Risale-i Nur'da Mehdilik

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
bediuzzaman-125x125.jpg


Ebedî hayatların tehlikeye düştüğü, en dehşetli fitnelerin yaşandığı âhirzamanda yazılmış bir Kur’ân tefsiri vardır: Risale-i Nur… Sergilediği hizmet ve faaliyetlerle ehl-i îmanın gönlüne su serpen, 6000 sayfayı geçen, 130 parçadan meydana gelen, 200 kadar önemli meseleye özellikle neşter atıp çözüme kavuşturan bu seçkin külliyatın, âhirzamanın dehşetli hadiselerine karşı ilgisiz kalması, yorum ve tedbirler getirmemesi elbette düşünülemez.


Mehdî gelmeden önce


Ebedî hayatların tehlikeye düştüğü, en dehşetli fitnelerin yaşandığı âhirzamanda yazılmış bir Kur’ân tefsiri vardır: Risale-i Nur… Sergilediği hizmet ve faaliyetlerle ehl-i îmanın gönlüne su serpen, 6000 sayfayı geçen, 130 parçadan meydana gelen, 200 kadar önemli meseleye özellikle neşter atıp çözüme kavuşturan bu seçkin külliyatın, âhirzamanın dehşetli hadiselerine karşı ilgisiz kalması, yorum ve tedbirler getirmemesi elbette düşünülemez.

Daha yüzyılın başlarındayken Osmanlının en büyük dinî kurulu olan Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiyede vazife gören Bediüzzaman’dan, âhirzamanla ilgili hadislerin izahı istenmiş, o da kimsenin içinden çıkamadığı bu hadisleri son derece makûl bir tarzda tevil ve izah etmişti.



Bu izahlara baktığımızda, İslâm Deccalı olan Süfyanın dehşetli fitnesinin Müslümanlar arasında görüleceğini öğreniyoruz. Aldatmakla iş gören Süfyan,(1) ehl-i nifakın başına geçip nifak perdesi altında işlerini yürütür, şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tahribine çalışır.(2) Ehl-i îman, onu, şanlı, kahraman bir milletin mağlubiyeti esnasında istidraçlı, şanlı, bahtı açık ve kurnaz bir kumandan olarak gördüğü için, gizli ve dehşetli mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla alkışlar, başına kor, kötülüklerini örtmek ister.(3)

Oysa masum insanları parçalayan bir canavar hoş görülemeyeceği gibi, saçtığı dinsizlik tohumlarıyla binlerce insanı îmansız ederek ebedî hayatlarını mahveden Süfyan hoşgörülemez. Ona gösterilebilecek en küçük bir hoşgörü, sevgi, taraftarlık dahi zulme ortak olmak demektir, masumlara karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. Deccalı bunca tahribatına rağmen ehl-i îmanın gözünde masum gösterecek ve öyle yorumlanabilecek davranışların tevili mümkün olmadığı gibi Deccalın gölgesinde de salim bir hizmet yapılamaz.



Şu var ki Süfyan, insanları sonsuza dek kandıramayacak, gün gelip foyası bütün bütün meydana çıkacak, gerek Müslümanların ve gerekse ordunun maddî ve mânevî desteğini kaybedecektir. Çünkü, “Kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin, ruhundaki nur-u îman ve Kur’ân ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı,” “kahraman ordunun dizginini onun elinden kurtaracağı”(4) rivayetlerden anlaşılmaktadır.

“Yine rivayetlerden anlaşıldığına göre Âl-i Beyt-i Nebevîden Muhammed Mehdî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan münafıkâne cereyanı öldürüp dağıtacak,(5) tahribatçı, bid’atkâr rejimini tamir edip Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecektir.”

Mehdî beklentisi


Üç devir yaşayan, Risale-i Nurları telif etmeden çok önce Hürriyetin başlarında Osmanlı üzerinde oynanan oyunları, Osmanlının günden güne çökmekte olduğunu, inananların büyük bir ümitsizliğe düştüğünü fark edip bu gidişe dur diyebilmek için bir yandan canhıraş bir gayret içerisine giren Bediüzzaman, bir yandan da onları, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye tesellî etmeye çalışıyordu.



Bediüzzaman bu ümitle hem dehşetli hadiselere karşı dayanıyor, hem de ehl-i îmanın îmanlarını takviye etmek için müjdeler veriyordu. Ne var ki tevil ve tabir etmeksizin bu nurun geniş dairede, siyaset âleminde çıkacağını tasavvur ediyordu.


Sonradan Bediüzzaman, bu nur ve ışığın Risale-i Nur olarak tecellî ettiğini söyler.(6) Bunu bir yazısında dile getirirken de, ihtar-ı gaybî olarak kat’î bir kanaat tarzında kalbine gelen mânâyı şöyle anlatır:

“Ciddî bir alaka ile senin eskidenberi tekrar ettiğin ‘Işık var, Bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli Risale-i Nur’dur.”(7)
Bozulma daha çağın başlarındayken kendini gösterdi. Avrupa’yı körü körüne taklid, ilmini, fennini alma yerine sefahetine duyulan özenti, Müslümanın kimliğinden çok şeyler alıp götürdü. İnançsızlık rüzgarları esmeye, küfür tohumları ekilmeye, ahlâksızlık meyveleri toplanmaya başladı. İslâmî, insanî ve ahlakî değerlerde büyük bir yozlaşma oldu. Bu durum, çağın ikinci yarısında ise tarihte benzerine rastlanmayacak derecede büyük bir hız kazandı. Mânevî tahribat arttıkça arttı. Fen ve felsefe inançsızlığa âlet edilmeye, maddecilik ve tabiatçılık tâûnu dört bir yana yayılmaya başladı. Din harap, îman türap oldu. Dine, dindarlara hücum edilmeye, din bir afyon telakkì edilip saldırılmaya başlandı. Bin yıldır İslâmın aleyhinde birikegelen şüpheler bir anda kusuldu. Mukaddesat namına ne varsa bütününe, sistemli ve münafıkâne bir tarzda savaş açıldı. Sosyal hayattaki çözülme, dikenli meyveleri yıllar sonra görülecek derecede hızlandı. İnançlar kayboldu, ahlâk bozuldu, güven duygusu öldü.
Ve insanlık bir mehdî ve müceddidi dört gözle bekler oldu.


Öyle ki Bediüzzaman, Şark vilayetlerine yaptığı ve Meşrûtiyeti anlattığı seyahatlarında, kendisine, “Bazı adam sizin dediğiniz gibi demiyor. Belki, ‘Mehdî gelmek lâzımdır’ der. Zira dünya şeyhûhet (yaşlılık) itibariyle müşevveşedir (karışıktır), İslâmiyet ağrazın (maksatlı kimselerin) teneffüsü ile mütezelliledir (sarsılmaktadır)” sorusuna şu cevabı vermişti:

“Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu (hazırlandı); zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezîr olur (boy gösterir). Rahmet-i İlâhî şe’nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezîr olsun (son bulsun).”(8)

Bu sözlerini Bediüzzaman yüzyılın ilk çeyreğinde söylemişti. Ama ikinci çeyreğinde eski günleri arattıracak gelişmeler olmuş, Deccalâne hadiseler sahnelenmiş; İslâma, Kur’ân’a savaş açılmış, İslâm adına ne varsa yok edilmeye çalışılmıştı. Dolayısıyla Mehdî önceki dönemlere nisbetle daha çok beklenir olmuştu.


Bediüzzaman, başka bir yerde bu ihtiyacı şöyle dile getirecekti:

“Evet, bu zaman; hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukùk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gâyet ehemmiyetli birer müceddit ister.” (9)


Her çağ nasıl ki bozulan dünyayı düzeltmek, Sünnet-i Seniyyeyi yeniden yerleştirmek için bir nevi mehdîler bulmuş ve bunların herbiri Mehdî Âl-i Resûlün diyanet, siyaset, cihad sahalarındaki vazifelerinden sadece bir tanesini yapmışlar. Hayatın bütün yönlerinin fesada uğradığı bir zamanda ise elbette îman, diyanet, hukuk, siyaset, saltanat, cihad sahalarını içine alacak derecede geniş bir ihya hareketi gerekecektir.

Âhirzamanın böylesine en büyük fesadı zamanında, bütün bunların üstesinden ancak, “en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nurânî” (10) gelebilir.


Hususî, cüz’î, yalnız şahsî hizmetlerle veya mağlûbâne perde altında, bid’alara musamaha sûretinde ve teviller ile bir nevi tahrifat içinde tam hizmet yapılamadığı(11) gibi Deccal ve Süfyanın tahribatları da tamir edilemez.


Tahribatın, hayatın dört biryanını kuşattığı, îman binasının temeline dinamit konulduğu, îmanların olduğu kadar sosyal hayatın da alabora edildiği, hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alındığı, siyasetin de bundan payına düşeni aldığı bir dönemde Mehdîden başka ne beklenebilirdi?


Evet, hayatın her yönü tecdid, yani yenilenme istiyordu. Tamiratı çok yönlü yapmak gerekiyordu.


Tecdide, tamire ise elbet bir yerlerden başlanacaktı. Önem derecesine göre bir sıralama yapılmalıydı.


Bediüzzaman da öyle yaptı. “Fakat en ehemmiyetlisi, hakàik-ı îmaniyeyi (îman hakikatlerini) muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür” diyordu. Şeriat ve hayat-ı içtimâiye ve siyasiye dâireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kaldığını söylüyor ve hadis-i şeriflerde dini yenilemeye fazlasıyla önem verilmesinden maksadın îmânî hakikatlerdeki tecdid olduğunu belirtiyordu.(12)
Evet, eksik, şüphe ve tereddütler içerisinde kıvranan, sağlam ve tahkikî îmanı elde edememiş bir kimseden toplum hayatının huzuru için gerekli olan sevgi, saygı, dayanışma, yardımlaşma, fedakârlık, dürüstlük, çalışkanlık gibi güzel hasletler gerektiği gibi beklenemezdi. Hele bir kalbe inançsızlık yerleşti mi o kalbin sahibi canavarlaşır, insanî değerlerden kopar, zulüm, anarşi, çıkarcılık, kaba kuvvet, istibdat gibi acı ve dikenli meyveler vermeye başlardı.


O halde ilk yapılacak iş küfür bataklığında boğulmakta olan insanları kurtarmak, îmanları kuvvetlendirmek olmalıydı.

Îman hizmetinin önemi


Îman nasıl İslâmın temeli ise îmana hizmet de herşeye önceliği olan bir hizmettir. Çünkü îman dünya ve âhiret saadetinin temel taşıdır.

Îmansızlık ise en büyük felâkettir. Sadece dünyayı Cehenneme çevirmekle kalmaz, âhirette de Cehennem meyvelerini verir.


Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ömrü boyunca bu hizmeti esas edinmiş, ümmetinin dikkatlerini bu noktaya çekmişti. Konuyla ilgili birçok hadislerinden biri şöyledir: “Senin vasıtanla bir kimsenin îmana kavuşması, senin için sahralar dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”(13)


Dün din ve îman birçok kanallarla korunmaktaydı. İslâma sembol ve işaret olan şeâirler her vesileyle canlı tutuluyordu. Âhirzaman fitneleri henüz bütünüyle ortaya çıkmamıştı.


Çağımız ise dinin dayanaklarının yıkıldığı, şeâirin tahribe maruz kaldığı, âhirzaman fitnelerinin bir bir su yüzüne çıktığı dehşetli günlere sahne oldu.


Taklidî îmanın istinad kalelerinin sarsıldığı bir dönemde, inananlar cemaat halinde yapılmakta olan bunca hücuma ancak tahkikî bir îmanla dayanabilirlerdi.


Geçmiş asırlarda toplumda İslâmî bir hava vardı. İnsanlar genelde inanır, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışırlardı. Ama günümüzde birçok insan okudukları fen ve felsefe sebebiyle ya materyalizme, ya da tabiatçılığa kaymış, huzurunu yitirmekle kalmamış, toplumun huzurunun da kàtili olmuştur.


Böyle bir anda îman hizmetinin ne derece önem kazandığı tartışma götürmez.

Hatta öylesine önem kazanır ki, onunla meşgûliyet bunun dışında herşeyi, bilhassa câzip görülen siyaseti dahi terk etmeyi gerektirir. Çünkü Bediüzzaman’ın belirttiği gibi günümüzde herşeyi kendi hesabına alan fevkalâde hâkim cereyanlar var. Harekâtı o cereyanlara kaptırmamak için siyasetten feragat etmek gerekir. “Tâ ki îman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin…” (14)



Başka bir yerde de Bediüzzaman, îman hizmetinin önemini anlatırken, siyasetle bir karşılaştırmasını yaparak şu ifadeleri kullanıyor:

“Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil (geçici ve değişken) siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz.”(15)


Hatta îman hizmetinin sonucu olan, herkeste özellikle halkta, özellikle siyasîlerde, özellikle bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece daha geniş görünen İslâmın hâkimiyeti bile gerçekte bu îman hizmeti derecesine çıkamamaktadır. (16)



Hattâ bu hizmet Bediüzzaman’ın gözünde, sadece siyaseti, siyasetle veya daha başka sûretlerde ulaşılabilecek maddî, daha da öte birçoklarının gâye-i hayat edindiği mânevî makamları dahi terk etmeyi gerektirecek derecede önemlidir. Onun içindir ki Bediüzzaman, lâyık olduğu ve lâyık görüldüğü halde en yüksek mânevî makamları dahi kabullenmemiş, “Hizmetkârlığı makàmâta (mânevî makamlara) tercih ederim” demiş, “Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini fedâ eder; öyle de ehl-i îmanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa-hem lüzum var-kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi fedâ etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim” demiş, îmanları kurtarma, koruma ve güçlendirmeyi kendine program, meslek, gâye-i hareket ve hedef edinmişti.


