Hatemu'l Enbiya

Nevzatt

Well-known member
Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o Allah’ın Resûlü ve Hatemu’l-Enbiyadır. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab, 40)


BU AYETİN Arapça aslında, ‘Hatemu’l-Enbiya,’ ‘Hatemu’l-mürselin’ tabirine tercih ediliyor. Çünkü Nebi kavramı, Resul kavramına göre daha genel bir anlam taşır ve içinde onu da ihtiva eder.

Resul, sözlük anlamı itibariyle risalet kökünden gelen bir kelimedir. Anlamı elçi demektir. çoğulu, rusul ve mürselûn’dur. Buna karşılık nebi ise, nebe’ kökünden gelir ve haberci/haber alan kimse anlamındadır. Çoğulu nebiyyun ve enbiyâdır. Kur’an’da “Hz. İsa’nın havarilerinden olan elçiler (Yasin Suresi: 13-14), Hz. Yusuf’a giden elçi (Yusuf Suresi:50) için söz konusu olan “Resul, Murselûn” kelimeleri bu anlamda kullanılmıştır. Ayrıca, Kur’ân’da vahiy meleği, ölüm meleği, amellerimizi yazan melekler ve cinler için kullanılan Resul kavramı da bu anlamda kullanılmıştır.

Aşağıdaki ayetlerde bu mânâları yansıtan ifadeleri görmekteyiz:

“Andolsun o akıp giden yıldızlara, Akıp akıp yuvasına giden (yıldız) lara, Kararmaya yüz tuttuğunda geceye andolsun! Ağarmaya başladığında sabaha yemin olsun ki, bu Kur’an, çok şerefli, güçlü, Arş’ın sahibi Allah’ın katında itibarlı, orada kendisine itâat edilen, güvenilir bir elçinin (Allah’tan getirdiği) sözdür. (Tekvir Suresi: 15-21)

“Sizden birinize ölüm gelince, onu Resullerimiz vefat ettirir.” (Enam Suresi: 61)

“Yoksa onlar; Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, onların yanlarında bulunan Resullerimiz (kiramen kâtibin melekleri) , (onların yaptıklarını ve konuştuklarını) yazıyorlar.” (Zuhruf Suresi:80)

“Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran içinizden resûller (elçiler) gelmedi mi?”(Enam Suresi: 130)

İslam dininde bir terim olarak Resul ve Nebi kavramlarının ikisi de peygamber mânâsında kullanılır. Ancak, “Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebi göndermedik ki o bir şeyler temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna vesveseler karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini sağlam kılar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Hac Suresi:52) mealindeki ayette belirtildiği gibi, ikisi arasında bir fark vardır.

İslam âlimlerinin bildirdiğine göre, aralarındaki fark şöyledir: Resul kavramı, yeni bir kitap ve şeriatla gelen peygamberler için, Nebi ise, kitap ve şeriat getirsin ya da getirmesin bütün peygamberler için kullanılan bir terimdir. Nebi, bu özelliğiyle Resul kavramından ayrılır. (Razî Tefsiri,23/45)

Buna göre,—peygamberler için kullanılan bir terim olarak—her Resul Nebi’dir, fakat her Nebi, Resul değildir. Yani Nebi, Resul kavramına oranla daha geneldir. Bu üslup, Kur’an’ın bir i’caz parıltısıdır ki, veciz bir sözle çok derin ve kapsamı geniş manalar ifade eder. Hz. Muhammed(.a.s) ise, hem Resuldur hem Nebidir.

Hz. Muhammed’in (a.s.) ayrıcalıklı özellikleri


Son peygamberdir: Peygamberlik kurumu kendisiyle birlikte tamamlanmıştır. Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:

“Şüphesiz benimle diğer peygamberlerin durumu şu misale benzer: Adamın biri bir saray yapmış, onu güzelleştirip mükemmel bir şekilde tamamlamış, fakat bir tuğla yeri boş kalmıştır. Herkes gelip bu saraya giriyor ve ona hayran kalıyor ve: ‘Şu boş kalan tuğla yeri olmasa, bu köşke diyecek yok!’ diyorlar. İşte ben o köşkü tamamlayan tuğlayım.”(Tirmizi, Emsal, 2 )


Risaleti umumidir: “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermiş bulunuyoruz” (Sebe’ Suresi: 28). Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlattığına göre, Hz. Perygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Az sözle çok şey ifade etme kabiliyeti bana verildi. Düşmanın kalbine korku salınarak zafere ulaşmam sağlandı. Savaştan alınan ganimetler bana helal kılındı. Bütün yeryüzü benim için temiz bir mekân ve bir mescit kılındı. Ben bütün insanlara peygamber gönderildim. Peygamberler zinciri benimle son buldu.” (Müslim, Mesacid, 5).


En büyük mucizeye sahiptir: Diğer peygamberlerin peygamberlik belgeleri gözle görülen mucizeler türünden idi. Dolayısıyla da bu mucizeler maddî türden olduklarından dolayı da tesirleri geçici olup, zamanla değerlerini yitirmişlerdir. Söz gelimi, bugün hiç kimsenin bir zaman ejderha olan Hz. Musa'nın asasını, o olağanüstü haliyle görüp de Hz. Musa'nın peygamberliğine iman etme şansı yoktur. Oysa Hz. Peygamber’in (a.s.) en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim, hem manevî hem aklî bir mucizedir. Bu özelliğiyle de o, zaman üstü bir konuma sahiptir. Hatta zaman ihtiyarladıkça, Kur'an gençleşiyor, mucizelik yönü daha da parlıyor.

