Muhammed Esed Ve Meali IV-V

molla_zehra

Well-known member
Esed'in "akli yorumlarını" üçe ayırmıştık. Bugün, 3. şıkka girenlerin tasnifini yapalım:

a) Mucizelere, ilahi-kevni yasalara uygun izahlar getirmek: Mesela, Musa kıssasında geçen "suyun yarılmasıyla" ilgili izahı gibi (2.50; 20.77-78; 26.65-66 ve ilgili notlar). Mucizelerin "asla izah edilemez" oldukları gibi bir saplantınız yoksa, bu türden izahları kabul de edebilirsiniz, ret de. Nihayetinde bir yorumdur. Münker olmayan ve usulüne uygun yapılmış aykırı bir yoruma, sırf önceki yorumlara uymuyor diye karşı çıkmak, yorumlardan birini "cumhurun" ya da "selefin" gerekçesiyle "mutlaklaştırmaktır". Bu yaklaşım usule aykırıdır. Tehlikelidir, çünkü mutlaklaşan yorum nassın yerini alır. Yorum mutlaklaşırsa, nas mukayyetleşir. Kaldı ki, yorum yorumu nakzetmez.

Çoğunluğun görüşüne aykırı yorum yapmak, tek başına, yorumun geçersizliğinin delili olamaz. Çoğunluk (cumhur) adı verilen müfessirlerin bir çoğu, "kendilerinden önceki çoğunluğun" görüşüne aykırı nice yorumun sahibidir. "Maymunlaşma" konusunda (2.65) Mücahid'in yorumu, "illa ma zahara minha" (24.31) hakkında Kaffal'in yorumu, Maide 6'daki "ayaklarınızı da" hakkında Taberi'nin yorumu yüzlerce örnekten sadece birkaçıdır. İlim tarihimizde "cumhur" sözcüğünün otoritesine sığınılarak nice yanlış yorumların mutlaklaştırıldığı erbabının malumudur. Bir yorumun "şaz" olması, tek başına, yanlış olmasını gerektirmez. Bunun en tipik örneği tefsir tarihinin en özgün isimlerinden olan Ebu Müslim el-Isfahani'nin yorumlarıdır. Onun "şazzın şazzı" sayılan yorumları, Razi tarafından çoğu zaman "müreccah görüş" olarak desteklenir. Zaten onun kayıp olan tefsirine, Razi sayesinde, bu yolla ulaşmış oluruz.

Hepsi bir yana, tefsir tarihinde en aykırı yorum dahi "nakle" değer bulunmuştur. Kirmani'nin 40.34'teki "Yusuf"un, Hz. Yakub'un oğlu Yusuf değil, Hz. Yusuf'un torunu Yusuf olduğu görüşü gibi.

b) İki görüşten birini almak: Esed'in, ayın yarılmasıyla ilgili 54.1 ayetiyle ilgili yaklaşımı bunun örneğidir. İki görüşten birini tercih edip bunu da lafız-mana-maksat üçgeninde cevapladıktan sonra, bize "müfessir tercihte bulunmuş" demek düşer. Esed'in 3.30-32. ayetlere getirdiği yorum da bu türdendir.

c) İkna edici nakli ve akli bir delile dayanmaksızın mucizeleri tevil: Mesela, 3.49'a getirmeye çalıştığı izah ve yine 12.93'e düştüğü Hz. Yakub'un gözlerinin açılmasına ilişkin pek de ikna edici olmayan, zorlama notta olduğu gibi.

Fakat çok sınırlı sayıdaki bu örneklere bakıp Esed'e "rasyonalist" yaftasını yapıştırabilir miyiz? Rasyonalizm, aklı mutlaklaştıran bir felsefedir. Oysa ki akıl vahye göre varlığı aktif oluşuyla mukayyet bir araçtır (bağ). Bir müminin bu anlamda "rasyonalist" olması mümkün müdür?

Bu ikna edici olmayan bir iki yoruma dayanarak, Esed'in mucizeleri inkar ettiği iftirasında bulunabilir miyiz? Özetle o, Kur'an'a "akılcı" yaklaşmamıştır, "akıllı" yaklaşmıştır. Akli yorumlarının bazısında isabet edememiştir. Onun rasyonalizm hakkında nasıl mümince bir eleştiri getirdiğini merak edenler Yolların Ayrılış Noktasında İslam adlı eserine başvurabilirler. Ben buraya kısa bir bölüm aktarmakla yetineyim:

