Mehmet Emin Birinci İle 55 Yıl

molla_zehra

Well-known member
Rahmetli Mehmet Emin Birinci Ağabey’in 55 yıllık dava arkadaşı Mehmet Fırıncı, Risale-i Nur hizmetinin bugünlere gelmesinde çok değerli emekleri bulunan Birinci Ağabey’le birlikte yaşadığı hatıralarını anlattı.

3 Nisan 2007’de öğle ezanlarıyla sekerat halinde teyemmüm edip sırt üstü ellerini göğsünde namazda gibi birleştirerek Rabbine yürüyen Mehmet Emin Birinci, dünyevi bütün bağlardan sıyrılmış olarak yaşadığı gibi bu aleme veda etti. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” hadisinin ibretli bir örneği oldu. Mehmet Emin Birinci’yi tanıyan kime sorsak, “Onu hep iman yolunda koşan ve namazı vaktinde ikame için didinen biri olarak tanıdık” diyecektir. Birinci’nin, bir nevi Miraç’ta Rabbinin huzuruna kavuşması elbette tesadüf değil. İnanan herkese ibretli bir derstir.
Yollarını takip edip çok sevdiği büyükleri Zübeyir Gündüzalp de bir 4 Nisan tarihinde toprağa verilmişti. “Kullukta bir sultan” olan Tahiri Mutlu da yine bir 4 Nisan tarihinde Eyüp sırtlarına defnedilmişti. Mehmet Emin Birinci de 4 Nisan’da... Neden hep aynı tarih?
Büyük zatların vefatı, milletimize gelecek musibetlerin arifesine rastlayan zamanlarda, adeta bir paratoner olarak gittikleri hal ehlince bilinen bir gerçektir. Bu günlerde yine Kayseri’deki hizmetlerin direği olan Ali Mutlu ile bir başka kardeşimizin trafik kazasında vefatı da bu manayı teyit eden ikinci önemli işarettir.
Onlar bereketli ömürlerini bir çekirdek halinde Nisan yağmurlarına bıraktılar. Bu, öteki âlemde gür bir ağaç olacaklarına işarettir.
İnsanları en iyi tanıtacak şey, onların yakınlarının, dava arkadaşlarının canlı hatıralarıdır. Binaenaleyh biz de Mehmet Emin Birinci’yi 55 yıllık dava arkadaşı Mehmet Fırıncı Ağabey’den sorduk.

Birinci Ağabey’le ilk defa ne zaman tanıştınız?
Birinci Ağabey, ilk defa 1952’de İstanbul’a gelmişti. Sanıyorum ilk defa o zaman görüştük. Kendisi Risale-i Nur’ları Rize’de tanımıştı. Köyünde Remzi Morgül isminde bir zat vardı. Remzi Ağabey 1950’li yıllarda Bafra’ya gidip gelerek rahmetli Muammer Ağabey’den Nurları alıp oralara getirmiş.

Birinci Ağabey’in köyünden İstanbul’a gelişi ve ÜstadÜstad’la tanışması nasıl oldu?
Birinci Ağabey ortaokul mezunu olduğundan o zamanlar yedek öğretmenlik yapma hakkı vardı. Eniştesi Kemal Usta’nın köyünde öğretmenliğe başlamış. Bir yandan Risale-i Nur’ları okuyor, diğer yandan da öğretmenlik yapıyordu. Derken bir gün okulun öğrencilerini topluca camiye götürüp namaz kıldırmış.

Demek namazcılığı ta o zamandan başlıyormuş!
Evet. Şikâyet olmuş ve öğrencilerle birlikte savcının huzuruna çıkarılmış. Savcı makul biriymiş ki kendilerini serbest bırakmış. Bu olaydan sonra İstanbul’a gelmiş. Sirkeci’de bir otelde resepsiyonda kâtiplik yapmaya başlamış. O sırada Üstad da Sirkeci Akşehir Palas Oteli’ne gelmiş. Bunu duyunca hemen Üstad’ın ziyaretine gitmiş. Tabi eserlerinden tanıdığı Üstad’ın huzuruna çıkınca heyecanlanmış. Elini öptükten sonra Üstad kendisine iltifatta bulunmuş ve alnından öperek talebeliğine kabul ettiğini söylemiş.

