Zuhruf-Yunus Hattı

molla_zehra

Well-known member
Kur’ân’ın nuranî ikliminde dolaşırken, her nasılsa, bazı sûreler hemencecik dikkatleri üzerine çekerken, bazı sûreler tabir caizse kendini saklar. Hepimiz, şöyle bir baksın kendi Kur’ânî tetebbuatına: Bakara, Âl-i İmran, Yâsîn, Mülk, Nebe, Tâ-Hâ, Nahl, Nur, Feth, Vâkıa, Necm, Rahmân, İnşirah… gibi Kur’ân dendiğinde hemen ilk anda hatırımıza geliveren, bazı âyetleri bir şekilde hafızamıza yer etmiş, taşıdığı mesaja dair şu veya bu düzeyde malumat edindiğimiz sûreler vardır, ve onların yanısıra, nazarımızdan saklı kalmış sûreler…

Benim açımdan, böyle, henüz keşfedilmemiş, henüz taşıdığı hakikat denizinden birkaç katrecik olsun nasiplenemediğim nice sûreler mevcut… Ve lillahilhamd, bir yıl öncesine kadar tam da bu durumda olan iki sûre, sekiz-on aydan beri bir derece dünyama dahil oldu. Bu sûreler, başlıktan da anlaşılacağı üzere, Zuhruf ve Yunus.


Gerçi Zuhruf diye bir sûrenin varlığından elbette haberdardık, en azından hatim okumalarımız vesilesiyle onu da okuyorduk. Ki, tevâfuk, münferit hatim paylaşmalarında, son birbuçuk senede bana nedense hem Hâ-Mim’li sûreler düştüğü için Zuhruf sûresini biraz daha yakînen tanıma imkânı buldum zaten. Resûl-i Ekrem’in bir bineğe binerken ettiği tesbihat ve tahmidatı da ders veren bu sûreden kabiliyetim miktarınca alabildiğim bazı dersleri, inşaallah daha sonra paylaşmak isterim. Öncelikli olarak ise, sûreye de ismini veren sır dikkatimi ziyadesiyle çekmiş bulunuyor: şu dünya hayatında ehl-i küfrün sergilediği refah ve servet manzarasının mü’minlerin iç dünyalarında uyandırdığı halet-i ruhiye.


Sûrenin, 30-36. âyetlerinden anladığımız ve gündelik hayatta bilfiil tecrübe ettiğimiz üzere, ehl-i küfür, edindiği servet ve makamı—bu servet ve makam çoğu zaman çok masumların haklarını zayi etme gibi kirli bedeller taşıyor olsa dahi—güya kendi çizgisinin haklılığına bir karine ve emr-i ilâhîye karşı bir ukalalık ve isyan vesilesi olarak görüyor. Peygamberin ve ona evvelemirde tâbi olanların genelini belli bir makamı ve serveti olmayan genç ve fakir kesimlerin teşkil ediyor olmasını, yani kendilerinin servet ve makam sahibi oluşunu kimin haklı olduğuna dair bir ölçü birimi olarak görüyorlar. Ve bu, ehl-i dini de etkiliyor olmalı ki, yeryüzünde kiminin zengin kiminin fakir olmasının Kendi takdiri olduğunu bildiriyor Hakîm-i Zülcelâl (âyet: 32). Peşinen, “Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha hayırlıdır” buyuruyor. Ve bir sonraki âyette, işte servet ve makamı ehl-i küfrün kendi lehinde bir propaganda vesilesi kılması, ehl-i dinden bir kısmının ise bu propagandadan etkilenmesi vâkıasına dikkat çekerek, “Eğer insanların tek bir toplum olma endişesi Bizde olmasaydı, herşeyin rızkını veren Allah’ı inkâr eden kâfirlere gümüşten evler ve üzerine basıp çıktıkları merdivenler yapardık” diye ferman ediyor. Gümüşten evler, gümüşten merdivenler; ve 34. âyete bakarsak, ilaveten, gümüşten kapılar, gümüşten koltuklar… Ve, sûreye ismini veren “Zuhruf”un geçtiği 35. âyete böylece geliyoruz. Bu âyette, “Ve zuhrufen” buyurarak; ehl-i küfrün servet ve refah üzerinden giriştiği propagandanın ehl-i dini yolundan kaydırma endişesi olmasaydı, bırakın gümüşü, kâfirler için bütün bunları altından da yapardık diye bildiriyor Kadîr-i Zülcelâl.


Ve, peşisıra, mü’minlerin dikkat etmesi gereken asıl noktaya, ehl-i küfrün servet ve refah üzerinden giriştiği propagandanın kalblerinde bir tereddüt veya tedirginlik izi bırakmaması için müı’minlerin kalblerine yerleştirmeleri gereken asıl noktaya çekiliyor nazarlarımız: “…Fakat bütün bunlar, dünya hayatının metaıdır. Ahiret hayatı ise, Rabbinin yanında, müttakiler içindir.”


