Dünya İçin Din Feda Olunmaz

Huseyni

Müdavim

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Esselamün aleyküm kardeşlerim.


Dersten istifadelerimizi paylaşalım Allah'ın izniyle. Tüm kardeşlerimizi bekliyoruz. Baki selam ve dua ile.

[BILGI]Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (a.s.m.)

Dinî Ceride, no. 77

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)​


ŞERİAT-I GARRÂ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünema bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü?

Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır.

[/BILGI]


[TAVSIYE]Benzer ders: Açıklamalı Risale Dersleri 19 - Hakimiyet-i Milliyenin Beş Kapısı

Dier derslerimiz: Risale Açıklamalı
[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

Ve Aleyküm Selam Ağabeyim,

[NOT]
ŞERİAT-I GARRÂ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir.

Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir.

Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir.

Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir.

Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.
[/NOT]

Şeriat-ı Garra ; Hak Din olan İslamiyeti güzel yaşamaktan geçer.Buyrulduğu gibi..Emrolunduğu gibi yaşamak...

Allah'ın Ayetleri ezelde de vardı ebede de gidecektir.Ayetler kimden geldiyse O'na doğru götürecektir.Nitekim kelam muhatabına iletilmiş bir mesaj fakat Sahibine aittir.

Allah (c.c) Razı Olsun Ustad yine gözleri,gönülleri bizler gibi perdeli olanlar için yolu göstermiş.

Nefs-i emmare ...

Dünyanın hikmetlerini öğrenmeye ve abd yolunda istidad kazanmaya gelen insan dünyanın kendi nefsindeki rezilliğine eşdeğer karşılık görür.

NEFS'in memuriyetinde oysa İmani olarak istidad kazanmak gerek...

Aksinde nefs hakim olarak memurluktan çıkar.

Kurtuluş yolu daim bellidir.

" Kitabullah ve Sunnetullah "

Allah'ı seven O'na en çok uyana en çok sevene tabi olmalı...Ahlaken ve her bakımdan Hz.Muhammed (Asm) 'in Şeriatına uymak ve yaşamak ...Onu seven Ona benzemek ister..Ona benzeyeni Allah da sever.


[DIKKAT]Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.

[Muhammed, 33]

Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere koyar. Kim yüz çevirirse, onu can yakıcı azaba uğratır.

[Feth 17]
[/DIKKAT]​
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]ŞERİAT-I GARRÂ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir.[/NOT]
İslamiyetin hükümleri (Kur'an-ı Kerim ve sünnetullah) ezelde takdir edilmiş, ebede kadar da devam edecektir.


[NOT]Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir.[/NOT]

Her daim kötülüğü isteyen nefis, ancak İslamiyetin hükümlerine riayet etmekle, İslamiyeti dayanak yapmakla, ve Allah'ın ipine sımsıkı sarılmakla terbiye edilebilir.


[NOT]Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir.[/NOT]

Haklı hürriyet ifadesi çok ilgi çekici. Çünkü hürriyet insanlığın her zaman karmaşa yaşadığı bir kavram olmuştur. Bazıları hürriyeti, kendi sınırsız özgürlüğü sayıp, başkalarına hürriyet adı altında istibdat uygulamıştır. Yine bazıları hürriyeti, kendi sınırsız özgürlüğü olarak algıladığından, başkalarının hürriyetine mani olmuştur ve olmaktadır. Üstad burda haklı hürriyet ibaresini kullanarak, hürriyetin hiç bir hak ve hukuku zayi etmemesi gerektiğini iki kelime ile ifade ediyor. Yani hürriyet odur ki; birinin hürlüğü başkasını esir etmesin, birininin hürlüğü, başka birinin hürriyetini kısıtlamasın. Hürriyet bir başkasının hürriyetine müdahele ediyorsa o hürriyet değildir. Suçluların hürriyetinin kısıtlanması bahsimizden hariçtir.


[NOT]Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.[/NOT]

Her bir insan kendi gemisinin kaptanıdır. En başta kendi gemisini su yüzünde tutmaya ve sahil-i selamete çıkartmaya zorunludur. Yani en büyük cihad en küçük cephede yapılmalı. Bu da en başta nefsin terbiyesi şeklinde oluyor. Daha sonra en yakınında olanlar şeklinde daire genişliyor. Yani sorumluluklarımızın en büyüğü kendimizden başlıyor.

Bu cephede nefis ve şeytana karşı mücadele verebilmek ve muvaffak olabilmek, ancak Peygamber efendimiz aleyhissalatü vesselamın sünnetine tabi olmakla mümkündür.
 

pendüender

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]ŞERİAT-I GARRÂ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir.[/NOT]
İslamiyetin hükümleri (Kur'an-ı Kerim ve sünnetullah) ezelde takdir edilmiş, ebede kadar da devam edecektir.


[NOT]Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir.[/NOT]

Her daim kötülüğü isteyen nefis, ancak İslamiyetin hükümlerine riayet etmekle, İslamiyeti dayanak yapmakla, ve Allah'ın ipine sımsıkı sarılmakla terbiye edilebilir.


[NOT]Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir.[/NOT]

Haklı hürriyet ifadesi çok ilgi çekici. Çünkü hürriyet insanlığın her zaman karmaşa yaşadığı bir kavram olmuştur. Bazıları hürriyeti, kendi sınırsız özgürlüğü sayıp, başkalarına hürriyet adı altında istibdat uygulamıştır. Yine bazıları hürriyeti, kendi sınırsız özgürlüğü olarak algıladığından, başkalarının hürriyetine mani olmuştur ve olmaktadır. Üstad burda haklı hürriyet ibaresini kullanarak, hürriyetin hiç bir hak ve hukuku zayi etmemesi gerektiğini iki kelime ile ifade ediyor. Yani hürriyet odur ki; birinin hürlüğü başkasını esir etmesin, birininin hürlüğü, başka birinin hürriyetini kısıtlamasın. Hürriyet bir başkasının hürriyetine müdahele ediyorsa o hürriyet değildir. Suçluların hürriyetinin kısıtlanması bahsimizden hariçtir.


[NOT]Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.[/NOT]

Her bir insan kendi gemisinin kaptanıdır. En başta kendi gemisini su yüzünde tutmaya ve sahil-i selamete çıkartmaya zorunludur. Yani en büyük cihad en küçük cephede yapılmalı. Bu da en başta nefsin terbiyesi şeklinde oluyor. Daha sonra en yakınında olanlar şeklinde daire genişliyor. Yani sorumluluklarımızın en büyüğü kendimizden başlıyor.

Bu cephede nefis ve şeytana karşı mücadele verebilmek ve muvaffak olabilmek, ancak Peygamber efendimiz aleyhissalatü vesselamın sünnetine tabi olmakla mümkündür.


Not
Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.

Her bir insan kendi gemisinin kaptanıdır. En başta kendi gemisini su yüzünde tutmaya ve sahil-i selamete çıkartmaya zorunludur. Yani en büyük cihad en küçük cephede yapılmalı. Bu da en başta nefsin terbiyesi şeklinde oluyor. Daha sonra en yakınında olanlar şeklinde daire genişliyor. Yani sorumluluklarımızın en büyüğü kendimizden başlıyor.

Bu cephede nefis ve şeytana karşı mücadele verebilmek ve muvaffak olabilmek, ancak Peygamber efendimiz aleyhissalatü vesselamın sünnetine tabi olmakla mümkündür.


Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmetine “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü
vetteslîmât” size selâmet ve âfiyet versin! Hadîs-i serîfde, (Kisi,
sevdigi ile birlikde olur) buyuruldu.
Kalbinde, Allahdan baska hiçbirseyin sevgisi kalmayan ve ancak Onu
“teâlâ ve tekaddese” dileyen kimselere “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
müjdeler olsun. Bu hadîs-i serîfe göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber
olur. Görünüsde insanlar ile birlikde ve onlarla alıs verisde ise de, hakîkatde
Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. Bu sofî,
Allahü teâlâ ile (Kâin)dir. Ya’nî Allahü teâlâ ile bulunur ve insanlardan
(Bâin)dir. Ya’nî ayrıdır. Yâhud, görünüsde insanlar ile kâindir. Hakîkatde
ise insanlardan bâindir. Kalb, ya’nî gönül birden fazla seyi sevmez. Bu
bir seye olan sevgisi kesilmedikçe baska seyi sevemez. Kalbin mal, evlâd,
mevkı’, medh olunmak gibi çesidli arzûları ve baglantıları ve sevdikleri görülür
ise de bu sevgilileri hakîkatde hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi
de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmekdedir.
Bunları, hep kendi nefsi için istemekdedir. Onların nefslerini düsünmemekdedir.

Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz.


Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir.

Çünki hiçbirseyi o sey için sevmemekdedir. Onun için hiçbirsey perde
olmaz. Kul, hep nefsini düsünmekdedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir.
Baska hiçbir sey degildir. Kul, kendinin nefsini düsünmekden büsbütün
kesilmedikçe Rabbini düsünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine
yerlesemez. Bu büyük ni’met, ancak tam fenâ hâsıl oldukdan sonra elde
edilebilir. Mutlak olan Fenâ da, Tecellî-i zâtîye baglıdır. Çünki, ortalıkdan
karanlıgın kalkması, ancak, parlak olan günesin dogması ile olur.
(Muhabbet-i zâtiyye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin ni’metleri ve
elemleri, sevenin yanında esid olur. Bu zemân, ihlâs hâsıl olur. Rabbine ancak
Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için degil. Ibâdeti, ni’metlere kavusmak
için olmaz. Çünki, ona göre ni’metlerle azâblar arasında baskalık
yokdur. Iste bu hâl mukarreblerin derecesidir
.
24. Mektup(İmam Rabbani R.a)
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.[/NOT]

Üstad Hazretleri idarecileri Allah'ın kanunlarına, şeriatın hükümlerine uyma konusunda uyarıyor. Aksi takdirde muvaffakiyetsizlik ve hüsran olan bir netice ile karşılaşılacağını söylüyor. Ve 1900 lü yılların başında yaptığı uyarılar aynen vuku buluyor. Dinde lakaytlık ve batının sefih medeniyetine olan özenti, uzun yıllar boyunca, ülkemizin maddi ve manevi anlamda düşüş sürecinin başlangıcı oluyor.


