CANIM ANNEME

Nevzatt

Well-known member

:angel: :angel: :angel:_________________________________________________

Anne-babaya öf bile demeyelim
Hz. Ebu’d-Derdâ’nın (ra), şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ben Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu işittim: “Anne-baba, Cennet’in orta kapısıdır. Artık sen o kapıyı ister zayi et, ister muhafaza et.” (Tirmizî, Birr, 3)

Rabbimiz bizi şöyle ikaz ediyor: “Rabb’in şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, “öff!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle. Şefkatle, tevazu ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: “Yâ Rabbi, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!” (İsrâ Sûresi, 17/23-24)




--------------------------------------------------------------------------------


Müslüman, annesinin kıymetini her gün bilir

Annelerin kıymeti bir günde anlaşılamaz. Tek günlük hatırlamalar gönül almaktan öte bir anlam ifade etmez. Hayatının bütününde anne ve babasına nezaket gösteren bir insan, her gününü ihya etmiş demektir. Dinimiz, her günün anneler günü olmasını ister. İslam dininde anne, çok muhterem ve yücedir. İslam’ın verdiği yüksek mevkii hiçbir sistem anneye verememiştir, “Cennet annelerin ayakları altındadır” sözüyle âbideleşen anne, başka hiçbir sistem, doktrin ve anlayışta bu kadar büyümemiştir. İslam dini, onların kıymetini bir güne sığıştırmamıştır. Anneler her gün gönüllerde açan bir çiçek gibidir.




--------------------------------------------------------------------------------

En çok kim hak sahibidir?

Efendimiz’in hadislerine baktığımızda anne hakkının baba hakkından üç misli fazla olduğunu öğreniyoruz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! İyi davranıp hoş sohbette bulunmama en çok kim hak sahibidir?” diye sordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): “Annen!” diye cevap verdi. Adam: “Sonra kim?” dedi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: “Sonra kim?” dedi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: “Sonra kim?” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı.” Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1)

* Abdullah İbn Amr İbn’l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam: “Ey Allah’ın Resulü benim malım ve bir de çocuğum var. Babam malımı almak istiyor” (ne yapayım?) diye sordu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Sen ve malın babana aitsiniz. Şunu bilin ki, evladlarınız kazançlarınızın en temizlerindendir. Öyle ise evladlarınızın kazanç­larından yiyin” buyurdu. (Kaynak: Ebu Dâvud, Büyû’ 79; İbn Mâce, Ticârât 64.)




--------------------------------------------------------------------------------


Cennet onların ayağı altındadır

Muâviye ibn Câhime’nin anlattığına göre; Câhime (radıyallahu anh) Hz Peygamber’e ve (aleyhissalâtu vesselam) gelir ve: “Ey Allah’ın Resulü, ben gazveye (cihad) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Annen var mı?” diye sorar. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma zira Cennet onun ayağının altındadır” buyurur. (Nesâî, Cihad 6.)

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (sas) bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün” dedi. “Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Resulü?” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Ebeveyninden her ikisinin veya sâdece birinin yaşlılığına ulaştığı halde (rızasını alıp da) Cennet’e giremeyenin.” (Müslim, Birr 9)

Esma Bintu Ebî Bekr (r. anhâ) anlatıyor: Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. Hz. Peygamber’den (sas) sorarak: “Annem geldi, görüşüp konuşmayı arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?” dedim. “Evet” dedi, ona gereken hürmeti göster.” (Buhârî, Hibe 28, Edeb 8)

İbn Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam Resûlullah’a (aleyhissalâtu vesselam) gelerek: “Ben büyük bir günah işledim, buna tevbe imkanım var mı?” dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): “Annen var mı?” diye sordu. Adam: “Hayır yok” dedi. “Peki teyzen de mi yok?” dedi. Adam: “Evet, var” deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Öyle ise ona iyilik yap! Teyze anne makamındadır.” diye emretti,” (Tirmizî, Birr 6.)




