olma, temizlik[/SUB][SUB]nezaket: incelik, zariflik[/SUB]
[SUB]peydâ etme: kazanma, meydana gelme[/SUB][SUB]sahife-i semâ: gökyüzü sayfası[/SUB]
[SUB]sathî nazar: sığ, yüzeysel bakış, görüş[/SUB][SUB]taallûk: bitişme, bağlanma, ilgili olma[/SUB]
[SUB]tevahhuş: korkma, ürkme[/SUB][SUB]vahdet: Allah’ın birliği[/SUB]
[SUB]vaz edilme: koyulma, yerleştirilme[/SUB][SUB]vaz’: yerleştirme, koyma[/SUB]
[SUB]yed-i kudret: Allah’ın kudret eli[/SUB][SUB]zerre: atom, en küçük madde parçası[/SUB]
[SUB]ünsiyet: alışkanlık, âşinalık, yakınlık[/SUB][SUB]üslûp: ifade tarzı[/SUB]
[SUB]şeffaf: parlak, saydam[/SUB][SUB]şive: söyleyiş, tarz, üslûp[/SUB]
[SUB]şumul: kapsamlılık, kuşatıcılık [/SUB]
[SUB]
[/SUB]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 292


Ve kezaHAŞİYE-1 bir sivrisineğin yaratılışı, san’atça filin hilkatinden dûn değildir.

Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.


S - Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye âittir?

C - O gibi haller temsil getirene ait değildir, ancak mümessel-i lehe âittir. Yani, kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgati, mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, “Padişah iyi yapmadı” diye kimse itiraz edemez. Çünkü herşeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.

Evet, sanemler pek âdi, hakîr olduklarından Cenâb-ı Hak, sineği
blank.gif
1
onlara musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki, نَسْجُ الْعَنْكَبُوتِ ile, yani örümceğin ağıyla tâbir edilmiştir.


Üçüncü muğalâta: Onlar diyorlar ki: “Hakikati izhar etmekte, aczi îma eden bu gibi temsilâta ne ihtiyaç vardır?”


[NOT]Haşiye-1 Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenâb-ı Hak, sivrisineği file galip ve hâkim kılmıştır. Binaenaleyh, hilkatça dûn ise de, cesaret hususunda fâiktir (Mütercim Abdülmecid).
Dipnot-1 Bir Arabînin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki, bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce, اَرَبٌّ يَبُولُ الثَّعْلَبَانُ بِرَأْسِهِ demekle, sanemi kırmış, atmış. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder (Mütercim Abdülmecid). Başına tilkilerin bevl ettiği bir şey nasıl rab olur.
[/NOT]

Abdülmecid: (bk. bilgiler – Abdülmecid Nursî)Arabî: Arap, Arap milletinden olan, bedevî
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
aba: yünden yapılmış hırkaacz: zayıflık, güçsüzlük
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibevl: idrar
bevletme: idrar yapma, pislemebinaenaleyh: bundan dolayı
dûn: aşağıfâik: üstün
galip: üstünhakaret: küçüklük, basitlik, değersizlik
hakaret-i zahiriye: görünürdeki basitlik, önemsizlikhakir: hor ve değersiz, basit, önemsiz
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothilkat: yaratılış
husus: konuhâkim kılma: üstün yapma
izhar etmek: açıklamak, göstermekkelb: köpek
kelâm: söz, ifade; Cenâb-ı Hakkın şânına lâyık tarzda dilediği varlıkla dilediği şekilde konuşma sıfatı—vahiy ve ilham gibikeza: bunun gibi
kudret: güç, iktidar; Cenâb-ı Hakkın dilediği şeyi dilediği zamanda sınırsız güç ve iktidarıyla yapma sıfatımugalâta: safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme
musallat kılma: sataştırma, iliştirmemutabakat: uygunluk
mümessel-i leh: kendisi için misal getirilennisbet: kıyas, oran
sanem: puttabir etme: ifade etme
telvis etmek: kirletmek, pisletmektemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
temsilât: temsiller, analojiler; kıyaslama tarzında benzetmelerâdi: basit, değersiz
îma: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 293


Elcevap:
Kur’ân’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avâm-ı nâs, çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenâb-ı Hak, lütuf ve ihsanıyla, hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libasla, bir şiveyle göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.

Bu âyetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:

Evet, اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا
blank.gif
1
﴿ cümlesi onların irad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.

1. Allah’ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahır ve itab etmekte ve onlardan şikâyet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki, âlemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.

2. İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerinin getirilmesi... Zira bu, Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğuna alâmettir.

3. Kelâmın arkasında, üslûbların arasında insanın timsali görünür.


4. Hakaik, temsilâtla tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatı izhar etmekten âciz olduğuna delâlet eder.

5. Getirilen temsiller, âdi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin zihni, inhisar altında olduğuna emaredir.

6. Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zayıf olduğuna delildir.

7. Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından, terki zikrinden evlâdır.