Daha sonra Birinci Ağabey’le hizmet beraberliğiniz nasıl devam etti?
Birinci Ağabey’le Kirazlımescit Sokağı’nda 50 numaralı binada tanıştık. O sonra memleketine gitti. Bir müddet kaldı. Üstad İstanbul’dan ayrıldıktan sonra ben Temmuz 1953’te askere gittim. Askerden Şubat 1954’de dönünce Birinci Ağabey’le yine İstanbul’da görüştük. O sırada 50 numara tamirata girince Aksaray’da Dokumacı Hüseyin’in üst katında bir müddet devam ettik. O zaman Ahmet Aytimur, Birinci Ağabey, Üzeyir Şenler, Hakkı Yavuztürk’le beraberdik. Daha sonra Kirazlımescit’teki 50 numaralı binanın yanındaki 46 numarayı Abdurrahman Tan satın alınca, ev sahibi içine girmeden Birinci Ağabey’le Hakkı Yavuztürk oraya girip yerleştiler ve hizmete başladılar. Ben o sırada fırına gidip gelerek onlara yardım ediyordum. Orada ilk olarak İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi’ni teksir etmişlerdi.
Birinci Ağabey, askerliğini İzmir’de yaptı. Askerden izine gelse yine hep İstanbul’a gelirdi. Askerlik bitince de İstanbul’a geldi. Askerde iken Sözler’i Kur’an hattıyla baştan sona yazmış. Ben o Sözler’i Üstad’a götürdüm, tashih etti ve arkasına Birinci Ağabey’e dua yazdı. Rahmetli onu yanında saklardı. Ama ne olduysa birisi almış getirmemiş.
Askerden döndükten sonra gerek İstanbul’da, gerekse Ankara’da hizmetler gelişmeye başladı.

Birinci Ağabey Isparta ve İnebolu’ya neden gitmişti?
Mektepli olduğu, daktilo bildiği ve matbaa hizmetlerine yatkın olduğu için ağabeyler Üstad’la istişare edip Birinci Ağabey’i Isparta’ya istediler. Antalya’da İleri Matbaası’nda risalelerin basılmasına yardımcı oldu. Orada Hutbe-i Şamiye basıldıktan sonra İnebolu’dan Nazif Çelebi teksire yardımcı olmak için bir genç isteyince bu defa Birinci Ağabey’i İnebolu’ya gönderdiler.
1957’ye gelindiğinde hem İstanbul, hem de Ankara’da risaleler yeni yazıyla basılmaya başlandı. Bu defa Birinci Ağabey’i Ankara’ya yardımcı gönderdiler. Ankara’da Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Said Özdemir. Ali İhsan Gemalmaz ve Ali İhsan Tola ile yayın hizmetlerine devam ettiler. Birinci Ağabey, Mektubat basılıncaya kadar Ankara’da kaldı. Basılan kitapları ciltletmek üzere Türkmenoğlu’yla bir kamyona yükleyip İstanbul’a getirdiler. O sıralarda Nazilli’de mahalli basının Üstad ve Risale-i Nur aleyhindeki iftiralarına karşı yazılan cevabi yazıda da imzaları bulunduğundan İstanbul’a gelir gelmez tutuklandılar. Sonra onları 1958 meşhur Ankara Davası için Ankara Hapishanesi’ne sevk ettiler.
Ankara Davası sonuçlandıktan ve hapisten çıktıktan sonra Birinci Ağabey İstanbul’a geldi. Ondan sonra neşriyatta bilfiil çalışmak üzere hep İstanbul’da kaldı.