Öyle ki Bediüzzaman, hakikat-ı ihlâsın, kendisini şan ü şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere, vesile olabilen şeylerden menettiğini, hâlis bir hadim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin üstünde îman hakikatlerini on adama ders vermenin, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli gördüğünü de belirtir. Ona göre, ihlasla îman hakikatlerini ders verme büyük bir kutup olup da binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetlidir. Bu hususu da şöyle açıklar:

“Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, ‘Husûsî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makàmâtlara tercih ediyorum.” (17)


Evet, Bediüzzaman’ın omuzladığı bu hizmet tahkîkî îmanı kalblere nakşederek biçare insanları ölümün îdam-ı ebedîsinden kurtarmayı, milleti de her türlü anarşilikten muhafaza etmeyi hedefliyordu. (18)



Bu îman hizmetiyle aynı zamanda Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiliği yetiştiren Kuzeyde çıkan dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına set çekilecekti. Risale-i Nur bu konuda bir sedd-i Zülkarneyn vazifesi görmekteydi. (19) Çünkü bu cereyan siyaset ve diplomatlıkla önlenemezdi. (20)


Öte yandan bu hizmet, en zor şartlarda, hem de büyük imkânsızlıklar içerisinde yürütülmekteydi. Ama bir çırpıda hayret edilecek derecede îman hakikatlerinin işlendiği altıyüz bin nüsha kitap çocuklara, çobanlara varıncaya kadar nice gönüllü tarafından yazılarak ortaya çıkıvermişti.


Daha da bu hizmet, Sedd-i Zülkarneyn’i yıkıp dünyayı fesada veren Ye’cüc ve Me’cüc gibi İslâmın seddini sarsmaya çalışan Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş ahlâk ve hayatta meydana gelen karanlıklı anarşilik ve zulümlü dinsizliğin fesad ve ifsadına, tahribatına karşı güçlü bir set teşkil ediyordu. (21)


Olağanüstü denilebilecek derecede bir başarıydı bu.


Bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adamın yirmi günde yapamadığı, bir adamın tahribatına karşı yirmi adamın çalışma zorunda olduğu düşünülürse, binlerce tahribatçının karşısına kale gibi dikilen, harika tesirleri görülen bu hizmet, eğer karşısına denk bir kuvvetle çıkılabilseydi mu’cizevârî muvaffakiyet ve fütûhat görülürdü.


Ne var ki, efkâr-ı âmmede, hayata düşkün insanların nazarında îmandaki tecdidden çok, görünüşte geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedâr olan sosyal hayat ve siyaset daha ziyade ehemmiyetli görünüyor, halk bu açıdan bakıp mânâ veriyorlardı.(22)


Her ne kadar efkâr-ı âmmede sosyal hayat ve siyaset cazip görünse de önceliği îmandaki yenilenme alacaktı. Îman hizmetinin bir sonucu olan şeriatın icrâ ve tatbiki, ittihad-ı İslam gibi önemli hizmetler pek parlak, çok geniş dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan umûmun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünse de bu îman, yani ehl-i îmanı dalâletten kurtarma ve tahkiki îmana ulaştırma hizmeti bunlardan üç dört derece daha kıymetliydi. (23)


İşte Risale-i Nur, hizmetini bu noktada yoğunlaştırmış, ağırlığını bütün bütün buna vermişti.

Onun için de Bediüzzaman bir şükran-ı nimet olarak Risale-i Nur ve şahs-ı mânevîsinin tecdid vazifesini yaptığını belirtecek ve şöyle diyecekti:

“Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatine ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakàik-i îmaniye muhafazasında (îman hakikatlerini korumada) tecdid vazifesini yaptırmış.” (24)


Böyle davranmaya, yani tecdide ağırlık vermeye âhirzamanla ilgili hadislerde yer alan şahısların çıktığını görmesi itmişti Bediüzzaman’ı. İngilizlere karşı verdiği mücadele ve onlarla ilgili yazdığı Hutuvât-ı Sitte isimli eseri sebebiyle ödüllendirilmek için Ankara’ya çağrıldığı zaman, bunları görmüş, kendisine yabana atılmayacak büyük makamlar vaadedildiği halde kabul etmemiş; dünyayı, siyaseti, hayat-ı içtimâiyeyi terk edip yalnız îmanı kurtarma hizmetine kendisini vakf etmişti. (25)



Evet o, hadislerin haber verdiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının İslâm ve insanlık âleminde zuhur ettiğini görmüş ve yine gelen rivayetlerden, onlara siyasetle değil, ancak mânevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebileceğini öğrenmiş ve bu tavsiyeye uyarak, kendisine vaadedilen onca makam ve mevkileri tekmeleyip Ankara’yı terk etmişti. Hattâ ayrılmaması için istasyona kadar gelen mebusların ricalarına da uymamış, Van’a gidip Erek Dağı eteğinde Zernabad suyu başında ömrünü geçirmeye karar vermişti. (26)

Hz. Mehdînin üç vazifesi


Bediüzzaman ve Risale-i Nur denilince, helâket ve felâketlerle dolu, îmanların ve İslâmî hayatın tehlikeye düştüğü asrımızda, beşeriyeti bu girdaptan kurtarmak için cansiperâne mücadele veren bir İslâm kahramanı ve onun kaleme aldığı müstesnâ bir külliyat hatıra gelir.



Günümüzde şüphesiz îman ve Kur’ân’a ihlas ve sadakatle hizmet eden birçok cemaat vardır. Ancak bu konuda Bediüzzaman ve Risale-i Nurların yerinin önemi ve büyüklüğü tartışma götürmez. Ehemmiyeti üzerinde bir parça durduğumuz bu kutsî hizmet için varlığını ortaya koyan, onun için yaşayan, bu uğurda ölümü dahi göze alan Bediüzzaman’ın, bir ihsan-ı İlâhî olarak değerlendirdiği Risale-i Nur Külliyatı sayesinde îmanlarını kurtaran yüzbinlerce, hatta milyonlarca insan, Bediüzzaman’ın îmandaki tecdidi başarıyla yaptığının birer delilidir.


İşte Bediüzzaman’ın üstlendiği bu muazzam hizmet sebebiyle eserleriyle îmanlarını kurtaran nice insan ona büyük bir muhabbet ve hürmetle bağlanmış, yüzyüze olduğu gibi mektuplarıyla da bu duygularını ifade etmeye çalışmışlardır.


Bediüzzaman, birçoğunun içlerinde sakladığı, birkısmının da dile getirme ihtiyacı hissettiği bu duygu ve düşüncelerini öğrendiğinde meselenin açıklığa kavuşturulması gerektiğini görmüştü. “Nur’un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakird”inin, çok kişi namına sorduğu, “Nur’un halis ve ehemmiyetli bir kısım şâkirdleri, pek musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binâen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise tezattır, her halde hallini istiyoruz” şeklindeki soruya bir mektupla cevap vermişti.


Bediüzzaman, bu mektubunda, o has Nurcuların ellerinde bir hakikat bulunduğunu ifade edip iki cihette tabir ve tevil gerektiğini söylüyordu.


Mehd-i Âl-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç devresi bulunmaktaydı. Çabuk Kıyamet kopmaz, beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacaktı.


Bediüzzaman îman, hayat ve şeriat olarak sıraladığı bu üç vazifeden birincisi ve en önemlisinin îmanları muhafaza etme ve kurtarma olduğunu söylüyordu. Çünkü fen ve felsefenin tasallutu, maddecilik ve tabiatçılık taûnunun yaygınlaşmasıyla îmanlar tehlikeye düşmüştü.


Bu vazife o kadar önemliydi ki, hem dünyayı, hem herşeyi terk etmeyi, hem de çok zaman tetkikatla meşguliyeti gerektiriyordu. Onun için de bu vazifeyi bütünüyle bizzat Hz. Mehdî’nin yapmasına ne vakit ve ne de o günkü durum müsaade ederdi. Hz. Mehdî, bu vazifeyi ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan birkısım talebelerle yapacaktı. Bediüzzaman, bu talebelerin her ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli olduklarını belirtir.


İkinci vazifesi hilafet-i Muhammediye ünvanı ile şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Hz. Mehdî, bunu, İslâm âleminin birliğini dayanak noktası yapıp gerçekleştirecek, insanlığı maddî ve mânevî tehlikelerden ve gadab-ı İlâhîden kurtaracaktı. Bunun için ise milyonlarca ferd lâzımdı.


Üçüncü vazifesi de ehl-i îmanın mânevî yardımları, ulemâ ve evliyanın, bilhassa kuvvetli ve sayıca çok ve milyonları aşan seyyidler cemaatinin iştirakiyle zamanın inkılablarıyla zedelenen Kur’ân ahkâmını ve Şeriat-i Muhammediye kànunlarını yeniden tesis etmesiydi. Hz. Mehdî bu noktada Îsevî ruhanîleriyle de ittifak edip İslâma hizmete çalışacaktı.

Bediüzzaman, Hz. Mehdî’nin hizmet seyrini böylece hatırlattıktan sonra şu ifadeleri kullanıyor:

“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkiki yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur Şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakkì ediyorlar. O şahs-ı mânevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan bîçâre tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.” (27)


İfadeler gâyet açık değil mi? Başka bir yerde yer alan şu ifadeler de bu minvalde:


“Hem bu üç vezâifi (îman, hayat, şeriat) birden bir şahısta yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kàbil görülmüyor. Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nûraniyesini temsil eden Hz. Mehdî’de ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtimâ edebilir.” (28)
Yoruma açık ifadeler mi, net gerçekler mi?


Yukardaki ifadeler bize birkaç gerçeği birden hatırlatıyor:

Birincisi: Hz. Mehdî’nin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç önemli görevi vardır.
İkincisi: Bu vazifeler zamana bağlı olduğu için hepsini birden yapmasına Hz. Mehdî’nin ne zamanı yetmekte, ne de hali elvermektedir. Çünkü Mehdî’nin her halinin harika olması beklenmemelidir. Bu gerçeğe risalelerde de temas edilir. Îman, hayat ve şeriat vazifelerinin üçünü birden bu zamanda uygulamanın, bütün dünyanın vaziyetini değiştirmeyi gerektirdiği, beşeriyette carî olan âdetullaha uygun düşmediği için en büyük meseleyi esas yapacağı belirtilir. (29)
O halde bu üç vazife Hz. Mehdîye ait olduğuna, onun da hepsini birden fiilen yapmasına şartlar da, ömrü de yetmediğine göre geride kalan ikinci ve üçüncü vazifeleri kim yapacaktır?
Şahs-ı mânevîsi. Evet, onun başlattığı, temelini attığı bu hizmetleri şahs-ı mânevîsi sürdürecektir.
Üçüncüsü: Birinci vazife olan îman hizmetinin diğer vazifelere önceliği vardır. Bu olmadan diğerleri olmaz. Diğerleri birincisine binâ edilecek ve onun kaçınılmaz sonucu olacaktır.
Dördüncüsü: İkinci ve üçüncü vazifeler ehl-i îmanın da desteğiyle gerçekleşecektir.
Beşincisi: Bediüzzaman, bu şahs-ı mânevînin bir temsilcisidir.
Bunlar bahsi geçen mektuptan anlaşılan son derece açık ve net hakikatlerdir. Risale-i Nur’un başka yerlerinde zikredilen ifadeler de bu gerçeği teyid etmektedir.
Yalnız mektupta birinci vazife, yani îman hizmeti anlatılırken yer verilen bir kısım ifadeler var ki dikkatle bakılmadığında kafa karıştırabilmekte, yanlış anlaşılabilmekte, hatta bazılarını mehdî bekler hale getirmektedir. Şimdi bu ifadelere birlikte bakalım:

“… Hz. Mehdî’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü, hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazifeyi tam yapmış olacak.”


Meseleye, Bektaşinin namaz kılmayışına gösterdiği mazeret cinsinden bir anlayışla yaklaşılırsa, elbette yukardaki ifadelerden başka mânâlar da çıkarılabilir.

Fakat öncelikle mektubun, hatta Risale-i Nur’daki aynı konuların bütünlüğü, tamamlayıcılığı çerçevesinde bakılmalıdır ki, sağlıklı sonuç alınabilsin.
Îman, hayat ve şeriat vazifelerini Hz. Mehdî ve şahs-ı mânevîsinin yapacağı açık.


Birinci vazife olan îman hizmetini, büyüklüğü ve önemi sebebiyle bütünüyle yapmaya Hz. Mehdî’nin ömrünün de, halinin de elvermeyeceği de kesin.
Hayat ve şeriat vazifelerini onun şahs-ı mânevîsinin riyasetinde seyyidler ve ehl-i îman cemaatleri yapacağı konusunda ise hiçbir tereddüt yok.
Birinci vazifeyi Risale-i Nur’un îfa ettiği de açık açık belirtiliyor.