8. Bilhassa, ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.


[NOT]Dipnot-1 “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi küçük, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez.” Bakara Sûresi, 2:26.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahakliyat-ı mahza ve mücerredât: sırf akıl yoluyla kavranan ve bilinen soyut şeyler
alâmet: belirti, işaretavam: halk
avâm-ı nas: sıradan halk tabakasıbeşer: insanlık
bilhassa: özelliklecereyan etme: akma, sürüp gitme
cumhur: çoğunlukcumhur-u nas: halkın çoğunluğu
delâlet etme: delil olma, işaret etmeehl-i izzet: itibar, şeref sahibi kimseler
emare: belirti, işaretevlâ: daha uygun, daha lâyık
fehim: anlayış, kavrayışhakaik: gerçekler
hakir: hor ve değersiz, önemsizhayâ etme: utanma
hikmet: fayda, gaye, sırihsan: bağış, ikram
inhisar: sınırlandırma, kayıt altına almainzal etme: indirme
irad etme: getirme, söylemeirşad: doğru yol gösterme
itab etmek: azarlamakizhar etmek: açıklamak, göstermek
kelâm: söz, ifadelibas: elbise
lütuf: iyilik, ihsan, bağışmütekellim: konuşan
müteselsil: zincirleme, sıralı, dizilimüteşabihat: insanların sözleriyle ifade edilemeyecek kadar yüksek olan ve ancak temsil ve teşbihlerle anlatılabilen hakikatler
tasarruf: kullanma, faaliyettasvir: şekillendirerek anlatma, ifade etme
temsil: analoji; kıyaslama tarzında benzetmetemsilât: temsiller
tenezzül: inme, alçalmatesir: etki
tevahhuş etme: korkma, ürkmezikr: anılma, söyleme, ifade edilme
zira: çünküâciz: güçsüz, zavallı
âdi: basit, sıradan ülfet etme: alışma, alışkanlık kazanma
ülfet peyda etme: alışkanlık kazanmaüslûp: ifade ve söyleşi tarzı
şive: söyleyiş, ifade tarzı, üslûbu
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 294


Kur’ân-ı Kerim, bu itiraz silsilesini,
اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا ...الخ
blank.gif
1
cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır:
1. Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celâle münafi olmadığı gibi; ulûhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hâriç tutulmaları, ulûhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, teb’asından çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.2. Belâgat ve hikmetin iktizası üzerine, hakir mânâları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.3. Âdi temsillerde bir beis yoktur; terbiye ve irşad öyle ister.4. İnâyet-i İlâhiyenin iktizası üzerine, hakaik, temsilâtla tasvir edilir.5. Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları, kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslûpları, şiveleriyle irşad etmek lâzımdır.6. Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenâb-ı Hakkın insanlarla konuşması zarurîdir.

Hülâsa:
Cenâb-ı Hak, insanlara cüz-ü ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef’âle masdar yaptı. O âlem-i ef’âli bir nizam altında almak üzere kelâmını, yani Kur’ân’ını da resul olarak o âlem-i ef’âle gönderdi. Binaenaleyh, tanzif ve tanzim için yapılan İlâhî bir program, itirazlara mahal olamaz.

﴿
فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ
blank.gif
2



[NOT]Dipnot-1 “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-2 “İman edenler, onun, Rablerinden gelen hak olduğunu bilirler.” Bakara Sûresi, 2:26.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahazamet: büyüklük, haşmet, yücelik
beis: sakıncabelâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi
binaen: -dayanarak binaenaleyh: bundan dolayı
celâl: büyüklük, azamet, haşmetcereyan etme: meydana gelme
cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliğihakaik: hakikatler, gerçek mahiyetler, esaslar
hakir: küçük, değersiz, önemsizhikmet: ilim, gaye, fayda
hukuk-u medeniyet: medenî hak ve hürriyetlerhâkim: hükmeden, idareci
hülâsa: öz, özetihraç etme: çıkarma
iktiza: bir şeyin gereği, gerektirmeinâyet-i İlâhiye: Allah’ın inâyeti; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik
irşad: doğru yol göstermekelâm: söz, ifade
mahal: yer, mekanmasdar: kaynak ve türevlerin kendinden doğduğu esas
muhalefet: karşıt olma, aykırılıkmuhalif: aykırı, zıt
muhavere: karşılıklı konuşmamünâfi: aykırı, zıt
nizam: düzenresul: elçi, peygamber
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısilsile: zincir, sıra, dizi
tanzif: temizleme, temizliktanzim: düzenleme
tasvir etme: canlandırarak şekillerle anlatma, ifade etmeteb’a: uyruk, bir idarecinin yönettiği halk
temsil: analoji; kıyaslama tarzında benzetmetemsilât: temsiller
terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırmaulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma, ilâhlık
âdi: basit, değersiz âlem-i ef’al: fiil ve davranışlar âlemi
üslûp: ifade tarzıİlâhî: Allah tarafından olan
الخ: sonuna kadar
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 295


Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince:

Evvelki cümledeki hükmü ispat için, bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def ediyor. Şöyle ki:
Her kim inâyet-i ezeliye ile rububiyet-i İlâhiyeyi göz önüne getirip Allah cânibinden kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَةً
blank.gif
1
ve emsaliyle getirilen temsillerin belâgat kanunlarına muvafık ve Cenâb-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar.