--------------------------------------------------------------------------------

Onlar için istiğfar edip, amel defterlerini açık tutabilirsiniz?

Ebu Üseyd Mâlik İbn Rebra es-Sâidî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam: “Ey Allah’ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkânı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam): “Evet vardır” dedi ve açıkladı: “Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) taleb etmek, onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi yerine getirmek, anne ve babanın dostlarına ikramda bulunmak.” (Ebu Dâvud, Edeb 129)




--------------------------------------------------------------------------------


Samimi niyet ve dua


Ebû Hüreyre rivayet ediyor: “Sizden önce geçenlerden üç kişi çocuklarının geçimini sağlamak için yola koyuldular. O sırada yağmura tutuldular. Bunun üzerine bir mağaraya sığındılar.

Daha sonra bir kaya parçası düşerek mağaranın ağzını kapattı. Aralarında şöyle konuştular:

“Mahvolduk, taş düştü. Bunun sebebini yalnız Allah bilir. Yaptığımız en güzel davranışları dile getirerek Allah’a dua etmekten başka çaremiz yoktur. İçlerinden biri anlatmaya başladı:

“Allah’ım, hoşuma giden bir kadın vardı. Ona sahip olmak istedim. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine bir miktar para verdim. Kabul etti. Tam ona yaklaşacağım sırada vazgeçtim. Bilirsin ki, bundan sırf senin rahmetini kazanmak, azabına uğramamak için uzaklaştım. Şu kayayı bizden uzaklaştır.” deyince kaya parçasıbir miktar açıldı.

Diğeri şöyle anlattı:

“Yâ Rabbi, bilirsin, benim çok yaşlı anne-babam vardı. Onlara akşam sütünü içirmeden ne çocuklarıma ne de başkalarına bir şey içirmezdim. Bir gün odun toplamak için uzağa gittim. Döndüğümde onlar uyumuştu. Akşam sütlerini hazırladım, fakat onlar uykudaydı. Onlar içmeden önce çocuklarımla birlikte akşam süt içmeyi uygun bulmadım. Onlar uyanıncaya kadar süt kabı elimde olduğu halde bekledim. Sonunda sabah oldu, uyandılar ve sütlerini içtiler. Allah’ım, eğer bunu sırf Senin rızanı kazanmak için yapmışsam su kayayı buradan uzaklaştır.” dedi.

Bunun üzerine kaya parçası biraz daha açıldı. Fakat çıkılacak gibi değildi.

Sonra bir diğeri şöyle anlattı:

“Allah’ım, bilirsin bir gün bir işçi tutmuştum. Yarım gün çalıştı. Ücretini verdim. Kızarak ücretini almadı.

Çekip gitti. Ben de her çeşit maldan onun hesabına çoğalttım. Bir zaman sonra ücretini almaya geldi. Ben de; ‘Şu gördüklerinin hepsini al, tamamı senindir, dedim. İstesem yalnız önceki ücretini verir, diğerlerini vermezdim. Allah’ım bilirsin ki, bunu sırf senin rahmetini umduğum, azabından korktuğum için yaptım. Şu kayayı buradan uzaklaştır” dedi. Kaya parçası bütünüyle kalktı. Onlar da çıkıp yola koyuldular.’




--------------------------------------------------------------------------------


Yanmasını ister miydin!


