Otuzikinci Söz *
Vekilin ikinci bölümdeki sorularına Beş Remiz ile verilen cevaplardır:
Birinci Remiz: Sualde deniliyor ki: "Bir şeyin zıddı olmazsa o şeyin kemâli nasıl olabilir?"
Cevap: Şu sualin sahibi, hakikî kemâli bilmiyor, onu sadece nisbî durumuyla ele alıyor ve ondan ibaret zannediyor. Halbuki, varlığı bir başkasının varlığına muhtaç ve başkasına kıyaslanarak mevcudiyetini koruma durumunda olan meziyet, fazilet ve üstünlükler, hakikî olmadıkları için nisbî ve o oranda da zayıftırlar. Eğer mukayesede kullanılan diğer varlık olmasa onlar da olmazlar. Mesela, sıcaklığın nisbî lezzet ve fazileti soğuğun şiddet ve tesiriyledir. Yemeğin lezzeti ise açlık elemiyle doğru orantılı olarak artıp eksilmektedir. Açlık veya soğuk düşünülmediğinde diğerlerine ait lezzetlerde büyük bir düşüş gözlenir. Halbuki hakikî lezzet, sevgi, kemâl ve fazilet bizzat var olmalıdır ve varlığı bir başkasının varlığına bağımlı kalmamalıdır. Vücud, hayat, sevgi, marifet, imân, bekâ, rahmet ve şefkatten alınan lezzetler hakikî lezzetler olduğu gibi, nur, basar (buna görme veya basîret de diyebiliriz), kelam, kerem, sîret ve suret mükemmelliğindeki güzellikler de hakikî güzelliklerdir. Aynı zamanda zât, sıfat ve fiillerdeki kemâl de hakikî kemâldir ki, bu meziyetlerin hiçbirinin varlığı bir başkasına muhtaç değildir ve gayrın değişmesinin bunlara zerrece tesiri yoktur.
İşte, Celâl, Cemâl ve Kemâl sahibi Yüce Yaratıcı'nın bütün kemâlâtı hakikîdir, kendindendir. Gayr ve masiva O'na hiçbir surette tesir edemez. Sadece mazhar olabilirler ve kabiliyetlerine göre O'nun kemâlini gösterirler.
İkinci Remiz: Seyyid Şerif Cürcanî, "Şerhü'l-Mevâkıf" adlı eserinde diyor ki: "Sevginin sebebi ya lezzet, menfaat, cinsiyet veya mükemmelliktir. Bu sonuncusu bizzat sevilir." Seyyid Şerif’in bu sözünün ma'nâsı şudur: İnsan bir şeyi severken bu sevgiye dayanak olarak ya lezzet, menfaat veya cinsiyeti kabul eder, ya da o şeydeki kemâlden yani mükemmellikten dolayı ona sevgi ve muhabbet besler. Eğer sevginin kaynağında sevilenin kemâli ve mükemmelliği varsa, sevgi için başka bir dayanak aramaya ihtiyaç yoktur. Çünkü kemâl bizatihi sevilmeye layıktır. Meselâ, çok eskiden yaşamış kâmil insanlar bugünün insanları tarafından bile sevilmekte, hürmet görmektedir. Halbuki onların sevilmesine sebep olacak maddî hiçbir irtibat ve alâka yoktur.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâ'nın bütün mertebeleri ve bütün faziletleri hakikî kemâlat olduklarından bizzat sevilirler, zâtlarıyla sevgilidirler. Hakiki sevgili ve mahbub olan Cenâb-ı Hakk da hakikî olan kemâlatını, esmâ ve sıfatlarının güzelliklerini kendine layık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemâlatın mazharları, aynaları olan sanatını, yani varlıklar üzerinde tezahür eden güzellikleri sever, muhabbet eder. Bu cümleden olarak veli kullarını, peygamberleri ve özellikle bütün peygamberlerin efendisi ve bütün velilerin sultanı olan en kerim sevgilisi Hz. Muhammed (sav)'i sever, muhabbet eder. Çünkü O ve O'nun kardeşleri olan nebiler, O'nun isimlerinin en câmî ve şuurlu mazharıdırlar ve sevdiği sanatının dellâl ve teşhircisidirler. Aynı zamanda o Nebî ve arkasındakiler, O'nun sevdiği sanatının takdir edici seyircileridirler ve bu takdirlerini daima "Maşaallah, barekallah, ne güzel yapılmışlar" gibi sözlerle ifade etmektedirler. Ve yine Allah (cc), mahlukatta tezahür eden güzellikleri sevmekle, ahlâka ait bütün güzellikleri varlığında toplayan Habib-i Ekrem'ini, O'nun tâbilerini ve din kardeşlerini de sever, muhabbet eder.