O sırada ihtilal oldu ve Üstad vefat etti. Siz, Üstad’ın vefatında cenazeye iştirak ettiniz mi?
Evet, Bekir Ağabey, ben, Birinci Ağabey ve Hakkı Yavuztürk, Halil Yürür’le yola çıktık. Cuma günü defnedileceği için ona göre hareket ettik. Fakat perşembeden defnedilme kararı alınınca yetişemedik. Ancak cuma sabahı Urfa’ya ulaştık. Cenazeden sonra Ceylan Ağabey bana ”Sen kal, beraber döneriz” dedi. Bekir Ağabey ve Birinci Ağabeyler döndüler.
Biz de on gün sonra Üstad’ın arabasıyla Ceylan, Bayram, Sungur ve Hüsnü Ağabey’lerle İstanbul’a geldik. Gelirken bir gece Konya’da kaldık. Yolda arabanın tekerinden ses gelmeye başladı. Ceylan Ağabey’le birlikte baktık, kum dolmuş, temizlemeye çalışırken Sungur Ağabey, “Yoksa gitmemize izin yok mu?” diye söyleyince Ceylan Ağabey de, “Evet, araba bozulunca Üstad bizi bırakır, diğer bir araba tutarak gideceği yere giderdi” dedi.

_________________________________________________Üstad’ın vefatından sonra da neşriyata devam ettiniz değil mi?
Devam ettik. Sözler’i bastırmak için Fakülteler Matbaası’yla anlaşma yaptık. 25 forma dizildi. Cuma günü ihtilal oldu. Sözler’in basılması kaldı. Daha sonra Uhuvvet Risalesi’ni Celtut Matbaası’nda bastırdık. Risaleleri kolileyerek Üzeyir Şenler’in babasının dükkânına yerleştirdik. Üzeyir’le beni tutukladılar. Uhuvvet Risalelerini mühürleyip Üzeyir’in babasını yediemin tayin ederek teslim ettiler.
Biz içerde iken Birinci Ağabey’le Hakkı Yavuztürk Uhuvvet Risalelerinin mühürlü olduğu depoya gitmişler. Mühürleri bozmadan kolilerin içinden risaleleri çıkarıp, altlarına ve üstlerine birer Uhuvvet Risalesi bırakıp, kolilerin içlerini gazete kâğıtlarıyla doldurmuşlar. Kurtardıkları Uhuvvet Risalelerini rahmetli Kargılı Rıdvan ile Anadolu’nun her yerine dağıtmışlar. O ihtilal karanlığında kitap Anadolu’ya gidince kardeşler bayram yapmış, “Demek hizmet devam ediyor” diye moral bulmuşlar.
Üzeyir’le beni savcının huzuruna çıkardılar. Fakat savcı bizi muhatap bile almadı. Meğer Komiser Refik Bey savcıyla konuştuğunda “Bırak onları!” demiş. Uhuvvet Risalelerini iki ayrı bilirkişiye göndermişler, ikisinden de, “Bunlarda bir suç yok” diye müspet rapor gelmiş.
Biz çıkınca hemen Bekir Ağabey’in Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine gittik. Birinci Ağabey oradaydı. Bizi görünce bayram sevinci yaşadık. O sırada Birinci Ağabey, Bekir Ağabey’le “Risale-i Nur Sönmez” diye bir kitapçık hazırlamışlar.
Ertesi gün “Risale-i Nur Sönmez”i teksir yaptık. Ama kapağına ismini ve Üstadın ismini mühürle yapıştırmak mesele oldu. Cağaloğlu’nda şimdiki Sözler Yayınevi’nin altında bulunan bir mühürcüye Birinci Ağabey’le beraber gittik. Daha “Risale-i Nur Sönmez, Said Nursi”yi okur okumaz adam “Çıkın dışarı!” diye bir bağırdı. Bizi kovdu. Birinci Ağabey’le ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Mühürde yer alacak kelimeleri ayrı ayrı yaptırıp sonra bir araya getirelim dedik. Büyük harfle Risale, Nur, Sönmez, Said kelimelerini bastırdık. Sıra Nursi’ye geldi. Nursi’yi yazamadık, çünkü yine fark edilecekti. Bunun üzerine Nursi’nin harflerini tek tek bastırıp bir araya getirdik. Derken Hutbe-i Şamiye, Tuluat ve Münazarat’ı bu şekilde bastırdık.