Abdullah bin Ebî Evfâ rivayet ediyor: Peygamberimizin huzurunda bulunuyorduk. Bu sırada birisi geldi: “Yâ Resulallah ölüm döşeğinde yatan bir genç var. Kendisine, ‘La ilahe illallah’ de, dendiği halde bir türlü bunu söyleyemiyor.” dedi. Efendimiz sordu: “Namaz kılar mıydı?” “Evet, kılardı.” Bunun üzerine Peygamberimiz kalktı. Biz de onunla birlikte kalktık. Peygamberimiz gencin yanına girdi ve ona, “La ilahe illallah de.” buyurdu. Genç, “Bunu söyleyemiyorum” dedi. “Niçin söyleyemiyorsun?” deyince, gelen adam: “Annesine âsi idi” dedi. Efendimiz, “Annesi sağ mı?” diye sordu. “Evet, sağdır” dediler. Kadın geldi. Efendimiz kadına; “Bu hasta senin oğlun mudur?” diye sordu. Kadın, “Evet” dedi. Efendimiz; “Bak, şurada bir ateş hazırlansa ve ‘Oğluna şefaat edersen, onu bu ateşte yakmayız, fakat şefaat etmezsen bu ateşte yakarız’ deseler ne yapardın? Şefaat eder miydin?” diye sordu. Kadın, “Onun şefaatçisi ben olurdum” dedi. Efendimiz, “O halde sana âsi olan bu oğlunu cehennemden kurtarmak için hakkını ona helâl edip ondan razı olduğuna Allahu Teâlâyı ve beni şahit göster.” buyurdu. Kadın, “Allah’ım! Seni ve Resulünü şahit tutuyorum, oğlumdan razı oldum, hakkımı ona helâl ettim.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz hasta gence, “La ilahe illallahü vahdehû la şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlühû de.” diye buyurdu. Hasta hemen şahadet getirdi. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah’a hamdolsun ki, benim vasıtamla bu genci cehennem ateşinden kurtardı.”
_________________________________________________


Farz ibadetler, biz kullar için Allah’ın takdir etmiş olduğu görevlerdir. Farz ibadetlerin dışında Allah’a kalben ve fiilen yakın olabilmek için yaptığımız ibadetlere de “nafile” ibadetler diyoruz. Meselâ; farz namazlarını kılan bir insanın sünnet olan namazları kılması (şükür, evvabin, hacet, kuşluk vb.) onun için nafile bir ibadettir. Nafile ibadetler, kulun dinî hayatındaki çok önemli boşlukları doldurur. Onu Allah’a yakınlaştırıp, peygamber ahlakıyla ahlâklandırır. Peki anne-babaya yapılacak bir hizmet, ya da onların emirlerine uygun hareket etmek nasıl nafile ibadetlerden üstün oluyor?
Hişam ibn Hassan, Hasan Basri Hazretleri’ne soruyor: “Kur’an öğreniyorum; fakat, eve geç gitmek zorunda kalıyorum. Yatsıya kadar annem beni evde bekliyor. Bu yaptığım davranış doğru mudur?”

Hasan Basri Hazretleri, “Yatsı vaktinde annenin yanında bulunup onu sevindirmen, bana nafile olarak yaptığın haccın sevabından daha sevimli geliyor.” demiştir.

Malik bin Enes Hazretleri de bir kimsenin anne-babası izin vermedikçe nafile olarak hacca gitmesinin doğru olmayacağını belirtmiştir.

İmam-ı Gazali bu konuda şöyle demektedir:

“Haram veya helal olup olmadığı konusunda şüphe bulunan şeylerde anne-babaya itaat farz iken, Allah’ın yasaklamış olduğu haramlarda itaat farz değildir. Hatta anne-baba senin yalnız değil de onlarla birlikte yemek yemeni isteseler, onların bu isteğini yerine getirmen gerekir. Aynı şekilde mubah veya nafile ibadet amaçlı bir seyahate çıkarken onların izinlerini muhakkak almalısın. Üzerine farz olan haccı bile eğer anne ve baban istemiyorlarsa geciktirmen gerekir. İlim öğrenme maksadıyla gurbete çıkmadan önce de onların izinlerini alman gerekir.” (Gazali, İhyaü Ulumü’d-din, 2/218
_________________________________________________
“Demek ki ey münafıklar! Siz işbaşına geçecek olursanız, ülkede fesat çıkaracak, nizamı bozacak, akrabalık bağlarını parçalayacaksınız! (Allah’a verdiği söze bile sadık kalmayan kimsenin, böylesi hakları gözetmesi de beklenemez). İşte bunlar, Allah’ın lanet edip kulaklarını sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed, 47/22-23)
Ayette işaret edildiği gibi münafıkların belirgin özelliklerinden biri, işbaşına geçip idareyi ele aldıklarında ıslah edici, yapıcı, üretici ve verimli olmaları değil, aksine yıkıcı ve bozguncu olmalarıdır. Onlar milleti idare etme fırsatını yakaladıklarında adalet ayaklar altına alınır, zulüm her yerde sesini olabildiğince yükseltir ve mazlumların âh u efganı da semanın kapılarını zorlar.