[NOT]Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünema bulacaktır.[/NOT]

Umum enbiyanın (a.s), (a.s.m) yani peygamberlerin genel olarak İslam memleketlerinde zuhur etmesi (ortaya çıkması) Allahın kaderinin bir işaretidir ki, bu memleketlerin maddeten ve manen terakkisi İslam'a yapışmakladır. Aynen de görülmüş. Ne zaman ki İslam'a sarılmışız, neredeyse tüm dünyaya hakim olmuşuz. Bu hakimiyet tabiki baskı şeklinde de olmamış. Farklı medeniyetlerin, tek bayrak altında, huzur ve sükunet içinde asırlarca devam ettiği görülmüş birşey değildir Osmanlı devletinin hakimiyeti haricinde. Bu hakimiyetin, huzur ve sükunetin baş sebebi ise, Osmanlının İslamı esas alan devlet yönetimidir. Yoksa İslam haricinde bir devletin bir yeri ele geçirdiğinde nasıl muamele yaptıklarını günümüzde de görüyoruz.

Bir başka risalede batının terakkisinin, ancak bozulmuş ve hurafeden sıyrılmış dinlerini terk etmekle mümkün olacağını ssöylüyor Üstad. Batı ne zaman kiliselerin yönetiminden çıkmışsa, o zaman terakki etmiş. Ne zaman da papazların sözü devlet ricalinin önüne geçmiş ise o zaman tedenni etmişler. Çünkü bozuk ve hurafe olan bir din ile amel eden zillete mahkumdur.

Sonuç olarak ortaya çıkan gerçek; doğru yolda olana Allah her zaman muvaffakiyet nasib ediyor. Yanlış olanı ise düşürüyor. Batının bugün maddeten terakki etmesi, bozulmuş dinlerinin ve kilise baskısının devlet üzerinden kalkmasındandır. Manevi anlamda hıristiyanlıkla amel ettikleri sürece tedennidedirler.
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü?

Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.[/NOT]
İstibdat: baskı ve zulüm, keyfi yönetim gibi anlamlara geliyor. Yani yönetimin halk üzerinde oluşturduğu, kanun ve nizama uymayan keyfi baskı ve zulümler. Diğer bir deyimle "hak kuvvettedir". Bu sistemde gücü olan hakim, zaif olanlar ise mahkumdur. Havastan avama her türlü baskı ve zulüm, zorbalık bu sistemin ürünü olduğundan, avamdan havassa da kin ve nefret ve intikam duygusu ortaya çıkıyor. Neticede böyle bir toplumda huzur mümkün olmuyor. Hilafetin yerini saltanat alıyor. Alimler susturuluyor, ilmi eserler yok ediliyor. Yönetimin keyfini kaçıran her ne unsur varsa yok ediliyor. Gerekirse din, bu istibdadı muhafaza etmek adına hurafeleştirlimeye çalışılıyor, Üstadın tabiriyle rüşvet veriliyor. Dini unutturacak her türlü hileye başvuruluyor ve icraata koyuluyor. Ezanlar Türkçe okutuluyor. İfade özgürlüğü, siyasi özgürlük, hatta bireylerin sahip olduğu şeyler üzerindeki tasarruf özgürlükleri bile kısıtlanıyor. Daha yakın bir dönemde kendi çocuklarınızın bile, yaz tatillerinde Kur'an kurslarına gönderilmesine müsade edilmemesi bu istibdadın ürünüdür. Bu istibdadın uygulanma sebebi, dinin ihya olmasına karşı önlem almaktır. Çünkü din ihya olursa, karanlık güçler, ergenekon, mafyalar, çeteler, kalpazanlar, sahtekarlar, dolandırıcılar, darbeler, vs. bu zeminde yer tutamaz.

İslamiyette ise hak kuvvette değil, kuvvet haktadır. Paşa ile avamdan bir insan aynı şartlarda, aynı haklara sahip olarak yargılanır, muhakeme edilir. Havastan avama şefkat ve merhamet, avamdan havassa da hürmet ve itaat şeriat-ı islamiyenin mahsülüdür.

Milletimizin ihya olabilmesi, dindeki zaaflarını gidermesi ile mümkündür. Aksi halde istibdada mahkum olacaktır.

“Sizler nasıl olursanız idarecileriniz de öyle olur. siz nasılsanız o şekilde idare edilirsiniz” (Keşfu’l-Hafa, 2:279)
 

pendüender

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

İSLAM
İmam Rabbani ve Bediüzzaman Vizyonuyla Siyasal İslam
Siyasal İslam’ günümüzde şuyu bulmuş, muayyen ve muhtelif karşılıkları olan kavramlardan biridir. Herkes bu kavrama farklı manalar yükleyebiliyor. Geleneksel, me’luf, alışılmış İslami anlayışın ve kalıpların dışında siyaseti öne alan ve önceleyen yaklaşıma, kısaca basmakalıp bir ifadeyle ‘Siyasal İslam’ denebilir. Ya da Cemaleddin Afgani çizgisinde; fikirden ziyade hareketi, altyapıdan ziyade üstyapıyı, eğitimden ziyade siyaseti ve kitle hareketini şiar edinen bir anlayıştır da denebilir. Esasen adı üzerinde Siyasal İslam, siyaseti önceleyen bir anlayıştır. Ve İslam’ı genellikle siyasi çerçevede yorumlayan bir görüş ve akımdır. Siyasal İslam bir ifrat ise her şey zıddıyla kaim olduğuna göre bunun bir de tefriti olmalıdır. İslam’ı tamamen siyasetten ve dünyadan dışlayan anlayış ve bu anlayışın oluşturduğu akım. Bu bağlamda bazıları, İslam’da siyaseti temelden inkar etmektedirler. Hatta İslam’a göre ‘devlet’ mefhumunu bile inkar etmektedirler. Onlara göre İslam’da devlet ve modeli yoktur. Yine aynı taifeye veya benzeri gruplara göre, İslam’da iktisadi bir model de yoktur. “Öyleyse İslam’ı bu işlere bulaştırmayın!” yaklaşımı içindedirler. Belki de, İslam’ın getirmiş olduğu esneklikten ve elastikiyetten dolayı bu zehaba kapılıyorlar. Halbuki devlette ve iktisatta İslami umdeler vardır. Ve bu bağlamda Bediüzzaman’ın dediği gibi, İslam yeni bazı ahkamlar getirdiği ve ürettiği gibi, daha öncekileri tadil ettiği de çoktur. Bu ikinci kısma ‘şeriat-ı muaddile’ diyoruz. Yani varolan hukuku tadil eder, yeniden düzenler, reorganize eder. Bu bağlamda İslam cahiliye dönemindeki nikah çeşitlerini ve formlarını bir düzene sokmuş ve teke indirmiştir ve ıslah etmiştir. Dolayısıyla eskiden kalma diye bütün hukuk normlarını bir çırpıda atmamıştır. Genel çizgi içinde sapmış olanlar düzeltilmiştir. Ve ‘hıyarukum fi’l cahiliyyeti hıyarukum fil islam’ hadisi de bunu teyid eder. Yani cahiliye döneminde hayırlı olan kimseler ve insanlar İslam’da da hayırlıdırlar ve hayırlı olmuşlardır. ‘El İslamu yecibbu ma kablehu’ yani İslam’ın kendisinden öncekileri kesip attığı yönündeki hadisin delalet ettiği mana ise eskiden kalma ‘bakiye kusurlar’ demektir. İslam bu kusurlar için bir zaman aşımı ve mürur-u zaman olmuştur. Bu suçların bir kısmı da, cahiliye dönemindeki ortamın ve hukuksuzluğun ürünüdür. Dolayısıyla bu ortam da Habil ile Kabil birbirine karışmıştır. İslam; ‘şeriat-ı muaddile’ olan ikinci kısmıyla bazı cahiliye kalıntısı nikah formlarını ıslah ederek ibka etmiştir (Mekasid el Şeria el İslamiyye, Allame Muhammed Tahir Bin Aşur, s. 158.) Kölelik müessesesi de böyledir. Cahiliye döneminde sınırsız ve sorumsuz bir kölelik anlayışı vardır. İslam tedrici olarak bu müesseseyi ortadan kaldıracak tedbirler almış ve kölelik müessesesini tadil etmiştir. Günümüzde Türkiye’de çok tartışılan meselelerden birisi olan; erkeğe verilen zevcesini dövme izni de bu kabilden bir meseledir. Hayreddin Karaman bu hususta şunları kaydetmektedir: Kur’an’da hafifçe dövmeye izin verilen (tavsiye veya emredilen değil) tek durum, ailenin huzur, düzen ve şerefini ihlal eden, öğüt ve uyarılara kulak kapatan kadının durumudur, bu durumda bile Hz. Peygamberin yönlendirmesi işin başka yollardan çözülmesidir. Özetle İslam sopayı getirmemiş, var olanı asgariye indirerek bıraktırmayı amaçlamıştır. (Kadın Dövülür mü, Hayreddin Karaman, Yeni Şafak Gazetesi, 24 Eylül 2000 Pazar.) Burada varolanı tahfif, şeriat-ı muaddilenin bir sonucudur.