"Din meselelerinde aklın işlevi, tedbir ve denetim karakteri taşır; vazifesi, insan zihnine, onun kolayca, yani felsefî tevillere başvurmadan yüklenebileceklerinin dışında hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmemesini sağlamaktır. İslâm dininde, beşerî duygulara (hevâ ve hevese) hâkim olan selîm ve önyargıdan uzak bir akla itimat edilmiştir. Fakat bu demek değildir ki, İslâm'la tanışan her akıl sahibi insan, zarûrî olarak ve mecbûr imişçesine onun esaslarını kabul eder! İslâmı kabul, her şeyden önce (manevî) bir istidat, çevre ve nihayet rûhî aydınlanmaya eriş - ya da, Kur'ân-ı Kerîm'in tâbiriyle, bir hidâyet meselesidir. Sübjektif önyargılarla donanmış kimselerin dışında, İslâm'da akla aykırı bir şey bulunduğu iddiasıyla ortaya çıkacak bir tek kimse bulamazsınız. (...) Aklımız, yaratılış karakteri icâbı, 'küllî oluş' fikrini kavrayamaz. Biz ancak, her şeyin teferruâtını (nasıl ve nice) anlayabiliyoruz. Fakat sonsuzu, ebedî ve ezelîyi, hatta hayâtın mahiyetini bilemiyoruz. Mutlak ve küllî temellere dayanan dînî hükümlere gelince: bunlar konusunda zarûrî olarak öyle bir rehbere muhtâcız ki, onun aklı maddeye dayalı salt aklî düşüncenin de, hepimizde bulunan sıradan akletme kabiliyetinin de üstünde ve ötesinde bir vasıf taşısın! Biz, vahiyle aydınlanan birine - kısaca bir peygambere muhtacız. Kur'ân'ın Allah (c.c.) kelâmı, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Allah (c.c.) Rasûlü olduğuna inanıyorsak eğer, her ikisinin rehberliğine, sadece ahlâkî olarak değil, aynı zamanda zihnî ve aklî olarak da, kayıtsız şartsız uymak durumundayız. Bu kayıtsız şartsız uyma hali, aklî melekelerimizi bir tarafa atmamız anlamına gelmez..."

Bu satırları yazan birini "rasyonalizme" nisbet etmek, insafla ne kadar bağdaşır? "Sünnetli" ve "mezhepli" olmak yerine, geçimini "sünnetçilik" ve mezhepçilikle" temin edenlerin onu malum ağızla "sünnet düşmanı" ilan etmelerine ne demeli? En affedilmez olanı da, bu satırların yazarını 'gizli din taşımakla' suçlamaktır ki, bu noktada söz tükeniyor.

_________________________________________________Anlam, kaynağından çıkıp hedefine doğru ilerlerken, bazen "yol kazası" geçirir. Kimi zaman anlam yuvarlandıkça büyüyen bir kar topu gibi "genişler". Kimi zaman da güneşe maruz kalmış bir kar topu gibi "daralır". Anlamın hedefe doğru giderken yolda başına her iki kazadan hangisi gelmiş olursa olsun, bu bir "anlam kayması"dır.

Eğer biz anlamın kabı olan "lafzı", bu kabın muhtevası olan "mânânın" amacı değil de aracı olarak görüyorsak, bu durumda bize düşen, bu kabın ilk muhteviyatını orijinal haliyle tesbit etmektir. Zaten tefsir ilminin üzerinde yükseldiği sütunlardan biri de budur.

Heidegger'in dediği gibi "ağzını açan anlaşılmak ister". Vahiy, "hem kendi içinde açık ve anlaşılır, hem de dışındaki 'eşyayı' açıklayan ve anlaşılır kılan" (mubîn) bir mesajdır. Her mesaj bir anlam taşır. Mesaj sahibinin meramını doğru anlamak, muhatabın ilk görevidir. Hatibi doğru anlamanın ilk şartı da, onun hitabının orijinal anlamına ulaşmakla olur.

İlahi vahiy insanoğlunun algı seviyesine, beşer dili sayesinde "indirilmiştir". Kur'an vahyi için bu dil Arapça'dır. Vahiy, aşkın hakikatleri içkin lafızlardan oluşan Arapça'nın içine yerleştirirken üç tür tasarrufta bulunmuştur:

1. Cahiliyye Arabı'nın kullandığı bazı kelimelerin içeriğini tamamen boşaltıp yeniden doldurmuştur: Vahyin ıstılahlaştırdığı "kafir", "münafık", "hanif", "İslam" ve "takva" kelimeleri ilk elde buna verilebilecek örneklerdir.

2. Kısmen boşaltıp doldurmuştur: İbn Faris'in de açıkladığı gibi gerçek birçok anlamlı terim olan "salat" kelimesi, yine "haşyet", "havf", "kalb", "ruku", "sucud" gibi.

3. Aynen almıştır: Istılah niteliği taşımayan yüzlerce kelime buna örnek gösterilebilir.

Gelelim Esed'in bu konudaki yaklaşımına.