Münafıkların bu özelliğinin yanında bir diğer özellikleri de akraba ile ilişkilerini kesmek, onların hâl ve hatırlarını sormamak, ihtiyaçlarını karşılamak için onlara yardım etmemektir. Onlar akrabalar arasında tatsızlık çıkarıp, birbirleriyle çekişip dururlar.

Akrabayı arayıp sormamak, ziyaret edip gönüllerini almamak ve onları kendi hâllerine terk etmek müminlerin değil münafıkların özelliğidir. Buradan akrabaları ile ilişkilerini kesen her kişinin münafık olduğu gibi bir hüküm de çıkarılmamalıdır. Sadece üzerinde böyle bir sıfat taşıyor denebilir. Çünkü kimin mümin, kimin kafir ve kimin münafık olduğunu Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
_________________________________________________

Sıla-i rahmi kesmenin haramlığına inandığı hâlde bunun gereklerini yerine getirmeyen insan günahkâr olur. Yok, bu hükmü reddediyorsa Cennet’in kokusunu duyması mümkün değildir.
Ebû Bekre Nüfey İbn Hâris’ten (ra) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sas) “Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defa sordu. Biz de “Evet, yâ Rasûlallah” dedik. Rasûl-i Ekrem, “Allah’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek” dedikten sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve “İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmaktır.” ilavesini yaptı. Bu sözü durmadan tekrarladı. Daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa” dedik. (137 Buhârî, Şehâdât, 10, Edeb, 6, İsti’zân, 35; Müslim, İmân, 143).

Lokman Sûresi’nde şöyle buyurulmuştur: “Lokman oğluna nasihat ederken: ‘Evladım!’ dedi, ‘Sakın Allah’a eş, ortak uydurma! Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.’” (Lokman, 31/13). Şirk çok büyük bir günahtır. Anne-babaya asi olup, onlarla irtibatı kesmek de şirkin hemen yanındaki büyük günahlar içinde sayılmıştır. Ebu Muhammed Cübeyr İbn Mut’ım’in (ra) rivayet ettiğine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Akrabasıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18,19)

Kalbinde zerre ağırlığınca iman taşıyan herkes nihayetinde cennete girecektir. Ancak akrabalık bağlarını görmezlikten gelip, akrabalarını unutan insanlar üstelik bunun haram olduğunu bildikleri hâlde inadına aksini savunuyorlarsa bu takdirde cennete hiçbir zaman girmeleri mümkün değildir.

***

CEZASI DÜNYADAYKEN BAŞLIYOR

Bazı günahlar vardır ki, Allah onun hesabını ahirette sorar. Bazı günahların cezasını ise ahirete bırakmadan dünyada verir. Başta ana-baba olmak üzere akra­baları ile ilişkilerini kesen insanlar da bu cürümlerinin neticesini daha dünyada iken görürler. Bunun böyle olduğunu Peygamberimiz’in şu hadisinden anlıyoruz: “Ahirette cezasını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah’ın çabucak cezalandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulüm ve akrabasını ihmal etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43)
_________________________________________________

