Bilim, Kur'an ve Müslümanlar

Nevzatt

Well-known member
ASRIMIZDA bilimsel anlamda önemli gelişmelerin yaşandığı bir gerçektir. Pekçok fen dalında çok ciddi uzmanlaşma deneyimleri gerçekleşmiş, pekçok bilimsel keşif ve buluş günyüzüne çıkarılmıştır.
Özellikle son birkaç yüzyılda bu alandaki gelişmelerin öncülüğünü Batı medeniyetinin yaptığı da inkâr edilemez. Okyanus diplerinden, fezaya; sinek kanadından balinalara kadar araştırmalarını her seviyede sürdüren Batılılar, ellerindeki bilgiyi marifete dönüştürmede sıkıntıları olmakla birlikte, yaratılışı gelişmiş bilimsel âlet ve araçların yardımıyla çok net biçimde gözlemişlerdir. Ne var ki, geçen ay kendisiyle yaptığımız röportajda Ümit Şimşek’in dile getirdiği gibi, Batı dünyasında hâlâ kemik bir zümre, “gördükleri hâlde iman etmemeyi sürdürüyor.” Öte yandan, hatırı sayılır oranda Müslüman da, ne yazık ki, iman ettiği halde görmemekte diretiyor.

Sanırım, ‘Kur’ân ve bilim’ konusunda kabaca böyle bir denklemle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Müslümanlar kâinatı çalışmakta, özellikle son çağlarda tembellik gösterirken, Batılılar ise kâinatın ilâhî bağlarını epey bir süre ihmal ettiler, ediyorlar.

Biz şimdi Batılıları bir kenara bırakalım ve Müslümanların durumuna bir göz atalım. Kur’ân-ı Kerim, Müslümanlardan bilim ve fenler konusunda nasıl bir tavır almalarını bekler? Belki bu sorudan önce sorulması gereken soru, “Kur’ân-ı Kerim’de bilime ne kadar yer var, bilimden bahsediliyor mu?” sorusudur.

Hiç kuşkusuz, “yaş ve kuru ne varsa içinde” olan Kur’ân-ı Kerim’in bilimden, bilimsel gelişmelerden bahsetmemesi düşünülemez. Ancak bu bahis, ahirzaman şartlarında zihni şekillenmiş olanların beklediği gibi ve beklediği ölçüde somut ve net bir bahis değildir. Bu da çok doğaldır. Çünkü tüm zamanları ve tüm mekânları (kâinat bütününü) kuşatan Kur’ân-ı Kerim, elbette her şeye kendi kıymeti ölçüsünde değer verir ve ancak o ölçüde mevzu bahis eder. Bediüzzaman hazretlerinin işaret ettiği gibi, “Kur’ân’da neden uçaktan bahsedilmiyor?” sorusu, uzay denizinde uçan sayısız semavî gezegen ve yıldız nazara alındığında, soruyu soranı utandırır. Elbette Kur’ân öncelikle ve somut olarak yıldızlardan bahsedecek; ve eğer lüzum hissediyorsa ve makamı geldiyse uçağa (uçmaya) da işaret edecektir. Onun adilane belagatine de, doğrusu bu yakışır.


Aslında Müslümanların bilim ve fenler konusunda nasıl bir tavır alması gerektiği, Kur’ân’da bu meselenin ele alınış biçimi incelendiğinde ortaya çıkar. Elbette Kur’ân bir ‘bilim kitabı’ olmadığı için, onun âyetlerinde sırf bilimsel bir konuya hasredilmiş (o konuyla sınırlı) olan bir bölüm bulamayız. Zaten Kur’ân’ın henüz pekçok bilimsel gerçeğin üzeri örtülü olduğu miladî yedinci yüzyılda indiği nazara alınırsa, bunda yadırganacak bir taraf da yoktur. Asıl mucizevî olan şey, o dönemde inmiş olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerim’in bugünkü bilimsel keşiflere çarpıcı bir şekilde işaret ediyor olmasıdır.