Bu iki taife insanların misli, şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.

Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki, birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.

Hülâsa: Allah’ın sun’una, ef’âline, kelâmına, temsilâtına, üslûplarına, inâyet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber, Allah’ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nûr-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak


[NOT]Dipnot-1 Sivrisinek.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahark: su kanalı
azamet: büyüklük, yücelikbelâgat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi
cânib: yön, tarafdalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
def etme: ortadan kaldırma, kovmaednâ: en basit, en küçük
ef’âl: fiiler, işleremare: belirti, işaret
emsal: benzerlerhükmetme: karar verme, hükmünü verme
hülâsa: öz, özetinâyet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, düzenlilik
inâyet-i ezeliye: Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, düzenlilikitibar: özellik
kelâm: söz, ifadekudret: Allah’ın güç ve iktidarı
maruz: tesiri altında kalmakmenba: kaynak
misl: eş, benzermuvafık: lâyık, uygun
mülâhaza etmek: düşünmek, akla getirmekmümkinat: olması imkân dahilinde olan şeyler, yaratılmış olan herşey
nazara almak: dikkate almeknefs: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasırububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sun’: san’attaife: sınıf, grup
tasallut: musallat olma, ilişmetasdik: doğrulama, onaylama
temsil: analoji; kıyaslama tarzında benzetmetemsilât: kıyaslama tarzında benzetmeler, analojiler
teşaub etme: dallara, kısımlara ayrılmavehim: kuruntu, varsayım
üslûp: ifade tarzı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 296


örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle müşteri nazarıyla bakarsa, zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağını gözün rüyetinden men eden sineğin kanadı gibi, zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.


وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا
blank.gif
1
﴿ ilâ âhir.

Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:

Evet, temsilât-ı Kur’ân’iyedeki hikmeti fehmetmek için Allah cânibinden nûr‑u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise, mezkûr temsilâttaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:

Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ı Kur’âniyeye bakan olursa, tabiî o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir; tarik-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar, içinden çıkamaz; en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur’ân-ı Kerim, ihtisar ve kinaye tarikiyle onların inkârı tazammun eden istifhamlarına, مَاذَاۤ اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً
blank.gif
2
cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki, evvelki cümlede mezkûr olan يَعْلَمُونَ
blank.gif
3
ye mutabakat için, burada
لاَ يَعْلَمُونَ
blank.gif
4
’nin zikri lâzım iken مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً ilâ âhir, denilmiştir.


يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا
blank.gif
5
Bu cümle, onların temsilâtının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا
blank.gif
6
ile yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat



[NOT]Dipnot-1 İnkâr edenler ise.
Dipnot-2 “Allah bu gibi hakîr misallerden neyi irade etmiştir?” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-3 Onlar bilirler.
Dipnot-4 Onlar bilmezler.
Dipnot-5 “Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-6 Ne?
[/NOT]

Cûdi Dağı: (bk. bilgiler)
adem-i fehm: anlayamama, kavrayamama
cihet: taraf, yöncihet-i irtibat: bağlantı yönü, münasebet tarafı
cânib: yön, tarafcüz’î: az, küçük, ferdî
evham: kuruntular, şüphelerfehmetmek: anlamak
hikmet: fayda, gaye, sırihtisar: kısaltma, özetleme
ille-i gaiye: asıl gaye, asıl sebepilâ âhir: sonuna kadar
intaç etme: netice verme, doğurmaistifham: soru sorma
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atımaraz: hastalık, illet
maruz: tesiri altında kalmakmezkûr: anılan, sözü geçen
mutabakat: uygunlukmümkinat: olması imkân dahilinde olan şeyler, yaratılmış olan her şey
nazar: bakış, görüşnefis: insanı daima kötülüğe, haram olan zevk ve isteklere sevk eden duygu
nihayet: sonnur-u iman: iman ışığı, aydınlığı
rüyet: görmesetretme: örtme, gizleme, kapatma
tabiî: doğal, tabiat gereğitarik: yol
tarik-i hak: hak, doğru yoltazammun: içerme, içine alma
temsilât: kıyaslama tarzında benzetmeler, analojilertemsilât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller
vehim: kuruntu, varsayımzulmet: karanlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 297


Kur’ân-ı Kerim, usul ittihaz ettiği îcaz ve ihtisara binaen, temsilâtın âkıbetini, yani temsilâta terettüp eden dalâlet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalâlet ve hidayet, temsilata illet olamaz. Eğer illet olsa, cebir olur. Ancak, temsilâtın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikâz ve irşaddır. Sanki onlar, “Ne için böyle oldu? Ne için i’caz bedîhi olmadı? Ne için Allah’ın kelâmı olduğu zaruri olmadı? Ne için bu temsilât yüzünden vehimlere meydan verildi?” diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kur’ân’ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِى بِهِ كَثِيراً
blank.gif
1
cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:


O temsilâtı nûr-u iman ile tefekkür edenin nûr-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da, zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazarîdir, bedîhi değildir.

