"Allah ile kul arasına kimse giremez" mi?

molla_zehra

Well-known member
Allah ve kulun arasına kimse giremez” sözünde bir hakikat payı olmakla beraber, bugün bu sözü diline dolayanlar, İslâm’ın “Emr-i bilma’ruf” farizesinin ortadan kaldırılmasına çalışılmaktadır. Bahsedilen sözün hakikat tarafı, ancak Allah’a (C.C.) ibadet edileceği, hamdin ancak O’na mahsus olduğu ve hidâyet edicinin ancak O olduğu, kullarını affetmek veya azab etmek tamamen O’nun iradesine bağlı bulunduğu gibi mânâlardır. Bu mânâlarda, Allahü Teâlâ ile kulun arasına, değil âlimler ve din adamları, peygamberler dahi giremez. Binaenaleyh, Hıristiyan papazlarının günahları affetme yetkisine sahip olduklarını iddia etmelerinin, ne derece sapık bir düşünce olduğu son derece açıktır.

Bu kâinatta sebeblerle iç içe yaşadığımız unutularak, yukarıdaki sözü sebebleri inkâr mânâsında kullanmak, büyük cehalet olur. Çünkü, bu mânâda hareket eden bir kimsenin önce kendi anne ve babasını inkâr etmesi lâzım gelir. Mademki, onun yaratıcısı ancak Hâlik-i Zülcelâl’dir, o halde, ebeveyni neden araya girmişlerdir? Bu durumda onların inkârı ve reddi icabetmez mi?

Diğer taraftan, bu adamın bütün meyve ağaçlarına da savaş ilân etmesi lâzımdır. Zira meyveleri insana nimet kılan, ancak Rezzak-ı Hakiki olduğuna göre, bu ağaçlar niçin araya girmişlerdir?

Ve hâkezâ kıyas ediniz...

İşte, hem herşeyin yaratıcısı ve tüm mahlûkatı doyuran rezzak Allah olduğu gibi, hidayet verici de yine O’dur. Bununla beraber O Hakim-i Mutlak’ın, Hâdî isminin tecellisi de yine sebebler tahtında olmaktadır. Buna göre, peygamberlerin gönderilmesi Allah ile kulun arasına girmek şeklinde değerlendirilemez. Peygamberler Allah’nın emirlerini O’nun kullarına tebliğ ettikleri gibi, peygamberlerin vârisi olan âlimler de elbetteki üzerilerine düşen tebliğ vecibesini yerine getireceklerdir. Onlardan öğrendiğimiz hakikatları kendi aile efradımıza ve arkadaşlarımıza anlatmak da bizim vazifemizdir. Bunların hiçbiri “Allah ile kulun arasına girme” sözünün içinde değerlendirilemez.

Diğer taraftan, bu sözü ileri sürenler, her ne kadar araya girmeyi isabetsiz bir davranış olarak değerlendirseler de, hakikatte tebliğ edici zatın durumu, tâbiri caiz ise, “ara açma” değil, belki “ara bulma” olarak anlaşılmalıdır. Acaba, müşfik ve merhametkâr padişahlarına isyan ederek, onun cezasını hak etme yoluna giren askerleri ikaz ile, onları itaate dâvet eden âlim ve fazilet sahibi bir zat için “padişahla askerlerin arasına niçin girdi” denilebilir mi?


NOT: Bu yazı Mehmet Kırkıncı’nın Hikmet Pırıltıları adlı kitabından derlenmiştir.
 
Üst