Tam bir macera romanı gibi.
Evet o günler öyleydi. Bir macera da Hizmet Rehberi’nin sonundaki mektupta yaşadık. Mektubun iskeletini Atıf Ural’la Birinci Ağabey yazdı. Sonra hep birlikte tashih ederek son şeklini verdik. Çok güzel bir mektup oldu. Onu teksir edip, ihtilalin menfi havasını dağıtsın diye bütün Anadolu’ya gönderdik. 1960 Ekim ayı. Fakat mektubun postadan gönderilmesi mümkün değildi. Tabiri caizse özel ulak sistemi kurduk. Mesela birisi İzmit’e kadar gidiyor, İzmit’tekilere teslim ediyor. İzmit’ten bir başkası Adapazarı’na, oradan bir başkası Hendek Düzce’ye, oradan bir başkası Bolu’ya, böylece zincirleme bir şekilde bütün Anadolu’ya dağılıyor. İstanbul’da Bekir Ağabey’in de başında bulunduğu 15 kişilik bir grup oluşturduk.

O zaman Ceylan Ağabey de herhalde İstanbul’a geliyor?
Evet, o sıra Ceylan Ağabey de bir iki İstanbul’a gelip gitti. Fakat daha sonra tevkif edilip Bolvadin’de hapse konuldu. Bir defa İstanbul’a geldiğinde kendisiyle otobüsle Rumelihisarı’na gidiyorduk. İhtilalin cafcaflı günleriydi. Bazı arkadaşlar, “İhtiyat edelim, biraz baskı işine ara verelim” diyorlardı. Bunu Ceylan Ağabey’e ilettiğimde, “Kardeşim, durursanız, ne zaman başlayacağınızı bilemezsiniz!” demişti.

Bu arada galiba sık sık tutuklanıyordunuz?
Evet, emniyet adeta ikinci adresimiz olmuştu. Hutuvat-ı Sitte ve Tuluat’ın içini bastırmıştık. Kapakları bastırmak sorun oldu. Birinci Ağabey alelade olsun istemiyordu, güzel olsun bunları matbaada bastıralım dedi. Matbaaya gittik, anlaştık. Matbaacı yine Said Nursi ismini görünce polise telefon etmiş. Kitapları almaya gittiğimizde matbaacı, “Sizi polis çağırıyor!” dedi. Daha önce karakola ben gittiğimden Birinci Ağabey, “Sen dur, ben gideyim” dedi. Hepimizi tutuklamasınlar, hizmet durmasın diye birer birer gidiyorduk.
O sırada Tarık Zafer Tunaya’nın kitabı çıkmıştı. Orada Üstad ve Risale-i Nur’a karşı yalan yanlış bilgiler vardı. Buna karşı Birinci Ağabey’in kaleme aldığı çok güzel bir yazı vardı. İddialarına cevap veriyordu. Üstadın Kurtuluş Savaşı’na karşı olmadığı, hatta desteklediğini, Şeyh Said’e katılmayıp, milletin tenvir edilmesi gerektiğini beyan ediyordu. Bu yazı Hutuvat-ı Sitte’nin önsözü olarak yazılmıştı. Birinci Ağabey, emniyete gitmiş ve bu gibi yanıltıcı yazılara karşı bir açıklama olarak bunu yazdığımızı belirtmiş ve yazıyı da bırakmış. Pazartesi gittiğinde tekrar Birinci Ağabey’in ifadesini almışlar. Kendisini serbest bıraktılar, ama kitap kapaklarına el koydular.

