"Kadın" konusunda iğne ve çuvaldızı kime batırmalı?

molla_zehra

Well-known member
İslam, insanlığın evrensel değişmez değerlerinin öbür adıdır. İslam,
sadece, şuurlu varlık olan insanın doğasıyla değil, mikro ve makrosuyla tüm
kozmos'un doğasıyla da uyumludur. Küfür ve şirk, işte bu uyumu bozmanın
adıdır ve 'en büyük zulüm'dür. Çünkü zulüm, bir şeyi yerinden etmektir;
insan için kullanırsak, kişinin ya kendini olduğundan fazla yüceltip
tanrılık taslayarak, ya da insan ve eşya karşısında kul-köle olup kendisine
bahşedilen şerefi iki paralık ederek, kendisini kendi yerinden etmesidir.

Modernite, bu anlamda, genelde insana, özelde kadına zulmetmiştir. Nasıl
ki, insanın "insaniliğine" kasdederek onu toplum makinasının bir civatası
(birey) konumuna indirgemişse, kadının da "kadınlığına" kasdederek onu
"cinsel bir obje"ye indirgemiştir. Sacayaklarından birini kadını horlayan
erkekmerkezli Pavlus Hıristiyanlığı'nın oluşturduğu modernizmin, kendine
tabi kadınlara biçtiği rol "teşhirlik bir tüketim nesnesi" rolüdür.


"Teşhircilik" ise modern kadının çözmesi gereken en önemli ruhsal
problemidir.


Kur'an, "kadınlar" anlamına gelen Nisa Suresi'nin ilk ayetinde, kadın
konusuna nereden bakmamız gerektiğinin koordinatlarını verir. Buna göre
"kadın/ın problemi", "insan/ın probleminden" ayrı değerlendirilemez. Onun
için, Kur'an, sözkonusu ayette kadınlığın ve erkekliğin köken birliğini
dile getirerek "insanlık" ortak paydasına dikkat çeker. Bununla, kadını
insandan, dolayısıyla erkekten bağımsız düşünmememizi ihsas eder. Buna
göre, "kadın probleminden" sözedilen her yerde, aynı zamanda "erkek
probleminden" de sözedilmiş olmaktadır.


Kur'an'daki "…erkek olsun, kadın olsun; siz hepiniz birbirinizdensiniz"
(3:195) literal anlamının, aslında "erkek olsun, kadın olsun; siz, hepiniz
birbirinize eşitsiniz" demeye geldiği, tereddüde mahal bırakmayacak kadar
açık. Buradaki "eşitlik", elbette "fonksiyon" eşitliği değil "insanlık" ve
"erdem" eşitliğidir. Yani, bu eşitliği "aynılık", "tıpkılık" anlamına
almak, başta kadının kendisine zulümdür. Fonksiyonları gereği erkeklerin
kadınları kollamasını öngören Nisa 34. Ayetinde, buna gerekçe olarak
"kimini kibinden üstün kılması" gösterilmektedir ki, bu "kadının erkekte
bulunmayan kimi özelliklere sahip olması ve erkeğin de kadında bulunmayan
kimi özelliklere sahip olması" anlamını taşır.


Fonksiyondan kaynaklanan bu farklılığı, Kur'an'ın çiftleri oluşturan her
iki cins için de kullandığı "zevc" (eş) sözcüğü çok güzel ifade eder. Bu
sözcüğün etimolojisini verirken, kadim dilbilimciler "zevcu'n-na'leyn"
(ayakkabının eşi) terkibini kullanırlar. Burada her iki cinsin birbirine
göre konumunu bir çift ayakkabının konumundan daha güzel hiçbir şey ifade
edemez. Sol ayakkabıyla sağ ayakkabı birbirine eşittir; fakat sağı sola,
solu sağa giyemezsiniz. Bu hem ayağa, hem de ayakkabıya 'zulüm' olur.


İşte bunun içindir ki Hz. Peygamber "Kadınlaşan erkeklere" ve "erkekleşen
kadınlara" lanet okumuştur. Modernitenin yaptığı, işte bu lanetli iştir:
Kadınları erkekleştirmek, erkekleri kadınlaştırmak. Bir şeyin doğasına
yönelik her müdahale, mutlaka o şeyin "yabancılaşması"yla sonuçlanır.
Aslında insanın en büyük sorunu olan "kendine yabancılaşmayı" modern kadın
iki kat yaşamaktadır: hem" insanlığına", hem de "kadınlığına"
yabancılaşarak.


Bu yabancılaşmayı, feminizmin tabiatında açık-seçik görmek mümkün.
"Fi-Mes'eleti's-Süfur ve'l-Hicab" adlı eserini "Kadının Özgürlüğü" adıyla
Türkçe'ye çevirdiğim Safinaz Kazım, kendisinin de gençliğinde önderliğini
yaptığı feminist hareketin samimiyetini sorgularken, bu hareketin
önderlerinden sayılan Simone de Beauvoir'ın yıllar yılı Jean-Paul Sartre'a
metreslik yapmasını örnek gösteriyordu.


Geleneksel yaklaşımın vadeli borçlanmaları belgeye dökmeyi emreden ayetteki
(2:282) bir erkek yerine iki bayan şahit öngören cümlesinden yola çıkarak
–fakat, neden iki kadın sorusuna cevap veren "biri yanılırsa diğeri
hatırlatsın" illetini ve bağlamı gözardı ederek- vardığı sonucu "Kur'an bir
erkeği iki kadına denk sayıyor" diyerek diline dolayanların, cahil
olduklarına mı, yoksa ardniyetli olduklarına mı yanalım? Aynı şey, ancak
tamamını İslam'ın dokuduğu bir sosyal hayat içerisinde anlamını bulan bir
motif olan mirasta "bir erkeğe iki kadının payını" öngören Nisa: 11 ayeti
konusunda da yapılıyor.


Aslında, indiği toplumda hukuki sürecin hiç bir aşamasında yer almayan
kadını ilk defa "hukuki sürece" dahil eden, ticari aktörlerin arasına
kadını da sokan bu ve bunun gibi ayetlerin doğru anlaşılması için şu
sorular mutlaka sorulmalıdır: A) Bu ayetler, esas itibarıyla hangi konuyu
işlemektedirler? B) İlahi iradenin bu konudaki maksadı nedir? C) Bu
hükümler, illetine mebni hükümler midir; eğer öyleyse illetleri nedir? D)
Ayetlerdeki oran ve rakamlar, mutlak sınırı mı, yoksa "illetle" mukayyet
sınırı mı belirler? Örneğin mirastaki "nasib" (4:11), bu nasibin illeti
gibi görünen "kesb" (4:32) değişince değişebilir mi?


Bunların cevabını bulmak da, Müslümanları, çağın pasif nesnesi olmaktan
çıkarıp aftif özne yapma çabasını güden ve İslam'ın bir medeniyet projesi
olduğunu aklından çıkarmayan ulemaya düşer. Ne ki bu görev, "ma-tabe lekum"
(4:3) ibaresindeki "ma" edatından yola çıkarak, kadınları akılsız ve
şuursuz varlıklarla aynı kategoride sayan bir mantıkla da yerine
getirilemez elbet.

MUSTAFA İSLAMOĞLU( 12 Mart 1999 )
 
Üst