Evet, bu temsilât, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatları neşvünemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi, sağlam fıtratları, mücahede ile, bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.


S - Diyorsun ki: “Teklif saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?”

C - Cenâb-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyarî ile ef’âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.


[NOT]Dipnot-1 “Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür.” Bakara Sûresi, 2:26.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahbedihî: apaçık, aşikâr
binaen: -dayanarak cebir: zorlama
cumhur-u avam: halkın çoğunluğucüz-i ihtiyarî: insandaki az bir irade serbestliği
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkef’âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiiller
ekser-i nâs: insanların çoğunluğufıtrat: mizaç, karakter, yaratılış
gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuzhidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet
ihtisar: kısaltma, özetlemeiktiza etme: gerektirme
ille-i gaiye: asıl gaye, sebepillet: asıl sebep, maksat
imtihan-ı beşer: insanlığın denenmesi, sınavıinkişaf: açığa çıkma, gelişme
irşad: doğru yolu göstermeistidat: kabiliyet, ruhî özellikler
istilzam etme: gerektirmeittihaz: edinme, kabul etme
i’caz: mu’cize oluşkelâm: ifade, söz
kesb: kazanmamenzil: konum, makam
mücahede: cihad etme, mücadelemükellef: yükümlü, sorumlu
mülevves: pis, kirlenmişnazarî: teorik
neşvünema: büyüyüp gelişmenur-u iman: iman ışığı, aydınlığı
ruh-u beşer: insan ruhusaadet: mutluluk
saadet-i beşer: insanlığın mutluluğusırr-ı teklif: kullukla yükümlülüğün sırrı, kulluk ve imtihan sırrı
tefavüt-ü şekavet: sıkıntıların, musibetlerin farklılığıtefrik: ayırt etme
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşmateklif: yükümlülük, sorumluluk
temsilât: temsiller, kıyaslama tarzında benzetmelertemyiz: ayırd etme
terettüp etme: lâzım gelme, netice verme, gerekmetetkik: inceleme, araştırma
teşkil etme: oluşturma, meydana getirmeusul: yöntem, metod
vedia: ödünç, emanet ziyadeleşmek: artmak, çoğalmak
zulmet: karanlıkâkıbet: netice, son
îcaz: mânâyı az sözle anlatma, özlü sözşekavet: rahatsızlık, sıkıntı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 298


Evet, nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev’in saadetine de sebep olmuştur.

Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.


S - İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev’in saadetine sebep olur ki, “Şeriat rahmettir” diyorsunuz. Halbuki nev’in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

C - Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev’ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir.

Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşvünema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nev’ine hizmet etmiş olur.

Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemâline, saadetine sebep olur.

Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev’iyeye sebep ve âmil olduğuna kat’iyetle hükmedilebilir. Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşvüneması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur.



ahlâk-ı hasene: güzel ahlâkahlâkî: ahlâkla ilgili, ahlâka uygun
ahvâl: haller, durumlarbilâhare: daha sonra
binaenaleyh: bundan dolayıefrad: fertler, bireyler
hissiyat: duygular, hislerifsad etme: bozma
ihtiyar: irade, istekilham: kalbe gelen mânâlar
inkişaf: açığa çıkma, gelişmeitibar: özellik
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarmakat’iyet: kesinlik
kemâl: mükemmellikkemâlât-ı vicdaniye: vicdanî ve ruhî olgunluklar
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimseküfr: nankörlük, inkâr ve inançsızlık
kısm-ı ekseri: çoğunluk, büyük bir kısmımaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
mahv olma: yok olmamücâhede: çabalama, gayret etme, çalışma
mütebaki: geri kalan kısımnev-i beşer: insanlar
nev’i: çeşit, türnev’in saadeti: insanlık türünün, insanlığın mutluluğu
neşvünema: büyüyüp gelişmerahmet: İlâhî şefkat ve merhamet
saadet: mutluluksaadet-i nev’iye: insan türünün mutluluğu, huzuru
saadet-i şahsiye: şahsî mutlulukteklif: kulluk görevini yükleme, sorumluluk
tekâlif-i İlâhiye: Allah’ın yüklediği sorumluluklartekâmül: olgunlaşma, mükemmelleşme
telkih: tohum vs. ekmek, aşılamakterakki: ilerleme
terbiyevî: terbiye ile ilgili, eğitime dairvücut verme: varlık kazandırma, meydana getirme
zımnen: gizliceâmil: etken, sebep
ıztıraren: mecburi olarakşekavet: mutsuzluk, sıkıntı
şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 299


Ve keza, herşeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalâlet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalâletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir.


وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ
blank.gif
1
﴿ Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti:

Evet, Kur’ân-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا
blank.gif
2
cümlesinde dalâlete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip müphem bıraktığından, sâmi korktu. “Acaba o dalâlete atılanlar kimlerdir? Sebep nedir? Kur’ân’ın nurundan zulmet nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümleyle cevaplandırılmıştır ki: “Onlar, fâsıklardır. Dalâlete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder.” Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur.

﴿ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ
blank.gif
3

Bu cümlenin evvelki cümle ile veçh-i nazmı:

Evet, bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:

Fısk, hakdan udul, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terk etmektir. Fıskın menşei, kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder.



[NOT]Dipnot-1 “Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-2 Allah, onunla çoklarını dalâlete atar.
Dipnot-3 “Fâsıklar öyle kimselerdir ki, Allah’a itaatten çıkıp, mîsak-ı ezelîde yaptıkları ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar ve mü’minler arasında emrettiği bağlantıyı keserler; yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarırlar.” Bakara Sûresi, 2:27.
[/NOT]

beyan: açıklama, anlatımcihet: taraf, yön
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdalâlete atma: Cenâb-ı Hakkın inkârcılığa girmek isteyenleri inkârcılığa atması
eser: netice, sonuçfâsık: yoldan çıkmış, günahkâr
fısk: günahhadden tecavüz: sınırı aşma
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatıhidayet: doğru ve hak yolu gösterme, İslâmiyet
ifrat: aşırılık, normalden yukarı olmainkılâp: değişim, dönüşüm
itibar: özellikkeza: bunun gibi, böylece
kuvve-i akliye: akıl duygusu; yararı zarardan ayırt etme gücükuvve-i gazabiye: öfke duygusu; zararlı şeyleri def etme gücü
kuvve-i şeheviye: şehvet duygusu; yararlı şeyleri çekme, elde etme gücümenşe: kaynak
mukabele: karşılıkmâkabli: öncesi
münasebet: alâka, ilgimüphem: belirsiz, gizli, kapalı
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inananneş’et etme: doğma, meydana gelme
nâr: ateşnûr: ışık
saadet-i nev’iye: insan türünün, insanlığın mutluluğu, huzurusemere: ürün, meyve
sâmi’: dinleyen, işitentaaffün: bozulma, kokuşma, çürüme
tefrit: tersine aşırılık, normalden aşağı olmateklif: sorumlu tutma, imtihan
tekâmül: gelişme, olgunlaşma, mükemmelleşmeudul: sapma, ayrılma
veçh-i nazm: tertip, diziliş yönüyegâne: tek, eşsiz
ziya: ışık, parlaklıkzulmet: karanlık
âmil: sebep, etkenşems: güneş
şerh: izah, açıklama
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 300


Evet, ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delâil, uhûd-u İlâhiye hükmündedir. O delâile muhalefet eden, Cenâb-ı Hakla fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.

Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intaç eden esbabdandır. Buna, fıskın birinci sıfatı olan يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ
blank.gif
1
cümlesiyle işaret edilmiştir.


Ve keza, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser, atar. Evet, şehvet veya gazap, haddini aşarsa, ırz ve namuslar payimâl olur, mâsumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan وَيَقْطَعُونَ مَاۤ اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ
blank.gif
2
cümlesiyle işaret edilmiştir.


Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intaç edip fesat ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan
وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ
blank.gif
3
cümlesiyle işaret edilmiştir.


Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadâta ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar, atar.

Ve keza, kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder.

Ve keza, kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa, heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur. Kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla, fâsıklar hem nev’inin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.


[NOT]Dipnot-1 Fâsıklar, Allah’a verdikleri ahidlerini bozarlar.
Dipnot-2 Allah’ın akrabalar veya mü’minler arasında emrettiği bağları koparırlar.
Dipnot-3 Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
ahd: sözleşme, sorumluluk
arz: yeryüzü, dünyadelâil: deliller, işaretler, alâmetler; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şeyler
esbab: sebeplerfesat: bozgunculuk
fâsık: yoldan çıkmış, günahkârfısk: günah
fıtraten: yaratılış gereğigazap: öfke, kızgınlık
hadd-i vasat: orta çizgi, normal sınırhayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı
hayat-ı içtimaiye: sosyal hayathayat-ı nefsiye ve ruhiye: ruhsal ve psikolojik hayat
heva-i nefse tabi olma: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine vermeifrat: aşırılık, normalden yukarı olma
ihtilâl: ayaklanma, karışıklıkintaç: netice verme, doğurma
intizam: düzenlilik, disiplinitibar: özellik
itidâl: her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmamaitikadât: inançlar
keza: bunun gibi, böylecekuvve-i akliye ve fikriye: akıl ve düşünce gücü
kuvve-i gazabiye: öfke duygusu, tepki hissikuvve-i şeheviye: şehvet duygusu
mahv: yok olmamaraz: hastalık, illet
muhalefet etme: karşı olma, aykırı davranmanev’i: çeşit, tür
nizam: düzenpayimâl olma: ayak altına alınma, çiğnenme
rabıta: bağsafsata: yalan ve uydurma şey
sahife-i âlem: kâinat sayfasısıfat: nitelik, özellik
tefrit: tersine aşırılık, normalden aşağı olmauhûd-u İlâhiye: Cenâb-ı Hak ile yapılan ahidler, Ona verilen sözler
zâil olma: zâil olmaâmil: sebep, faktör, etken
şefkat-i cinsiye: kendi cinsine, türdaşına olan şefkat