O zaman, nerde kaldı k,i yeni bir mehdî beklenilsin ve yukardaki ifadelerden farklı mânâlar çıkarılsın. Şu var ki burada imtihan sırrı gereği biraz perdeli gidilmiş.
Mehdî ile şahs-ı mânevîsi öylesine özdeşleşmiş ki, âdetâ bunları biribirisiz düşünemeyiz. Nitekim burada da Mehdî ile şahs-ı mânevîsi birbirlerinin yerine kullanılmış, zaman zaman “şahs-ı mânevî,” zaman zaman da onun “temsilcisi” nazara verilmiş. Konuya bir bütün olarak bakıp cümleleri dikkatle okumadığımızda elbet yanlış mânâlar çıkarılabilecektir.
Şimdi yukardaki cümleleri bu çerçevede açıklamalarla anlamaya çalışalım:

“… Hz. Mehdî’nin, o vazifesini (îman hizmetini) bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü, (ikinci vazifesi olan) hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. (Birincisine vakti yetmezse ikincisine hiç yetmez. Bu ikinci vazifeyi şahs-ı mânevîsi yürütecektir.) Herhalde o vazifeyi ondan evvel (yani ikinci vazifeyi gerçekleştiren şahs-ı mânevîden önce) bir taife (temsilcisi) bir cihette görecek. O zât (yani ikinci ve üçüncü vazifeleri yürütecek şahs-ı mânevî), o taifenin (temsilcinin) uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazifeyi tam yapmış olacak.”


Daha açık bir ifadeyle, “Hz. Mehdî’nin üç vazifesinden birincisini bütünüyle yapmaya ne vakti ve ne de durumu elvermemektedir. Nerde kaldı ki şeâiri ihya olan hilafet-i Muhammediye vazifesini yapmaya vakti ve hali müsaade etsin. Bu ikinci vazifeden önce program mahiyetinde bir kısım eserler olmalı. İkinci ve üçüncü devreleri gerçekleştirecek olan şahs-ı mânevî de bu eserleri program yapmalı, Tâ ki bu devrelerde de devam edecek olan îman hizmeti bütünüyle yapılabilsin.”



Burada zikri geçen hazır program Risale-i Nur, o programla hareket edecek olan da şahs-ı mânevîdir.


Hayat-i Harranî, Marûf-u Kerhî ve Abdülkadir Geylânî gibi Hay ismine mazhar olup tasarruflarını, vefatlarından sonra da hayatlarındaki gibi sürdüren bu üç evliyaya, en dehşetli bir çağda çetin bir görev üstlenen Hz. Mehdî’nin de dahil olması akıldan uzak değil. Hz. Mehdî, her ne kadar maddeten olmasa da mânen, ruhen tasarrufunu devam ettirecek, şahs-ı mânevînin temsilciliğini ve o şahs-ı mânevîye olan desteğini sürdürecek, duâ edecek, programın uygulanmasında yardımcı olacaktır.


Kanaatimize göre onun ruhaniyeti, o şahs-ı mânevî içerisinde vefatından sonra da temsilciliğini sürdürecektir. Programı da onun mânevî öncülüğünde şahs-ı mânevîsi uygulayacaktır. Görünürde o şahs-ı mânevînin önünde temsilci denebilecek başka birileri bulunsa bile-kaldı ki bunu meşvereti esas alan bir şûrâ gerçekleştirebilir-programı hazırlayan Hz. Mehdî’ye tâbi olmaktan öte birşey yapamayacaktır. Program uygulayıcısının hazırlayıcıdan daha büyük olması düşünülemez. Tâbi olan ne kadar büyük de olsa metbûunu, yani tâbi olduğu kimseyi geçemez. Geniş fütûhâtı gerçekleştiren Hz. Ömer’in Resûl-ü Ekremi aşamadığı, aşamayacağı gibi.
Kaldı ki, Risale-i Nur’un hizmet prensipleri içerisinde şahsa değil, şahs-ı mânevîye ağırlık verilir. Nazara verilen ferd değil, şahs-ı mânevîdir. Fazilet, başarı, üstünlük şahs-ı mânevînindir. Külliyatta yer alan ifadelerde bu gerçeği açıkça görebiliriz. Burda geçen Risale-i Nurları program yapacak zattan da maksadın yine şahıs değil, şahs-ı mânevî olduğu Risale-i Nur’un esprisine en uygun yaklaşım tarzı olsa gerek. Nitekim şu hatırada da bunun teyid edildiğini görüyoruz. Hatıra 1930′lu yıllara ait. Bir Nur Talebesi rüyasında önemli hizmetler veren sarıklı bir genç görür. Hz. Üstad, rüyanın yorumunu yaparken, bu gencin Hulusi’yle omuz omuza verecek, belki de onu geçecek ve kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir kimse olduğundan bahseder. (30)


Hz. Üstad, rüyanın üzerinden yirmi küsür sene geçtikten sonra, Isparta’daki-bugün müze olarak kullanılan-dersanede Tahirî, Zübeyr, Sungur, Bayram, Ceylan ve diğer birkısım talebelerinin bulunduğu bir sohbette, onlara, “Sarıklı genç hanginiz?” diye sorar. Talebeleri sessizliği tercih ettiklerinde de, “Hiçbiriniz o sarıklı genç değilsiniz. Ancak o, hepinizden meydana gelen şahs-ı mânevînin tâ kendisidir” (31) şeklinde bir açıklama yapar.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de İmam-ı Ali, Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zâtların âhirzamanda gelecek zâtın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görüp işaret ettikleri, bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hadimine verip, o hâdimine mültefitâne baktıkları kaydedilir. Burada da Bediüzzaman, sonra gelecek o mübarek zâtın Risale-i Nur’u program yapacağını belirtmektedir ki, bunun da yine şahs-ı mânevî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü mektubun devamında, “bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şakirdlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar” diyerek o şahs-ı mânevînin yapacağı üç vazifeden birincisini, yine şahs-ı mânevîyle birlikte yapacağı anlaşılmaktadır. (32)

Asıl olan ihlasla hizmet


Bediüzzaman, kendisine Mehdîlik isnadıyla yazı yazan bir talebesinin mektubuna verdiği cevapta şöyle demekteydi:


“Âhir fıkrasında ‘Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği mânevî fütûhât yapmak, zulümatı dağıtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmiş’ diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ve temennî ediyoruz” diyor, böyle şeylerle uğraşma yerine asıl olan vazifeye dikkatleri çekiyor, “Fakat biz Risale-i Nur şâkirdleri ise; vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi Onun vazifesine binâ etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktanberi sükùt-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeğe sevk eden dehşetli esbab altında Risaletü’n-Nur’un şimdiye kadar fütûhâtı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerinin kırılması ve yüzbinler bîçârelerin îmanlarını kurtarması ve herbiri yüze mukabil binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadıkın (a.s.m.) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukûât ispat etmiş ve ediyor ve inşaallah daha edecek.”


Hadiselerin tasdik ve vukûâtın ispat ettiği, Muhbir-i Sadık’ın, yani Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) âhirzamanla ilgili olarak verdiği haber Hz. Mehdî’nin gelişinden başka ne olabilir?


Bu ifadelerden sonra Bediüzzaman, Risale-i Nur, “Öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet, Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz” cümlesine yer vermekte ve şu ifadeleri kullanmaktadır:


“Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Mehdî ve şâkirdleri, Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.” (33)
Bu ifadeler de yukarıda olduğu gibi Hz. Mehdî ve cemaatinin daha önce belirttiğimiz üç vazifesini göz önüne getirdiğimizde Hz. Mehdî’nin ilerde geleceği değil, birinci ve en önemli vazifesini yaptığını göstermektedir. Onun attığı tohumlar hayat ve şeriat devrelerinde şahs-ı mânevînin, seyyidler cemaati ve ehl-i îmanın gayretleriyle sümbüllenecek, dal budak salacak, meyvelerini verecek, o da bütün bu gelişmeleri kabrinden sevinçle seyredecektir.

Demek oluyor ki, birkısım zâtları bekler durumda olmak, Risale-i Nur’un ruhuna ters düşer. Çünkü Risale-i Nur’da şahıs değil, şahs-ı mânevî ön plandadır. Şahıslar o şahs-ı mânevîye adabte olabildikleri ölçüde değer kazanırlar.



Peki, neden şahs-ı mânevî? Niçin Bediüzzaman özellikle bunun üzerinde durmaktadır?

Niçin şahs-ı mânevî

“Sizi bütün duâlarında, ‘Bizi kurtar! Bize merhamet et! Bizi koru!’ gibi bütün mütekellim-i maalgayr sigalarında bilâistisnâ dahil edip, kesretli cesetler ve birtek ruh hükmünde şirket-i mâneviyemizin düsturlarıyla çalışan ve sizin sıkıntınız ile sizden ziyade alakadar olan ve şahs-ı mânevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen kardeşiniz Said Nursî.” (34)

Bediüzzaman böyle diyor; şahs-ı mânevîden himmet, meded, sebat, metanet ve şefaat beklediğini söylüyor.
Bediüzzaman, şahs-ı mânevîye bu kadar önem verdiği halde, biz, zaman zaman, herşeyi şahıslardan beklercesine, “Hz. Mehdî mâdem âhirzamanda gelecek görevli bir zât ise bütün bu görevleri bizzat kendisinin yapması gerekmez miydi?” gibisinden sorulara muhatap olabiliyoruz.


Hz. Mehdî, gerek bu üç vazifeyi ve gerekse hadislerde anlatılmakta olan diğer önemli vazifeleri tek başına değil, temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsiyle birlikte yapacaktır.
Önce şahs-ı mânevî ne demek, onu anlamaya çalışalım.


Şahs-ı mânevî, şahıslardan meydana gelen bir toplum, cemaat, cemiyet veya şirketin aralarında kurdukları mânevî ortaklığa verilen bir isimdir. Aynı inanç, duygu ve düşünceleri paylaşan, birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanan, büyük bir dayanışma içerisinde olan kimselerin meydana getirdikleri mânevî ve tüzel kişidir. O, bir fert ve kişi olarak görülmez, ama kenetlenmiş kişilerden meydana gelen güçlü bir toplum ve cemiyet, âdetâ tek bir ruh ve tek bir vücut haline gelmiş sağlam cemaat olarak kendini gösterir.


Her asırda dine, îmana hizmet, İslâmı yenilemek, güçlendirmek için mücedditler, mürşidler, bir nevi mehdîler gelmiştir. İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, Beyazid-i Bistamî, Gavs-ı Âzam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî gibi büyük ve harika zatlar, önemli hizmetler vermiş, hem kendi çağlarını, hem de sonraki çağları hizmet, irşad ve eserleriyle aydınlatmışlardır. Zamanları ferdiyet zamanı olduğu için o ferîd ve kutsî dahîler fazlasıyla kifayet etmişler, bozulmuş âlemi ıslaha çalışmışlardır.


Bugün ise şartlar tamamen değişmiş, küfür ve dalâlet komite ve cemaatleri, şahs-ı mânevî halinde İslâma hücuma geçmiş, toplumun her kesimi ve hayatın her yönü bu yıkım ve dejenerosyondan payına düşeni almıştır.
Onun içindir ki Bediüzzaman, bir çok mektubunda ısrarla cemaat ve şahs-ı mânevînin önemi üzerinde durmaktadır. Üzerine basa basa, zamanın, cemaat ve şahs-ı mânevî zamanı olduğunu belirtmekte, büyük ve bakì hakikatlerin fânî, âciz ve sükùt edebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğini,(35) cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevînin daha metin, dinin hükümlerini uygulamada daha muktedir, istikàmetle giden bir şahs-ı mânevînin ise daha ziyade parlak ve kâmil olacağını,(36) uhuvvet ve samimi tesanüde dayalı bir cemaatin şahs-ı mânevîsinin çok kerametler gösterebileceğini, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebileceğini, inayetlere mazhar olacağını (37) söylemekte, “Şahıs ne kadar dahî, hatta yüz dahî derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağluptur” (38) demektedir. Bu önemli hakikati İhlas Risalesinde formülleştirmeyi de ihmal etmemiştir:

“Ehl-i dalâlet ve haksızlık-tesanüd sebebiyle-cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli olan ferdî mukàvemetin mağlup düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.”


Aynı yerde şu önemli noktaya da işaret eder:

“Hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” (39)


Dinsizliğin tarihte emsali görülmedik bir tarzda bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirip hücuma geçtiği bir zamanda şahs-ı mânevîye dayanılmazsa nasıl mukabele edilebilir?


Deccalizm ve Süfyanizmin şahs-ı mânevî halinde yürüttüğü dehşetli faaliyetlerin karşısına hiçbir şeye âlet, tâbî ve basamak olmayan, hiçbir garaz ve maksatça kirletilemeyen, mânevî, makbul, zararsız nuranî makam ve uhrevî rütbeleri dahi hedef edinmeyen, sadece ve sadece rıza-yı İlahîyi ve âhireti hedef alan, hiçbir şüphe ve felsefeyle mağlup edilmeyen Kur’ân’ın bu asra bakan bir mânevî mucizesi olan Risale-i Nur ve şahs-ı mânevîsi, elbetteki ehl-i îmanla omuz omuza verip karşısına bir kale gibi dikilecek, hücumları fedakârâne göğüsleyecek ve bertaraf edecektir.

Mehdînin müjdelenmesi


Lidersiz, başkan veya başbakansız hükumet düşünülemeyeceği gibi kutupsuz da mânevî bir dünya düşünülemez.