Nasıl mı? Meselâ, pekçok numune içinden bir örnek olarak En’âm suresinin 125. ayetine birlikte bakalım. Allah’ın hidayeti de sapıklığı da kendi dilediği kimselere vereceğinden bahseden bu âyetin meâli şöyledir: “Allah kime hidayet vermeyi dilerse, onun gönlünü İslâma açar. Kimi saptırmayı dilerse, sanki gökyüzünde yükseliyormuşçasına onun göğsünü sıkar ve tıkar. İman etmeyenlerin üzerine pisliği Allah işte böyle çökertir.”

Görüldüğü gibi, bu âyet, esas olarak, Allah’ın hidayeti ve sapıklığı kendi dilediği kimselere verdiğinden ve bunu nasıl yaptığından ve sonucun ne olduğundan/olacağından bahsediyor. Miladi yedinci yüzyıldaki bilgi düzeyiyle bu âyete muhatap olan insanın yanına hayalen gittiğimizde, o kişinin bu âyetin temel mesajını anlamakta bir sıkıntısının olmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat âyette yer alan ve kâfirleri tasvir eden “sanki gökyüzüne yükseliyormuşçasına onun göğsünü sıkar” cümlesini, aynı kişinin, o dönemde (henüz gökyüzüne doğru yükseldikçe oksijen miktarının azaldığı ve bunun nefes almayı zorlaştırdığı bilinmediği için) layıkınca anlaması mümkün değildi. Bu ifadenin tam olarak anlaşılabilmesi, ancak çeşitli araçlarla yükseklere çıkılması ve orada atmosferi oluşturan gazlarının oranların ölçülmesiyle mümkündü ve öyle de olmuştur.

Dolayısıyla bu ve bunun gibi ilmî gerçeklere işaret eden âyetlere, hem miladî yedinci yüzyıldaki insanın hem de günümüz insanının yanından bakılırsa sayısız hikmetle karşılaşılacağı muhakkaktır. Böyle bir bakışla baktığımızda görürüz ki, Kur’ân-ı Kerim’in miladi yedinci yüzyılda çeşitli bilimsel gerçeklere sadece işaret etmesi, o dönemde müslümanları o işaretlerin sarahete kavuşması için çaba göstermeye teşvik ederken, yirminci ya da yirmibirinci yüzyıldaki insanı da, onu Kur’ân’daki modern bilimsel gerçeklere uygun ifadelerle yüz yüze getirerek, başka güzellikte bir mucizeyle karşı karşıya bırakmıştır. Açıkçası, Kur’ân-ı Kerim’in tüm çağlara seslenen ‘ezelî bir hitab’ oluşunun en güzel delillerinden birisidir bu.



Eğer Müslümanlar ile Kur’ân-ı Kerim’in bilime yaklaşımı arasında geçmişte ya da bugün birtakım sorunlar başgöstermişse, burada sorunun hiç kuşkusuz Müslümanlara ait olduğunu da ifade etmek zorundayız. Söz gelimi, miladî yedinci yüzyılda yukarıda bir örneğini verdiğimiz bilimsel gerçeklere işaret eden âyet bölümleri, o dönemde ve yaklaşık 14-15. yüzyıla kadar Müslümanları gayrete getirip bilimsel araştırmalara yönlendirmiştir. Astronomiden matematiğe, kimyadan tıbba.. pek çok fen dalında çok önemli mesafeler kat edilmiştir. Hatta bugünkü Batı biliminin temellerinin Müslüman bilim adamları tarafından atıldığı ve İspanya yoluyla Avrupa kıtasına taşındığı gerçeği, tanınmış Avrupalı fikir adamları tarafından dahi kabul edilmektedir. Ancak daha sonraki dönemde bu gayretler kesintiye uğramış ve yaratılmış bir eser olarak kâinatın incelenmesi, ‘fenler yoluyla’ Allah’ın isimlerine ve marifetullaha ulaşılması çabaları, en hafif deyişle, yavaşlamıştır.