Peygamberimiz İslam’dan sonra da ‘hilfu’l fudul’ gibi cahiliye döneminde katıldığı ittifakların İslam’dan sonra da cari olması halinde buna da hayır demeyeceğini, aynen iştirak edeceğini söylemiştir. Belki Medine Sözleşmesi bunlardan birisidir. Dönem ne kadar kötü olursa olsun iyilik her devirde olabilir ve Müslüman’ın görevi de yıkıcılık değil yapıcılık olduğundan; nerede olursa olsun iyiliğe destek vermekle mükelleftir. İslam, ‘Darun Nedve’ gibi yönetim biçimlerini ve formlarını ıslah etmiş, zayıfsa takviye etmiş, genişletmiş ve güncelleştirmiştir. Dolayısıyla siyaset ve devlet formu İslam’la birlikte doğmuş ve yeryüzüne dağılmış değildir. Devlet ve insanların bir araya gelmeleri ve organizasyon kurmaları fıtri bir olaydır. İslam burada ne bir fıtri bidat getirmiş ne de fıtri olanı (devlet) inkar etmiştir. Ayrıca ona kendi boyasını da elbette ki vermiştir. Devlet iptidai şekillerde de olsa insanın olduğu her yerde ve vasatta cari olmuştur. Eski Mısır’daki firavunlar yönetiminin veya benzeri yönetimlerin, en az bugünkü kadar müesses ve nizami oldukları kütüb-ü salife ve geriye bıraktıkları asar-ı atika tarafından haber verilmektedir. Binaenaleyh İslam’ın genel hatlarıyla bir devlet ve adalet tarafı ve tarifi vardır ve ayrıca olmalıdır da. İslam, devletin şekliyle birlikte daha ziyade ruhunu yani adalet boyutunu tarif eder. Bu bakımdan siyasi İslam’a karşı çıkmak başkadır, İslam’da devlet yok demek daha başkadır. İkisi birbirinden; yer ile gök arası kadar farklıdır. İslam, ‘şeriat-ı muaddile’ şıkkıyla olanı tekmil etmiş ve tekamüle imkan hazırlamıştır. Dolayısıyla İslam yeni bir hukuk getirdiği gibi şeriat-ı muaddile olarak hem eski dini hukuku hem de kendisinden önce toplumda hükümferma olan adetleri tadil ve tekmil etmiştir. Eski hukuku, şeriat-ı muaddile olarak yeniden tanzim etmiştir. Kapsadığı alan olarak, siyaset de buna dahildir. İslam, tekamüle mani değildir. Ruhuna ters düşmedikçe özümseme kabiliyetiyle yeni olanı ve eski olanı fark etmeden bünyesine katar. Ama bünyeye yabancı bir cisimse ve uyuşmazlık varsa, o cismi reddeder. Hayır neredeyse ona taliptir. Bu mealde ‘ilim, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır’ buyurulmuştur. Demek ki ilim ve fazilet Müslüman’ın yitik ve kayıp malıdır, öyleyse nerede bulursa onu alma hakkına haizdir. Bu yönüyle İslam tadil ve senteze açıktır. Üstünlük ukdesi veya psikozuyla başkalarından almaya veya öğrenmeye mani ve kapalı değildir, yasak getirmez. Zaten İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman’ın ortak kavramıyla, medeniyetler, telahuk-u efkarın bir sonucu ve ürünüdürler. Dolayısıyla inkıtalarla birlikte, ilk insanla başlayan ortak bir süreçten bahsetmek pekala mümkündür.

Gibb, Aquino’lu Thomas döneminde Batı’da vücud bulan üstünlük psikozu dolayısıyla İslam’dan telahuk-u efkar yoluyla İslam’dan aldıklarını inkar yoluna sapmışlardır. Yediğini inkar eden insan da olduğu gibi. Başkalarının faziletini inkar, insanların veya milletlerin veya müesseselerin kendi gelişimini sekteye uğratan amillerin önde gelenlerindendir. Bundan dolayı kendi köklerinden kopmama şartına bağlı olarak dönüştürme herkesin hakkıdır. Bu dönüştürme ile intihal gibi farklı manalar karıştırılmamalıdır. Eklektik veya orantısızca ve kıvamında olmaksızın senkritik bir biçimde yabancı unsurları bünyeye dahil etme ameliyesi, geri tepecektir. Vücud yabancı maddeyi nasıl kaldırmazsa, onu atarsa, aynı şekilde medeniyetlerin bünyesine uymayan ve adapte olmayan yabancı fikirler de bünyeye dahil edilmez, neticede atılırlar. Aksi taktirde, yabancı fikirlerin ölçüsüz bir şekilde vücuda enjekte edilmesi, bünyeyi tahrip eder ve bundan dolayı vücud yabancı unsurlara ve maddelere karşı direnç ve direniş gösterir. Ya da yabancı maddeler vücudu istila eder ve asaletini bozarlar. İslam, başkalarının buluş, ilim ve faziletlerini almaya engel teşkil etmez. Bilakis Raşid Gannuşi, Kur’an-ı Kerim’de ‘istebrak’ gibi yabancı kelimelerin bulunmasını ve mevcudiyetini delil göstererek, demokrasi kavramının tanıma ve mahiyet tespitine bağlı olarak İslam literatürüne derc edilebileceğini ve mal edilebileceğini öngörür. Mesela Kur’an-ı Kerim’de geçen ‘şeytan’ kelimesinin kökeni konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Kimilerine göre bu kelime halis bir Arapça’dır ve ‘Şatuna’ ve ‘Şata’ kökenlidir. Şatuna uzaklaşmak anlamında bir masdar ve kökendir. Şata ise yanmak anlamını taşır. Arapça menşe arayanlar genellikle bu iki kökene dayanırlar. Batı dillerinde de bu kelime ‘satan’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama aynı zamanda fakihliğinin yanında müfessir de olan Tunuslu Muhammed Tahir Bin Aşur, bu kelimenin Arapça’ya geçmiş dillerden intikal ettiğini savunmuştur. Keza Tevrat kökenli olan ‘ahd’ ve ‘misak’ kelimelerinde olduğu gibi (Mecelletü’l Ezher, Eylül 2000, Muhammed Receb el Beyumi, Safhatün min hayati’l müfessir el kebir: Tahir Bin Aşur, Kahire s. 886.) Tabii ki, Kur’an-ı Kerim, Arapça inmiştir ama Arapça başka dillerden de aldıklarıyla zenginleşerek, beslenerek tekamül etmiştir. Zaten dillerin kökeni konusunda iki tez vardır. Birisine göre dillerin menşei ilahidir. Dolayısıyla hepsi biribirinden kopmadır. Diğerine göre ise tarihi ve biyolojiktir. Dolayısıyla burada Kur’an-ı Kerim’i halis Arapça’ya sınırlandırmak, Cenab-ı Hakk’ı ilzam etmek olur. Ayrıca ‘halis Arapça’da tartışma mevzuudur. Batı, Doğu Onun olduğu gibi bütün iller ve diller dahi Onundur. Dolayısıyla Arapça’nın tabiatında da özümseme ve içselleştirme denilen olay vardır.

Bediüzzaman da, Hulafa-i Raşidin’i gerçek anlamda cumhur reisi olarak ve kendisini de dindar bir cumhuriyetçi olarak tanımlamıştır. Cezayir asıllı sosyolog ve mütefekkir Malik Bin Nebi’de Hulefa-i Raşidin dönemini ‘demokratik hilafet otoritesi’ şeklinde tanımlamıştır (M. Bin Nebi, Vüçhetü’l Alemi’l İslami, Daru’l Fikir-Şam, s. 36.)

Binaenaleyh, mutlak olarak İslam’da devlet yok demek, İslam adına savunulacak bir durum değildir. Burada lazımı ile melzumu, zarf mezrufu veya ismiyle müsemması birbirine karıştırılıyor. Devletin varlığı meselesini inkar edenler Hariciler veya Nihilistler gibi önemsenmesi gerekmeyen ‘kabil-i itiyad olmayan’ bir azınlıktır. Adı ne olursa olsun devlet otoritesi bütün İslam fırkaları tarafından ‘vücub’ makamında benimsenmiştir. Bunun istisnası Hariciler gibi tadat dışı bazı zümrelerdir.

Burada konu başlığı olan ‘Siyasal İslam’ aslında bir yönetim modeli değil bir üsluptur. Tartışılan mesele de, bu üslubun İslami olup olmadığında odaklanmaktadır. Bediüzzaman’ın dediği gibi; İslam umumun malıdır ve dolayısıyla tahsis kabul etmez ve özelleştirilemez. Yani bir zümre İslam’ın adını, inhisar ve tekelleri altına alamaz. Halbuki bazı özel cemaatlar bu hakkı kendilerinde görüyor ve bu sıfatı kullanabiliyorlar. İşte burada İslam ile İslam’ı temsil ettiği varsayılan hareketler arasında bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Daha isimlendirme aşamasında, kurgusal olarak İslam’ın hakimiyetini kendileriyle veya iktidarlarıyla özdeşleştirmektedirler. Şuur altında bu çelişkiyi yaşadıkları halde bunu ifade etmiyorlar ve alışkanlıkla İslam adına hüküm verebiliyorlar. İslam şuyu kabul eder ama tahsis kabul etmez. Bediüzzaman bu hususta şunları söyler: “Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mal-ı umumidir. Her taifede, muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez, yalnız küfre, zındıkaya ve dalalate karşı cephe alır. Nur mesleğinde Müslümanların uhuvveti esastır.” (Emirdağ Lahikası, s. 157.)

Bu gelişmeler aynı zamanda Bediüzzaman’ın isabetini ve haklılığını tescillemektedir.
İmam-ı Rabbani’nin çağdaşı olan Selim Cihangir Şah’ın oğlu Şah Cihan, padişah ve sultan olmak için, bir ara babasına karşı gelmeyi ve müsellah bir isyanda bulunmayı düşünür. Pazu kuvveti de yerindedir. Kendisine bağlı epeyce ordu mensubu ve asker bulunduğu ve babası tarafındaki kumandanların çoğunluğu kendisine kalpten bağlı olduğu için bu hususta bayağı da cesaret ve cür’et sahibidir.

Şah Cihan babasına karşı düşündüğü huruç hareketi için dönemin alimlerinden birisine danışmaya gitti. Halini arz ettikten sonra muvaffakiyeti için kendisine dua ve niyazda bulunmasını istedi. Söz konusu alim de kendisini İmam-ı Rabbani hazretlerine gönderir.

