Tevbe Sûresinin Öğrettiği..

molla_zehra

Well-known member
Risale-i Nur külliyatı içindeki en uzun risale olarak "Yirmibeşinci Söz," Kur'ân'ın mucizeliğine adanmış muhtevasıyla, dikkatli her muhataba Kur'ân'dan hakikat dersi almanın bir dizi yolunu öğretir. Bu risalenin son kısmı olarak "Üçüncü Şule"nin "üçüncü ziya"sı ise, Risale-i Nur müellifinin Kur'ân'la birlikte hayata ve kâinata bakışının en muazzam örneklerinden birini oluşturur.

Burada özetlemenin imkânsız olduğu bu bahsin ana vurgusu, Kur'ân'daki muvazene ve tenasüptür. Kur'ân, hayatın çok farklı alanlarına ait farklı farklı hükümler getirmekle, her bir esmâ-i hüsnânın gerektirdiği başka başka hususlara işaret etmekle, hakikatin başka başka renklerini görüp göstermekle birlikte, üstelik yirmiüç sene içinde farklı nüzul sebepleri bulunan âyetler olarak parça parça nazil olduğu halde, sûreler, âyetler, hatta her bir âyet içindeki cümle ve kelimeler arasında muazzam bir uyum, âhenk ve denge vardır. Hakikat terazisinin bir tarafı özellikle nazara verilirken, öteki taraf ihmale uğruyor değildir. Ulûhiyet ile rububiyet, vahidiyet ile ehadiyet, celâl ile cemal arasında benzersiz bir denge, muvazene ve tenasüp içinde konuşmaktadır Kur'ân.

Kendisine dikkatle muhatap olan her insanın Kur'ân'a muhatabiyet zeminini genişletir ve yükseltir bir istidaddaki "Yirmibeşinci Söz" ve özellikle bu son kısmı, şahsen, bir kul olarak bütün eksikliğim ve kusurlarımla birlikte olabildiğim en iyi şekilde Kur'ân'a muhatap olma çabalarımda rehberim olmuş; kendi hayatımdaki çok meseleyi en azından zihnen çözmemi sağlayan birçok ölçü de bu rehberlikle nasip ve müyesser olmuştur.

Bu bâbda, daha önce taşıdığı en bariz dersin maalesef farkına varamadığım Tevbe sûresi, ancak sözkonusu muvazene nazarıyla açılmıştır dünyama. Bu sûre, Kur'ân okuyan herkesin bildiği üzere, besmelesiz okunan bir sûredir. Zira, Mekke'nin fethinden sonra nazil olmuş bir sûre olarak, hâlâ küfürde kalmış olanlara karşı kesin bir ültimatom niteliğindedir. Kıtâl gibi, savaş gibi, "Severek küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin" gibi kesin, keskin ve sert hükümler içermektedir.

Sûrenin bu muhtevasını, şu veya bu düzeyde, hayatında Kur'ân'a muhatabiyet çabası olan herkes bilir. Çünkü, sûreye Rahman ve Rahîm gibi rahmet ve cemal yüklü iki esmâ-i hüsnâyı zikretmeden başlanmasının sebebine dair bir izahı ya duymuş yahut okumuştur.

Ancak, bu sert ve şiddetli sûrenin, bilinmeyen, görülmeyen, çok açık olduğu halde gözlerden gizlenen bir başka veçhesi vardır. Yıllar yılı bu sûrenin 'besmelesiz'liğine kilitlenmiş biri olarak Kur'ân okumaya başladıktan ancak onyedi sene sonra farkına vardığım bir açık hakikattir bu; açıklığı, en başta, sûreye isim olmasındandır. Kıtâl emreden, savaş emreden, Mescidü'l-Haram'a müşriklerin ayak basmasını ebediyyen yasaklayan, bilerek küfrü imana tercih eden en yakınını bile dost edinmeme uyarısında bulunan bu sûre, öte yandan, adı üstünde, "Tevbe" sûresidir!

Zira, sûre, içerdiği o denli kesin ve keskin hükümle ve buna binaen "Rahman ve Rahîm"siz okunmakla birlikte, üçüncü âyetinden başlayarak, rahîmâne bir kayıt düşmektedir. Kesin bir ültimatoma muhatap kılınan müşrikler sûrenin henüz üçüncü âyetinde "Eğer tevbe ederseniz, o sizin için daha hayırlıdır" tavsiyesi ile Rablerinin yoluna dönmeye davet edilmektedir. Bu 'tevbe' daveti ve tavsiyesi, beşinci âyet, onbirinci âyet, onbeşinci âyet derken, defaatle dile getirilmektedir.

Ki, sûrenin sonuna doğru gelindiğinde, Rabb-ı Rahîm'in bu kez Tevvâbu'r-Rahîm olarak zikrolunduğu bir âyet gelecektir. Sûrenin bu 118. âyeti, bir bakıma, sûreye adını veren âyettir. Zira, âyet, Tebük Gazvesinden mazeretsiz geri kalan, ancak bir mazeret uydurmaya yeltenmeyip hatasını itiraf ile beraber istiğfar ve tevbe eden, bu hengâmda elli gün boyu 'yerin bütün genişliğiyle beraber kendilerine dar geldiği' bir ağır imtihan yaşayan üç mü'minin tevbelerinin kabul edildiğini bildirmekte; "Allah onları affetti ki, tevbe etsinler. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden Tevvâb, rahmeti nihayetsiz olan Rahîm'dir" mealindeki ilâhî fermanla sona ermektedir.

Sûrenin sonuna gelindiğinde ise, sondan bir önceki âyet olarak 128. âyette, bu kez Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) raûfu'r-rahîm, yani çok şefkatli ve çok merhametli ünvanıyla anılıp övüldüğünü görürüz.

Velhasıl, Kur'ân'ın hükümce en sert, en keskin, en celâlli sûresi, öte yanda, o celâlin ardında saklı bir cemal ve rahmet de barındırır. Sûre, Rahmâni'r-Rahîm'siz başlasa dahi, devamla Zât-ı Zülcelâl Tevvâb ve Rahîm isimlerini hatırlattığı, bu isimlerin hazır bir örneğini 118. âyette zikrettiği gibi, Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselam örneğinde kullarına da 'raûf' ve 'rahîm' olma, yani şefkat ve merhamet dersi verir.

Açıkçası, bu en celâlli sûre, celâliyle birlikte taşıdığı Tevbe ismiyle, Kur'ân'ın celâl-cemal dengesini nasıl kurduğunun muazzam bir örneğidir ve bize de, nice dersin yanında, bu dengenin de dersini vermektedir.

Bu dersten benim dünyama düşen hisselerden biri ise, tevbe kapısı kapanmadan kapıyı kimseye kapatmamak gerektiğidir...

METİN KARABAŞOĞLU
 
Üst