Adeta bir savaş mücadelesi vermişsiniz.
O günler öyleydi. 1961’in Haziran ayında, yine Urfa’dan bir mektup gelmişti. Bu yüzden İstanbul’da bir tevkifat oldu. Hatta Birinci Şube Müdürü gelip bizden rica etti. “Seçime az kaldı. Faaliyetlerinizi yavaşlatın, beyanname neşretmeyin, ama toplantılarınızı yapın” dedi. Nedense yazılı açıklamalardan çok korkuyorlardı. 11 kişiydik. Bizi Eminönü’ndeki Birinci Şube’den sonra Harbiye’ye aldılar. 25 gün içerde kaldık. O sırada Birinci Ağabey’in komiserle arasında geçen bir diyalog oldukça ilginçti. Komiser Birinci Ağabey’e şöyle sordu: “Gayeniz nedir?” Birinci Ağabey, “İnsanların imanını güçlendirmektir” diye cevap verdi. Komiser tekrar, “Asıl gayenizi soruyorum” diye sordu. Birinci, “İman yolunda hizmet etmek, insanların doğru yolu bulmalarına yardımcı olmaktır” deyince komiser yine tatmin olmayıp şöyle dedi: “Hayır, hayır sizin gayeniz bu değil. Gerçek gayeniz nedir, onu söyleyin.” Birinci Ağabey bu sefer, “Siz söyleyin o zaman, nedir bizim gayemiz?” diye sorunca komiserin cevabı şu oldu: “Sizin gayeniz, böyle çoğalıp çoğalıp sonunda bizi kesmektir.” Birinci Ağabey’in üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Şöyle dedi: “Bir karıncayı bile incitmeyi yasaklayan bir dinin mensuplarını nasıl böyle zalim katiller gibi düşünebilirsiniz?” Maalesef bugün de o komiserle aynı yaklaşımı taşıyan insanlarla karşılaşıyoruz.

_________________________________________________Bu sırada sanırım Zübeyir Ağabey’i İstanbul’a getirmek için teşebbüsünüz olmuş.
Evet, o sırada Eskişehir ve Ankara’da bulunan Zübeyir Ağabey’i İstanbul’daki hizmetlerin başına geçmesi için Birinci Ağabey’le birlikte gidip ricada bulunduk. O da bizi kırmadı, Münazarat’ı teksir ederken geldi. Hatta unutmam, cebinden tarağını çıkarak forma kırmakta bize yardım etti. Biz, “Siz zahmet etmeyin biz yaparız” dedikse de, “Kardeşim ne demek, hizmettir, ben de yaparım” demişti.
Tabii bu sırada mahkemeler çoğalmaya başladı. Bekir Ağabey’in işi her geçen gün ağırlaşmaya başladı. Yazıhanesinde Birinci Ağabey’le ben ona yardımcı olmaya başladık. Birinci Ağabey daktilo bildiği için gece gündüz mahkeme kararlarını çoğaltıyordu. Çünkü o zaman fotokopi de yok. Bekir Ağabey beni de Risale-i Nur’da aranıp bulunacak yerler için fihrist olarak istihdam ediyordu.
O sırada ihtilalde içeri alınan Hür Adam sahibi Sinan Omur hapisten çıktı. Balmumcu Askeri Mahkemesi Risale-i Nur lehinde çok müspet bir karar verdi. Bu kararı çoğaltıp bütün adli ve idari makamlara göndermeye karar verdik. Nasıl yapacağız? Oturduk düşündük. Önceki daktilomuzun karakterleri bilindiğinden hemen anlaşılmasın diye yeni Prenses marka bir daktilo satın aldık. Birinci Ağabey o kararı mumlu kağıda güzelce yazdı. Sonra özel ince bir kağıtla (pelür) 1200 adet çoğalttık. Sıra bunu Anadolu’ya göndermeye geldi. Postanelerden atsak yine yakalanıp takibat yapılacak. Düşündük Ankara’dan Bakanlıklar’dan sarı zarf içine koyup atmaya karar verdik. Böylece devlet dairelerinden gelmiş resmi yazı süsü verilip dikkat çekmeyecekti. Teksirleri bir bavula koyup Ankara’ya gittim. Bir otele yerleştim. Resmi sarı zarflar satın alarak kararları içlerine bir bir yerleştirdim. Bekir Ağabey’in temin ettiği adli ve idari adresleri üzerlerine yazıp dikkat çekmesin diye her saat başı azar azar gidip Bakanlıklar Postanesi’nden postaladım. Bu iş birkaç gün sürdü. Sonra İstanbul’a döndüm. Çok geçmeden bütün Türkiye’den, “Risale-i Nurlar serbest olmuş” diye haber geldi. Yine bayram ettik. Birinci Ağabey’le hizmet maceralarımız bir ömür boyu böyle devam etti.