Büyük insanları, insanlığın iftihar tablolarını hep anneler şekillendirir. Erkek ve kadın tüm güzel meziyetlerini birleştirirse, bundan cennet ikliminin yaşandığı bir aile ve fazilet topluluğu meydana gelir.
En muazzez varlıktır ana. O, yeryüzünde dolaşırken gökteki bir baş ve cennet de ayaklarının altındadır. Pabucunun tozu gözlere sürme kadar aziz ve ayaklarına sürülen yüzler arş eşiğindeki başlar kadar yücedir. Ana inleyen varlıktır. Bütün bir hayat boyu inleyen ve sızlayan... Ana vardır, dünyaya getireceği yavruyu Hak yoluna adar. Ana vardır, bir yavru ister, ister de elde etmeden inkisar içinde gider. Ana vardır, izah edemeyeceği yavrunun hesabıyla iki büklüm olur ve “Keşke daha önce ölüp de unutulup gitseydim” der. Ana vardır, evladıyla âbideleşir ve başı semaya ulaşır. Ana vardır, evladıyla derbeder ve perişan olur. Ana vardır, firavun otağında bir milletin gözdesi olur. Ana vardır, Nebî hücresinde şeytan bendesi. Ana vardır, sessiz, belirsiz ve meçhuldür; fakat güller, çemenler yetiştirir. Ana vardır, destanlara sığmaz; o, zihinlerde, sinelerde, göklerdedir. Ana vardır, kâğıttadır, kalemdedir, romandadır.

Toprak tohuma ana; kaynak çağlayana; Havva insanoğluna; Meryem bir Ruh’a; Âmine bütün bir hakikate, varlığın sırrına, sırların özüne... İyisi de var, kötüsü de ananın. İyisine canlar feda; ya kötüsüne, talihsizine ne demeli? Evlâdını güldürmemişe ve evlâdından yana gülmemişe, gün yüzü görmemişe.

Ana-evlât, iki vücut bir rûh, Evlât, ananın vücudundan bir parça, kucaklarda “gönül yakan sevgili”, emekleyen yumurcak ve nihayet birbirini takip eden ayrılışlarla, ana için sîneyi yakan bir kor, kalbe saplanan bir mızrak...

Ana, her zikzakta bir sürü gözyaşı döker: Yavrusunun okuma, izdivaç ve askerlik ayrılıklarına. Evet, o, daima ağlar, daima buhurdan gibi tüter. Teselli bulup durduğu olduğu gibi, sel sel olan gözlerinin yaşında boğulduğu da olur. O, mukaddeslerine, vatanına, namusuna kurban verdiği yavrusunu armağan sayar ve teselli olur. Ya bir hiç uğruna ölene? İşte burada ananın dili tutulur. Evet o, küffara karşı şehid olan evlâdına koşmalar dizer, ninni söyler, onlarla avunur. Analarımız asırlarca hep ağladı, hep ağladı… Ama artık ağlama anam! Gözyaşlarından meydana gelen bulutlar, tâ arşa kadar yükseldi. Bak şimdi orada şimşekler, burada rahmet çiçekleri parlıyor... Dağınık kâkülünü düzeltmek için sana koşuyorlar. Biz hepimiz senin feryadına koşuyoruz. Dudağımızda kurtuluş nağmesi, elimizde Yusuf’un gömleği, alnının kırışıklığına, yaşaran gözlerine sevinç müjdesi ile geliyoruz. Sessiz infiallerin dinsin diye, kanayan yaraların onulsun diye… Bütün bir mücrimler topluluğu adına af dileyip eşiğine baş koyduk anam. Hakkını helal et.
_________________________________________________