Mânevî hükümetin başkanına kutup adı verilir. Kutbu’l-aktap, gavs veya gavs-ı âzam diye de anılır.
Her memleketin bir kutbu olabileceği gibi çoğunlukla Hicaz’da hepsinin de başkanı durumunda olan bir kutb-u âzam bulunur.
Kutb-u azam veya gavs-ı âzam kutbiyet, gavsiyet ve ferdiyet makamlarını da üzerinde bulundurur.
Aktab-ı Erbaa adıyla şöhret bulmuş dört kutup vardır ki bunlar Abdülkadir Geylanî, Ahmed-i Rifaî, Ahmed-i Bedevî, İbrahim-i Desukî’dir. Bazan dördüncüsünün yerine Ebû’-Hasen-i Şâzelî zikredilir.
Kutb-u âzamla birlikte iki imam daha bulunur. Bunlardan soldaki mülk, sağdaki de melekût âlemini yönetir. Bu iki imam kutb-u âzamdan tamamen bağımsız ve kutb-u âzamın tasarrufu dışındadırlar, onu tanımaya mecbur değildirler.


Kutuplar hakikat-ı Muhammediyenin temsilcisi olarak görev yaparlar. Ona vâris olur, vazifesini yürütmeye çalışırlar.
Dünya ayakta durdukça kutuplar da, imamlar da vazife başında olacaklardır.
İşte Bediüzzaman, gizlenmeye lâyık, büyük bir sır olarak gördüğü bu konuyla ilgili bir gerçeği anlatırken, eskiden Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini sözkonusu olan iki imamdan biri zannettiğini, fakat gerçekte onun ferdiyet makamında bulunduğunu anladığını söyler ve şöyle der:

“Ben eskiden Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, gavs-ı âzamda kutbiyet ve gavsiyetle beraber ferdiyet dahi bulunduğundan, âhirzamanda şâkirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.” (40)


Bu derece büyük bir makamda bulunan Risale-i Nur’un; çağlara damgasını vurmuş, yerdeyken Arş-ı Âzamı seyredebilen Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Rabbanî gibi büyük kutupların ilgisini çekmemesi düşünülemez.

Abdülkadir Geylânî’nin asırlar ötesinden bakıp Bediüzzaman’ın çekeceği sıkıntıları görüp ona, “Korkma, şüphesiz sen inayet gözüyle korunmaktasın,” “Zamanın Abdülkadir’i, yani gavs-ı âzamı ol” diye hitap ettiğini görüyoruz. (41)


İmam-ı Rabbanî, büyük zatlardan naklen, mütekelliminden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelip, bütün îman ve İslâm hakikatlerini ap açık bir sûrette izah ve ispat edeceğini bildiriyor. Burada bir not düşen Bediüzzaman, “Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde-keşiflerinde-müşahede etmişler; ‘bir adam’ demişler” (42) diyor.


Birinci Şuâ’da, Kur’ân’ın Risale-i Nur’a ve asrımıza bakan âyetlerine yer verilirken yirmisekizinci âyete cifir hesabıyla bakılıp Hz. Mehdî’nin asrımızda geleceğine işaret edilerek şöyle denilir:

“… Eğer şeddeli ‘mim’ler dahi şeddeli ‘lam’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksan üç muharebe-i meş’ûmesiyle (uğursuz savaşıyla) âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâiliü’n-Nur Şâkirdleri yerinde Mevlânâ Halid’in (k.s.) şâkirdleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli ‘lam’lar ve ‘mim’ ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulumatı dağıtacak zâtlar ise, Hazreti Mehdî’nin şâkirdleri olabilir.” (43)


Mevlânâ Halid geçen asrın müceddidi olduğuna göre bir asır sonra gelecek yirminci yüzyılın karanlıklarını dağıtacak müceddid, âhirzamanın büyük Mehdîsinden başka kim olabilir? Mevlânâ Halid’in Divan’ında yer alan duâsında geçen şu ifadeler de anlamlı değil mi? “İmam-ı Rabbanînin her iki gözü mesabesinde olan ‘Said’ ile ‘Urvetü’l-Vüskà Masum’ hürmetine…” (44)



İslâmiyet ve Kur’ân için kullanılan sağlam kulp, tutunulacak kopmaz ip anlamına gelen Urvetü’l-Vüskà, Kur’ân’ın bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nur için de kullanılmaktadır.
Evliyalardan bir kısmının, keşiflerinde Hz. Mehdî’nin ne zaman geleceğini açıkça belirttiğini de görmekteyiz. Emirdağ Lâhikası’nda eski evliyanın bir kısmının gaybî kerametlerinde Risale-i Nur’u âhirzamanın hidayet edicisi (Mehdîsi) olarak keşfettikleri kaydedilir. (45)


Bediüzzaman’ın kontrolünden geçip Barla Lâhikası’nda yer alan bir mektubunda talebesi Küçük Ali; İmam-ı Ali (r.a.), Şah-ı Geylânî (r.a.) ve umum müçtehidlerin Risale-i Nur’u haber verdiklerini, her asırda gelen müceddid ve velilerin keşfiyatlarında “Doğudan bir nur çıkacak, birisi gelecek” diye Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini müjdelediklerini; onun önem ve kıymetini, emr-i Peygamberî (a.s.m.) ile ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) duâlarında âhirzaman fitnesi ve Deccalın şerrinden Allah’a sığınmaları, Deccalın maddî ve mânevî tahribatını Risale-i Nur’un tamir etmesinin gösterdiğini söylemekte ve kendi hükmünü de açıkça şöyle ortaya koymaktadır:

“Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risale-i Nur imiş.” (46)
Asırlardır beklenilen zât Mehdîden başka kimdir acaba?


Mevlanâ Hasenü’l-Adevî, İmam-ı Şârânî’nin Kitabü’l-Yevakıtü’l-Cevahir’inde yer verilen bir keşfe göre, “Mehdî-i âhirzaman, 1255 (Rûmî) senesinin Şaban ayının 15. gecesi dünyaya gelecektir,” demektedir. Bunu Şeyh Hasan-ı Irakî’den nakletmekte, şeyhleri Ali Havasî Hazretlerinin de buna muvafakat ettiğini bildirmektedir. (47)


Hacı Zihni Efendi bu keşfi naklettiği sayfanın kenarına düştüğü Haşiyede 1294 H. tarihini kaydetmiştir ki, bu tarih Bediüzzaman’ın doğum tarihidir.


Bir hadiste Hz. Mehdî’nin Hicaz tarafından çıkıp genç yaştayken Şam şehrinin minberine çıkacağı, hutbe okuyacağı nakledilmiştir. (48) Bediüzzaman’ın ise menbaı Hicaz olan Ehl-i Beytten geldiği, Şam Emevî camiinde yüze yakın âlimin bulunduğu bir cemaate, sonradan Hutbe-i Şâmiye adıyla neşrettiği meşhur hutbesini okuduğu bilinmektedir.


Mektûbât’ta yer alan şu rüyay-ı sadıka da konuya ışık tutacak ehemmiyettedir. Burada denilmektedir ki:

“Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde bir vâkıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş bir infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Anne korkma! Cenab-ı Hakkın emridir; o Rahîmdir, Hakîmdir.’ Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir Zât, bana âmirâne diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et.’
Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’inin şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (49)


Başka bir yerde de, bir vesileyle şu hakikati mecburen ifade etmek zorunda kaldığını söyler Bediüzzaman:

“Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz.” (50)


Bu satırlar Bediüzzaman’ın mânen görevli olduğunu açıkça göstermiyor mu? En zor şartlarda kaleme aldığı, dinsizliğin temellerini çökerten 130 parçayı bulan eserleri, milyonların îmanının kurtulması ve kuvvetlenmesi yolunda yaptığı hizmetleriyle Bediüzzaman bu vazifeye hakkıyla lâyık olduğunu ispatlamıyor mu?



Ne var ki, bazıları tarafından Bediüzzaman’ın Kürt olduğu söylenilerek seyyid olamayacağı ifade ediliyor. “Âhirzamanda gelecek zât, Âl-i Beytten olacağına göre Bediüzzaman Kürt olduğu halde nasıl o beklenilen zât olabilir?” deniliyor. Bu konu üzerinde de ayrıca durmamız gerekiyor.

Bediüzzaman’ın seyyidliği meselesi


Resûl-i Ekremin (a.s.m.) torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere seyyid, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere de şerîf dendiğini biliyoruz. Müslümanlar bu pâk ve mübarek nesle özel bir ilgi ve sevgi gösterdikleri için şecerelerini bir bir tespit etmiş, hatta Osmanlılar seyyidlere maaş bile bağlamışlardır.



Bu nurânî ağaç, Hz. Hasan’dan Şah-ı Geylânî, Hz. Hüseyin’den Zeyne’l-Âbidin ve Cafer-i Sadık gibi yıldız isimleri meyve vermiştir. Hz. Mehdî’nin de aynı nesilden geleceğini hadis-i şeriflerden öğreniyoruz.
Muhakemât’ta, seyyid olmayanın seyyidim demesi, seyyid olanın da değilim demesinin haram olduğu kaydedilir. (51)


Bu nurlu neslin unutulmaması, bilinmesi, tanınmasında büyük faydalar vardır. Çünki bu nuranî halkadan çağlar boyunca insanlığı aydınlatacak nice güneşler doğmuştur. Halk, Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen bu büyük insanları tanımalı, etraflarında halkalanmalıydılar. Yalnız rastgele kimseler de seyyidlik dâvâsında bulunmamalıydılar. Aksi halde karışıklıklar, dağınıklıklar, nesebî rekabetler çıkabilir, bu da ehl-i îmanın gücünü zayıflatırdı. Neseble övünme de ihlas ve tevazûya ters düşerdi.


Bediüzzaman seyyid miydi? Âhirzamanda gelecek zât, Âl-İ Beytten olacağına göre onun da seyyid olması gerekmez mi?


Şimdiye kadar yaptığımız izahlar çerçevesinde düşündüğümüzde, Bediüzzaman’ın seyyidliği konusunda tereddüt etmemek gerektiği anlaşılır. Yalnız Bediüzzaman’ın birkısım hikmetler gereği bunu aşikar bir şekilde söylemediğini görmekteyiz.


Niçin mi?

Çünkü toplumda Mehdî hakkında öylesine bir imaj yerleşmiştir ki, o sanki harikulâde özelliklere sahip bir kimsedir. Bir çırpıda zulme gömülen dünyayı düzeltecek, hakkı, adaleti tesis edecek, kurtla kuzuyu barıştıracak, birden Sünnet-i Seniyyeyi yerleştirecek, Şeriatı hâkim kılacak… Ve bunları îman, hayat ve şeriat hakikatleri çerçevesinde gerçekleştirecek.



Bu durum gönlü kırık, morali bozuk birkısım mü’minlere büyük bir ümit ve tesellî kaynağı olurken, birçoklarına da aradıklarını bulamamanın, görememenin ezikliğini de yaşatabilmektedir.
Çünkü daha çok gördükleriyle hükmeden halk tabakası, bu vazifelerin üçünü birden bizzât Hz. Mehdî’nin şahsından beklemeye başlıyorlar. Devamını şahs-ı mânevînin yürüteceği bu hizmetin harikalığını tam göremedikleri için de hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşıyor, kesin deliller zann-ı gâlibe dönüşmeye, mütehayyir ehl-i îmanda da muannid dalâlet ve zındıkaya karşı tam galebesi görünmemeye başlıyor. Ehl-i siyaset evhama kalkışırken bir kısım hocalar da itiraza kalkıyorlar.


Siyasîlerin evhamı büyük bir problem. Çünkü rahatsızlıklarını hücumlarını arttırarak aksettiriyorlar. Bir mektûbunda bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman, böyle fikirleri ortaya atmanın, ehl-i dünya ve ehl-i siyaseti telaşa vereceğini, hatta verdiğini, hücumlara vesile olduğunu belirtiyor. Böyleleri Risale-i Nur’un neşrine zarar verebilirlerdi.


İşte bunlar ve daha başka önemli sebepler dolayısıyladır ki Bediüzzaman, bilhassa mahkemelerde seyyidliği konusunda aşikar ifadelerden kaçınmıştır.


Seyyidlik, dolayısıyla Mehdîlik meselesini gündeme getirme ve tartışma konusu yapmanın diğer bir önemli sakıncası da, herşeyden önce Risale-i Nur’un esas edindiği hakiki ihlasa, hiçbirşeye, hatta mânevî ve uhrevî makamlara dahi âlet olmayışına zarar vermesiydi. Bediüzzaman, “Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakì hakikatler, fânî ve sukùt edebilir şahsiyetlere binâ edilmez” (52) diyor, daima şahs-ı mânevîyi nazara veriyor, bakì hakikatlerin fanî ve çürütülebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğini söylüyor, hizmetkârlığı, sadece maddî değil mânevî makamlara dahi tercih ediyor, maddî ve mânevî füyuzât hislerini fedâ etmede tereddüt etmiyor, ihlas gereği o büyük makamlar dahi verilse tereddütsüzce fedâ edeceğini söylüyor, bütün himmet ve mesâîsini îmanların kurtulmasına tahsis ediyordu.


Bu ve buna benzer birkısım hikmetler sebebiyledir ki Bediüzzaman kendini, seyyidliğini her zaman mevz-u bahis etmemiş Risalelerde ise bu konu hakkında kesin ifade kullanmamıştı. Afyon Mahkemesi müdafaasında,

“Hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım” (53)
diye cevap vermişti.