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 301


اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
blank.gif
1
Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda tekididir. Şöyle ki:


Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, arzda fesat yapmak gibi fasıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdit ve korkuyu tekit için, fâsıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: “O fâsıklar, âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi, hidayeti dalâletle tebdil eden kafasız adamlardır.”

Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.

Evvelâ bunu bilmek lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri, saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi, bir âyet bir maksadı takip ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takip ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذاَكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

Yani, “Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar.” Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerimin selâseti ve yüksek belâgati ve nakşındaki inceliği tabaka-i i’câza vâsıl olmuştur.


﴿ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِىۤ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا
blank.gif
2


Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:


اِنَّ ﴿ kelimesi, hem hükmün hakikate bağlı olduğuna, hem hükümde vâki olan tereddüd ve inkârların def’ine delâlet eder. Öyleyse bu اِنَّ âyetin başında zikredilen müteselsil tereddüdlere işarettir.


[NOT]Dipnot-1 İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.
Dipnot-2 “Cenâb-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi küçük, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez.” Bakara Sûresi, 2:26.
[/NOT]

ahdi bozmak: sözünde durmamak arz: yeryüzü, dünya
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibeyan etme: açıklama, anlatma
beyit: iki mısradan oluşan şiirdalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
def’: ortadan kaldırmadelâlet etme: delil olma, gösterme
fesat: bozgunculukfâsık: yoldan çıkmış, günahkâr
heyet: bileşenler; cümlenin genel yapısıhidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet
hüsn-ü cemâl: mâddî ve mânevî güzellik; Kur’ân’ın lâfız ve mânâsındaki güzellikhüsün: mânevî güzellik
ihtivâ etme: içermelisan-ı hâl: hal dili
müteselsil: zincirleme, birbirine bağlınakş: işleme
nükte: ince ve derin mânâselâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık
sıla-i rahm: akraba bağı, ilişkisitabaka-i i’câz: mu’cizelik derecesi
tebdil etme: değiştirmetehdit: korkutma
tekid: pekiştirme, sağlamlaştırmatereddüt: şüphe
vâki: vukua gelme, ortaya çıkma, olmavâsıl olma: ulaşma
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayatاِنَّ: (bk. ḥ-r-f
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 302


اَللهَ ﴿ kelimesi, bundan önce zikredilen Cenâb-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani, “Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allah’ı mümkinata kıyas ediyorsunuz? Allah ünvanını taşıyan Zât, mümkinata kıyas edilebilir mi?”

S - لاَ يَسْتَحْيِى
blank.gif
1
﴿ Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenâb-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte faide yoktur. Binaenaleyh لاَ يَسْتَحْيِى yerinde لاَ يَتْرُكُ
blank.gif
2
denilmiş olsaydı, muhaliyete mahal kalmazdı?

C – بَعُوضَةً
blank.gif
3
ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat vesaire gibi esbaba karşı temsili terk etmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenâb-ı Hak hakkında muhaldir. Öyleyse, o temsili terk etmeye asla sebep bulunmadığına işareten, لاَ يَسْتَحْيِى kelimesi, لاَ يَتْرُكُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü لاَ يَتْرُكُ kelimesi, bu mânâyı ifade edemez. Yahut يَسْتَحْيِى ’nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri
اَمَّا يَسْتَحْيِى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَنْ يُمَثِّلَ بِهٰذِهِ الْمُحَقَّرَاتِ
Yani, “Muhammed’in Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?” diye söyledikleri sözlerindeki يَسْتَحْيِى kelimesine müşakelet ve müşabehet içindir. Kur’ân-ı Kerim, belâgatçe kıymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّحْبَةِ
blank.gif
4
üslûbuna binaen,