Bunun sonucudur ki, günümüzde bilim ve fenler alanında hâkimiyet, Batı medeniyetine geçmiş bulunmaktadır. Onların da eksikleri, daha önce vurguladığımız gibi, kâinatın yaratılmış bir eser olduğu gibi en esaslı bir hakikati ıskalıyor oluşlarıdır. Fakat bu durum, yine de bilim ve fen konusunda günümüzde onların hükmünün geçerli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu gerçeğin Müslümanlar ile bilim arasındaki ilişkiye dönük ilginç yansımaları var.

Bugün bazı Müslümanlar “Kur’ân bilim kitabı değildir” diyerek Kur’ân’da bahsi geçen ilmî noktalara gereken önemi vermiyor. Bu davranışın altında tembelliğin yanı sıra, Batı dünyasına dönük reaksiyoner tepkinin, bilim ve bilimsel çalışmaları da içine alacak şekilde genişletilmiş olması yatıyor. Bu şekilde düşünen Müslümanlara şunun hatırlatılmasında fayda var: Evet, Kur’ân bir bilim kitabı değildir, ancak Kur’ân bilim karşıtı bir kitap da değildir. Ayrıca yaratılmış bir eser olarak kâinat, Batılı bilim adamlarından çok daha fazla bizim ilgimizi hak ediyor. Yaratış kâinatta tecelli ettiğine göre, onu çalışmak, her şeyden önce kendi imanımızı daha sağlam kılmamız ve marifetullahta mesafe alabilmemiz için anlamlı ve önemlidir.

Bunu söyledikten sonra, hiç şüphesiz, Kur’ân’daki bilime yol gösteren âyetlere atıf yaparak, ‘ilâhî bağlarından koparılmış bir bilim’ anlayışına meşruluk kazandırmanın da doğru bir yol olmayacağını eklemek durumundayız. Bilime yol gösteren âyetleri görmezden gelmek kadar, böylesi bir teşebbüs de gerçekten büyük bir cinayet olacaktır. Ne demek istediğimizi bir örnekle açıklayalım.

Allah Nur suresi 40. âyette kafirlerin duygu, düşünce ve davranışlarından söz ediyor: “Yahut, (o kafirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. Öyle bir deniz ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut… Birbiri üstüne karanlıklar… İnsan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez…” (Nur, 40)

Bu âyette esas olarak kafirlerin duygu, düşünce ve davranışları tasvir edilirken aynı zamanda bir bilimsel gerçeğe de (deniz altında ‘dip dalgalar’ın bulunduğuna) işaret ediliyor. Şimdi, bu âyete muhatap olan bir mü’min, Allah’ın asıl vermek istediği mesajı (kafirlerin ruh hâli) algılmayıp da, modern bilimin yirminci yüzyılda keşfettiği bir bilimsel gerçeği (dip dalgalar) öne çıkarıp sırf bunu anlasa ve buradan hareketle ‘ilâhî bağlarından kopuk bir bilim’ anlayışına meşruluk kazandırsa, ne büyük bir cinayet işler, anlarsınız.



Velhasıl, Kur’ân-ı Kerim’in her meselesinde olduğu gibi, bu meselede de ‘dengeli bir yaklaşım’ sergilemek esastır. İlerleyen sayfalarda sizler için hazırladığımız bilime yol gösteren âyetlerin modern bilim ve bilim adamları tarafından nasıl doğrulandığına ilişkin yazıları okurken, burada çizdiğimiz çerçevede dengeli bir bakış açısının sürekli hatırda tutulmasında büyük fayda vardır.

Bu yazıları derlemekteki maksadımız, modern bilim bulgularının 1400 yıl önce nazil olmuş Kur’ân âyetleriyle nasıl uyum içinde olduğunu, hatta pekçok bilimsel keşfin ardında bilime yol gösteren bu âyetlerin bulunduğunu gözler önüne sermektir. Yoksa, bu yazılar Kur’ân-ı Kerim’i modern bilime doğrulatmak üzere kaleme alınmamıştır. Dolayısıyla bu tarz bir okuma son derece yanlıştır. Doğru olan okuma, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bilime yol gösteren âyetleri, modern bilimin de destekliyor oluşudur. Ve burada aslında kendisini doğrulatma ve eksiklerini görme makamında olan, hiç kuşku yok ki, modern bilimin kendisidir.
 
Üst