Esed, bazı Kur'ani ıstılahların içini açarak özgün bir tarz geliştirir. Mesela "İslam: insanın Allah'a teslim olması", "muslim: kendini Allah'a teslim eden kişi", "takva: sorumluluk bilinci duyma" (Bu anlamı Esed'e maletmek hatalıdır. Ondan önce T. İzutsu kullanmıştır, muhtemelen Esed'le eş zamanlı fakat birbirinden bağımsız olarak Fazlur Rahman da kullanmıştır), "kafirler: hakikati inkar edenler", "kitab: ilahi kelam", "ehl-i kitab: geçmiş vahyin izleyicileri", "nefs: insan kişiliği", "ğayb: insan idrakini aşan olgular", "cihad: üstün çaba göstermek", "zekat: arındırıcı mali yükümlülük" vb. gibi...

Bunun nedenlerinden biri, mealin İslam'a yabancı bir hedef kitle için hazırlanmış olmasıdır. İngilizce çevirinin muhatabı tabiatıyla İngilizce konuşan/bilen dünyadır. Fakat tek sebebi bu mudur? Yedi göbek nesli Müslüman olan dünyanın böyle bir yönteme ihtiyacı yok mudur? Hatta İngilizler'den daha fazla ihtiyacı yok mudur?

Bırakınız cahilini, belli bir seviyenin üstündeki birinin tasavvurunda "İslam" ve "müslim" kelimelerinin karşılığını vahyin ilk muhataplarının tasavvurundaki karşılıklarla karşılaştırın bakalım? "İslam" günümüz Müslümanı'nın tasavvurunda "dinlerden bir dinin adı" olarak yer almaktadır. Oysa Kur'an'da bir "hal/duruş/tarz/tavır/yaşam biçimi" olarak yer alır ve Hz. Peygamber ve ashabı da bunu böyle anlar. Yine, "dinlerden bir din olan İslam'a mensubiyet ismi" hüviyetini kazanan "müslim" Kur'an'da, insanlığın değişmez yüce değerlerine mensubiyetin tüm zamanlardaki ve mekanlardaki ismidir. Onun içindir ki, Kur'an'a göre Hz. İbrahim, Hz. Musa, ona inanan sihirbazlar hep "Müslüman'dır".

Bugünün Müslümanı'nın zihnindeki "cihad" kavramı, Kur'an'ın "kıtal" sözcüğüne indirgenmiştir. "Şehid/şehadet" kavramları, anlam kaymasına uğramıştır. Kur'anî "nefs" sözcüğü, semantik bir başkalaşım geçirmiştir. Takva... İslami jargona aşina olanlar "takvalı adam" derken çokluk "zühd"ü kastederler. Bu insanın "takva"nın Kur'anî anlamını bildiği söylenebilir mi?

Dahası da var: "Allah ve melekleri nebiye salat ederler" (33.56) ibaresini "salavat okurlar" diye, "li yetefakkahû"yu "fıkıh tahsil etsinler" (9.122) diye çevirenler olmamış mıdır? Hangi "fıkıh"? Usulü en az 150-200 yıl sonra yazılan "fıkıh ilmi" mi? Bunun önüne geçmek için Esed'in yönteminden başka çıkış yolu mu var?

Zümrevi anlayışlar çerçevesinde kalsa da, Kur'anî terimlerin anlamların kısmen ya da tamamen kaydırıldığının, kimi zaman sıradan kelimelerin kavramlaştırıldığının daha garip örnekleri de vardır. Mesela "övülmüş bir konum" anlamına gelen "makam-ı mahmud" sıfat tamlaması, giderek ıstılahlaşarak "Mahmud'un Makamı" noktasına gelinmemiş midir? Sıradan bir zarf olan "ledün" kelimesi "ledün ilmi" gibi Kur'an'ın kastetmediği bir mahiyete bürünmemiş midir? Yıllardan beri pür Kur'anî bir ıstılah olan "millet", ait olduğu inanç sisteminin reddettiği bir tavır olan "ırkçı" veya "ulusçu" zihniyet elinde kirletilmemiş midir?

Aynı kaza hepsi Kur'ânî olan "veli, evliyaullah, kevser, zikr, nesh, nefsu'l-mutmainne" gibi kelime ve terkiplerin başına da gelmiştir.

Bizce Esed, Kur'anî kavramların tarihsel yolculuk sırasında muhatapların zihninde nasıl bir anlam kaymasına uğradığını, ömrünün çoğunu aralarında geçirdiği Müslüman toplumların üzerinde bizzat gözlemlemişti. Bu yönteme İslam'a yabancı toplumlardan daha çok, kendini İslam'ın ve Kur'an'ın varisi sayan Müslüman toplumlar muhtaç gibi görünüyor.

Fakat şu elbette söylenir: Esed, bu yöntemi kullandığı her yerde aynı başarıyı yakalayamamıştır. Bu yöntemin en büyük zaafı da, bağlama göre anlamı farklılaşan ıstılahtaki bu farklılaşmayı gösterememiş olmasıdır. Ayrıca, "zekat, sadaka" gibi daha o zamandan ıstılahlaşmış kelimeleri metinde koruyup dipnot halinde vermesi daha uygun olabilirdi.

MUSTAFA İSLAMOĞLU
 
Üst