Devamı bir sonraki sayıda…


KUTULAR:

“Bize ördek çorbası yapmıştı!”
Hamdi Sağlamer- Samsun

1985’te Birinci Ağabey ile Samsun’da derste tanışmıştık. Çok etkileyici bir ses tonu vardı. Risale-i Nur’u düz okusa bile çok net anlaşılıyor ve yüreklere adeta nüfuz ediyordu. Biz ancak 1960’tan sonra hizmetle alakadar olmaya başladık. Sözler ve Mektubat adlı eserler basılınca Zübeyir Ağabey bizi çağırdı. Birinci Ağabey’le orada samimi olduk.
İmkânlarımız çok kısıtlı olması nedeniyle Birinci Ağabey İstanbul’a geldiğinde çorba bile yapamıyorduk. Bizim üzüldüğümüzü görünce, “Niye üzülüyorsunuz ben size çorba yaparım” demişti. Bir tencerenin içine 2 avuç şeker koymuş ve “Alın size ördek çorbası” demişti. Ördek çorbasının yapımını ondan öğrenmiştik ve bir ay boyunca ördek çorbası içmiştik.
En sonunda bir gün Sultanahmet Camii’nden dönüşte yokuş çıkarken bana dönüp, “Her gün ördek çorbası yemekten dizlerimde derman kalmadı, biraz et alıp güzel bir çorba yapalım” demişti. Bu bende hoş bir anı olarak kaldı. Bu hatıra, o günkü durumu anlatmak açısından önemlidir. Birinci Ağabey sık sık Risaleler teksir edilirken yiyecek ekmek bulamadıklarını anlatırdı. Bu duruma bizzat şahit olanlardanım.


“Zamanını hiç boş geçirmezdi”
Abdülhamit Oruç-Kırklareli

Birinci Ağabey deyince benim aklıma Bediüzzaman’ın “Kâinatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namazdır” kaidesini hayatı boyunca ön planda tutmuş bir namaz mücahidi geliyor. Onunla namaz hakkında konuşurken “Güneş, takvim, saat, seccade ve mümin bir noktada birleşmelidir” demişti.
1994 senesinden beri her yıl 3 ya da 4 ay yurtdışında genelde Almanya’da bulunurum. Özellikle Birinci Ağabey’in geleceği belli olan şehirlerdeki hizmetlerde bir hareketlenme olurdu. Gittiği yerlerde adeta bir namaz mücahidi olarak oradakilere namazın ehemmiyetini anlatırdı.
Birinci Ağabey’in bir dakika dahi olsa zamanının boş geçmediğine şahit oldum. Bir yerde sohbet edildikten sonra oluşan dünyevi konuşmaları istediği noktaya çekemezse bir kenara oturur, Cevşen okurdu.
Ağabeyimiz Risalelerin okunmasının yanında yaşanmasını da arzu ediyordu. Onun hayatı Risale-i Nur’un anlaşılması ve neşredilmesi ile geçti.


