Salih Olmak Yetmez

imported_habib

New member



HÛD SÛRESİNİN 117. YETİNDE, "Rabbin, ahalisi muslih olduğu halde, bir beldeyi zulümle helâk edici değildir" buyurulur.


Bazı meallerde ciddi bir dikkatsizlik eseri olarak ‘salih’ kelimesiyle karşılanan ‘muslih,’ vâkıa, ‘salih’ kelimesi ile aynı kökten gelir. Lâkin, ‘salih’ olmaktan öte birşeyin, ‘salih’ olanların çıkmaları gereken bir üst basamağın ifadesidir.


Açacak olursak, kendisini ve şu kâinatı yaratan ve onu sayısız nimetle donatan Rabb-ı Rahîm’i iman ile tanıyan insan, tanıyıp iman ettiği bu Rabbe teşekkürünü ‘amel-i salih’ ile dile getirir. Yani, tanıdığı bu Rabbin emrine itaat eder: O’nun yapmasını emrettiği işi işler, yapmamasını istediği şeyden sakınır. ‘Amel-i salih’i bu şekilde ifa ediyor olmasıyla da, ‘salih’ bir kul sıfatına ulaşır.


Lâkin, işte bu ‘salih olma’ noktasında şöyle bir durumla da karşılaşır: Kendisi Rabbini tanıyıp O’na ibadet ederken; şeytanların saptırdığı, dolayısıyla iman ve amel-i salihten uzak insanlar ne olacaktır? Onlara karşı nasıl bir tavır takınacaktır? "Ne halleri varsa görsünler! Onların durumu beni ilgilendirmez" mi diyecektir? Yoksa, kendisinin tanıyıp ibadet ettiği Rabbi onların da tanımaları; onların da küfür ve bozgunculuk yerine iman ve amel-i salihi kuşanmaları için çaba mı sarfedecektir?


Şeytan, işte burada, ‘salih’ler üzerinde yeni bir oyun icra eder. Küfür ve bozgunculuk yönüne kaydıramadığı, iman ve amel-i salih üzere olmalarına engel olamadığı bu insanları yalnız kendilerinin salih oluşuyla yetindirmeye çalışır. Tembellikten korkuya, mevki-makam sevgisinden tamahkârlığa uzanan çok değişik yol ve araçları kullanarak, salihleri ‘başkalarının da salih olması’ için çaba sarfetmekten alıkoymak için uğraşır. Hûd sûresinin 117. âyetindeki ‘muslihûn’ ifadesini bir kez daha hatırlarsak; ‘salih’ olmayı yeterli gösterip, onu ‘muslih’ de olmanın engeli ve rakibi kılmak ister.


Nitekim, tarih boyunca ve bugün, kendisi amel-i salih üzere yaşayan, ama başkalarının ıslahına çalışmayan; deyim yerindeyse ‘kendine müslüman’ olup başkalarının da İslâmî bir hayatı kuşanmasına gayret sarfetmeyen niceleri vardır. Bunlar, doğru olanın, olması gerekenin ne olduğunu bilirler ve bizatihî bunu tatbike çalışırlar. Ama ya edindikleri makam, ya kazandıkları servet, ya karşılığında maddî-manevî menfaatler edindikleri ilişki ağı, ya rızk endişesi, ya insanların da ıslahıósalih olmalarıóyolunda sarfettiği çabalara mukabil müfsitlerin ve zorbaların boy hedefi haline gelme korkusu.. yüzünden ‘muslih’ olamazlar. Salih olmalarına mukabil muslih olmamaları yüzünden de, kendileri mü’min iken küfre rıza gösterme, kendileri zalim değilken zulme razı olma gibi bir çelişkiye dûçar kılınırlar.


İşte, Hûd sûresinin 117. âyetinde, bu sırdandır ki, "Rabbin, ahalisi muslih olduğu halde bir beldeyi helâk etmez" buyurulur. Fakat, "Rabbin, ahalisi salih olduğu halde bir beldeyi helâk etmez" buyurulmaz. Bu da demektir ki, Rabbü’l-âlemîn bir belde ahalisini salih oldukları haldeómuslih de olmadıkları içinóhelâk edebilir!


Bu bakımdan, deprem gibi müthiş ve kuşatıcı bir musibeti yaşamış insanlar olarak, bu hale niye dûçar olduğumuz sorusuna cevap ararken, sûre-i Hûd’un 117. âyetinin izinde yürüyerek ‘ıslah’ yolundaki umumî gevşekliğin hissesini de görmemiz lâzım gelmektedir. Özelde ehl-i din, çevresinde muhatap olduğu insanların salih kullar olması; onların da iman ve amel-i salihi kuşanması için yeterince gayret sarfetmiyor olmalı ki, Rabbü’l-âlemîn içinde salih kulların da bulunduğu bu beldeye umumî bir musibet vermiştir.


Böyle bir musibeti tekrar yaşamamak için ise, ehl-i dinin, âyetin dersini tam alması beklenir. Bu dersin alındığının göstergesi ise, son dönemlerde olabildiğine zayıflamış bulunan ‘ıslah’ ve ‘tebliğ’ gayretinin yeniden kuşanılmasıdır. ‘Salih’ bir kul olmaya çalışırken, bu ‘salih’liğin ‘muslih’likle tamamlamasıdır.



27.12.2003


© 2007 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu
 
Üst