Kimse kimsenin rızkını yiyemez!

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Sebepler âleminde yaşıyoruz... Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için önceden tedbir almayı, çocuk sahibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilâç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, bu, akla ve dîne uygun değildir. Allahü teâlâ, insanların, ihtiyaçlarına kavuşmak için, bu sebeplere yapışma kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamak uygun olmayıp, insanların vazîfesi kapıya gidip beklemektir...
Mûsâ aleyhisselâm hastalanmıştı. İlâcını söylediler. “İlâç istemem, Allahü teâlâ şifasını verir” diyerek tavsiye edilen en tesirli ilâcı kullanmadı. O zaman Allahü teâlâ (İlâç kullanmazsan şifâ ihsan etmem!) buyurdu. İlâcı içip iyi oldu. Fakat sebebini merak etti. Allahü teâlâ (Sen, tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlâçlara faydalı tesirleri veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim) buyurdu.

SEBEPLERE YAPIŞMALI...
Görülüyor ki, tabibe gitmeli, ilâç kullanmalıdır. Fakat, doktora ve ilâca güvenmemeli, şifâyı Allahü teâlâdan istemelidir. İlâç içip de iyi olmayan, ameliyat masalarında kalıp can veren az değildir.
Kur’ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
(Bir kimse Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir.)
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyuruldu:
(Eğer Allahü teâlâya hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi sizi de rızıklandırırdı.)
Âlimlerden birine “Hep ibâdetle meşgul oluyorsun, ne yiyip ne içiyorsun?” dediler. O da, dişlerini gösterdi. Yâni “Değirmeni yapan suyunu gönderir” demek istedi. Çünkü rızıkları Allahü teâlânın gönderdiğine inancı tamdı. Nitekim, Hûd sûresinde buyuruldu ki: (Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir.)
Birisi, Veysel Karânî hazretlerine, “Nereye yerleşeyim?” diye sorunca, O da, “Şam’a yerleş!” buyurdu. Soran, “Acaba Şam’da geçim nasıldır?” deyince Veysel Karânî hazretleri, “Rızıklarından endişe eden kalplere yazıklar olsun. Bunlara nasîhat fayda etmez” buyurdu.
Hüseyin bin Said hazretleri buyurdu ki: “İnsanlar rızık arar, ama rızık da onları arar. Dolayısıyla hiç kimse rızkını bitirmeyince ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin rızkını yiyemez. Neden? Üzerinde ismi yazılı değil çünkü. Herkes kendi ismi yazılı olanı yiyebilir.”

Kedinin rızkı!..
Bir zat, pilav yerken bir pirinç tanesi boğazına takılır. Öksürse çıkmıyor, bağırsa çıkmıyor, devamlı orada kalıyor. Çıldıracak! Hastaneye gidiyor. Doktor diyor ki: “Bu, ameliyat gerektiriyor, nefes borusunu yarmak lazım ve biz bunu yapamayız!..” Doktordan bunu duyunca, duasını almak için hemen bir hoca efendiye gidiyor. “Hocam vaziyet çok kötü” diyor. O da “Bak evladım. Bu benim işim değil. Ama Bağdat’ta şu adreste, şöyle mübarek bir zat var, sen doğru ona git!” diyor... İstanbul nere, Bağdat nere? Neyse, hayat memat meselesi. Kalkıp geliyor Bağdat’a, o mübarek zatı buluyor. “Efendim vaziyetim kötü, falanca zat beni size gönderdi” diyor. O da diyor ki: “Mümkün değil, çünkü senin boğazındaki bu pirinç tanesini çıkaracak olan hoca efendi Özbekistan’da, Buhara’da...” “Neeee? Orası altı aylık yol...” deyince, Hoca efendi “Vallahi ister git, ister gitme! Çare orası. Burada sana kimse faydalı olamaz” diyor. Eee can tatlı, düşüyor yollara... Nihayet Buhara’ya geliyor. Adres elinde. Tekkeyi buluyor. O mübarek zat da sohbet yapıyormuş, ama nasıl kalabalık, iğne atsan yere düşmez. Ne yapsın, kapının eşiğinde yer bulup çöküyor... Tam o anda bir hapşırık geliyor ve pirinç tanesi önüne düşüyor. Oradaki bir kedi yavrusu pat alıp kaçıyor. “Bu ne hal ya Rabbi!” diyor ve hoca efendiye soruyor: “Evladım, kimse kimsenin rızkını yiyemez. Ve kimse de rızkını bitirmeden ölmez. Allahü teala bu pirincin üzerine senin değil, kedinin ismini yazmış, ben ne yapayım?..”
 
Üst