Onun, kendisinden alabildiğine korkan, tedirgin olan günün siyasîlerini rahatlatmak için de, Denizli Ehl-i Vukufunun,


“Eğer Said Mehdîliğini ortaya atsa, bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerinde de, seyyidliği hakkında aşikar ifadelerden kaçındığını görüyoruz. (54)
Bir müdafaasında da şöyle demişti Bediüzzaman: “Hem mahkemede Denizli Ehl-i Vukufu, bazı şâkirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki,

“Eğer Mehdîlik dâvâ etse, bütün şâkirdleri kabul edecekler. Ben de onlara demişim: ‘Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhirzamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi mânen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakiki Nur Şâkirdlerine şâmil olmasından ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.” (55)

Bediüzzaman talebelerine seyyid olduğunu açık açık söylediği ve Muhakemat isimli eserinde de seyyid olan birisinin bunu gizlemesinin haram olduğunu ifade ettiği halde yukarıdaki ifadelerde geçen “Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhirzamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır.” cümlesindeki Seyyid kelimesinin, lügatteki ilk mana karşılığı olan “Efendi” manasında kullanılması ihtimali akla gelmektedir. Kaldı ki, sonra gelen cümlede “âhirzamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır” ifadesi ilk cümleden bağımsız düşünüldüğünde ortada bir inkardan ve kaçınmadan ziyade nazarı farklı tarafa kaydırma olduğu açıkça görülmektedir.


Öte tarafdan “Bu zamanda nesiller bilinmiyor.” ifadesinden de anlaşıldığı gibi seyyidliğine dair Bediüzzaman’ın elinde resmî bir şecere yoktu ki, ibraz edebilsindi. Bilhassa belge ve delillerin konuşturulduğu bir mahkemede; ele aldığı, söz konusu ettiği her hususu belgelere dayandıran Bediüzzaman’ın böyle bir iddiada bulunması düşünülemezdi.


Ama buna rağmen o elinde her ne kadar bir belge bulunmasa da, Âl-i Beyttendi, öyle olduğunu da kesinkes biliyordu. Hem mânen, hem de maddeten Ehl-i Beyttendi Bediüzzaman. Mânen Ehl-i Beyttendi. Çünkü Allah Resûlü (a.s.m.) her takvâ sahibi kimsenin Ehl-i Beytinden olduğunu (56) müjdelemişlerdi. Bu mânâda Bediüzzaman da, hakiki Nur Talebeleri de Ehl-i Beyttendirler.


Mahkemede savcının iddiâları üzerine bu konuya da temas etmek zorunda kalan Bediüzzaman bu mânâda seyyidliğini açıkça söylüyordu:

“‘Ben de Âl-i Beytten sayılabilirim’ demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin, ‘Ve alâ Âlihî ve sahbihî’ duâsında, ‘Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duâda dahildirler’ dediklerinden, o umûmî duâda benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir.” (57)


Hem Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) iki “âl”i (Ehl-i Beyti) bulunmaktaydı. Bunlardan biri nesebî âli; diğeri de şahs-ı mânevî ve nûrânîsinin risalet noktasındaki âli. (58) Bediüzzaman’ın bu ikinci kısma girdiği açık. Çünkü Risale-i Nur dairesinin, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.)-gaybî ihbarlarıyla-bu zamandaki bir dairesi olduğunu (59) biliyoruz.


Bununla birlikte Bediüzzaman maddeten, yani neseben de Ehl-i Beyttendir.

Onun, yukarıda bir kısmına yer verdiğimiz, geniş kesimlere aşikar olarak ifade etmediği ve eserlerinde açık açık belirtmediği bu hususu bütün bütün de gizlemediğini, hususî sohbetlerinde talebelerine söylemekten çekinmediğini de görüyoruz. Bir makam gizlemeyi, başka bir makam da söylemeyi gerektirebiliyordu. Meselâ sorularıyla Mektûbât’ın büyük bir kısmının yazılmasına vesile olan, vefatına kadar Risale-i Nur’a büyük bir ihlas ve sadakatla hizmet eden merhum Albay Hulusi Yahyagil’e, ziyaretlerinin bir defasında, “Kardeşim, sen de ben de sâdâttanız (seyyidlerdeniz.)” dediğini görüyoruz.



Emirdağlı Mehmet Çalışkan’ın anlattığına göre de, bir gün yanlarına Ahmet Feyzi Kul gelir. Üstadın vasıfları ve yüksek makamından bahseder. Cifir ve ebced hesabıyla çıkardığı tevafukları anlatır. O anda Osman Çalışkan’ın kalbine, “Biz Üstadımızı Kürt olarak biliyoruz. Ahmet Feyzi Efendinin anlattığı büyük müceddit ise Âl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” gibisinden bir şüphe gelir.


Bu hadiseden az sonra Bediüzzaman, Osman Çalışkan’ı yanına çağırır ve, “Kardeşim ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim… Ahmed Feyzînin bütün söylediklerini kabul ediyorum. Haydi git!” der. (60)


Evet, Bediüzzaman’ın Kürt olması seyyidliğine engel değildir. Doğuda öyle aşiretler vardır ki Kürt oldukları halde bütünüyle seyyiddirler. Çünkü nesiller fetihler, göçler, farklı evlilikler sebebiyle zamanla dünyanın değişik yerlerine dağılmış, karışmışlardır. Meselâ Abbasîlerin yanlış tutumlarına tepki gösterdikleri için o günün tabiriyle Kürdistan bölgesine birkısım Ehl-i Beytin göç ettikleri bilinmektedir. Bediüzzaman’ın dedelerinin de bu göç esnasında buralara gelip yerleşmeleri mümkündür. Nitekim Bugün Mardin’deki Arvasîler, Hakkari’deki Ahmedîler ve Muş’taki Nehrîlerin Ehl-i Beytten (61) oldukları düşünülürse, Kürt olmanın Ehl-i Beytten olmaya engel olmadığı açıkça görülür. Eğer Kürtlük Ehl-i Beytten olmaya mani olsaydı, az önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman, herhalde Osman Çalışkan’a, “Kardeşim, git ben Kürd’üm, nasıl Ehl-i Beytten olabilirim?” derdi.
Nitekim, Hz. Üstadın, “Denizli Kahramanı” diye iltifat ettiği merhum Hasan Feyzi, onun Kürt olmasının seyyidliğine engel olmadığını, Kürdistan’da doğduğu için bu isimle anıldığını, böylece kendini gizlediğini söyleyerek. (62) bu gerçeği teyid eder.


Bediüzzaman’ın, Urfalı Salih Özcan’a da seyyidliğinden söz ettiğini görüyoruz. Salih Özcan ziyaretlerine geldiklerinde, nesebini sormuş, seyyid ve Hüseynî olduğunu öğrenmişti. Üstad da ona, “Ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim” cevabını vermişlerdi. (63)


Nur Talebelerinin de Bediüzzaman’ın seyyidliği konusunda hiçbir tereddütleri yoktur. Çünkü onun âhirzamanda gelecek şahıs olduğu kanaatindedirler. Meselâ Ahmed Feyzi, Zübeyr, Ahmed Nazif, Ceylan, Tabancalı, Salahaddin ve Sungur imzalarıyla neşrolan bir mektupta, Bediüzzaman’dan, envar-ı Muhammediyeyi (a.s.m.), maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyûzât-ı şem’-i ilâhiyeyi en şaşalı şekilde parlatan, Kur’ân’ın ve hadisin riyazî (matematiksel) işaretleri kendisinde son bulan, Nebevî hitapları ifade eden âyet-i celilelerin riyazî beyanlarını kendi üzerinde toplayan kişi olarak bahseder ve şöyle derler:

“O Zât, hizmet-i îmaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellâsı (peygamberliğin parlak bir aynası) ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında (soyca) son dehan-ı hakikati (hakikati dile getiren dudağı) ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hamil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.” (64)


Merhum Hüsrev Altınbaşak, ondan “Bütün günlerde Mehdi-i Azam,” merhum Ceylan Çalışkan’ın vefatı üzerine hizmetinde bulunan talebelerinden Tahirî, Sungur, Zübeyr, Bayram, Hüsnü de, “bir mücahid-i ekber, hem bir mehdi-i âzam, hem bir müceddid-i ekmel ve hem bir ferd-i ferîd” (65) diye bahsederler.



Küçük Ali bir mektubunda, Risale-i Nur hakkında büyük evliyaların müjdelerine yer verdikten sonra, onun asırlardır beklenilen zât olduğunu söyler. Kuleönünde Sofoğlu Talebeniz Mustafa Hulusî (r.h.), Üstada yazdığı ve onun tasdikinden geçip Barla Lahikasında (66) yer alan mektubunda “Risale-i Nur, şu zamanın bir mehdîsi ve müceddidir” der.


Nur Talebeleri, Bediüzzaman’ın, bilhassa en birinci vazifesi, en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı tahkikî bir surette herkese ders vermek, hatta avamın da îmanın tahkiki yapmak vazifesini göz önüne alarak, onu, büyük mânevî ve gerçek hidayet edici, irşad edici olarak görmüş, seyyidliği ve Mehdîliği kanaatinde birleşmişlerdir. Onun içindir ki Bediüzzaman bir mektubunda, “İşte Nur Talebeleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ‘İkinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir’ diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdî telakkì etmişler” demekte ve Nur Talebelerinin tesanüdünden meydana gelen o şahs-ı mânevînin temsilcisi ve tercümanı olan kendisine de bu ünvanı verdiklerini belirtmekte, ancak durumun nezaketi ve bir kısım sakıncaları sebebiyle tevil etmeye çalışmaktadır. (67)
Evet, dün olduğu gibi bugün de milyonlarca Nur Talebesi Bediüzzaman’ı ve onun şahs-ı mânevîsini Mehdî olarak görmekte tereddüt etmemektedirler.


Risale-i Nur’un üstlendiği vazife ve bu hususta elde ettiği başarı da bu mazhariyeti doğrulamaktadır. Çünkü, Bediüzzaman dinsizliği esas alan Deccalizmle mücadeleyi hayatının gâyesi edinmiştir. Şöyle der:

“Bir tek gâyem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın îman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri îmansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcûdiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları îmana davet ediyorum. Bu îmansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Beni bu gâyemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu îman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gâyedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin îmanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.” (68)


Sonra onun ortaya koyduğu, “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin senedenberi tedarik ve teraküm edilen (yığılan) müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve îmanın ilaçları ile tedavî etmeye çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakka’l-yakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz-ı mânevîsinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, îmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafâta medardır.” (69) Böylesine önemli bir vazifeyi üstlenen bir eser ve onun müellifinin bu sırra mazhar olması akıldan uzak olmasa gerek.

Bediüzzaman Mehdîliği kabullenmiş midir?


Birçok evliyanın müjdelediği, hayatındayken de birçok Nur Talebelerinin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri mehdîlikle ilgili kanaatlerini Bediüzzaman niçin kabul etmemiş, niçin herşeyi şahs-ı mânevîye vermiştir?

Mehdî’nin, “Ben Mehdî’yim” diye ortaya çıkması, Mevdûdî’nin de belirttiği gibi sırr-ı imtihana ters düşer. O, “Ben Mehdî’yim” demeyecek, ancak îman ve ferasetle, verdiği hizmetler ve eserlerine bakılarak Mehdî olduğu anlaşılacaktır.


İnsanın, hizmetleri ve eserleri sebebiyle lâyık gördüğü bir kimseye Mehdî deme hakkı olabileceği gibi, kendine göre haklı gerekçelerle Mehdî kabul etmemesinde de dinen bir sakınca yoktur. Çünkü bu, peygambere îman veya inkâr gibi îmanî bir mesele değildir. Peygamber peygamberliğini ilân etmek mecburiyetindeyken, Mehdî mehdiliğini ilâna mecbur, hatta memur değildir. O üstlendiği vazifeyi hakkıyla yapmak, insanları irşad etmekle görevlidir.


Sonra İbni Hacer’in, “Kim ben salihim derse salih olmadığına delildir” dediği gibi, “Kim açık açık ben Mehdîyim diye ortaya çıkarsa, Mehdî olmadığına delildir.” Onun için Mehdînin açıkça “Ben Mehdîyim” demesi beklenmemelidir. İmtihan sırrı gereği dolaylı şekillerde işaretlerle yetinecektir.


En ağır şartlarda, binbir türlü sıkıntı ve zorluklara katlanarak bir asra yakın ömrünü milletin îmanının kurtulması ve saadetine adayan ve milyonları bulan talebelerinin hemen hemen tamamının şehadetiyle mehdîliği tasdik edilen Bediüzzaman’ın, bunu açıkça kabul etmediğini görüyoruz. Acaba niçin?


Bunun birkısım sebeplerine “Bediüzzaman’ın seyyidliği meselesi” konusunda bir ölçüde temas etmiştik. Diğer bazı noktalar üzerinde daha durmakta fayda görüyoruz.
Talebelerinin mehdîlik isnad etmeleri üzerine, “Ziyade hüsn-ü zan eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez” diyen ve onların pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi duâ, temennî olarak gören Bediüzzaman, aslında bu hüsn-ü zanlara bütün bütün ilişmiyor, aksine bunu onların kemâl-i itikadlerinin bir tereşşuhu ve delili olarak kabul ediyordu. Oysa hüsn-ü zanla, duâ ile Mehdî olunmazdı. Sayıları milyonları bulan, kendilerini hak ve hakikate adayan böylesine kuvvetli hüsn-ü zanlar da elbette bütün bütün reddedilmezdi.

Bediüzzaman gibi Sünnet-i Seniyyeyi program edinmiş, Hakîm ismine mazhar olmuş bir zâtın, vâkıa ters düşen birşeyi kabullenmesi de düşünülemezdi.