Şah Cihan, İmam’ın huzuruna gidip, babasını kuvvet yoluyla devirmeyi planladığını ve yerine geçmeyi düşündüğünü, arz etti. Fakat İmam, Şah Cihan’ın babasına karşı gelmesine ve böyle bir komplo kurmasına razı olmayıp, bu fikrinden vazgeçmesi için ona nasihat ve tenbihte bulundu. Ve ona şöyle dedi: “Babana git, elini öp, gönlünü al ve af dile. Yakında zaten senin dediğin olacaktır...” Şah Cihan, İmam’ın buyruğunu dinleyip, isyandan vazgeçti. Hicri 1037 (M. 1627) tarihinde babası vefat edince de saltanat İmam’ın işaret ettiği gibi kimsenin burnu kanamadan Şah Cihan’ın eline geçti (Ekrem Sağıroğlu, İmam-ı Rabbani, Yasin Yayınları, s. 184.) Bu hareketin Bediüzzaman ıstılahında karşılığı, müspet harekettir. İhvan, 1952 yılındaki Hür Subaylar darbesine ve devrimine destek vermesine rağmen daha sonra bu görüşünü ve tavrını tadil etmiş ve kesinkes askeri darbelere menfi tavır almıştır. Bediüzzaman siyaseten tepeden inmeci (topdown) bir metod takip etmediklerini belirttiği gibi yine askeri dairede üstten inmeci yani inkılapçı bir çizgi izlemediklerini anlatır ve bunu ihsas ettirecek karinelerden bile kaçınır ve sakınır. İşte Kastamonu Lahikası’nda bu hususla ilgili beyanı:
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
“Size, üç noktayı beyan etmeye kalpte bir ihtiyaç oldu. Birincisi: Bir hadisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan; insan, zahiri sebebe bakıp bazen haksız hükmedip zulmeder; kader o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder, diye, Risale-i Nur’da bir kaide-i esasiyedir.
“Hem, şimdiye kadar Risale-i Nur’un başına gelen hadiselerde bir dest-i inayet, bir vech-i rahmet bulunduğu tecrübelerle sabittir.
“Bu iki cihetle kalpten bir sual çıktı. ‘Acaba Nur hakkındaki bu yeni İstanbul hadisesinde vech-i adalet ve rahmet nedir ?’ Hatıra böyle bir cevap geldi ki:
“Risale-i Nur’a, ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya ve tetkik etmeye sevketti. Elbette Risale-i Nur’u tedkik eden bir alim, insafı varsa tarafdar olur. Ve Risale-i Nur, ulema dairesinde ve İstanbul afakında tezahür edecek. İşte vech-i rahmet ve inayet.
“Amma, kader-i ilahinin vech-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalade imani hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslamiyye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kainatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; O tercümanına karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları, ehl-i siyasete, inkilapçı bir siyaset-i İslamiyye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nura karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatna mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
“Kader-i ilahi, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besliyenlerin ümitlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sadattan ve meşahiyden ve ahbabtan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tadil edip adalet etti. ‘Size, kainatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter.’ diye bize merhametkarene o hadiseye mahkum eyledi. Sonra lillahilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (Kastamonu Lahikası, s. 142-143.)
Buraya kadar kısmen de olsa Bediüzzaman’ın yaklaşım ve tesbitlerini anlamaya çalıştık. Şimdi sırada İmam-ı Rabbani hazretlerinin tecdit tecrübesi var.

İmam Rabbani Vizyonuyla Siyasal İslam
“Lime tekulune mala tefalun. Kebure maktan indallahi en takulu maal tefelun” ayeti iddia makamıyla hakikat makamının çeliştiğini gösterir. O dönemde sosyal yapıyı ıslah etmek için İmam-ı Rabbani gibi seyr u süluk çöllerini geçmiş alimlerin önünde münhasıran/sadece üç yol vardı:
1- Devleti ve ülke meselelerini büsbütün terk ederek uzlete çekilmek. Etliye sütlüye karışmamak.
2- İkinci yol, sultanı ve devleti ıslah etmekten umutsuzluğa kapılarak, karşı bir cephe açma yoluydu. Yani silahlı bir isyan hareketine kalkışmak. Kat’i bir şekilde mevcut şartlardan umut keserek karşı bir cephe oluşturma çalışmalarına ağırlık vermekti.
3- Üçüncü yol, her ikisinin de hilafına ifrat ve tefritin ortasında yer almaktadır. Bu orta yolun mahiyeti ve işareti şudur: Devlet erkanıyla temasa geçmek ve münasebet kurmak ve onları telkin ve nasihat yoluyla etkilemeye çalışmak. Onların dini hissiyatını cuş-u huruşa getirmek, kaldırmak ve himmetlerini ikaz etmekti. Tercihli yol ve yöntem buydu.

Müslümanların kırık kalplerini onarmak ve İslam medeniyetini ve harsını yeniden geçmiş asırların parlaklığına kavuşturmaktı. Bunu yaparken de izlenmesi gereken metod, makam ve mevki arzu ve hırsını elinin tersiyle itmekti. İnsanlara, dünyalığa rağbet etmediklerini ve insanların ellerindekilerde gözü olmadığını ve kapmaya çalışmadığını göstermek ve ispatlamak gerekiyordu. Bunu yaparken de devlet işlerini devlet erkanına ve makam ve mansıpları da ehline bırakacaklarından dolayı, şüpheye ve tereddüte mahal bırakmayacak kadar samimi olduklarını belgelemiş olacaklardı. Hatta en hasımları bile, onlara bu noktada muhalefet edemeyecek ve makam mevki ve ikbal arzusuyla suçlayamayacaktı. Ta ki komplocuların elleri malzemesiz kalsın. Nal toplasınlar! Bediüzzaman da hayatı boyunca işte bu tecerrüdü başarmaya çalışmıştır. Gerçekten de bu hakikatin tecellisine önayak olmak için bırakın dünyasını, ahiretini feda edecek fedailere ihtiyaç vardı. Canı ve ruhu fedaya hazır fedailer gerekiyordu. Ahiret fedaileri.

Günümüzde de Bediüzzaman ve Bin Badis gibi şahsiyetler de bu makamda dun himmetliğe razı olmamışlar ve ‘Eğer Hicaz’da bulunsaydık, alevler içindeki ülkemizi kurtarmak için buralara dönmemiz gerekirdi’ demişlerdir.

İkinci yola; İnkılapçı ve devrimci veya Hizbu’t Tahrir gibi tepeden inmeci, darbeci çizgiye gelince; bu yol da ancak akl-ı evvellerin ve hamların yoludur. Bu yolda zafer bile hezimet sayılır. Bunu ancak manevi terbiyenin uzağına düşüş siyasi zihniyet sahipleri yapar. (El İmam Serhendi, s. 273.)

Bu acilciler birçok yol-yordam ve yöntem varken ve dururken kendilerini daracık yola hapsederler ve diğer yolları tüketmeden daha yolun başında iktidara talip olurlar ve iktidar sahiplerine bu maksatla muhalefet ederler. Bu aceleci yolla da, dinin nusretini engellemiş, azaltmış ve yavaşlatmış olur. Sadece bununla da kalmaz, ihlası zedelerler. Maksadının aksine bir şekilde İslam ahkamının icrasını da geciktirmiş veya tatiline sebep olmuş olurlar. Bediüzzaman’ın deyimiyle, muradlarının aksiyle tokat yerler. Halbuki bu çetrefilli yol, başarılı davetçinin yolu olamaz. Zira o, kendisi ve zümresi için yeryüzünde bir ululuk istemez. Onun amacı iktidar kapmak değildir. Bilakis bütün himmetini, dinin izharına ve ahkamının infazına ve icrasına ve devletin ıslahına hasreder. Onun için isim değil. Müsemma önemlidir. İcracının adı sanı ilgilendirmez, o mazrufla ilgilenir. Zarfı mazrufla bütünleşmesi için yönlendirir.

Kastamonu Lahikası’nda sözünü ettiği gibi Bediüzzaman da inkılapçı yöntemlerden uzak durmuş ve şaibeli ve muhataralı yollara hiç tevessül etmemiş ve yabancı kalmıştır. Fiiliyatta da İmam-ı Rabbani’nin Mehabat Han’a tavsiyesi gibi Şeyh Said Piran’a isyandan uzak durmasını öğütlemiştir. Dolayısıyla İmam-ı Rabbani’nin önünde tek bir seçenek ve yol vardır. Devlet içindeki temiz unsurları nush ve irşadla yola getirmek ve bu yolla devleti ve milleti ıslah etmek ve selamete erdirmek. Ekber Şah’ın sarayında bulunanların birçoğunun İmam Rabbani ve onun hocası ve mürşidi Şeyh Abdulbaki (Bakibillah)’a karşı, saygı ve sevgileri ve meyilleri vardır. İmam-ı Rabbani’nin samimiyetine vakıftılar. Onu ve irşad yöntemini seviyorlar ve benimsiyorlardı. İşte İmam Rabbani bilvasıta devleti etkileme cihetine gitti. Yazdığı mektupların bir kısmı söz konusu devlet ricaline yöneliktir. Kalpten çıkan sözleri ve nasihatleri kalplerdeki yerini bulmuş ve adreslerine ulaşmıştır. Kalpten çıkan sözleri, kalplere akıyordu.

Evet, geçmişte ‘radikal İslam’ parantezinde değerlendirilen bir çok Müslüman mütefekkir ve düşünür de bugün vardıkları tecrübe ve sonuç itibarıyla, dahilde cihadın şiddet yoluyla yapılamayacağına kanaat getirmiş ve kabul etmişlerdir. Bunlardan birisi de Tunuslu mütefekkir Raşid Gannuşi’dir. Tağut ve zorbayla mücadele adına; kanı helal kılmanın, sebil etmenin ve kılıç çekmenin daha büyük yaralar ve zararlar açtığına ve bunların telafisinin de zorluğuna dikkat çeken

Bunun yolu da ancak, ‘cihadın en faziletlisi söz cihadıdır’ stratejisini geliştirmekle mümkündür. Sözlü cihad, ümmet içindeki ihtilafların giderilmesinde, bertaraf edilmesinde; izin verilen tek cihad şeklidir.” (El Müçtema Dergisi, sayı: 1416.)

Görüldüğü gibi bu hususta Gannuşi de tecdit çizgisine gelmiştir. İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman’ın metodunu şahsi tecrübesiyle de tasdik etmiştir.