Hacc-ı mebrur insanı anasından doğduğu gibi günahsız hâle getirir. Efendimiz (sas), anne babayı sevindirmeyi de bu çerçevede değerlendiriyor. Bu müjdeyi kaçırmayalım.
Efendimiz (sas) tarihe doğruluğun ve vefanın sembolü olarak geçen Hz. Ebu Bekir’le yapmış olduğu hicret yolculuğunu bitirmiş ve 622 yılında Medine’yi şereflendirmişti. Bu hizmet kervanına katılmayı çok arzuladığı hâlde, elinden de fazla bir şey gelemeyecek durumda olan Ümmü Süleym düşündü taşındı ve Efendisine canından bir parçayı, Hazreti Enes İbn Malik’i hizmetinde bulunması için getirdi, verdi. O bu fırsatı çok iyi değerlendirmişti. Çünkü oğlunu öyle bir rehber ve muallime bırakmıştı ki artık gözü arkada kalmazdı. Çünkü bu rehber ve muallim iki cihanın rehberi ve muallimiydi. Enes İbn Malik iradesi dışında gelişen bu hayat sürecini küçüklüğünden itibaren çok iyi kullandı. Rabbisi tarafından terbiye edilen Zat’ın huzurunda edebi öğrendi. Ve asırlar sonra bizim de hissedar olabilmemiz için O’nun hayatından kesitleri bize aktardı. O “Sevgilim” diye nitelendirdiği Efendimiz’i vefatından sonra her gece rüyasında gördüğünü itiraf etmişti. İşte bu talihli sahabi bize huzuru nebevîde müşahede ettiği bir konuşmayı naklediyor. Birgün bir sahabi Efendimiz’in huzuruna girerek, “İçimde Allah yolunda hizmet etmeye, ilâyı kelimetullaha karşı müthiş bir istek var. Fakat pratikte bir şey yapamıyorum buna güç yetiremiyorum.” demişti. Efendimiz (s.a.s.) ona “Anne babandan sağ olan var mı?” diye sordu. O da “Annem sağdır Ya Rasûlallah.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) ona çok önemli bir fırsat olarak değerlendirilebilecek şu altın nasihati yaptı. “Öyleyse annene saygıda kusur etme, onun gönlünü almak için fırsat kolla. Eğer böyle yaparsan bil ki hacı da olmuş olursun, umre de yapmış sayılırsın ve Allah yolunda hizmet etme şerefine nail olan mücahidlerin sevabını kazanırsın. Bir de annen senden razı oldu mu, artık hep takva dairesinde yaşamaya ve annene iyi davranmaya devam et.”(Ebû Ya’lâ, el-Müsned 5/149; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 4/372.) Cenab-ı Hak ne kadar engin rahmet ve şefkat sahibi! Kulları farz kıldığı ve yapılmasından çok hoşnut olduğu amelleri, davranışları yapmaya güç yetiremezlerse, herkesin yapabileceği altın fırsatlar sunuyor. Henüz sadece annesi veya sadece babası hayatta olan insanlar bu fırsatı çok iyi değerlendirmelidirler. Hayatı anne ve babalarımızla bir defaya mahsus olmak üzere paylaşacağız. Ahirete göçmüş anne babalarımızı geri getirebilme iktidarına sahip değiliz. Bundan dolayı ebeveynimiz hayatta iken onları cennete ulaştıran bir Burak gibi iyi değerlendirmeli ve Al­ah’ın rızasını onların rızasında aramalıyız. Abdullah İbn Abbâs Hazretleri’nin rivayet ettiği bir hadiste de Peygamberimiz (sas) bir insanın anne babasına sevgi ve merhamet dolu bakışlarla bakmasının kendisine hacc-ı mebrûr sevabı kadar sevap kazandıracağını belirtir. (el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/483)
_________________________________________________

Hz. Hansa (r.anhâ)
Amr b. Hâris’in kızı meşhur saire Hansa (radiyallahü anhâ) “ilhama mazhar ve şiirde dev
bir kadındı, islâmiyeti kabul etmeden önce felakete tahammül edemezdi. Hansa, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle cihanı ağlatmıştı. Bu büyük kadın o gün için henüz câhiliyenin sisinden, dumanından kurtulamamış, Hz. Muhammed’e uyanamamış, O’nu tanıyamamış, Kur’ân’ın büyüleyici beyanına kulak verememiş ve ona açılamamıştı... Kur’ân’ı tanıyınca birdenbire değişti. Hem de nasıl değişti! Cahili kardeşine destan kesen Hansa daha sonra Müslüman olduğunda, dört oğlunu birden Kadisiye Muharebesine gönderirken söyle diyordu:

- Ya İslam’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız, yahut da din uğruna cihad ederken şehit olduğunuzu duyacağım. Nitekim öyle olmuştu. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun şahadet haberi getirilince:

- ‘Yani ben simdi şehit anası mı oldum?” diye soruyor, Evet, dört şehit anası... diyorlardı. Tekrar soruyordu: Zafer kimlerde?