Bediüzzaman, tevâzû ve mahviyeti esas edinmiş bir İslâm büyüğüdür. Onca ilmine, büyüklüğüne rağmen hürmet gösterilmesinden, şöhretten alabildiğine kaçardı. “Mısır’da, Amerika’da olsaydınız, tarihlerde hürmetle yadedilecektiniz” diyenlere şu cevabı vermişti:


“Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedâr bir hodfüruşluk olan tarihlere şaşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur’un mesleği olan ihlasa zıddır ve münafîdir. Onu arzulamak değil, bilakis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz” diyor, sadece Kur’ân’ın bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nurları nazara veriyordu. (70)


Hodfüruşluk, şan, şeref, makamperestlik ve şöhretperestlik Bediüzzaman’ın en çok korktuğu, kaçtığı şeylerdi. Mehdîlik isnadının hodfüruşluk mânâsını hatıra getirebileceğini, bir şan, şeref, makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterebileceğini söylüyor, hatta “Eskidenberi ve şimdi de bazı safdil ve makamperest zatların Mehdî olacağım” diye dâvâ ettiklerini kaydetmeyi ihmal etmiyordu. (71)


Bediüzzaman, Denizli ehl-i vukufunun, “Eğer mehdîlik dâvâ etse, bütün şâkirdleri kabul edecekler” demeleri üzerine de şu açıklamaları yapmıştı:

“Bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan ve şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makàmâta gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için, uhrevî makàmât dahi verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” (72)


Bediüzzaman, eski dostu Yeşil Salih’e yazdığı mektupta da enaniyet, şan ve şöhretin en çok kaçtığı şeyler olduğunu dile getiriyordu:

“Tarihe geçmek ve bu asır âlimlerinin içinde kendi âdî şahsımı nesl-i âtîye göstermek, bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ederim ki; beni bana beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiş.


Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretperestlik olmasından; bir enaniyet, bir hodfüruşluk, bir riyakârlık ihtimali var. Bu ise bizim gibilere tam zarardır.” (73)


Bediüzzaman, kendini daima kusurlu görür, dikkatleri hizmete teksif eder, üzerinde durulması gereken hususun bu olduğunu vurgulardı. Bir keresinde mektup yazan ve kendisine yüksek makamlar isnad eden talebesine,

“Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız” diye önemli olanın hizmet ve vazife olduğuna dikkat çekiyor ve daha sonra da şöyle diyordu:

“Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz. Risale-i Nur’un, talimatı dairesinde bize bahş ettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âlî makamlar vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlas lâzımdır; onda terakkì etmeliyiz.” (74)


Bediüzzaman’a göre îman hizmetinin yerini hiçbir şey, hatta en yüksek mânevî makamlar dahi tutamazdı. Risale-i Nur’un ana esasları arasında yer alan mahviyet, enaniyeti terk ve tam ihlasa muvaffakiyet en büyük makamlar da verilse terk etmeyi gerektiriyordu. Bediüzzaman, konuyla ilgili bir hatırasını anlatırken, Nurların fütûhâtını kalben temaşa ederken, gelişmelere, bazı has kardeşlerinin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktığını söyler. O makama göre fütuhâtı az bulur, kalbinde o makamın şerefi gereği hırsla vazife-i İlâhiyeye karışma tarzında bir şikayet belirir. Sırf Allah rızası için bazı biçarelerin îmanlarını Risale-i Nurlarla kurtarmaya vesile olma sebebiyle şükür ve hamd gerekirken bir şikayet ve sıkıntı uyandığını söyler. Sonra mahviyet, enaniyeti terk ve tam ihlas gibi Nur’un prensipleriyle meseleye baktığında ruhunda o fütuhattan dolayı binlerce hamd ü senâ, teşekkür, sürûr ve sevinç uyanır. Sonra da şöyle der:

“Ben o halde iken anladım ki makàmât-ı mâneviye dahi mesleğimizde mevzûbahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nûriyedeki ihlas-ı tâmme bırakmağa mecbur ediyor.” (75)


Evet, ona göre hizmet her türlü maddî ve mânevî makamdan daha önemliydi. Program ve meslek edindiği, bilfiil semeresini görüp çalıştığı, gâye-i hareket ve hedef ittihaz ettiği bu hizmet, tahkîkî îmanı kalblere nakşederek ölümün îdam-ı ebedîsinden biçareleri kurtarma ve mübarek milleti de her türlü anarşilikten muhafaza etme hizmetiydi. (76)



Bu hizmetin diğer bir önemli yanı ise Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiliği yetiştiren Kuzeyde çıkan dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına set çekmekti. İşte Risale-i Nur bu konuda bir sedd-i Zülkarneyn vazifesi görmekteydi. (77)


Bu hizmet Sedd-i Zülkarneyn’i yıkıp dünyayı fesada veren Yecüc ve Mecüc gibi, İslâm seddini sarsmaya çalışan Yecüc ve Me’cücden daha müthiş ahlâk ve hayatta meydana gelen karanlıklı anarşilik ve zulümlü dinsizliğin fesad ve ifsadına, tahribatına karşı güçlü bir set oluşturmak ve o tahribatı tamir etmeye yönelik bir hizmetti. (78)


İşte Bediüzzaman, bu hizmetlerin ehemmiyeti üzerinde duruyor, mânevî makamlara değil, bu hizmetlere bakmak gerektiğini belirtiyordu. Bir gün “mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i îman ve hakikatin istedikleri nuranî makamlar ve uhrevî rütbelerden, halis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazû ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?” şeklinde sorulan soruya ihlas sırrı ve şefkatin ehl-i îmanın ebedî hayatlarını kurtarma gibi önemli bir hizmetin, değil bu gibi makamları ebedî hayatın makamlarını dahi fedâ etmeyi gerektirdiğini söylüyor ve sebep olabileceği tehlikeleri sayıyor, şöyle diyordu:

“Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini fedâ eder; öyle de ehl-i îmanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa-hem lüzum var-kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi fedâ etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.”
Bediüzzaman, çağın şartları gereği büyük makamların herşeyi kendine âlet ve basamak yaptığını, dünyevî makamlar için mukaddesâtını âlet edebileceğini, hatta mânevî makamlar olsa tehlikenin daha da artacağını, “Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor” diye itham altında bırakılıp neşrettiği hakikatlerin yayılmasının da tereddütlerle zedeleneceğini, şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararının bin olacağını söyler.


Sonra da özetle şu cümlelere yer verir:


“Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere, vesile olabilen şeylerden beni menediyor. Hizmet-i nûriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakàik-i îmaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.”
Görüldüğü gibi önemli olan ihlasla îman hakikatlerini ders verebilmektir. Bu büyük bir kutup olup da binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetlidir. Bu hususu da şöyle açıklıyor Bediüzzaman:

“Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, ‘Husûsî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makàmâtlara tercih ediyorum.” (79)


Başka bir yerde de yine Bediüzzaman, ihlas sırrının ehemmiyeti üzerinde duruyor, bu rütbeleri kendine değil, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine veriyor, Risale-i Nur’un hakiki ihlasına ve hiçbir şeye, hatta mânevî ve uhrevî makàmâta dahi âlet olmayışına bir cihette zarar verdiğine dikkat çekiyordu.



Daha sonra Bediüzzaman, zamanın şahs-ı mânevî zamanı olduğunu, onun için de büyük ve bakì hakikatlerin fânî, âciz ve sükùt edebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğine, ihlas sırrının zedeleneceğine dikkat çekiyor ve şunları söylüyordu:

“Hiçbir şeye âlet olmayan Nur’daki ihlas zedelenir, avâm-ı mü’minînin nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye (delile dayalı kesinlik) dahi kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı gâlibe inkılab eder, daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmanda görünmemeye başlar…”80


Bediüzzaman, bilhassa bu zamanda, îmanların kurtarılması, kuvvetlenmesi, taklitten tahkike ulaşması için hakikati hiçbir şeye âlet etmeyen, nefsine hiç bir pay çıkarmayan kimselerin bulunması gerektiği üzerinde duruyordu. Tâ ki böylece verdiği îman dersinden istifade edilebilsin, kendilerinde kesin bir kanaat meydana gelebilsindi. (81)



Onun içindir ki Bediüzzaman, hakikatin hatırı için yirmisekiz sene sürecek uzun bir sürgün ve hapishane hayatını tercih edecek, “Konuşan yalnız hakikattir” diyecek, onlara toz kondurmayacaktı.
Başka bir yerde de Bediüzzaman, kendini Risale-i Nur’un hakikatiyle ve şâkirdlerin şahs-ı mânevîsiyle tezâhür eden fevkalâde îmanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçâre bir tercümanı olarak nitelediği zâtına verilmesinin sakıncalarına dikkat çekiyor, kâinatın en büyük meselesi olan îman hizmetinin zarar göreceğini söylüyordu. Çünkü îman hizmeti her zaman öncelik ve birinciliğini korumalıydı. Oysa ehl-i dünya, ehl-i siyaset ve avam tabakası, gerçekte her zaman önceliği olan îman hizmetine göre ancak onuncu sırada yer alabilen siyaset ve içtimâî hayattaki hizmetlere öncelik verebiliyorlardı. Üstada da bir İslâm inkılâpçısı nazarıyla baktıkları için bu sosyal hayatta Risale-i Nur’a cephe alınması, fütûhâtına set çekilmesi kuvvetle muhtemeldi. Bu ise hata olduğu kadar zararlıydı da. (82)


Demek oluyor ki, Bediüzzaman, bilhassa ihlas sırrı gereği maddî ve mânevî makamları terk etmeyi zorunlu görüyor, bir hizmet fedâîsi olmayı herşeye tercih ediyordu. Önemli olan da bu değil midir?


Hz. Mehdî’yi tanımanın önemi

Her asırda hidayet edici mehdî ve müceddidler gelmiş, İslâmı içerisine sokulmak istenen hürafelerden ayıklamış, arındırmış, aslî şekli, bütün safvet ve berraklığıyla yeniden ortaya koymuşlardır.

Gazalî zamanında yolunu sapıtmış felsefe, İslâma hücuma kalkmıştı. O, Kur’ân’dan aldığı ilhamla felsefenin istinad kalelerini bir bir çökertmiş, ehl-i îmanı rahatlatmıştı.
Diğer mücedditler de yaşadıkları çağın şartları içerisinde İslâma yönelen hücumları bir bir bertaraf etmişlerdir.


Fitnelerin en dehşetlisine maruz kalan çağımız ise, bunların üstesinden gelebilecek, geçmiş asırlara göre daha büyük bir mürşid ve mehdîyi bekler olmuştur.
Elbette ki bu asır, bütün bu korkunç mânevî felâketlere göğüs gerebilecek, gerekli tecdid ve irşadı yapabilecek bir kutb-u âzamı gerektirmektedir. İşte o kutb-u âzam da Hz. Mehdîdir.
Mehdî Âl-i Resûlü tanımanın her Müslüman için büyük bir önemi vardır.


Çünkü ondan çok şeyler istifade edecektir. Kuvve-i mâneviyesini toparlayacak, cesaret kazanacak, akıl bataryasını ilmi ve fikriyle dolduracak, ruh ve kalbini irşadıyla doyuracak, dünya ve âhiretini o sayede aydınlatacak ve îmar edecektir.


İnancı gereği doğrunun, hayrın, hakkın ve haklının yanında olmayı bir sorumluluk olarak gören mü’mine düşen, elbette ondan âzamî derecede istifade etmek olacaktır. Onun yanında, safında, şahs-ı mânevîsi içerisinde yer alacak, Deccalizm ve Süfyanizme karşı mücadele verecektir.


Bir mü’min için onun kervanına katılmak kadar önemli bir hadise ve saadet olamayacağı gibi onu tanıyamamak, onun yanında olamamak kadar da büyük bir gaflet düşünülemez.
Eğer kişi, Mehdî’yi tanıyıp da gayrete gelebiliyor, ona talebe olmanın hakkını verebiliyor, hazzını yaşayabiliyorsa, Mehdî’den çok şeyler istifade eder. Ama onu tanıdığı halde gaflet içinde yaşıyor, mukaddes dâvâsına ilgisiz kalıyor, onun can baş koyduğu hakikatlere gönül veremiyor, safında şu veya bu bahanelerle yer almıyor veya alamıyor, yoğun bir gayret ve faaliyet içerisine giremiyorsa, su kaynağının başında bulunduğu halde susuzluktan kıvranan insan misali kendine yazık etmiş olur.


Hz. Mehdî ve onun nuranî cemaati binbir türlü sıkıntı ve meşakkatlerle İslâmı yüceltme ve yayma gayretleri içerisinde ter döküp kendilerini yiyip bitirirken, uyanamayan, kılını dahi kıpırdatmayan insanın iş işten geçtikten sonra uyanması, pişman olması ona hiçbir şey kazandırmaz. Hz. Mehdî’nin böylelerine verebileceği birşey de yoktur.
Evet, önemli olan Mehdîyi tanıyıp gereği neyse ona göre hareket edebilmektir.

Sonsöz


Habil ve Kabille başlayan ve Kıyamete kadar devam edecek olan hakla bâtıl, iyiyle kötü, inançla inançsızlık mücadelesinde zaman zaman insanlar çeşitli zulüm, baskı, işkence, maddî ve mânevî felâketlere maruz kalmış; içerisine düştükleri bu ümitsizlik atmosferinden kurtulabilmek için de bir kurtarıcı aramışlardır.

Bu, tarihî ve sosyolojik bir hakikattir.