Nedvi’nin İhvan’a İmam Rabbani Metodunu Tavsiyesi

Tabir caizse İmam Rabbani’nin hayatını didik didik ettiğinden ve adamakıllı tetkik ettiğinden onun siyasetteki metodunu en iyi bilenlerden birisi merhum Ebu’l Hasan en Nedvi olmuştur. İhvan’la 1951’de tanıştığından, aradaki muarefeye istinaden onlara karınca kararınca İmam Rabbani’nin metodunu anlatmış ve bu yönde telkinlerde bulunmuştur. İhvan yer yer bu metoda yaklaşsa da bunu sistematik hale getirememiştir. Eğer İmam Rabbani ve Bediüzzaman’ın siyasete bakış metodu bu gruplar tarafından tam anlaşılabilse, hazmedilebilse ve uygulanabilseydi belki de bugün İslam dünyasının seyri başka olabilirdi, yine de her şey bitmiş sayılmaz. Ders alınabilirse her zaman yeni fırsatlar vardır. İmam Rabbani’nin Hindistan tecrübesinden dolayı bu Rabbani yolu ve metodu en iyi bilenlerin başında Ebu’l Hasan en Nedvi gelmektedir.

Davet, Devletten Öncedir

Davet devletten önce gelir. Devlet bir sonuçtur. Daveti kurgu ile bir sonuca yani devlete bina etmek asla doğru değildir. Böylece Allah’ın planının yerine kul planı oturtulmak istenmiş olur. İhlas zedelenir. İnsan bu defa nusreti Allah’tan beklemekten çıkar, sonucu esbaba dayanarak kendisi tayin etmeye çalışır. Burada karşı çıktığımız husus, esbaba tevessül değil tashih-i niyettir. İhlasın yerini ve niyetin yerini kurgusal planlama almamalıdır. Murad-ı ilahi ile nefsani hevesler karıştırılmamalıdır. Asr-ı Saadette bile Peygamberimiz ve arkadaşları en parlak zaferlerini sayıca en az ve ama aynı zamanda Allah’a en fazla güvendikleri ve itimat ettikleri sırada kazanmışlardır. Huneyn günü kesretlerine ve çokluklarına güvendikleri ve zaferi esbaba yani bu çokluğa havale ettiklerinden dolayı kaybetmişlerdir. Arap dünyasında davetin asra ve mısra yani şehre ve coğrafyaya uygulanılmasını ele alan ilmi disipline ‘fıkhu’d davet’ diyoruz yani davet bilinci. Ve bu disiplinin temeli, hikmete dayanır. Hikmete dayalı olarak bu bilincin en önemli önceliklerinden birisi de, ‘süllemu’l evleviyyat’ adıyla bilinen husustur, Gazali’nin deyimiyle meratibi amel, yani amel sistematiği ve hiyerarşisidir. Bugün ‘Siyasal İslam’ tabir edilen akım, siyaseti öncelikler merdiveninin başına yerleştirerek, temel ile çatıyı birbirine karıştırmıştır. Pakistan ve Hind Altkıtası’nda bu akımın en bariz, önemli ve mümeyyez temsilcisi Ebu’l Ala El Mevdudi ve onun kurduğu Cemaat-ı İslami’dir. Ve bu hareketin son lideri Kadı Hüseyin Ahmed ise Refah döneminde bu partiyi ve kitlelere ulaşma yöntemini kendilerine ve hareketlerine model ve rehber edinmiş ve benimsemiştir.

Öbür taraftan, tercümeler yoluyla Mevdudi’nin kitap ve çalışmaları Müslüman Kardeşler’i ve Seyyid Kutup gibi düşünürlerini etkilemiştir. Dolayısıyla anonim haline gelen bu düşünceler dindar Arap gençliğini de etkilemiştir. Ebu’l Hasan en Nedvi bu çerçevede kendi anlayışlarıyla Mevdudi anlayışı arasındaki farkı ezcümle şöyle izah ve hulasa etmektedir: “Mevdudi ile aramızda temelde bir fark yoktur. Fark ve ihtilaf, üsluptadır. Fark; takdim, tehir ve tercihtedir. Mevdudi’nin davet anlayışında egemen yön, siyasettir. O İslam’ı, tamamen siyasi bir şekilde ve üslupta yorumlamaktadır. Bu tabii bir şeydir; kendisini bundan dolayı kınamıyoruz. Ancak öncelikle bütün nesiller, asırlar ve cemiyetler için geçerli ve kuşatıcı olan husus, başta İslam’ı anlatmamız ve öğretmemiz (tefhim) gereği ve lüzumudur. Bunun anlatılmasında dini usul, hakim ve cari olmalıdır. Öncelikle; Allah’a iman, ahirete iman, Allah’ın rızası için çabalamak ve sünnete ittiba, temel yapı ve taşlardır. Esas, budur. İslami yönetimi yaymak veya İslami bir yönetim kurmak ikinci bir iştir.” (El Müçtema Dergisi, sayı: 1338-16.2.1999.)

Nedvi’nin bu görüşünü tarihi gelişmeler ışığında yorumlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: Müminler arasında siyasi bağlantı bitse bile dini bağlantı bitmez ve devam eder. Bunun tarihte birçok örneği vardır. Bunlardan ikisi Bosna ve Kırım’la ilgili Osmanlı hilafet siyasetidir. Mesela Osmanlılar dünyevi otorite olarak Bosna’dan ve Kırım’dan çekildikleri halde ikili ve çok yönlü anlaşmalarla Osmanlı hilafetinin manevi otoritesini burada bırakmak için ısrarlı ve ısrarcı olmuşlardır. Bu da göstermektedir ki siyasi otorite her şey demek değildir. Bağlar onunla sınırlı kalmaz. Ebu’l Hasan en Nedvi devamla şunları söylemektedir: “Benim ‘İslam’ın siyasi yorumu’ adlı kitabım aslında bütün bunlara cevap teşkil ediyor. Aslen Arapça yazılmıştır (Kitap İngilizce ve Türkçe’ye de kazandırılmış ve bu hususta benim de küçük ve görünmez bir katkım olmuştur). Ben bu kitabımda İslam’ın yorumunun sadece siyasi olana irca ve hapsedilmesinin yanlışlığına dikkat çektim. İslam sadece siyasi terminoloji ve hedeflerle açıklanamaz. Çünkü o umum ve şamil bir dindir, bir alanla sınırlanamaz. Beşeriyetin ortak malıdır (orjinal ifadesiyle: Am li’l-beşeriyye). Burada temel taş: Allah’ın rızasını tahsil etmek, kazanmaktır.

Kur’an’ın ahkamıyla icra ve onunla amel etmek, Hazret-i Peygamberin (s.a.v.) tavsiyeleriyle amel etmenin sonucu zaten aynı hedefi tutturur ve amaca ulaştırır (ama öncelikleri ihlası terk etmeden ve kurguya kapılmadan ve kaptırmadan). Binaenaleyh iktidar ve siyasi kuvvet temini, birincil ve temel hedef olamaz. Belki birinci ve temel hedef; Allah’a ve Resulüne ittiba ve inkiyaddır (ibtida ile değil ittiba ile mükellefiz).”

Müçtema Dergisi bu yöntemin seçilmesi ve ihtiyar edilmesiyle birlikte yeryüzünde Allah’ın dininin temkinin gecikebileceğini hatırlatması üzerine (Mevdudi bu gerekçeye istinaden doğrudan siyasi metodunu benimsemiştir), merhum Ebu’l Hasan en Nedvi şu cevabı veriyor: “Olsun, ne fark eder. Gerekirse olsun, gecikmenin ne mahzuru var! O taktirde gelişi, daha sağlam ve daha metin, derin, muhkem ve sabit olur. Allah’ın dinini temkin için hazırlık; mutlaka ve muhakkak Allah’a ve emirlerine riayet ve inkiyadla mümkün olabilir. Ve bu öncelikleri iktiza eder.”

Ebu’l Hasan en Nedvi, Müslümanların Hindistan’da haklarını istirdat yani geri alabilmeleri için direnmek yerine insani faziletleri öne çıkararak hizmet etmenin daha yararlı olacağını söyler ve bu yola Hint toplumunun kalbinin kazanılmasını öğütler. Urduca ve İslam aile hukuku alanında Hint hükümetinin bazı aleyhte kararlar alması ve uygulatmaya geçmesi üçerine, Ebu’l Hasan en Nedvi buna karşı çıkar ve durum başbakanlar düzeyine akseder. Hem İndra Gandi hem de Rajiv Gandi şeyhin ayağına gelerek onu ikna ve teskin etmeye çalışırlar. Ve geldiklerinde Ebu’l Hasan en Nedvi’nin insanlığa karşı derin sevgi ve saygısını görürler. Ve bundan etkilenirler ve planlar böylece geri ve akim kalır, uygulanamaz. Ebu’l Hasan en Nedvi, insanlığın ortak hayrı ve saadeti ve selameti uğruna Müslümanların şahsi ve grup rahat ve çıkarlarını terk etmelerini; başkalarına karşı samimi ve fedakarlık ruhuyla bezenmelerini ister. Yani şahsi ve grup çıkarlarını bencilliğini ve egosunu aşmalarını öğütler. Elbette bu kimlik aşınmasını istemek değildir. Bu yapıldığı taktirde Allah’ın başkalarının kalbine Müslümanların sevgi ve hürmetini yerleştireceğini ve başkalarıyla temaslarda en iyi yolun da bu olduğunu beyan eder. İslam’ın özendirdiği en güzel huylardan birisi de, başkalarının eza ve cefalarına katlanmaktır. Müslümanların daha geniş dairede insanlığa karşı hürmeti yeniden kazanmaları ve tesis etmeleri gereği üzerinde durur.

İrtica ve Aşırılığın Tarifi

Türkiye’de ‘irtica’ olarak adlandırılan husus dışarıda ‘tatarruf-mutatarrıf’ yani ‘aşırı dinci’ bağlamında ve sıfatıyla anılmaktadır. Bu hususun sorulması üzerine Ebu’l Hasan en Nedvi aynen şunları söylemektedir: “Aşırılık (bizdeki ifadesiyle, irtica) muhakkak açıklığa kavuşturulmalı, izah edilmeli ve sınırları muğlak bırakılmadan tarif edilmelidir. Aşırılık ne inkar, ne de yok farz edilebilir ne de benimsenebilir. Aşırılık tabii bir haldir. İnsanlar arasında vardır ve olacaktır. Ancak sınırları tayin edilmeyen bir şey hakkında hüküm ve mütalaa verilemez. (El Müçtema, sayı: 1339.) Batı’da fundamentalizm ile suçlanan Müslümanlara tavsiyem şu: Bu bir nevi Avrupa propagandasıdır. İslam düşmanlarının propagandasıdır. Müslümanlara tavsiyem: İnançlarını muhafaza etsinler ve derinleştirsinler. Allah için ihlas ve samimiyete riayet etsinler ve bütün insanlık ve toptan beşeriyet için iyiliği ve hayrı istesinler ve baş tacı etsinler. İnsanlığın şerefini kurtarmak için gayret sarf etsinler. Ancak tıkanma ve kilitlenme bununla açılabilir ve aşılabilir. Engeller bununla ortadan kalkabilir. Tarih boyunca Müslümanların durumu hep böyle olmuştur.”

