Söyleşi:Virüs Taramasından Geçmeliyiz.

molla_zehra

Well-known member
İslam dünyasının yaşamış olduğu mezhep ve etnik çatışmalar had safhaya ulaştı. Irak’ta, Filistin’de, Lübnan ve birçok İslam ülkesindeki Müslüman kardeşlerimiz birbirlerini kırıyorlar. Irak’ta bir günde 100-200 kişi ölüyor. Daha düne kadar beraber İsrail askerlerine taş atan Filistinliler ikiye üçe bölündü. Mezhep savaşlarının kökü nereye dayanıyor? Sorun nerede? Türkiye’nin de içinde olduğu birçok İslam ülkesindeki toplum yapısı gevşiyor. Toplumu bir arada tutan kurumlar zayıflıyor. Boşanmalar, gayri meşru ilişkiler artıyor. Sperm bankaları, taşıyıcı annelik çıktı bir de. Hülasa, Mustafa İslamoğlu ile pek çok konuyu enine boyuna konuştuk.


Hocam İslam dünyası, Irak’ta yaşanan mezhep ve etnik çatışmalarıyla bir çıkmaza doğru sürükleniyor. Bu çıkmazdan nasıl kurtulabiliriz?

Yaranız varsa kaşırlar, nasırınız varsa basarlar. Yaranızı kaşıyanlara, nasırınıza basanlara suçu yüklemek çözüm değildir. Çözüm, yaranızı kendinizin tedavi etmesidir. Eğer bütünlük, tefrika ve parçalanma sorununuz varsa, bu sorunu kendi değerlerinizden yola çıkarak tedavi etmek gerekiyor. Allah Resulü “Mümin aynı delikten iki defa sokulmaz” diyor.


Hep aynı hataya mı düşüyor Müslümanlar?

Müslümanların düşmanları İslam Coğrafyasına yönelik bir operasyon yapacakları zaman, kırılgan olan yerlerimizi zaten önceden tespit ediyorlar. Bu yeni bir şey değil. Ümmetin son 3 yüz yılda yaşadığı tüm yıkılmalar, çözülmeler, vurulmalar, kırılmalar, dağılmalar hep aynı yerlerden olmuş. Biz aynı delikten iki kez değil, yirmi kez, yüz kez sokulmuşuz. Mezhepçilik, meşrepçilik, meslekçilik ve merdut (reddedilmiş) taassubun her türü, İslam ümmetinin arasında mebzul miktarda var. Oysa Kuran-ı Kerim bunu yasaklamış. “Müminler sadece ve sadece kardeş olabilirler” diyor. Yani kategorik olarak kardeş olma dışındaki her şeyi dışlıyor. “Yalnızca kardeş olabilirler” diyen Kuran’a sanki nispet yapar gibi, kardeşten başka her şey oluyorlar. Allah Resulü, “Kim merdut asabiyete çağırırsa bizden değildir” diyor, ama biz, Allah Resulü adına asabiyetler icat ediyoruz. Irak’ta olan da bundan farklı değil. Lübnan’da ortaya çıkarılmaya çalışılan mezhep kavgası da. Filistin’de daha yakın zamanda yaşanan o elim parçalanma buydu. Anlayacağınız bizim zaaflarımız düşmana ikram oluyor.


Müslümanlar birbirleriyle Allah adına savaşıyorlar.

Zaten paradoks da burada ortaya çıkıyor. Peygamberin talimatına rağmen, Peygamber adına, Peygambere karşı… Nasıl oluyor bu? Peygamber’in öğretisine karşı bir durum sergileyeceksiniz ama bunu, “Peygamber adına yaptım” diyeceksiniz. Ortada ciddi bir zihni kırılma var. Sorunların temelinde, tasavvurlarımız, aklımız ve şahsiyetimizle ilgili bir problem var. Tam burada o ilahi hitap kendini tekrar hissettiriyor hatta dayatıyor ve “Ey İman edenler iman edin” derken, aslında “Ey iman edenler! Bu böyle olmadı, pazarlıklı oldu, yeniden iman edin… Ey iman edenler! Adam gibi iman etmediniz, adam gibi iman edin… Ey iman edenler! Yarım ettiniz, tam edin” diyor. Nasıl anlarsanız anlayın. Burada zihniyetin Müslümanlaşması problemi var. Zihniyetler Müslüman değil. Onun için de Allah adına Allah’a rağmen yapılıyor.