Âhirzamanda bu iki zıt kutbun mücadelesinin ise büyük bir şiddet kazandığını görüyoruz. Öyle ki, görülmemiş bu büyük fitnenin başını Deccal ve Süfyan çekmekte ve tahribatla iş görmekteler. Bunların karşısında da mücadele veren Hz. İsa’yla Hz. Mehdî var.


Her ne kadar Büyük Deccala karşı, zaman zaman maddî güç gerekiyorsa da, yaymaya çalıştıkları inançsızlığa karşı maddeten değil, mânen, yani ilmen ve fikren mücadele vermek gerekiyor. Hz. Mehdî, onların inkâra endeksli saltanatlarını sarsılmaz delillere dayanan “ilim” kılıncıyla târ ü mâr etmektedir.


Deccal, bir komiteye, bir şahs-ı mânevîye dayanarak dehşetli icraatını yaparken, Hz. Mehdî de tamirâtını yine bir şahs-ı mânevîye istinad ederek ortaya koyuyor.
Hz. Mehdî îman, hayat, şeriat olmak üzere üç safhadan meydana gelen icraatının ilkini ihlas, sadakat ve tesanüdü esas alan cemaatiyle, ikincisi ve üçüncüsünü şahs-ı mânevîsi, seyyidler nesli, ehl-i îman, daha da öte Hıristiyanların dindar rûhânîlerinin de desteğini alarak gerçekleştirecektir.


İster Mehdî gelmiş olsun, ister gelmemiş olsun Müslümana düşen görev, kendini tenbelliği atmak değil, üzerine düşen vazifeleri hakkıyla yapmak olacaktır. Herşeyi Mehdîden beklemek yerine, her an vazife başında olmak, ona zemin hazırlamak dinin ve aklın gereğidir. Bediüzzaman’ın, Barla’dayken, “Hocam, merak etmeyin, Mehdî gelecek, herşeyi düzeltecek” diyen safî kalbli bir zâta, “Mehdî geldiğinde seni vazife başında bulsun” (83) şeklinde verdiği cevap bu açıdan çok anlamlıdır.


Biz, bu düşüncelerle, çalışmamızda Deccal, Mehdî ve Hz. İsa hakkındaki rivayetleri bir bir ele alıp anlaşılması gerektiği şekliyle ortaya koymaya çalıştık. İslâmın diğer meselelerde olduğu gibi bu meselelerde de ne kadar makûl, mantıkî beyanlarda bulunduğunu göstermeye gayret ettik.


Eğer çalışmamız, bunları gerektiği gibi ortaya koyabiliyor, şüphe ve tereddütleri gidermede, doğru bilgilendirmede yardımcı olabiliyorsa, hedefine ulaşmış olacaktır. Bu da bizi ancak mutlu eder.
Karar okuyucuların.

Dipnotlar


——————————–
1. Şuâlar, s. 504.
2. Mektûbât, s. 60.
3. Şuâlar, s. 514.
4. A.g.e.
5. Mektûbât, s. 60.
6. Kastamonu Lâhikası, 24.
7. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 167.
8. Münazarat, s. 47.
9. Kastamonu Lâhikası, 145-146.
10. Mektûbât, s. 425.
11. Emirdağ Lahikası, 1:57.
12. Kastamonu Lâhikası, 145.
13. Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 34.
14. Kastamonu Lahikası, s. 62.
15. Emirdağ Lahikası, 1:66.
16. A.g.e., 1:232.
17. A.g.e., 1:66-67.
18. A.g.e., 1:20.
19. A.g.e., 1:90.
20. A.g.e., 1:181.
21. Kastamonu Lahikası, s. 111.
22. A.g.e., s. 145.
23. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.
24. Kastamonu Lahikası, s. 145-146.
25. Şuâlar, s. 314.
26. Tarihçe-i Hayat, s. 131-132.
27. Emirdağ Lâhikası, 1:231-232.
28. Kastamonu Lahikası, s. 145.
29. A.g.e., s. 62.
30. Mektûbât, s. 334.
31. Sami Cebeci, Yeni Asya Gazetesi, 5 Eylül 1995.
32. Sikke, s. 11.
33. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 152-153.
34. Şuâlar, s. 264.
35. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.
36. Tarihçe-i Hayat, s. 127.
37. Mektûbât, s. 360-361.
38. A.g.e., s. 425.
39. Lem’alar, s. 155.
40. Kastamonu Lahikası, s. 151.
41. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 135-136.
42. Şuâlar, s. 152.
43. A.g.e., s. 619-620.
44. Sadreddin Yüksel. Bağdadî’nin Divanının Şerhi, No: 1200.
45. Emirdağ Lahikası, 1:232.
46. Barla Lâhikası, s. 102.
47. Hacı Zihni Efendi, Meşahirü’n-Nisa, 1:227; Daru’t-Tab’atü’l-Âhire.
48. el-Burhan, Varak: 86b.
49. Mektûbât, s. 357.
50. A.g.e., s. 413.
51. Muhakemât, s. 38.
52. Sikke-i tasdik-i Gaybî, s. 11.
53. Afyon Mahkemesi Müdafaası (Osmanlıca, s. 78).
54. Şuâlar (Osmanlıca ) s. 287.
55. Emirdağ Lâhikası, 1:232-233.
56. Feyzü’l-Kadir, 1:55 (H. 15).
57. Şuâlar, s. 358.
58. Lem’alar (Osmanlıca), s. 120.
59. Emirdağ Lâhikası, I:61.
60. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, (İstanbul: Timaş Yayınları, 1990), 1:36.
61. Badıllı, A.g.e., s. 1:35.
62. Emirdağ Lahikası (Osmanlıca), s. 16.
63. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 3:238 (1994 Baskısı); Geniş bilgi için bknz, Badıllı, Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:35-39.
64. Şuâlar, s. 578.
65. Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:38-39.
66. Barla Lahikası, s. 103.
67. Emirdağ Lahikası, 1:232.
68. Şuâlar, s. 427.
69. Kastamonu Lahikası, s. 28.
70. Emirdağ Lahikası, 1:169-170.
71. A.g.e., 1:232.
72. A.g.e., 1:233.
73. A.g.e., 1:141.
74. Emirdağ Lâhikası, 1:65-66.
75. Tılsımlar Mecmuası, s. 169 (İstanbul: Tenvir Neşriyet, 1988).
76. Emirdağ Lâhikası, 1:20.
77. A.g.e., 1:90.
78. Kastamonu Lâhikası, s. 111.
79. Emirdağ Lâhikası, 1:67.
80. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11-12.
81. Tarihçe-i Hayat, s. 595.
82. Kastamonu Lahikası, s. 148.
83. Yrd. Doç. Dr. Şadi Eren, Kur’ân ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), s. 96.



Şaban Döğen
 

nizamülmülk

Active member
Gelecek olan o zatin üç vazifesi olacak;

1) ehli imanin imanini kurtarmak,

2) hilafeti muhammediye a.s.m. ünvani ile şeriati garrayi icara ve tatbik,

3) hilafeti muhammediyeyi a.s.m.'i ittihadi islama bina ederek dini mübini islama hizmet etmektir.


Gelen mehdi misal zevati muhteremler bu 3 vazifeden ya birisini ya ikisini yapmiş. 3 vazifeyi yapacak büyük mehdii a'zam daha gelmedi intizar ediyoruz giyabben biat ediyoruz. Risaletünnurlari kendisine bir program yapacak.

Nizamülmülkü sani
 

denizbaker

Member
Bediüzzaman said nursi hazretleri "mehdi" değildir.

bu konu aşağıdaki adreste etraflıca tartışıldı. dileyen bakabilir.

Bediüzzaman said nursi hazretleri "mehdi" değildir.


not: ayrıca yukarıdaki "Bediüzzaman said nursi hazretleri "mehdi" değildir." linkindeki yazı, bediüzzaman ahirzamanda gelecek mehdidir diyen ahmed akgündüze de reddiyedir. videonun 08:00 dakikasından sonra söylüyor.

 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Yönlendirdiğiniz linkteki seviyesiz yazışmalarınızı okudum. Fazla zorlamaya gerek yok. Üstad Hazretleri Mehdi olmuş olmamış, çok mühim değil. Siz bunların derdinden boğulurken alem yol almış gidiyor.
 

denizbaker

Member
Yönlendirdiğiniz linkteki seviyesiz yazışmalarınızı okudum. Fazla zorlamaya gerek yok. Üstad Hazretleri Mehdi olmuş olmamış, çok mühim değil. Siz bunların derdinden boğulurken alem yol almış gidiyor.

önyargılı olmayın. ben hesapladım. sadece benim paylaştığım metin bile 28 sayfa. bu kadar kısa sürede bunu bile okuduğunuzu sanmıyorum. ki onlarca sayfa da yorum var. bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak gerek. "Üstad Hazretleri Mehdi olmuş olmamış, çok mühim değil." demişsiniz ama bence bu çok önemli. cemaatin ekserisi bu konuda çok katı ve aynı ahmet akgündüz gibi düşünüyor. daha diyeceklerim var ama kısa kesiyorum, işim var.

ayrıca biz Allah (cc) nin rızasını kazanmaya çalışan fakirleriz.

not:korkarım forum yöneticisi olan sizle , bizim aramızdaki münasebet; kurt ile kuzu arasındaki suyu bulandırma meselesine dönecek. şimdi siz veya talha bir bahane bulup, bu konuyu da kapatırsınız.
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
önyargılı olmayın. ben hesapladım. sadece benim paylaştığım metin bile 28 sayfa. bu kadar kısa sürede bunu bile okuduğunuzu sanmıyorum. ki onlarca sayfa da yorum var. bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak gerek. "Üstad Hazretleri Mehdi olmuş olmamış, çok mühim değil." demişsiniz ama bence bu çok önemli. cemaatin ekserisi bu konuda çok katı ve aynı ahmet akgündüz gibi düşünüyor. daha diyeceklerim var ama kısa kesiyorum, işim var.

ayrıca biz Allah (cc) nin rızasını kazanmaya çalışan fakirleriz.

not:korkarım forum yöneticisi olan sizle , bizim aramızdaki münasebet; kurt ile kuzu arasındaki suyu bulandırma meselesine dönecek. şimdi siz veya talha bir bahane bulup, bu konuyu da kapatırsınız.


Görmediğim birşeyden bahsetmiyorum. Verdiğiniz linkteki üslubu düzgün olmayan mesajınızdan bahsediyorum. Hatta mesajlarınızdan. Bir tanesi bile kafi anlamak için.

Risale-i Nur'lardan herkes hissedar olduğu kadar hissesini paylaşabilir, anlatabilir. Bir başkası ondan daha vakıftır o da başka şekilde söyler. Neticede Allah rızası gaye olduktan sonra sorun yok. Sizin şimdiye kadar gördüğüm tavırlarınız, uhuvvet ve kardeşlik, kardeşler arasındaki irtibat ve ittihad gibi güzellikleri aksine çevirmekten ibaret. Ve şu ana kadar yapılan uyarıları ciddiye almadınız.
 

support38

Yeni Üye
1. Şua 28. ayet. Mehdilik konusu çok açık. sondaki ayetin manası: Damla denize işaret eder (Anlayan anlar bu meseleyi).

Eğer şeddeli م dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un “doksan üç (93)” muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve م ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olabilir. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var.

1 اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.
 
bediüzzaman said nursi hazretleri, ahirzamanda zuhur edecek olan "mehdi-i azam" değildir.

işte ispatı...

Rİsale-İ Nur'da Batinİ Tefsİr Tehlİkesİ

1-Bediüzzaman "Kendisinin seyyid olmadığını" söylemektedir, 'bu konuda doğru söylememenin de dine uygun olmadığını' ifade etmektedir; tefsirciler, "Hayır, seyyiddir" demektedirler.
Bediüzzaman'a göre:

Hz. Mehdi'nin hadislerde bildirilen en önemli özelliklerinden biri de, "SEYYİD" yani Peygamber Efendimiz (sav)'in soyundan olmasıdır:
Kıyametin kopması için zamanda sadece bir günden başka vakit kalmamış da olsa Allah BENİM EHL-İ BEYTİMDEN (SOYUMDAN) BİR ZATI (Hz. Mehdi'yi) gönderecek. (Sünen-i Ebu Davud, 5/92)

Bediüzzaman da aşağıdaki sözünde, kendisinin Peygamberimiz (sav)'in soyundan olmadığını, Hz. Mehdi'nin ise bu mübarek soydan olacağını belirtmiştir:

... HEM MEHDİLİK İSNADINI HİÇ KABUL ETMEDİĞİMi BüTüN KARDEŞLERİM ŞEHADET EDERLER. Hatta Denizli'deki ehli vukuf (bilgi sahibi Kİşiler) eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirtleri (talebeleri) kabul edecek dediklerine mukabil (karşılık), Said itiraznamesinde demiş Kİ: "BEN SEYYİD DEĞİLİM MEHDİ SEYYİD OLACAK" DİYE ONLARI REDDETMİŞ... (Şualar, s. 365)

BEN, KENDİMİ SEYYİD (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BüYüK ŞAHSI AL-İ BEYT'TEN (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) OLACAKTIR. (Emirdağ Lahikası, s. 247-250)