-“Zafer Müslümanlarda, şimdi Kasidiye’de İslam’ın bayrağı dalgalanıyor.”

- İslam’ın bir zaferi için dört oğlum feda olsun” diyen Hansa Hatun ellerini açarak şöyle yalvarıyordu:

- Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı yine senin dinin uğruna feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kayd eyle. Benim için şehit anası olmak kâfi ikramdır. Bunu Benden esirgeme!”

İste bundan dolayı, her ne zaman Hansa Hatun’dan söz edilse Efendimiz (sas) onun için:

- ‘Örnek İslâm kadını’, buyururlardı.

(Kaynak: İbn Esîr, Üsdü’l Gâbe. 7/88-90)




--------------------------------------------------------------------------------


HZ. HATİCE (r.anhâ)


Resulullah Efendimiz’in (sas) Hz. Hatice’den dört kızı (Fâtıma, Ümmü Gülsüm, Zeyneb ve Rûkiyye) ve iki de oğlu (Kâsım ve Abdullah) oldu.


Efendimiz (sas) peygamberlikle şereflendiği zaman, ilk iman eden hanım hatta insan o olmuştur. Efendimiz’in (sas), vahye mazhar olduğu ilk sıkıntılı günlerinden vefatına kadar da Efendimiz’i (sas) hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. Bu mutlu yuva yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi, kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermiştir. Onun ve Ebu Talib’in vefat ettiği seneye hüzün senesi denir. Bu defa Efendimiz (sas) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Allah (cc). Efendimiz’in (sas) tutunduğu her şeyi alıyor âdeta ‘yalnız bana tutunmalısın’ diyordu. Artık yetimleriyle ve dertleriyle baş başa kalmıştı. Hele Fâtıma’sını hiç yanından ayırmıyor; ona hem annelik hem de babalık yapıyordu. Nihayet evlilik çağı geldiğinde de onu Hz. Ali ile evlendirdi. Düğün günü Hz. Fâtıma’nın çeyizi serildiği zaman çok duygulandı, müteessir oldu ve ağladı. Bu durum karşısında Hz. Fâtıma da dilgir olmuş o da ağlamış, “Canım babacığım! Bu mutlu günümüzde sevinmen gerekirken niçin ağlıyorsun?” diye sormuş, Mahzun Nebi (sas) şöyle cevap vermişti: “Anneciğini, Hatice’yi hatırladım, Senin gelin olduğunu, serilen çeyizini görmeyi ne kadar arzu ederdi, bu gününü görmeyi çok istiyordu.” dedi.

Müminlerin Annesi büyük validemiz Medine devrini, gül devrini görmedi, Fâtıma’sının düğününü de göremedi, o Müslümanlığın hep çileli devrini yaşadı, çilesini çekti. O Hatice’nin gülleri Fâtımalar ve onların çocukları için yaşadı ve “bir gariplik içinde uçup ötelere gitti.
_________________________________________________


İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum!
Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin...
Dilin damağın
Ben oldum!


Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum


Belki kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum!


Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
“Onun annesi” diyorlar...
Bu yeter sevgilim, bu yeter bana!


Bir dediğini iki
Etmiyeyim diye öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım,
çekinmedim
Gün oldu, kırdın...
İncinmedim;
İlk oyuncağın,
Ben oldum, yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum...


Layık değildim
Layık gördüler
Annen oldum yavrum,
Annen oldum!
 

SaYa

Well-known member
eline sağlık nevzay Rabbim razı olsun inş. bu vesile ile ANA GİBİ YAR OLMAZ.................................
 
Üst