“Birinci Ağabey şehit oldu”
Adem Uymaz-Bolu

Birinci Ağabey zaten çok yakışıklıydı. Ben ölüsüyle dirisinin görüntüsü arasında bir fark göremedim. Bunun yanında gözleri açık vefat etti. Allah insanlara ölüm vaktinde gideceği yeri gösterirmiş. Ona Allah gideceği yeri gösterdi ve hayran olduğu için gözleri açık kaldı. Gözlerini kapamaya çalıştık ama o yine açtı. Artık bundan sonra kimse kapatamaz. Bir de dikkatimi çeken nokta şudur:
Sadece ağabeylerin cenazesinde de gördüğüm bir husus… mesela Bayram Ağabey’in alnından, Ali Uçar Ağabey’in sırtından kan akıyordu. Birinci Ağabey’in de göğsünde ufak bir yara vardı oradan sıcak kan akıyordu. Peygamberimizin bir müjdesidir ki, şehitlerin kanı öldükten sonra da durmaz ve akar. Normalde ölen insanların kanı donar ve siyahlaşır, sarılaşır. Ama kanının uzun süreden sonra açık ve net olarak akması vazife şehidi olduğunun göstergesidir inşallah.
Birinci Ağabey’i yıkarken zemzem suyunu daha dökmememize rağmen mis gibi kokuyordu. Morgdan çıkan ölüler sert olurlar, ama ağabeyimizin cildi pamuk gibiydi. Eskiden beri hukukumuz vardı. Allah rahmet eylesin. Birinci Ağabey’i en son hastanede ziyaret ettiğimde bana, Bayram Ağabey’de olduğu gibi, “Sünnetullah için güzelce yıka ve lahite kadar sen götür” demişti.
_________________________________________________“İstanbul’da şahs-ı manevi oluşturdular”
Mustafa Sungur- İstanbul

Bence hizmette talebeler birer ayinedir. Birinci kardeşle beraber diğer kardeşlerin şahs-ı manevileriyle çok büyük mertebeleri vardır. Bunlar tarif edilemez. Birinci deyince akla Fırıncı Ağabey gelir. Sağ olsunlar hizmet-i imaniyeyi her tarafa yaydılar. Fırıncı kardeş de diğer kardeşlerin desteğiyle hizmetleri Mısır’da başlattılar. Fırıncı kardeşin evliliği bile hizmetin Amerika’da yayılmasına yardım etti. Hanımı risaleleri İngilizceye çevirerek hizmete faydalı oldu. Onlar İstanbul’da adeta bir şahs-ı manevi oluşturdular.
Hizmet dediğiniz hep beraber olur. Fırıncı, Birinci, Sungur sürekli beraberdir. Allah beraber etsin.


“Namazdan sorumlu devlet bakanımızı kaybettik”
Gülay Atasoy- İstanbul

Vefatından birkaç gün önce gördüm onu. Özel Üsküdar Hospital Türk Hastanesi’nin 401 numaralı odasında yatıyordu. Adeta bir melek gibiydi. Çok kısık sesle “Dua et” dedi. Ben de “Ağabey esas siz bize dua edin” dedim. Biz ona “Namazdan Sorumlu Devlet Bakanı” ya da “Dua Bakanı” diyorduk. O bizim duacımız ve manevi babamızdı.
Hacda da beraberdik. Dua listesini çıkardı ve orada çocuklarımın isimlerini gösterdi. Çok mutlu olmuştum. Çünkü onun duası demek Üstadım Bediüzzaman’ın duası demekti. Yıllar yılı nazımızı çekti, niyazımızı dinledi. O, herkesin ağabeyiydi. Herkesle ilgilenirdi. Özellikle namaz konusunda. Ondan bize daha doğrusu kadınlara kalan nasihat şuydu:
“Namazınızı vaktinde kılın. Ezan okunduğunda yemek pişiriyorsanız ocağı kapatıp önce namaz kılın. Gıybet etmeyin. Bir de televizyonda gayr-i ahlaki şeyleri seyretmeyin, kurtuluşunuz kolay olur.”
Bu hizmet yolunda ne sıcak bir evi, ailesi, çoluk çocuğu ne de serveti oldu. Sahabe misal yaşayarak örnek oldu. Hep şunu söylerdi: “Şayet üç tane yeni elbise veya eşarbınız varsa dördüncüsünün zekâtını vereceksiniz.” Böylece de dünyanın fani olduğunu ve dünyevi dost ve rütbelerin kabir kapısına kadar sürdüğünü ifade ederdi.

İHSAN ATASOY
 
Üst