Zihniyetlerin Müslüman olması için neler yapmalıyız?

Müslümanlıklarımızın içi boş. Dün aldırmadığımız küçük çatlaklar, bugün uçurum haline geldi, getirildi. Biz bu uçurumları bile kanıksadık. Bana sorarsanız asıl felaket de bu. Kanıksamak. Yani biz, ayrılığı, çatışmayı, nefreti, birbirimizden uzaklaşmayı, yalnızlığı, asabiyeti, taassupları, ırkçılığı, hizipçiliği, mezhepçiliği, mektepçiliği, klikçiliği, fitneyi kanıksadık. Sevgiyi kanıksamadık. Sevgi ayrıksı gibi duruyor. Vahdeti (bir olmayı, birliği) kanıksamadık, vahdet bizim inancımızın temeliydi oysa. Akidedeki vahdet, sosyal tevhittir. Yani vahdet, tevhidin sosyal duruma yansımasıdır. Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz. Vahdet bize eğreti ve ayrıksı geliyor. Çözüm mezhepçilik yerine vahdeti kanıksamakta yatıyor.


Öte yandan kutsallarımıza saldırılınca bile ses çıkarmıyoruz.

Söylediğiniz doğal sonuçtur. Oradan başlayan ve çıkan buraya gelir. Bu bir beladır ve aynı zamanda cezadır. Vurdumduymazlık, aldırmazlık, bana necilik, nemelazımcılık bize verilen cezadır. Bireyselleşme olarak geri dönüyor. İslam şahsiyetçidir, Batı düalisttir, bireycidir. Müslüman bedeninin içinde bireyci bir yürek ve kafa taşıyoruz! Bireycilik, aslında Allah’ın bir belasıdır. Oysa ümmet olmak, bütünün bir parçası demektir. Ait olduğunuz bütünün içerisinde bir yeriniz var ve o yerinizden koparsanız, siz, siz olmaktan çıkarsınız. Onun için yerimize sıkı sık sarılmamız ve yeri-mizi kaptırmamamız, vermememiz gerekiyor. Bu aidiyet bilinciyle olur. Ümmet olmak budur.


Türkiye için de milliyetçi bir tehlikenin var olduğunu söyleyebilir miyiz?

Dün insanlar neyse bugün de o aslında. Herkes sütünün iktizasını işliyor. Sizin milliyetçilik dediğinize ben asabiyet diyorum. Çünkü asabiyetin içine, milliyetçilik, ırkçılık, bölgecilik, hemşericilik, enecilik, cinsiyetçilik de giriyor. Yani asabiyetin takva dışındaki üstünlük ölçülerinin hepsi giriyor. Bu bir virüstür. Dün bu virüsü kapanlar, bugün ortam müsait olunca virüsü başkalarına da bulaştırabilirler. Ama virüse karşı, besmele çekenler, şeytandan Allah’a sığınanlar, bugün de korunurlar. Ben dünden daha büyük bir tehlike görmüyorum.


Fakat dünle bugün arasında ciddi farklar var.

Dünyada küreselleşmeye karşı bir tepki var. Bu tepkinin beslediği unsurlardan birisi de ulusalcılıktır. Tırnak içinde popüler diliyle “milliyetçi” söylemlerdir. Bu söylemler küre- sel saldırganlığa tepki olarak ortaya çıktı. Küresel saldırganlık aynı zamanda bu şekilde kendi düşmanını da doğurmuş oldu. Ulusçuluk, Fransız İhtilali’nin çocuğudur ve ihtilalden sonra dünyanın başına bela oldu. Fakat ilginçtir Avrupalılar bir şeyi icat ettiklerinde, onun size yarayıp yaramadığına bakmazlar. Onu kendilerine yarayışlı olarak kullanırlar, sonra yarar ya da yaramaz size ihraç ederler. Ulusçuluk da onların yaptığı mikrop ihracatından birisidir. Avrupa için ulusçuluk 18. yüzyılda iyi bir şeydi. Avrupa’da, bir ulus devletin sınırları içerisinde 2 yüz birim varken, biz de 5–10 birimin olduğu yerde bir devlet vardı. Yani ulusçuluk Avrupa’yı bütünleştirdi İslam coğrafyasını parçaladı. Onlar kendileri için icat etmişlerdi bu merhemi. O merhemi biz kendi başımıza sürdük ve zehirlendik maalesef.