Gerçekten de irtica, aşırılık gibi tabirlerin sınırları konulmadığı gibi tersinden laiklik gibi kavramların da çerçevesi çizilmemiş ve net bir tarifi yapılmamıştır.

Müslümanlar arasında dayanışmanın da ancak isar, tefani ve fedakarlık ve diğergamlıkla mümkün olabileceğinin altını çiziyor. Yani Allah adına ihlas sancağı altında birleşme. Bu konuda Müslümanları temsil eden cemaatların ve liderlerinin ona göre yapmaları gereken vazifeleri şudur: Şahsi ve cemaat arzusu ve çıkarı peşinde koşmadan ortak gaye ve hedef uğrunda hareket etmeleridir. Ancak birlik ve beraberlik, sınırlı tutkuları ve arzu ve ihtirasları aşmakla mümkün olabilir.

Müntesiplerinin iktidar hırsının, İslami çağrı ve davete zarar verdiği ve bu durumda ne yapılmasının sorulması üzerine Nedvi aynen şunları söylüyor: “Bu konuda benden menkul bir söz var. O da şudur: İktidar sahiplerinin imana gelmeleri ve ıslah olmaları, iman sahiplerinin iktidara gelmelerinden evladır, yeğdir. Yani, iman sahiplerinin iktidara gelmeleri için uğraşmaları yerine, imanın ve gayret-i İslamiyenin iktidara gelmesi için çalışmalarını daha doğru ve yerinde bulurum. Bu taktirde, İslam’ı benimseyen kürsü sahipleri onun müdafii ve hamileri ve hamilleri kesileceklerdir. Yani amaç, iman sahiplerinin devleti ele geçirmeleri olmamalı belki toplumu ve devleti ve devlet ricalini ıslah ve irşad olmalıdır. Devleti ele geçirme ve istila yerine, yöneticilerin İslam’a kazandırılmaları daha şık ve muvafık olur.”

Gerçekten de Ebu’l Hasan en Nedvi’nin ifade ettiği mahzurların zaman zaman toplum devlet ve cemaatlar ilişkisinde yaşandığı bir vakıadır. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek bir defa el Mecelle dergisine kapak olan konuşmasında aynen şunları söylemişti. “Önceden Müslüman Kardeşler’e intisap etmiştim. Ama ne zaman onların iktidar peşinden koştuklarını gördüm ve onları terk ettim.” Bir dost meclisinde bu ifadeyi yorumlayan gazeteci-yazar Tefvik Ganim bu sözler üzerine tepkisini dışarıya şöyle vurmuştu: “Demek ki iktidarı tek başına ele geçirmek için İhvan’ı terk etmiş.” Gerçekten her iki tepki de isabetli görünüyor. İktidarda birinin böyle söylemesi ancak bu şekilde yorumlanabilirdi. Dolayısıyla iktidara başka şeylerin de alet edilmemesi gerekirdi. Dolayısıyla ortada bir yöntem sorununun olduğu aşikar.

El Müçtema Dergisi, tarih boyunca bu metodun başarısının canlı bir şahidi olup olmadığını soruyor ve bunun üzerine Nedvi bu metodun başarısının canlı bir şahidi ve örneği olarak İmam Rabbani’nin hayatını ve mücadelesini veriyor. Bu canlı model ve abide olma keyfiyeti, sanki Hazret-i Aişe validemizin (r.a.) Peygamberimizi (s.a.v.) tasvirini hatırlatıyor: “Onun ahlakı Kur’an’dı.” Nedvi bu bağlamda şunları söylüyor: “Evet, bu metod faydalı olduğunu ispatlamıştır. İmam-ı Rabbani, eşsiz tecrübesiyle ikinci bin yılın yenileyicisi/müceddidi olarak Hindistan’ın gelmiş geçmiş en büyük imparatoru Ekber Şah döneminde yaşamıştır. Ekber Şah, Moğol İmparatorluğunun Brahmanları dost edinmemesi halinde inkıraza uğramayacağına kanaat getirmiş ve inanmıştır. Bundan dolayı dinlerarası tarafsızlık politikasına başvurmuştur. Bununla da kalmayarak Brahmanlara siyasi, kültürel ve dini açıdan destek vermiştir. Dinlerin birliği düşüncesini benimsemiş ve Müslümanların dini farklılıklarını, yani şeair-i İslamiyeyi ortadan kaldırıcı uygulamalar başlatmıştır. Şeair-i İslamiyye, İslam ümmetinin alamet-i farikasıdır. Bediüzzaman işte bu şeairin tarifinde şunları söylüyor: “Sünnet-i seniyenin içinde en mühimi, İslamiyet alametleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, adeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir. (Sünnet-i Seniye Risalesi, Bediüzzaman Said Nursi, s. 73, 74, Yeni Asya Neşriyat)

Müslümanlar bugün dünya sahnesinde başıboş sürüler gibi figüran rolü oynamaktadırlar. Bu rol Müslümanlara yakışmadığı gibi dünyanın dengesini ve ahengini de bozuyor. Müslümanlar dünya siyasetinin denkleminden çıkınca, alem manen fesada uğramış, bozulmuştur. Muhammed İkbal’in bas bas bağırdığı gibi Müslümanlar evrensel rollerine sırt dönmüşlerdir. Bu da dünyanın dengesini altüst etmiştir. Bu ise hem Müslümanların hem de dünyanın şekavetini ve mutsuzluğunu intac etmiştir. Dünyanın dengesini kazanması, ancak Müslümanların kaybedilmiş dengede eski konum ve yerlerini almalarıyla mümkündür. Dünyanın dengesi Müslümanların eski manevi rollerini bir kez daha üstlenmeleriyle mümkündür. Bu aynı zamanda evrensel bir görevdir, dünya sulhunun da teminatıdır.

Bediüzzaman Siyaseti İptal ve İnkar Etmedi, Tadil Etti

Şam’ın tanınmış alimlerinden Prof. Muhammed Said Ramazan el Buti de, Ebu’l Hasan en Nedvi’nin bu yöndeki görüşlerine paralel fikirler serd etmektedir. Buti’nin de isabetle kaydettiği gibi Said Nursi’nin nazarında İslam, dünyadan kopuk sadece bir ritüeller (tukus) manzumesi değildir. İslam kesinlikle—zannedildiği gibi—Allah’la insan arasındaki ilişkiyle sınırlı değildir. Keza Said Nursi’nin nazarında, siyaset ve yönetim, İslam nizamından kopuk değildir. İkisi arasında alaka elbette vardır. Bediüzzaman’a böyle bakmamak, onu anlamamaktır. Sadece onu değil İslam’ı da kavramamaktır. Bu, İslam’ın cevheri ve özü ile ona ulaşılacak yolu birbirine karıştırmaktan ileri gelmektedir. Toplumu İslam’ın kurallarına ulaştıracak yol ve metod ile İslam ve hukukunun teşekkül ettiği hakikatler arasında fark vardır. Bediüzzaman’ın da beyan ettiği gibi yol ve tarik, siyasi med-cezir akımlarından etkilenmemeli ve onların kirleriyle kirlenmemelidir. Yöntem de nezih ve temiz, kirden hali ve safi olmalıdır. İslam’ın mefhum ve mazmununa gelince; bu kısaca insanı, toplumu ve devleti ilgilendiren ahkam-ı Şer’iyenin tamamından ibarettir. Rai ile raiyye, yönetilenle yöneten arasındaki ilişkinin keyfiyetini belirler, ayarlar ve düzenler. (Buti’nin bu görüşleri için bak: İ’caz el Kur’an ve Eb’aduhu el Hadariyye fi Fikrin-Nursi, Prof. Zeyad Halil Muhammed Degamin, s. 13, Nil Yayınları, İzmir.)

Kısaca mezkur metodu özetlemek gerekirse; dindarların hedefi devleti ele geçirmek değil, insanı, toplumu ve devleti ıslah ve ihya etmektir. İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman vizyonunda İslami faaliyetlerin amacı, tahrip değil tamirdir. Ve iktidarı ele geçirmek değil rıza-yı Bariye ulaşmaktır. Zaten İslam’a göre dini temsil eden ruhban bir sınıf yoktur. Dolayısıyla ruhban sınıfının oluşturduğu bir devlet biçimi ve yönetimi de yoktur. Ulema vardır ama ulema devletle bağlantılı hiyerarşik bir sınıf değildir. Bu (ulema) sınıfına dayalı bir devlet sistemi de yoktur. İran’daki ‘velayet-i fakih’ doktrini ise farklıdır. Bu doktrinde; mollalar sınıfı ve din adamları, adeta dinin mahiyetiyle bütünleştirilmiş oluyor. Bu ise karmaşaya ve usulsüzlüklere müncer olmuştur. Ehl-i Sünnet anlayışında ise amaç din adamlarının iktidara gelmesi değil. Amaç muayyen kişi ve zümrelerin iktidara gelmesi veya taşınması olmayıp, muayyen prensiplerin yaşanması ve yaşatılması ve hayata geçirilmesidir. Ve kuralların uygulanmasında ulema sınıfının iktidarı, olmazsa olmaz nevinden bir şart değildir. Ve sınıfsal iktidar ayrıca İslam’ın ruhuna da muhaliftir. Yani burada Buti’nin dediği gibi metod ve yol ile öz birbirine karıştırılmamalıdır. İran örneğinde ise karıştırılıyor. Araçla amacın birbirine karıştırılmadığı yönteme nomokrasi yani kanun üstünlüğü ve hakimiyeti diyoruz. Öbüründe ise din adına belirli sınıfların hakimiyeti akla geliyor. Kişilerin, prensiplerin yerine ikamesi ve onların yerine geçmesi asla doğru olmaz. Zira araçla amaç her zaman birbiriyle örtüşmez bazen aralarındaki mesafe uzar veya kısalır. Baki hakikatler ve mesajlar, fani, aciz ve zail insanların üzerine bina edilemez.