[NOT]Dipnot-1 Çekinmez.
Dipnot-2 Terk etmez.
Dipnot-3 Sivrisinek.
Dipnot-4 Karşılıklı konuşmada muhatabın bildiği kelime ve mânâları kullanarak açıklama.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibinaenaleyh: bundan dolayı
esbab: sebeplerhakir: hor ve değersiz, önemsiz
hayâ: utanma, ar; kişinin sıkılmasıyla yüzde oluşan kızarmahikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
hüsün: mânevî güzellikiktiza etme: gerektirme
kıyas: karşılaştırmamaada: -den başka
muhal: imkânsız, olmayacak şeymuhaliyet: imkânsızlık
mümkinat: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah’ın var etmesine bağlı olanlarmüşabehet: nitelik ve özelliklerde benzerlik
müşâkelet: üslûp, tarz ve şekilce birbirine benzemenefs: can, hayat, kişinin kendisi
nefyetmek: inkâr etmek, reddetmekpeydâ olma: meydana gelme
takdir etme: beğeniyi dile getirmetemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
vesaire: ve diğerleriünvan: lâkap
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 303

onların kullandıkları يَسْتَحْيِى
blank.gif
1
kelimesini aynen kullanmıştır. Onların bu sözlerine müşâkelet ve müşabehet nokta-i nazarından اَنْ يَضْرِبَ
blank.gif
2
yerinde مِنَ الْمَثَلِ الْحَقِيرِ
blank.gif
3
denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasip olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, lâtif bir üslûba işarettir ki, temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir. Nasıl ki yazılan birşey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve ispat edilmiş olur.

Yahut اَنْ يَضْرِبَ ﴿ ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani, temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani, nasıl ki sikke, gümüş ve altına kıymet veriyor; darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri def etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir. Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir.

Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı ضَرْبَ
blank.gif
4
üzerine اَنْ يَضْرِبَ ’nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, بَعُوضَةً
blank.gif
5
’nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler. Zira اَنْ يَضْرِبَ fiildir. Fiil, müstakil ve sabit olmadığından,



[NOT]Dipnot-1 Çekinmez.
Dipnot-2 Bir mesele hakkında örnek verme.
Dipnot-3 Değersiz ve sıradan bir örnekden.
Dipnot-4 Vurmak, basmak, bir örnek vermek.
Dipnot-5 Sivrisinek.
[/NOT]

belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibid’a: aslen dinde olmayıp sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamalar
binaen: -dayanarak darb: basma
darb-ı mesel: meşhur söz, atasözüdef etmek: gidermek, uzaklaştırmak
durub-u emsal: atasözleri, meşhur sözlerfiil: zamana bağlı olarak bir iş, durum ve hareket bildiren kelime
haddizâtında: aslında; yaratılışında itibar: değer
kaide: düstur, prensip, kuralkelâm: söz, ifade
lâtif: ince, güzel, hoşmahal: yer, mekân
malûm: bilinen, bellimasdar: gr. şahıs ve zaman göstermeyen, ancak olumlu veya olumsuz bir fiil ve oluşa delâlet eden kelimedir ve bütün fiil ve türevler kendinden doğar; kaynak kelime
menşe: kaynakmuhtasar: kısa, özet
münasebet: alâka, ilgimünâsip: uygun, denk
müstakil: bağımsız, başlı başınamüşabehet: nitelik ve özelliklerde benzerlik
müşâkelet: üslûp, tarz ve şekilce birbirine benzemenazara alınmama: dikkate alınmama
nispet: orannokta-i nazar: bakış noktası, açısı
siga: kip, kalıpsikke: damga, mühür
sikkenin darbı: damganın vurulması, mührün basılmasıtasdik: doğrulama, onaylama
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analojitemsillerin darbı: benzetmelerin getirilmesi, örneklemelerin yapılması
tercihan: tercih olarakvehim: kuruntu, varsayım
vâsıta: araç, âletzikredilme: anılma, belirtilme
zira: çünküîma: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme
üslûp: ifade ve söyleşi tarzı
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 304

sanki lâtiftir. Mütekellimin kastı onda durmuyor, mef’ule geçiyor. Masdar olan ضَرْبَ
blank.gif
1
ise, isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için, sanki kesiftir. Mütekellimin kastını cezb edip, mef’ule vermemesi ihtimali vardır. Binaenaleyh, اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً
blank.gif
2
denilmemiş olsaydı, اِسْتِحْيَا mahalli ضَرْبَ olurdu. Halbuki istihyânın mahalli, بَعُوضَةً
blank.gif
3
’dir.


مَثَلاً
blank.gif
4
﴿ Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî birşeyi hissî birşeyle ve aslı olmayan mevhum birşeyi muhakkak ve mevcut olan birşeyle ve gaip olan bir şeyi, hâzır birşeyle tasvir etmektir.

مَثَلاً ’deki tenkirden anlaşılır ki, burada medâr-ı nazar, bizzat meselin zâtıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.


مَا ﴿ tâmimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki, cevap yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.

بَعُوضَةً ﴿ Pek çok küçük ve hakir şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde بَعُوضَةً ’nin tahsisi, inde’l-büleğa temsil için istimali çok olduğuna binaendir.


