Allah Resûlü’nün Çıraklarının Hayatında Namaz

zuhur

Member
Allah Resûlü’nün Çıraklarının Hayatında Namaz Efendiler Efendisi’nin çırakları denilince aklımıza ilk gelenler şüphesiz O’nunla aynı asrı paylaşmış sahabe-i güzîn efendilerimizdir. Bir mânâda sahabenin rahle-i tedrîsinde yetişen tâbiîn efendilerimiz ve onların talebeleri olan tebe-i tâbiîn hazerâtı ve günümüze gelene kadar Peygamber terbiyesinde yetişmiş bütün Allah dostları Efendiler Efendisi’nin çırağı sayılırlar. Onun için bir İmam-ı Azam, İmam Şafiî, diğer fakihler, müçtehidler; bir İmam Gazzalî, Şah-ı Nakşibendî, Üstad Bediüzzaman (radiyallahü anhüm ecmaîn), evet bunlar ve bunların emsalleri hep Allah Resûlü’nün çıraklarıdır. Zira hepsi silsileler halindeki yüksek sıradağların birer parçası gibidirler ve hepsi yaşadıkları farklı zaman dilimlerini aynı mektepte, Peygamber mektebinde almış oldukları nur ile nurlandırmışlardır.

İşte ümmetin bütün bu seçkin simalarının hayat-ı seniyyelerinde namaz ibadetinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Nasıl olmasın ki, namaz imanla ikiz kardeş, en büyük kulluk, küfürle iman arasındaki perde, mü’min bir kulun mânevî terakkisinde en hızlı bir mirac yani asansör ve Allah’a en yakın olunabilecek secde gibi bir rüknü içinde bulunduran zikir, şükür, tevbe, dua, tefekkür gibi içiçe ibadetlerden müteşekkil en kıymetli bir ibadettir. Onlar namazın dünya işleri arasında geçiştiriliverecek kadar önemsiz bir iş olmadığını; en önemli bir vazife olduğunu, bu itibarla da her zaman ciddiyetle ele alınması ve öyle eda edilmesi gerektiğini iyi idrak etmişlerdi. Bunun için de onların, o kutluların namazları hep mirac buudlu namazlardı.

Gelelim onların namazlarına ve bakalım bu kadar önemli bir ibadet karşısında onlar nerede duruyor; biz nerede duruyoruz:

Hulefâ-i râşidin efendilerimizden Hazreti Ali (radiyallahü anh) ayağına saplanan bir ok için “ben namaza durayım; siz de onu çıkarın” diyordu. Yani namazdayken, vücuduna saplanan okun acısını duymayacak kadar fizikî âlemle alâkası kesiliyordu.

Peygamberimiz’in “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, o Ömer olurdu” dediği, İslam’ın yüzakı, Hazreti Ömer’in namaz hassasiyetine bakalım: O devâsâ insan, talihsiz bir İranlının hançeriyle yaralanmış ve yığılıp kalmıştı. Bir sesi çıkmıyor, birşey sorulunca da ya bir cevap vermiyor ya da gözleriyle ‘hayır’ deyip geçiştiriyordu. Fakat “ey mü’minlerin emiri, namaz!” denilince hemen kalkmaya çalışıyor, “namazı terkeden dinden nasipsizdir” diyerek yarabere içinde namazını kılmaya gayret ediyordu.

Sahabenin seçkinlerinden -aslında onların hepsi seçkin, hepsi farklıydı- Ebû Talha (radiyallahü anh) namazda bir kuşun dikkatini dağıtması üzerine kaybettiği manevî kazancın yerini tutacağını umarak bahçesini Allah yolunda sadaka vermişti. Ahiret kazancı karşısında dünya adeta bütünüyle gözünden siliniveriyordu.

Sahabe efendilerimizden Hazreti Adiyy b. Hâtim şöyle diyor: “Müslüman olduğum günden beri bir vakit bile yoktur ki, namaz için kâmet okunmuş olsun ve ben abdestli olarak mescitte hazır bulunmuş olmayayım.” (Zehebi, 3/164)

Sahabenin rahlesinde yetişmiş büyüklerden Atâ ibn-i Ebî Rebâh (radiyallahü anh) artık yaşlanmış, zayıflamış ve tâkatsiz düşmüştü. Buna rağmen kalkıyor, bir rekatta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu. Okuyordu da ne yerinden kımıldıyordu, ne de üzerinde bir yorgunluk emaresi gözüküyordu. Namazdaki konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu. İbn Cüreyc onun hakkında diyor ki: “Mescid tam yirmi sene Atâ’nın yatağı oldu.” (Zehebi, 5/84)

Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şu’be b. Haccac hakkında şunu ifade ediyor: “-Kerahet vakitleri dışında- ne zaman Şu’be’nin yanına girdiysem onu hep Rabbisine karşı kıyamda namaz kılıyorken gördüm.” Ebû Katan da “Şu’be’nin elbisesinin rengi toprak rengiydi; kendisi de namazı çok kılan, orucu çok tutan ve gönlü zengin bir kimse idi. Onun rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız ‘secdeye gitmeyi herhalde unuttu’ derdiniz; iki secde arasında otururken izleseydiniz ‘galiba ikinci secdeyi unuttu’ diye düşünürdünüz” der. (Ebu’l-Ferec, 3/349)

İbrahim ibn-i Ar’ara anlatıyor: “Tabiîn ulemasından A’meş (Süleyman b. Mihran) zikredilince Yahya el-Kattân mutlaka şöyle derdi: A’meş kendini Allah’a vermiş gönül insanlarından biriydi, cemaatle namazı hiç terketmezdi; mescide erkenden gelir ve ilk safı kollardı. O hem bir allâme- i İslam’dır, hem de gecelerini ibadetle süsleyen bir gece aşığı.”

Efendiler Efendisi’ne hizmet etme payesiyle müşerref Enes bin Mâlik Hazretlerinin namazını tarif ederken Hazreti Ebû Hureyre “Onun kadar namazı Allah Resûlü’nün namazına benzeyen ikinci bir şahıs görmedim” der. Torunu Hazreti Sümâme de “Enes Hazretleri namazda o kadar çok kıyamda dururdu ki çok zaman ayaklarının altı şişerdi” demiştir.

İbnü’l-Medînî, Bişr b. el-Mufaddal –ki tebe-i tabiîn tabakasının önemli simalarından birisidir- hakkında bizlere şunu söylüyor: “Bişr, her gün 400 rekat namaz kılardı ve iki günün birisinde mutlaka oruç tutardı.” (Askalanî, 1/402)

Buraya kadar geçen örneklerde de görüldüğü üzere sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn efendilerimiz günlerinin çoğunu namaza ayırıyorlardı. Onların yaşadığı toplumda günde belki bin rekat namaz kılanlar vardı ve muhtemelen bunların sayısı da az değildi. Onların yaşadığı zaman diliminde günde yüz rekat namaz kılmak adeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok namaz kılıyorlardı ki, meselâ tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde namaz kılıyordu ve ayaktaydı. (Askalanî, 3/35)


alıntıdır
 
Üst