Hz. Peygamber (a.s.), Kur’an’ın bu yönünü şöyle açıklamıştır: “Allah’ın gönderdiği peygamberlerden her birine mutlaka insanların onun gibi bir şeyi görmekle imana geldiği bir mucize vermiştir. Ancak bana verilen mucize ise onlardan farklı olarak Allah’ın bana gönderdiği bir vahiydir. Bu yüzden kıyamet günü, onların hepsinden daha fazla tabileri (uyanları) bulunan bir peygamber olacağımı ümit ediyorum.” (Buharî, İtisam, 1)

Onun ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır: Aşağıdaki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyilği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a imân edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etseydi, bu elbette onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran Suresi, 110)


Hz. Âdem neslinin efendisidir: “Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Kabri ilk açılacak olan benim. İlk şefaat eden de şefaati ilk kabul edilen de benim.” (Müslim, Fedail, 3)

Makam-ı Mahmud sahibidir: Bu makam, başta kendi ümmeti olmak üzere bütün insanlar için söz konusu olacak büyük şefaattir. Bu gıpta edilmeye değer makamın tek namzeti Hz. Muhammed’dir. Aşağıdaki ayette Allah’ın sözverdiği bu makama işaret edilmiştir. “Resulüm! Gecenin bir kısmında kalkıp, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Artık Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a tayin etmesini bekleyebilirsin.” (İsra Suresi: 79)


Livau’l-hamd sancağının sahibidir: Livau’l-hamd, Allah'a en çok tesbih ile hamd etmiş ve bu yüzden Ahmed adını almış, sonra “Sen gerçekten çok büyük bir ahlak üzerindesin” mealindeki ayetin de ifade ettiği gibi, Allah tarafından en çok övgüye laik görülmüş ve bu sebeple de Muhammed adını almış Hz. Peygamberin bu manevî kimliğinin bir belgesi ve manevî riyasetinin bir simgesi olan sancak anlamına gelir.

Şu hadis-i şerif bu hususu belirtmektedir: “Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Livau’l-hamd sancağı benim elimdedir. Fakat asla gururlanma olmaz. O Âdem ve ondan sonra gelen bütün peygamberler benim sancağım altındadır. Ve kabri ilk açılacak olan da benim. Fakat asla gururlanma yoktur.” (Ahmed,III/2)


O Bir Sirac–ı Münirdir: Bu kavramı ihtiva eden ayetin meali şöyledir: “Ey Nebi' muhakkak ki, biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendisinin izniyle Allah'a davet edici ve aydınlatıcı bir güneş/lamba olarak gönderdik.” (Ahzab, 33/45-46)

Bu ayette, Hz. Peygamber(a.s.) hem güneşe hem de Ay'a benzetilmiştir. Şöyle ki:—M. Said Ramzan el-Butî'nin de belirttiği gibi—Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için muzî tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de münîr tabiri kullanılır. Meselâ: Aydınlık bir oda için Ğurfetün müzîetün denilmez, aksine münîretün denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için kabesün münîr denilmez, aksine müzî denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir. İşte Kur’an-ı Hakim’in Kur’an’da ay için nur-münîr, güneş için ziya-siraç tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir. ( el-Bûtî, Revâyi', 115-16)

İşte söz konusu ayette normal Arapça dil kuralına ve Kur’an’ın diğer kullanış alanlarından farklı olarak Hz. Muhammed için siracen münira tabirinin kullanılması, burada hem Güneş hem de Ay’a yapılan bir benzetmenin göstergesidir. Ayette bu benzetmenin varlığını gösteren işaretleri şöyle sıralayabiliriz:


• Hz. Muhammed(a.s.) nübüvvet cihetiyle bir ay gibidir. Vahyin ışığını Şems-i Ezelîden/Veya Kur'an güneşinden alıyor. Risalet cihetiyle bir güneş gibidir. Güneşin kendisinde bulunan ışığını her taraf saçtığı gibi, o da "konuşan, yaşayan bir Kur'an olarak" kendisinde bulunan hidayet ışığını tüm insanlığa saçmıştır. Ayette geçen Sirac-ı Münir kavramı bu iki hususa ışık tutmaktadır.


•Hz. Peygamber (a.s.), Allah’tan vahiy alan bir kişi olarak nebi, aldığı ilahî mesajı başkalarına ulaştırma görevinden dolayı da resul/elçi adını alır. Ayette “Ey Nebi” mealindeki “ya eyyüha'n-Nebiyy” ifadesi onun nübüvvetine, “seni elçi olarak gönderdik” mealindeki cümlesi ise, risaletine işaret etmektedir. “Allah’ım! Risalet semasının güneşi, nübüvvet yörüngesinin ayı olan Hz. Muhammed’e salat ve selam eyle” mealindeki salavat-ı şerifede, bu hakikate işaret edilmektedir.


•Sirac-ı Münir kavramı—yukarıda açıklandığı üzere—iki zıt vasfı ihtiva etmektedir. Sirac kelimesi, ışığı kendisinden olan bir cismi ifade etmekte ve Kur'an'da güneş anlamında, kullanılmaktadır: “Biz gökte alev alev yanan/ışığı kendinden olan bir güneş yarattık.” (Nebe’ Suresi:13) mealindeki ayet bunu göstermektedir.

Münir kelimesi ise, ışığını dışarıdan alan bir cismi ifade etmekte ve Kur'an'da Ay için kullanılmaktadır. “Biz göklerde bir sirac/lamba/güneş ve aydınlatıcı bir Ay (Kamer-i Münir) yarattık.”(Furkan Suresi:61) mealindeki ayet bunu göstermektedir.


Risalet semasının güneşi ve nübüvvet yörüngesinin Kamer’i/Ay’ı olan Hz. Muhammed’e Onun âl ve ashabına kâinatın atomları sayısınca salat ve selam olsun. Âmin!
 
Üst