Binaenaleyh yapılması gereken şey, nomokratik anlayışın tesisidir. İlkelerin üstünlüğü ve yüceliğinin teminidir. Burada insan gaye değil vasıta ve taşıyıcıdır. Dolayısıyla prensiplerle onu omuzlayan insanlar karıştırılmamalı. Aksi taktirde din insanla kaim olsa; onların mizacına dönüşür. Ve ömrünü, bağımlı bulunduğu insanların ömürleriyle tamamlar. Burada insanlar tabi, referans noktası olan prensipler ve düsturlar metbudur. Din insanla bütünleşse, ihtilaf u tefrikaya medar olur ve asli ve safi kaynağını kaybeder. Hakiki kaynağını kaybetmiş olan Hıristiyanlığın kilise ricali (clery) tarafından tedvir edilmesi örneğinde yaşandığı gibi. Dolayısıyla dini ve ona ulaştıran yolu asli kaynağına irca etmek gerekir. Duruluk ancak böyle sağlanır. Bulanıklıktan kurtulmanın, selametin yolu budur.

Aslında bu gerçekler bize yabancı değil. Bu gerçekleri terennüm eden kitaplar aramızda ve yanıbaşımız ve başucumuzda. Ama biz onları görmüyor ve görmezlikten geliyoruz. Ebu’l Hasan en Nedvi’nin ‘İslam’ın Siyasi Yorumu’ adlı kitabı Siyasal İslam’a yönelik bir eleştiridir. Bu kitap matbu olmasına ve Türkçe’ye kazandırılmasına rağmen rağbet görmemiş veya yeterince istifade edilememiştir. Mehmet Şevket Eygi’nin de yazdığı gibi bu kitabın tek bir baskıda kalması, durumu özetler gibidir. Kitabın tamim edilerek istifadeye medar kılınması gerekirdi. İmam-ı Rabbani’nin tarihi tecrübesi de biliniyordu. MSP ve Refah Partisinin kurucu kadroları bu ekolden gelmelerine rağmen bu metodu ıskalamışlar ve içselleştirememişlerdir. Bunun nedeni de galiba entelektüel birikimlerinin ve bu manada kendi kökleriyle irtibatlarının zayıf olmasıdır. Ne yazıktır ki, kendi ekollerinin fikri ve ruhi dayanaklarıyla ve dinamikleriyle tam bir irtibat kurmayı başaramamışlardır. Dolayısıyla uyumlu da olamamış ve hareket edememişlerdir. Reçeteler açıkta ve göz önünde bulunmasına rağmen nedense ulaşılamamıştır. Galiba bunun nedenlerinden birisi, musab olduğumuz profesyonel körlük veya bakar körlüktür. Hastalığın araz ve emareleri ve alametleri ortaya çıkmadan nedense ilaca ihtiyaç hissedilmiyor. Nedense bu çalışmaların bir gün duvara toslayabileceği hesap edilmiyor. Koruyucu hekimlik de biz de yeteri kadar gelişmiş değil. Denildiği gibi: Türklerin gök gürlemeden salavat getirme alışkanlığı yokmuş. Hastalık şimdi teşhis edilmiştir. Öyleyse şimdi tedavi dönemindeyiz.

Bir cümleyle özetleyecek olursak: Siyasal İslam konusundaki bulanıklığın çaresi de suyu kaynağından durultmaktır.

(Mustafa ÖZCAN)/Köprü(Yazının devamı için KPR - Aylk Fikir Dergisi )
 
Son düzenleme:

HAYAL ET

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[BILGI]18. Yüzyıldan başlayarak Fransız devrimi ile sanayileşme ve modernleşme sürecine giren Batı toplumu, aydınlanma hareketleri ile dini dışlayıp, yerine akıl merkezli bir yaşam biçimini ortaya koyup, bunu da ilericilik ve uyanış olarak görmüşlerdir.

İnsanlık seküler (dünyevileşme hareketi) hayat tarzını gerçek aydınlanma ve uyanış olarak görmeye başlıyor ve bunda ne kadar derinleşilirse o kadar aydınlanma ve uyanmanın olacağını iddia ediyorlar. Din, bu harekete göre karanlık ve geriye dönüştür, dünyevileşme önünde bir engeldir. İşte Üstad Hazretleri bu fasit ve bozuk seküler hayat tarzını eleştiriyor.

Onlara hitaben; "sizin aydınlanma ve uyanma olarak gördüğünüz şey, aydınlanma ve uyanma değil, derin bir gaflet uykusu ve karanlık girdabında bir çırpınıştır" diyor. Yani dinsiz bir hayat asla aydınlanma ve uyanış olamaz, deve kuşunun avcıyı görünce kafasını kuma sokması misüllü, siz de ölümün hakikatinden kafanızı sekülarizm kumuna sokuyorsunuz, geçici olarak dünyanın süfliyatına dalıyorsunuz ve buna da aydınlanma ve uyanış diyorsunuz.

Halbuki İslam toplumu; ancak diyanetin kuvvet kazanması ile intibah edip inkişaf edebilir. Dini dünyaya feda edip bu toplumu farklı mecralara sevk etmek, millete hizmet etmek değil, ihanet etmektir. İmanın kuvvet kesp etmediği bir toplumda, farklı isimler ve farklı renkler adı altında baskı anlayışları türer. Dini dışlayan yeni rejim bunun karşılığında kendine özgü yeni bir istibdat rejimini rüşvet almıştır. Milli şef dönemleri bunun en büyük ispatı niteliğindedir.
ALINTIDIR.[/BILGI]
 

HAYAL ET

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

Esselamun aleykum

Değerli arkadaşlarım aklıma gelmişken bende konuya cok sinir olduğum bir taraftan değinmek isterim izninizle.

Dünya işi için dini feda etmek ahireti yakmak..Dini ticarete cevirmiş nice sulanmış beyinler var etrafımızda.Örneğin Tüccarın, malını müşteriye gösterirken, zikir, tesbih, Kelime-i tevhid, salevat okuması gibi. Bunları, para kazanmaya âlet etmesi gibi.
Akıllı insan, ahiretin sonsuz kazancını, dünyanın geçici kârıyla değişirmi ya hu. Bütün iyiliklerin, dinin emirlerine uymakta olduğunu bilmezmi ? Allah (cc) akıl fikir versin İnşaallah.


İşte bir kaç hadis-i şerif meali:

(Dünya kârını, ahiret kârına tercih eden, Kelime-i tevhidi söyleyince, Allahü teâlâ, “Yalan söylüyorsun, sözünde sadık değilsin” buyurur.)

(Ahir zamanda din adamları, halkın istediği yönde fetva verip, helale haram, harama helal diyecekler, Kur’anı ticarete, menfaate alet edecekler.) [Deylemi]

(Ahir zamanda dünya menfaati için dini alet eden riyakârlar çıkar. Sözleri baldan tatlıdır. Bunlar kuzu postuna bürünmüş birer kurttur.) [Tirmizi]

(En kötü insan, dini dünya malına alet edendir.) [İbni Asakir]

(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: Çocukların ve neslin, bu sanatlardan biri ile rızkını talep etsin, sakın ola ki dini geçim aracı yapmasın, dini kullanarak dünya malı toplayanlara yazıklar olsun!) [Hâkim]
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]
Ey evliya-i umûr!

Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz.

Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve

Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i

tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı

İslâmiyet ile neşvünema bulacaktır.

[/NOT]



Allah (c.c) 'ın Rızasını kazanmaya sebep olan fiillerin başında ; Allah'ın koymuş olduğu kanunları görerek,bilerek yani özetle okuyarak Tevhide gitmek gelir.

Birliği gören kesretten sıyrılır.Birşeyi ve herşeyi Yaratanın Allah olduğunu görür.Adetullah tabiatçıların zehirli sözlerine ve bakışlarına tokat gibi çarpacak gaybi perdeleri gösterir.Çünkü tabiat tek başına bir neden değildir.

Allah'ın kainatın bir bölümü olan arzda sergilenmiş olan tezgahların tamamıdır.Bunu böyle dileyen ve tedbiriyle düzenleyen yine Allah'tır..

Her şekilde sebebler olacak bunlar vesiledir birliğe,varlığa
" EHAD " sırrını anlamaya...

Allah'tan istenilen yardımlar da O'nu tanımakla O'nun yarattıklarına gören gözün gördüğünü gören ve bilen Allah'ı bilerek bakmak daha doğrusu okumak lazımdır.

Bu bizim kul olarak görevimiz.Aksi halde her yandan gelen red cevapları kapalı olan gözlerimizi açmak için birer ikazdır.Dikkate alınmazsa bir zerrede boğulmaya vesile olacak bir okyanusu kendi çabamızla hazırlamışızdır demektir.

İslam memleketlerinin olgunlaşmalarında en güzel örneği Osmanlı Dönemindeki gelişmelerdir.Bu dönemlerde yetişen kamil insan sayısı oldukça fazladır.Tarihi araştırmalar yapıldığında; o dönemdeki kamil insanların merkez aldıkları mürşidleri,ustadları varmış.

Biliyoruz ki; cihan padişahlarımızın çoğunun hocaları bugün bizlerin de bildiği hatta ziyaretlerine gittiği mübarek insanlarmış.Allah onlardan razı olsun.

Bu silsile-i diyanet ile sahabe mesleği bize kadar ulaştırılmış.Aynı şekilde dünyanın her tarafına giden Sahabeler ile o topraklar İslamiyeti tanımıştır.Hala izleri,eserleri mevcuttur.

Ve İnşaAllah Asya ve Avrupa'da ki bütün tezgahların menbaı da bu kanallardan olacak ve Allah'ın izniyle İslamiyet Daim Egemen olacaktır.


Allah dersi açanlardan razı olsun kusurumuz varsa Allah affede...
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]Dünya için din feda olunmaz.

Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü?


Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

[/NOT]


O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.

O, üstündür, bağışlayandır.