Mezhep çatışmalarının kökünde de bu zehir mi var?

Mezhep çatışmalarının en temelinde, bilinçaltındaki tarihsel düşmanlık vardır. Bu da mezhepçiliktir. Mezhepçilik tarihin bize taşıdığı bir yüktür. İnsanların dinleriyle bir alakası kalmamış olabilir. Ama ilginçtir, dinleriyle alakası olmayanlar mezhepleri için savaşmaya kalkabiliyorlar. Bu sosyolojik bir durumdur, akidevi değil. Mezhep çatışmalarının kökünde akide yer almaz, samimi inanan bir mümin asla din kardeşine el kaldırmaz! O zaman mezhep çatışmalarının temelinde akideden çok toplumsal bilinçaltını görmek lazım. Toplumsal bilinçaltı nesilden nesile miras kalan bir virüstür. Özellikle mezhepçi bilinçaltını, maalesef tedavi etmiyoruz. Ortada bin 350 yılın birikmiş bilinçaltı var ve bu devam ediyor. Müslümanlar yaptıklarıyla ya nefreti körüklüyorlar ya da İslam kardeşliğini büyütüyorlar. Herkes ne yaptığına baksın. İslam coğrafyasının en gür çıkan sesi de, ihtilafı körükleyen sestir. Medreselerde, kitaplarda hatta ilmihaller de bile dinini bilmeyen insanlara mezhepçilik telkin ediliyor. En basit bir dini metin ya da takvim yaprağının arkasına bakıyorsunuz, adam Müslüman’ı Müslüman’a düşman etmek için gösterdiği gayreti, kâfire düşman etmek için göstermiyor.


Bu yarayı nasıl tedavi edeceğiz? Reçete nedir?

Öncelikle dini telkin etme ve öğretme makamındaki müesseseler, kurumlar, kişiler, âlimler, imamlar, vaizler, müftüler… Her kimse, öncelikle vahdeti sindirmiş olacaklar. “Müminler kardeştir” ayetine adam gibi yürekten inanmış olmaları gerekiyor. Müminlerin bir tek tırnağını dahi feda etmeyecekler. Reçete vahiyde. Vahyin inşa ettiği bir aklı egemen kılmadıkça, biz bu problemin üstesinden gelemeyiz.


En Büyük tehlike Ailenin tahribidir


“Modern ilişkiler” bizi bozuyor galiba ne dersiniz?

Bu küresel bir operasyon. Ben buna “küresel değersizleştirme operasyonu” diyorum. Modern Batı’nın tarihi küresel değersizleştirmenin tarihidir. Freud, Marks ve Darvin… Freud, psikanalizde insan psikolojisini ele alarak insanı bir organizmaya, libidoya, şehvete, cinselliğe indirgedi. Marks, insanlık tarihini kemik kavgasına indirgedi. İnsanları köpeklerle eşitledi. Oysaki insanlığın tarihi, inanç kavgasıdır. Darvin, insanın biyolojik olarak alt türevi olan hayvana irca etti. İnsanı istatistik bir malzeme olarak takdim etti. Dikkatinizi çekerim, bunların hepsi aynı yüzyılda oldu. İnsan kerametinden soyuldu. Oysa Rabbimiz Kuran’da “Biz Ademoğlunu çok şerefli bir varlık kıldık” diyor. Eşrefi mahlûkat ve Ahsen-i takvim olan insanoğluna küresel değersizleştirme operasyonunun operatörleri tarafından biçilen şey bu. İnsanın değeri vardı, modernizm insanın değerini yok etti, fiyatını biçti. Değer fiyata dönüştü. İnsan, istatistik bir malzemeye indirgenirse, eylemleri şehvetle açıklanırsa, güdüleri libidoya indirgenir, libidoda seksin itici gücü olarak tanımlanırsa ve insanlık tarihi kemik kavgasına benzetilir hayvanla eşitlenirse sonuçta geleceğimiz nokta burasıdır.


Aynı değersizleştirmeden Batı da nasibini almadı mı?