Zuhruf sûresinin, bugün de ehl-i dini dünyevîleştiren halet-i ruhiyelerin arkaplanını ve de bu halet-i ruhiyelerdeki zaafın hal çaresini gösteren bu âyetlerinin zihnimi doldurduğu yakın bir vakitte Yunus sûresini okuma imkânı bulduğumda ise, hem ehl-i küfrün emr-i ilâhîye karşı diklenip mü’minlere karşı böbürlenme vesilesi kıldığı, imanındaki zaaf nisbetinde ehl-i dinin de imrendiği bu servetin akıbetini, hem de mü’minlerin üzerlerindeki, ehl-i küfürdeki bu geçici dünya metaına mukabil gelen, lâkin farkına varmadıkları asıl nimeti hatırlatan âyetler çıktı karşıma. Her bir âyeti ancak uzaktan uzağa görebildiğimiz çok dersler taşıyan bu sûrenin sekizinci sayfasında, birbiri ardınca, Zuhruf’taki dersi tamamlayan âyetler vardı. Öncelikle, 54. âyet, o ehl-i küfrün bu dünyada—ister çalarak, ister çalışarak edinmiş olsun; her hâlükârda Rabbinin ihsanı bilmeyip Rabbine karşı isyan vesilesi kıldığı—bütün bu nimetlerin getirdiği hüsranı haber veriyordu. Mahşer günü hesaplar dökülüp, hayatını Rabbinin üzerindeki nimetini inkâr ve kulluğundan sarf-ı nazar ile geçirerek haddi aşmış o zalimlerin, azabı gördükleri vakit, “bütün dünya kendilerinin olsaydı, içten içe pişmanlık duyarak, kendisini kurtarmak için feda etmek isteyecekleri”ni buyuruyordu Kadîr-i Hakîm. Takip eden âyetler, bütün bu âlem-i mülkün Mâlikinin kim olduğunu ve memlûkler olarak hepimizin O’na dönücü olduğumuzu kısa, kesin ve keskin ifadelerle ders verirken, 57-58. âyetler ehl-i küfrün elindeki servete imrenen bütün bir insanlığa asıl serveti bildiriyordu:


“Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt ve gönüllere şifa, mü’minlere hidayet ve rahmet olan (Kur’ân) geldi. De ki: Allah’ın fazl ve rahmetiyle, işte bununla sevinin. Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır.”


Hepimizin şu veya bu düzeyde etkilendiği, servet ve makam üzerinden gelişen küfrânî propaganda düğümü, işte burada çözülüyor…


Bugün yüzyüze geldiğimiz vâkıa şu: Bir tarafta, varabileceği en üst nokta ‘bütün dünyayı ele geçirme’ olan ve dünyadan ele geçirebildiği kadarıyla dahi ehl-i dini aşağılayıp imrendirerek kendini haklılaştırmaya çalışan insanların yolu var; öte tarafta, taşıdıkları nefis itibarıyla, ve kalblerinin nefislerinin dizginleyip dizginlememe derecesine göre bundan etkilenip—şu veya bu gerekçeyle—aynı imkâna, aynı servete, aynı makama ulaşıp bu propagandayı etkisizleştirmeye çalışan, lâkin bu uğurda kendi yolundan taviz veren, hatta kendi yolunu unutup başkalaşan bir ehl-i din.


Oysa, Zuhruf-Yunus hattı, mü’minlere böylesine hatalı ve hatarlı bir yola hiç düşmeden bu propagandanın etkisinden kurtulmayı mümkün kılacak çareler öneriyor: (1) Bütün bunların ‘dünya hayatının geçici metaı’ olduğunu ve ne ölüm, ne de ölümden sonraki hesap, ne de hesaptan sonraki azap karşısında hiçbir işe yaramadığını derk; (2) Şu dünyada, belki dünya kadar servete boğulan bu insanların, mü’minlerin elindeki bir servetten kesinkes mahrum olduklarını idrak. Bir yanda, ne ölüme, ne ölüm ötesine, ne de kalbin ebediyet arzusuna cevap veremeyen bir dünya malı; öte yanda, insanı Rabbü’l-âlemîn’in şerefli misafirine dönüştüren, ‘Rabbinden bir öğüt, gönüllere şifa, mü’minler için hidayet ve rahmet’ olarak Kur’ân.


Biz, istiyoruz ki, hem dünya bizim olsun, hem âhiret. İstiyoruz ki, hem dünya kadar malımız olsun, hem Kur’ân’la haşirneşir olalım. Nefsimizle kalbimiz arasında kimin hâkim, kimin tâbi olacağı noktasında net kararı veremediğimiz için böylesi bir ‘uzlaşma formülü’ arayıp duruyoruz. Halbuki, yaşadığımız hayat ortada. Kendi tecrübelerimiz ve hariçte gördüklerimiz ortada. Hem dünya, hem âhireti tastamam elde etmek; hem boğazına kadar mala boğulup onun hesabıyla meşgul olup hem de Kur’ân’a hakkıyla muhatap olmak, olan, olabilen ve olacak iş değil… Birini asıl tutup, diğeriyle ‘gerektiği kadar’ meşguliyet ve muhatabiyet gerekiyor.


Velhasıl, bir tercih gerekiyor. Bir öncelik-sonralık, aslîlik-tebeîlik tasnifine gitmemiz gerekiyor.


İşte bu noktada, soralım kendimize: Hangi servet daha büyük: dünya malı mı, Kur’ân mı?


Cevabı besbelli ortadaysa, Allah’ın bizi Kur’ân’a muhatap etmekle üzerimizde sergilediği rahmet ve fazlın kıymetini bilmeyi; ve bunun, ehl-i küfrün toplayıp durduklarından daha hayırlı olduğunu bilmeyi becermemiz gerekiyor.


Niye, onlar Kur’ân gibi ‘Rabbimizden bir öğüt, gönüllere şifa, mü’minlere hidayet ve rahmet’ olan Kur’ân’a imrenmezken, biz onların elindeki geçici dünya metaına imrenelim ki?

METİN KARABAŞOĞLU
 
Üst