[NOT]Dipnot-1 Vurmak, basmak, bir örnek vermek.
Dipnot-2 “Cenâb-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere bir misal getirmede çekinmez.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-3 Sivrisinek.
Dipnot-4 Örnek, misal.
[/NOT]

aklî: akılla ilgili, akla uygunbinaen: -dayanarak
binaenaleyh: bundan dolayıcezbetme: çekme
gaip: o anda bulunmayan, görünmeyen şeyhakir: hor ve değersiz, önemsiz
hissî: his ve duygularla hissedilebilen, algılanan hâsiyet: özellik, hususiyet
hâzır: o anda bulunan, görünen hazır şeyinde’l-büleğa: belâgat âlimleri yanında
istihyâ: utanmaistimal: kullanma
kaide: düstur, prensipkast: bir şeyi bilerek, isteyerek yapma
kesif: katı, yoğunlâtif: ince, şeffaf, akıcı
mahal: yer; burada mef’ûldür, yani, öznenin fiilinin tesir ettiği şeymakamın iktizası: durum ve halin gereği
masdar: gr. şahıs ve zaman göstermeyen, ancak olumlu veya olumsuz bir fiil ve oluşa delâlet eden kelimedir ve bütün fiil ve türevler kendinden doğar; kaynakmedâr-ı nazar: dikkate alınacak nokta, göz önünde bulundurulacak husus
mef’ul: nesne, tümleç; özneye ait fiilin tesir etmesi sonucu ortaya çıkan şeymesel: örnek, benzer
mevcut: varmevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
muhakkak: gerçekliği kesin olarak bilinenmurad: irade edilen, istenen
mümessel-i leh: kendisi için misal getirilen durum ve şeymünhasır: sınırlı, ait, mahsus
müstakil: bağımsız, başlı başınamütekellim: konuşan
sıfat: nitelik, özelliktahsis: bir şeyi üstün tutup seçme, tercih etme, ayırma
tasvir etmek: canlandırarak anlatmak, bildirmektenkir: belirsiz olma; Arapça’da bir kelimenin sonunu nun gibi okutan iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) işaretlerinin gelmesiyle mânâsında oluşan kapalılık
tâmim: genel olma, kapsamlılıkumumî: genel
zât: kendisiمَا: (bk. ḥ-r-f
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 305


فَمَا فَوْقَهَا ﴿
Yani, kıymet ve belagatçe bauzenin (sivrisinek) mâfevki veya küçüklükte bauzenin mâdunu veyahut hem kıymette, hem küçüklükte bauzenin mâdunu olan şeyler. Fakat مَا فَوْقَهَا tâbiri, küçük şeyin belâgatçe daha garip, hilkatçe daha acip olduğuna işarettir.

﴿ فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَاۤ اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَل اً
blank.gif
1

Bu cümlenin evvelki cümleden teferru’ ve teşa’ub ettiğini ifade eden ف bu cümleyi her iki şıkkıyla intaç eden zımnî ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:

Cenâb-ı Hak, temsili terk etmez. Zira belâgatin iktiza ettiği bir temsildir; belâgatin iktiza ettiği şey terk edilmez. Öyleyse Cenâb-ı Hak bu temsili terk etmez. Binaenaleyh, insafı olan, o temsilin beliğ, hak ve Allah’tan olduğunu bilir. İnatla bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer.

Hülâsa: Mü’min, insaflı olduğu için Allah’tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inatçı olduğundan, “Bunda ne faide var?” der.

أَمَّا : Bu أَمَّا şart edatıdır. Dahil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar.


[NOT]Dipnot-1 “İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, ‘Allah bu gibi hakîr (küçük ve değersiz) misallerden neyi irade etmiştir?’ derler.” Bakara Sûresi, 2:26.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahacip: şaşırtıcı, hayranlık verici
bauze: sivrisinekbeliğ: belâğatli
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibinaenaleyh: bundan dolayı
delil: işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şeyhikmet: fayda, yarar
hilkatçe: yaratılış yönündenhülâsa: kısaca
iktiza etme: gerektirmeintaç etme: netice verme
istihkar: küçümseme, hakaret etmekâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimse
lâzım: bir şeyden ayrılması mümkün olmayan şey, herhangi bir şey hatıra gelince hiçbir delile ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey; meselâmelzum: lâzım kılınan; bir hükmün varlığının diğer bir hükmü zorunlu olarak gerektirmesi, dumanın ateşi gerektirmesi gibi
meşrut olmak: şarta bağlı olarak gelen, şart kılınanmâdûn: aşağı, alt derece
mâfevk: üstün, üstünde olan mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
nihayet: sontabir: ifade, deyim
tasdik etme: doğrulama, onaylamatasvir: anlatım, ifade etme
teferru’: bir asıldan şubelere vs. ayrılma temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji
tereddüt: şüpheteşa’ub: kısım ve bölümlere ayrılma
zira: çünküzımnî: gizli, örtülü
şart edatı: Arapça’da, Türkçe’deki “eğer, şayet, …se, …sa” kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan, kendi başına bir mânâsı olmadığı halde isim ve fiillerle birlikte mânâ kazanan edatlar, in, lev, emma gibiأَمَّا: (bk. ḥ-r-f
ف: (bk. ḥ-r-f
 
Üst