Küresel değersizleştirme operasyonunda Batı kendine has bir tedbir aldı. Batı’da kurumlar ve sistem var. Sistem ve kurumlar işliyor, en azından suçu cezalandırıyor. Fakat kendi değerlerimizden koparıldık. Batı’nın Tanzimat’la başlayan 150 yıllık operasyonu sırasında hedef tüm iddialarımızdan soyutlanmamızdı. Bu topraklarda, Batı’nın taşeronları aracılığıyla tepeden inme modernleştirme projesi yürütüldü. Projede deniz bitti, sona geldik. Bu toprağın insanları ne leylek ne de ördektir. Ne kendi değerlerine yaslanmış durumda ne de batılı olabilmiş durumda. İki cami arasında kalmış beynamaz gibi, ne Musa’ya ne İsa’ya yaranabilmiş. Dolayısıyla bize ait sınırlar yok edilince, bir sınır yoksa hiç sınır yoktur durumuna geldik. Korkunç bir ahlak eroz-yonu yaşıyoruz. Çünkü ait olduğumuz değerler dünyasıyla köprülerimizi yıktık.

O zaman, Müslümanların resetlenmeye ihtiyacı var diyebilir miyiz?

Kesinlikle, hakikaten resetlemeye ihtiyaç var. Resetlenmeden önce belki virüs taramasından geçirmek lazım.


Virüs taraması kurtarabilir mi?

Kurtarabilir. Reçetemiz Elhamdülillah ilk günkü gibi taze ve elimizde, yeter ki güçlü bir anti virüs programı yapalım. Yani bize düşen iyi bir anti virüs programı yapmak ve bunu sık sık güncellemek. Ana kartımızda bir sorun yok. Yazılım harika. Bir kere insanın yazılımını Allah yapmış, fıtrat diyoruz buna. Vahiy’de o yazılımın üst yapısı. Ne alt yapıda ne de üst yapıda bir problem var. Allah’ın eczanesinde bütün hastalıkların ilacı vardır.

İçinde bulunduğumuz duruma bakarak en büyük tehlike olarak neyi görüyorsunuz?

Bana göre en büyük tehlike ve tehdit evin yıkılmasıdır. Ev imanın ilk kalesidir. Bireysel imanın kalesi kalpse, sosyal imanın kalesinin de ev olduğuna inanıyorum. Ama evi ayakta tutmadan önce kalbi ayakta tutmak gerekiyor. Kalbi başına yıkılmış olanların evi başına yıkılır. Kalbin sınırlarında nöbet beklemeyenler evinin sınırlarında nasıl nöbet beklesinler.

Aileyi nasıl kurtarabiliriz?

Bir kere değerlerin yerini fiyatlar alırsa, çocuğun yerini köpek, kocanın yerini partner, hanımın yerini de metres alır. Ev, ya cennetin ya da cehennemin dünyadaki bir şubesidir. Sorun, evleri cennetin dünyadaki şubesine dönüştürememekte. Yüreğin sınırlarında ve evin sınırlarında nöbet tutmak gerekiyor. Bunun için de öncelikle nikâhın Allah adına yapılmış bir sözleşme olduğu bilincini asla unutmamak gerekiyor. Mutluluk pınarı Allah’tan çağlar. Allah’tan çağlayan mutluluk ırmağına arkasını dönenler, sonuçta evini pansiyona çevirirler. Baba işe, anne işe, çocuk kreşe… Buna ev denir mi?

Nesebin bozulmasını sağlayacak olan, sperm bankaları ve taşıyıcı annelik için neler düşünüyorsunuz?

Bu bir kepazeliktir. Nefsin ifsadı bir toplumun intiharıdır. Kim bir toplumu yok etmek istiyorsa, o toplumun nesebinin gayri sahih olmasına çalışır. Kim bir toplumda nesebi gayri sahih bir toplum çıkarmaya çalışıyorsa, o toplumun geleceğini dinamitliyor demektir. Bu zinanın bir türüdür. Kendi kocasına ait olmayan bir spermle hamile kalan bir kadın, zinadan hamile kalmış bir kadınla eş değer bir sonuç elde etmiştir. Tüp bebek yönteminde, hastane personelinden alınan spermler kullanılabiliyor. Sorun bu doktorların yetiştiren eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Bu doktorları, sağlık personelini kim yetiştirdi! Bunlar nasıl insan! Toplumu var eden İslami değerlere karşı, toplumun sırtını döndürürseniz ortaya çıkan hiçbir kötülük sürpriz değildir.

(Gerçek Hayat/7.3.2007)
 
Üst