(MÜLK/2)


Ayetten de anlaşılacağı üzere dünya imtihan sebebiyle yaratıldı.Ölümün olması ayrılığın habercisi ebedi hayatın ise davetçisidir.Bırakacağın şeylerin mevcut olduğu herşey dünyada var.O halde bırakacağın herşeye ayrılacağın düşüncesiyle imtihan cihetinden yaklaşmalı ve nefsi cihat etmeli..

Mevlana Hazretlerinin de dediği gibi ; etrafına ışık saçmak istiyorsan önce kendin yanacaksın.

Ustad birşeye nazar ediyor yalnız; vaktiyle rüşvetlerin de teklif edildiğini belirterek dini için verdiği mücadelede dünyalık teklifler ile yolundan dönmesini talep etmişler.Hakiki bir alim olan Ustad Hazretleri bu teklifin ona hiçbir fayda vermeyeceğini aksine zarara sürükleyeceğini ifade ediyor.Allah'ın ilmini öğrenenler en çok O'ndan korkanlardır.


Milletin en zayıf oldukları kalb hastalıklarının diyanetleri olduğunu belirterek onun tedavisi için de sıhhate giden tek yolun İmani meseleler ile takviyesinin şart olduğunu belirtmiş.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

Ustadın dünya işlerine karşı verdiği mücadelelerden bir bölüm ile onun dilinden okuyalım;

[DIKKAT]
Ve ihtiyarım olmadan bazan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi:

Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrib kolay olmasından hususan böyle haylaz gençlerde o herif bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı, zındıka ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor.

Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.

Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor, sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.


Şualar
[/DIKKAT]
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[NOT]
Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır.

Bediüzzaman

[/NOT]

Üstad Hazretleri Cemaatimizin meşrebi yani takip ettiği yolun muhabbete muhabbet ve husumete husumet olduğunu bildirerek adavetin istikametini belli bir yere nazar ederek ( din düşmanları gibi ) korumaya almıştır.Bunlar en mühim düsturlardan olup bir insanı iman ile insan etmeye ulaştıran anahtarlardır.

Mesleğimiz ise; Peygamber Efendimizin (S.a.v) 'in şeriatına uyarak ahlaklanmak ve sünneti diri tutmaktır.

Rehberimiz; En güzel yol olan İslam Şeriatı,kılıcımız kati deliller ile aydınlatan ilim ve maksadımız Yüce Kitabımız ÜSTADLARIN ÜSTADI OLAN kitabımızı anlayabilmek ve yaşayabilmek..

İnşaAllah...
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

[DIKKAT]
Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hâdisede bazıların dedikleri gibi derseniz: "Bu risalelerin ile medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun."


Ben de derim: "Dinsiz bir millet yaşayamaz" dünyaca bir umumî düsturdur ve bilhâssa küfr-ü mutlak olsa Cehennem'den daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur'dan Gençlik Rehberi gayet kat'î bir surette isbat etmiş.

O risale ise, şimdi resmen tab'edildi. Bir müslüman el'iyazü billah, eğer irtidad etse, küfr-ü mutlaka düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkukta kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat noktasında, mazi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer.

Çünki geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalaleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar.

"Biz ölmemişiz, mahvolmamışız" lisan-ı halleriyle diyerek, o cehennemî halet, cennet lezzetine çevrilir. Madem hakikat budur, size ihtar ediyorum: Kur'ana dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlub olmaz, bu memlekete yazık olur.

{(Haşiye): Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, "Yazık olur" hükmünü isbat ettiler.} O başka yere gider, yine tenvir eder.

Hem eğer başımdaki saçlarımadedince başlarım bulunsa hergün biri kesilse, hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.


Bediüzzaman



[/DIKKAT]
 

pendüender

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

İslamiyetin hükümleri (Kur'an-ı Kerim ve sünnetullah) ezelde takdir edilmiş, ebede kadar da devam edecektir..


Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?
Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.​
 

pendüender

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

İmam Rabbani’ye göre dünya gerçeği şöyledir:

“Ey oğul! Bu dünya bir imtihan ve sıkıntı yeridir. Zahiri her tür süslerle tezyin edilmiş ve bezenmiştir. Dünya yüzü renk renk beneklerle ve çizgilerle makyajlanmış, saç örgüleriyle ve sahte yanaklarla zoraki güzelleştirilmiş çirkin bir kadına benzer. İlk bakışta hoş gözükür, güzel, taze, körpe ve parıltılı bir şekilde olduğu sanılır. Gerçekte ise üzerine güzel koku silinmiş bir lâşe, kurtların ve sineklerin üşüştüğü bir çöplüğe benzer. Susuz insanın su zannettiği bir serap ve şeker görüntüsünde bir zehirdir.” (73. Mektup)

Dünya ve Ahiret Arsındaki Denge

“Öyleyse ahireti isteyen kişiye düşen dünyayı terk etmektir. Günümüzde dünyayı hakiki manada terk etmek zor olduğundan onu hükmen terk etmek bir zorunluluktur. Dünyayı hükmen terk etmek dini işlerde şeriat-ı garranın hükmünün gereğine bağlanmak, yeme içme ve barınma işlerinde şer’î sınırlara riayet etmek, bu konularda haddi aşmamak ve zekâta tabi olan malların ve hayvanların farz kılınan zekatlarını vermekten ibarettir. Şer’î hükümlerle donannak mümkün olursa dünyanın zararlarından kurtulmak da mümkün olur. İşte o zaman dünya-ahiret birlikteliği sağlanmış olur. (72. mektup)

İmam Rabbanî’ye göre dünya hayatına aldanan Müslümanlar elde ettikleri dünyalık hususunda dinin emirlerini yerine getirmeyenlerdir. Bu sınıfı İmam Rabbanî şöyle tarif eder:

“Bir insan hükmen de olsa dünyayı (şeri ölçülerle kullanarak) terk edemiyorsa, bu tür insanlar konumuzun dışındadır. Onun bu şeklî imanı ahirette kendisine fayda sağlamayacaktır.” (72. Mektup)​

İmam Rabbanî hazretleri dünyadan kaçınmanın çok zor olduğunu, onun şerrinden kurtulan Müslümanların ise son derece az olduğunu şöyle anlatır:

“Dünyanın bunca gösterişi debdebesi hizmetçileri, avanesi lezzetli yemekleri ve süslü elbiselerine rağmen bu doğru söze kulak verip dinleyen ne bahtiyar insandır.

Kulağını feryadıma kapatmış duymuyor!

Anlatıyorum ağlıyorum ama kabul etmiyor!” (72. Mektup)​

İmam Rabbani hazretleri Kur’an’da ve hadislerde yerilen dünyayı şöyle tarif eder:

“Ey Oğul! Dünya nedir bilir misin? Kadınlar, oğullar, mallar, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhanehû’dan uzaklaştıran ve O’na ulaşmanı engelleyen her şey dünyadır.” (73. Mektup) Aslında bu nimetler zaten insan için yaratılmıştır. Mesele bunları kullanmak değil, onları kullanırken esas hedefi kaybetmemek, dünya nimetlerinin Allah Teala’ya vuslata engel olmasına izin vermemektir.

Dünyaya razı olarak Allah’tan yüz çevirenler aslında manevi olarak akli dengelerini kaybetmiş kimselerdir. Onlar ebedi olanı faniye, güzel olanı çirkine değişmiş, ellerindeki ebediyet sermayesini israf etmiş kimselerdir:

“Ona âşık olan sefih ve çarpılmış addedilir. Ona tutulan deli ve aldatılmıştır. Her kim onun zahirine meftun olursa onun yüzüne ebedi hüsran damgası vurulur.” (73. Mektup)​


Şeriatı ayağa kaldırmak için harcanan dünyalığın Allah katında sonsuz bir ecri olacağını bizzat şöyle ifade eder:

“Şu var ki eğer binlerce altın şeriatı ve dini yüceltmek maksadıyla harcanırsa onun da fazileti çok yüksektir. Hatta bu niyetle bir kuruş bile harcamak başka niyetlerle harcanan binlerce altına denktir”. (48. Mektup)​
 
Son düzenleme:

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

Ey evlad, ana rahminde seni kim besledi. O halde iken ne kadar acizdin, bu hale seni getiren kim?

Sen ise kendi varlığına ve halka dayanmaktasın, parana, mevkine, bilgine güveniyorsun.

Güvendiklerin bugün var yarın yok olabilirler.

Yüce ALLAH’tan (C.C) başka her kime güveniyor veya kimden korkuyorsan o senin ilahındır.

Yakında bütün güvendiklerin yok olur kullarla aran açılır,

sana karşı kalpleri katılaşır, kapıları yüzüne vururlar seni kapı kapı dolaştırırlar. Çağırsan yardımına koşan olmaz.

Bütün bunlara sebeb Hak’tan başkasına güvenmiş olman, O’nun nimetlerini başkalarından bilmiş olmandır.

***


Ey ALLAH (C.C) yolcularını bulamayan; varlığını ve yaratılmışları HAK varlığına perde eden kişi;

ağla,

başkasına bir ağlarsan kendine bin defa ağla.

Abdulkadir Geylani Hazretleri...
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 39 - Dünya İçin Din Feda Olunmaz

İslamiyette ise hak kuvvette değil, kuvvet haktadır. Paşa ile avamdan bir insan aynı şartlarda, aynı haklara sahip olarak yargılanır, muhakeme edilir. Havastan avama şefkat ve merhamet, avamdan havassa da hürmet ve itaat şeriat-ı islamiyenin mahsülüdür.


[NOT]Ezcümle; bu mübarek, adâletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki; meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde diyor ki: “İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

Büyük bir âbidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fâtih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fâtih’in arzusunun hilâfına olarak, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fâtih, cezaen, Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fâtih aleyhine dâvâ açar. Bunun üzerine mahkemeye celp edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire, hâkimin şu ihtarıyla karşılaşmış:

“Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın; ayakta beraber dur!”

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı Padişah-ı maznûna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir.


Fakat, mimar kısası istemediği için, Büyük Fâtih, günde on altın tazminata mahkûm olur ve hattâ kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır.

İslâm mahkemesinin adâletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin huzûr-u mehâkimde müsavî olduğunu gösteriyor.


İşaratü'l-İ'caz[/NOT]
 
Üst