Üçüncü Remiz: Bütün kâinattaki her türlü kemâlat celâl sahibi bir Zât'ın kemâlinin delilleri ve cemâlinin işaretleridir. Belki hakikî kemâline nisbeten kâinattaki güzellikler, kemâl ve cemâl zayıf bir gölgedir. Şu hakikatin beş deliline kısaca işaret edeceğiz:
Birincisi: Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, nakışlarla dolu, estetik süslemelerle donatılmış bir saray; mükemmel bir ustalığa, bir marangozluğa açıkça delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o ustalık (dülgerlik), o nakkaşlık, ister istemez bir yapıcıya, ustaya, mühendise hem de bu ünvanların gereği olan "musavvir, nakkaş" gibi isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, ustanın mükemmel ve san'atlı sıfatlarına delâlet eder. Ve böylesine mükemmel san'at ve sıfatlar, açıkça o ustanın mükemmel bir istidat ve kabiliyete sahip olduğunu gösterir. İstidat ve kabiliyetteki böylesine mükemmellik de o ustanın zâtındaki yüksekliğe, mahiyetindeki yüceliğe bir işaret ve delildir.
Aynen öyle de: Şu âlem denen saray, şu mükemmel, müzeyyen eser, açıkça gayet mükemmel fiillere delâlet eder. Çünkü eserdeki mükemmeliyet, o eseri meydana getiren fiilin mükemmeliyeti sebebiyledir. Fiillerdeki mükemmeliyet ise, fâilin ve isimlerinin yani, eserlere nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin mükemmelliğini ele verir. İsim ve ünvanların mükemmelliği ise sıfatların mükemmelliğine aksi düşünülemeyecek ölçüde bir delildir. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neşet eden isim ve ünvanlar da mükemmel olamazlar. Sıfatların mükemmelliği de zâta ait şe'n (hal)'in mükemmelliğine bir delildir. Çünkü sıfatın başlangıcı bu şe'nlerdir. Bu şe'nlerin mükemmelliği ise sahipleri olan Zât'ın mükemmelliğine delildir ki, o mükemmellik şe'n, sıfat, esma, ef'al ve eser gibi perdelerden geçtiği halde şu kâinatta bu kadar mükemmel güzellikler, cemâl ve kemâller görünmektedir.
İşte bu derece hakikî zâti kemâlin vücudu kat'i delillerle sabit olduktan sonra, gayre bakan, emsal ve zıdlara üstünlüğüyle varlığını koruyan nisbî mükemmellikler ne derece sönük düşer anlarsın.
İkincisi: Şu kâinata ibretle bakıldığında vicdan ve kalb kat'i bir sezişle sezer ki, şu kâinatı bu derece süslendiren ve çeşitli güzellikler ile tezyin eden Zât'ın bizzat kendisi de sonsuz bir güzelliğe sahiptir ki, bunları yapabiliyor.
Üçüncüsü: Mâlumdur ki, güzel, ölçülü, intizamlı ve mükemmel sanat gayet güzel bir programa dayanır, mükemmel ve güzel bir program ise mükemmel ve güzel bir ilme, zihne ve ruhî kabiliyete delâlet eder. Demek ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor. İşte şu kâinat hadsiz maddî güzellikleriyle bir mânevi ve ilmî güzelliğin sızıntılarıdır. Ve o ilmî ve mânevî güzellik ve kemâlat elbette sınırsız ve ebedî bir güzelliğin, cemâl ve kemâlin akisleridir.
Dördüncüsü: Mâlumdur ki, ziyayı verenin ziyadar olması lazım.. tenvir edenin nuranî olması gerek.. ihsan gınadan (zenginlikten) gelir, lûtuf latiften zuhur eder. Madem öyledir, kâinata bu kadar güzellik ve cemâl vermek, varlığı çeşit çeşit mükemmelliklerle donatmak, ışık güneşi gösterdiği gibi bir Ebedî Güzeli gösterir, isbat eder.
Madem varlıklar zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi mükemmelliğin ışıklarıyla parlar geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi şu mevcudatın akışı dahi hüsün, cemâl ve kemâlin ışıklarıyla geçici olarak parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı ışıkları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, akan suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler nasıl kendilerinden değil, belki güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir, öyle de şu kâinatın umum akışı içinde görünen güzellikler ve mükemmeliyetler bir Ebedî Güneş'in isimlerinin güzelliklerinin parıltılarıdır.
Beşincisi: Malumdur ki, ayrı ayrı üç-dört yoldan gelenler aynı hâdiseyi haber verseler bu tevatür derecesinde o hâdisenin vâki olduğuna delâlet eder.
İşte, meşrep, meslek, istidat ve yaşadıkları asıl bakımından tamamen birbirinden farklı bütün muhakkiklerin çeşitli tabakalarından, velilerin çeşitli tariklerinden, asfiyânın çeşitli mesleklerinden, hakikî filozofların çeşitli ekollerinden olan bütün keşif, zevk, şuhûd ehli, keşif, zevk ve şuhûd ile ittifak etmişlerdir ki, kâinatta ve varlıklarda görünen bütün güzellik ve mükemmeliyetler bir tek Zât-ı Vâcib'ül-Vücûd (varlığı zorunlu zât)'un kemâl tecellileri ve isimlerinin güzelliklerinin cilveleridir.
İşte bu dediklerimizin bütünü sarsılmaz, güçlü delillerdir.
Tahmin ederim şu remizde, dalâlet ehlinin vekili orada anlatılanları duymamak için kulağını kapayıp kaçmaya mecburdur. Zaten karanlıklı kafaları, yarasa misal, bu nurları görmeye tahammül edemez. Öyleyse bundan sonra anlatacaklarımızda onları pek nazara almayacağız.
Devam edecek inş 32 söz