Bediüzzaman seyyid değildir ve seyyid olmamasının, kendisinin Mehdi olamayacağının delillerinden biri olduğunu belirtmektedir. Kuşkusuz Kİ bir Kİşiye bir soru sorulmasının nedeni, ilgili konunun doğrusunu öğrenmektir. Bediüzzaman Said Nursi'ye de Mehdi olup olmadığının sorulmasının nedeni doğruları öğrenmektir. Bu soru karşısında "Hayır, ben Mehdi değilim" diyorsa ve bunun onlarca delilini öne sürüyorsa buna inanmak gerekir. Zira Bediüzzaman çok açık bir şekilde bu konuya cevap vermiş ve "ben seyyid değilim" demiştir.
Ayrıca Bediüzzaman eğer seyyid olmuş olsaydı, bunu gizlemesi için hiçbir sebep yoktu. Çünkü seyyid olmak, saklanması gereken bir özellik değildir. Tam aksine Peygamber Efendimiz (sav)'in neslinden olmak Müslümanlar için büyük bir şereftir. Dolayısıyla Bediüzzaman seyyid olsaydı, bunu hiçbir şekilde gizlemez ve açıkça ifade ederdi. Peygamberimiz (sav)'in soyundan olduğunu ifade etmekten büyük bir onur duyardı. Kendisine böyle bir soru sorulduğunda "Evet seyyidim, ama Mehdi değilim" derdi. Zira Bediüzzaman bizzat kendi eserlerinde Peygamberimiz (sav)'in hadisini hatırlatarak "seyyid olan bir Kİşinin seyyidliğini gizlemesinin Kuran ahlakına uygun olmadığını" belirterek, bu konudaki sözünün kesin olarak doğru olduğunu ifade etmiştir:

Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ve huruc (isyan) haram oldukları gibi... hadis ve Kuran'da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu'dur (yasaklanmıştır). (Muhakemat, s. 52)

Bediüzzaman'ın bu sözü çok açıktır. Peygamberimiz (sav)'in hadisinde bildirildiği gibi, İslam ahlakına göre, seyyid olan bir Kİşi hiçbir nedenle bunu gizleyemez, saklayamaz. Seyyid olmayan bir Kİşi de ben seyyidim diyemez. Bu durumda Bediüzzaman gibi değerli ve üstün ahlaklı bir şahsın, seyyidliğini gizlediği yaklaşımı son derece yakışıksız bir düşüncedir. Bunun yanı sıra "her seyyid olan Kİşi, mutlaka Mehdi olacak diye bir durum da söz konusu değildir". Dünya üzerinde milyonlarca seyyid olan insan bulunmaktadır. Bir Kİşinin seyyid olması Mehdi olmasını gerektirmediği için, her insan bu gerçeği rahatlıkla dile getirebilir. Dahası Bediüzzaman "Benim bu konudaki tek eksikliğim seyyidliğim, eğer seyyid olsaydım Mehdi olurdum" da dememiştir. Tam aksine Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin tüm özelliklerini, yapacağı benzersiz faaliyetleri uzun uzun açıklamış ve bunların hiçbirinin kendi yaşadığı dönemde henüz gerçekleşmediğini belirtmiştir. Ayrıca Bediüzzaman Risaleler'de yine birçok kez "Kürt" olduğunu ifade ederek bu gerçeği delillendirmiştir (Münazarat, s.84; Tarihçe-i Hayat, s. 228; Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaları, s.18).
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman'ın sözlerini batın tefsiri adı altında yorumlayan kimseler, Bediüzzaman'ın yukarıda yer verilen apaçık izahlarını görmezlikten gelmektedirler. Bediüzzaman açıkça "Hz. Mehdi seyyid olacaktır, ben seyyid değilim" dediği halde, bazı şahıslar "Bediüzzaman'ın bu açıklamaları doğru değildir; kendisi falanca gün bizi çağırmış, hem şerif, hem seyyid hem de Hz. Mehdi'yim demiştir" gibi açıklamalarda bulunabilmektedirler. Dolayısıyla batın tefsircileri, Bediüzzaman'ın Risaleler'deki sözlerini yeterli bulmamakta ve onun bu sözlerini esas almamaktadırlar.

Oysa Kİ bu, Bediüzzaman'ın, eserlerinde inandığı şeylerin tam aksine bilgiler verdiğini ve bunların doğrusunu da özel bir sohbet esnasında yalnızca iki üç Kİşiye açıkladığını iddia etmek anlamına gelir. Bu da, Bediüzzaman'ın yüzlerce sayfa boyunca yaptığı açıklamaların "geçersiz" olduğunu ve verdiği yanlış bilgilerle senelerdir tüm Müslümanları yanılttığını söylemek olur Kİ, bu, yaşadığı asrın müceddidi olmuş böyle büyük bir İslam büyüğüne yöneltilen çok büyük bir iftira ve haksızlık olur. Yüzlerce sayfa boyunca yazdıklarının aksine, Bediüzzaman'ın "-yalnızca iki üç Kİşiye- tüm yazdıklarının yalan olduğunu söylediği" şeklinde bir iddia, bu tür iddiaların sahiplerini töhmet altında bırakır. "Bediüzzaman Hazretleri milyonlarca insanı aldattı, yalan söyledi; fakat bu konunun doğrusunu üç beş Kİşiye açıkladı" şeklinde bir iddia hiçbir şekilde kabul edilemez. Risale-i Nur'da, Bediüzzaman Hazretleri'nin "yüzlerce sayfa çok kapsamlı ve detaylı yalan söylediğini ve ümmeti aldattığını, bu yazılanların bir aldatmaca olduğunu" iddia etmek bir hezeyandır. Sevgi adına da olsa böyle ağır bir hakaret yapılamaz.
2- Bediüzzaman, "3 vazifeyi birden yerine getiren Kİşi ancak ahir zaman Mehdi'sidir" demektedir; tefsirciler, bu vazifelerdensadece birini yeterli görmektedirler.

Bediüzzaman'a göre:

Önceki bölümlerde de yer verildiği gibi, Bediüzzaman eserlerinde pek çok kez Hz. Mehdi'nin üç görevi olduğunu belirtmiş, bu üç görevin birarada yerine getirilmesinin Hz. Mehdi'nin en önemli alametlerinden biri olduğuna dikkat çekmiştir. Bu görevlerin birincisi materyalist, Darwinist ve ateist felsefelerle fikri mücadele yapılması ve bu akımların fikren tam olarak susturulmasıdır. ikincisi, İslam dünyasının liderliğini üstlenerek İslam Birliği'nin sağlanması, üçüncüsü ise, Kuran ahlakının ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinin yeniden canlandırılmasıyla tüm yeryüzüne hakim kılınmasıdır. Bediüzzaman kendi yaşadığı dönemde bu üç görevin birden yerine getirilemediğini, bunu ancak Hz. Mehdi'nin gerçekleştirebileceğini söylemektedir. Bediüzzaman'ın bu konuyu açıklayan pek çok sözü vardır. Bunlardan biri şöyledir:

Hem bu ÜÇ VEZAİFİ (görevi) BİRDEN BİR ŞAHISTA YAHUT CEMAATTE BU ZAMANDA BULUNMASI VE MÜKEMMEL OLMASI VE BİRBİRİNİ CERHETMEMESİ (birbirine engel olmaması, zarar vermemesi) PEK UZAK, ADETA KABiL (mümkün) GÖRÜLMÜYOR. Ahir zamanda, AL-İ BEYT-i NEBEVİ'NiN (A.S.M.) (Peygamberimiz (sav)'in soyunun) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ (nurani cemaatini) TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDİ'DE VE CEMAATİNDEKi ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR (biraraya gelebilir, toplanabilir). (Kastamonu Lahikası, s. 139)

Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin "ÜÇ VEZAİFİ (GÖREVİ) BİRDEN" yerine getireceğini belirttiği bu sözüyle konunun önemini bir kez daha hatırlatmaktadır. Kendisi de dahil olmak üzere, önceki müceddidlerin hiçbirinin bunların üçünü birarada gerçekleştirmediğini açıkça ifade etmekte, dolayısıyla kendisinin Mehdi olmayacağını söylemektedir.

Bediüzzaman, "BU ZAMANDA" sözleriyle kendi yaşadığı dönemden bahsetmektedir. Ve kendi zamanında, Hz. Mehdi'nin yerine getireceği üç görevi tek bir şahsın aynı anda yerine getirmesinin ve bu üç vazifenin birbirini engellememesinin mümkün olmadığını söylemektedir. Bediüzzaman bu kanaatinin ne kadar güçlü olduğunu ise, "PEK UZAK" ve "ADETA KABİL (MüMKüN) GÖRÜNMÜYOR" sözleriyle belirtmiştir. Bu da, Bediüzzaman'ın yaşadığı dönemde Hz. Mehdi'nin henüz gelmediğini gösteren bir başka önemli delildir. Bediüzzaman'ın yaşadığı dönemde, üç görevin birden yerine getirilmesine imkan olmamıştır. Bediüzzaman ancak kendisinden bir asır sonra gelecek Büyük Mehdi'nin bu görevlerin hepsini yerine getireceğini bildirmektedir.

Bediüzzaman, burada kullandığı "ANCAK" kelimesiyle bir başkasının bu görevleri başarmasının Allah'ın dilemesiyle "İMKANSIZ" olduğunu belirtmiştir. Çünkü Allah bu vazifeleri yalnızca Hz. Mehdi'nin yerine getirebilmesini takdir etmiştir. Hz. Mehdi de kaderinde böyle takdir edildiği için bu görevleri Allah'ın izniyle başarıyla yerine getirecektir. İslam tarihinde henüz bunu başaran bir kimse ya da topluluk görülmediği gibi, Bediüzzaman kendi yaşadığı devirde de bu durumun gerçekleşmediğini vurgulamaktadır.

Bediüzzaman bir başka sözünde de, Kuran ahlakını dünya üzerinde hakim kılmak amacıyla önceki asırlarda da bazı Müslüman şahısların geldiğini, ancak bunların hiçbirinin, ahir zamanda Hz. Mehdi'nin yapacağı üç önemli görevi bu şekilde birarada yerine getirmediklerini ifade etmiştir. Bu nedenle de ahir zamanın "BÜYÜK MEHDİ"si ünvanını alamadıklarını belirtmiştir.

Bediüzzaman bu anlamda, Risale-i Nur'un da Hz. Mehdi'nin üç görevinden birincisi olan "imanı kurtarmak" görevini yerine getirdiğini söylemiştir. Ancak bu hizmetin dar dairede yani belirli bir çevrede sınırlı kaldığını, Büyük Mehdi ünvanını taşıyacak olan Hz. Mehdi'nin ise bu görevi ve diğer iki görevini dünya çapında gerçekleştireceğini açıklamıştır. Dolayısıyla Hz. Mehdi ortaya çıktığı zaman, hadislerde de belirtildiği gibi, Mehdiliğini iddia etmeyecek ya da bunun propagandasını yapmayacaktır. Hz. Mehdi'nin burada sayılan ve dünya çapında etkili olacak olan büyük icraatları, bu kutlu şahsın ortaya çıktığının en büyük ispatı ve delili olacaktır.
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin üç görevi birarada yerine getireceğini, ama kendisinin bu görevleri yerine getirmediğini ifade etmektedir. Batın tefsircileri ise, Bediüzzaman'ın bu konudaki çok açık ifadelerine rağmen, 'yalnızca tek bir görevin yerine getirilmesinin Mehdilik için yeterli olduğunu' iddia etmektedirler.

Bediüzzaman hayatını İslam ahlakının tebliğine adamış, yaşadığı yüzyılın kutbu olmuş çok değerli bir İslam alimi ve mütefekkiridir. Yaşadığı dönemde en zor şartlar altında bile iman hizmetini sürdürmüş, pek çok insanın iman etmesine vesile olmuştur. Ancak Bediüzzaman'ın bu hizmeti, sınırlı bir alanda gerçekleşmiştir. Hz. Mehdi'nin imani çalışmaları ise, İslam ahlakının 'tüm dünyada' hakim kılınmasını sağlayacaktır. Hz. Mehdi İslam dinini tüm batıl inanç ve hurafelerden arındıracak, Peygamberimiz (sav)'in sünnetini yeniden canlandırarak ve din ahlakını özüne döndürecektir. Bediüzzaman'ın hizmeti ise, böyle bir sonuca ulaşmamıştır. Bunun yanı sıra Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin diğer görevleri olan İslam Birliği'ni oluşturmamış, tüm dünyadaki Müslümanların manevi lideri vasfını taşımamış, bu vasıfla Hristiyan dünyasıyla ittifak yapmamış, Kuran ahlakının ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinin yeniden canlandırılmasıyla tüm yeryüzüne hakim kılınmasına vesile olmamıştır.

Ancak batın tefsircileri, bu sonuçların hiçbiri oluşmadığı ve Bediüzzaman da bu gerçeği Risaleler'de açıkça dile getirdiği halde, tek bir görevin -ve bunun da yalnızca belirli cihetlerde- yerine getirilmiş olmasının Mehdilik için yeterli olduğunu iddia etmektedirler. Böyle bir iddia ise, "Bediüzzaman'ın sözleri önemli değildir; Risaleler'e değil, batın tefsiriyle yapılan açıklamalara inanmak gerekir" şeklinde bir düşünceyle hareket edildiğini göstermektedir. Bu ise, Bediüzzaman gibi değerli bir İslam aliminin büyük bir emek vererek, samimiyetle kaleme almış olduğu hikmetli eserlerinin güvenilirliğini tehlikeye atacak çok yanlış bir yaklaşımdır. Bediüzzaman yaşadığı asrın müceddidi olmuş, Müslümanlara ışık tutan çok büyük bir İslam alimidir. Kuşkusuz Kİ eserlerindeki her bir sözü de, bu doğrultuda en hikmetli açıklamaları içermektedir.
3-Bediüzzaman, 'Mehdi bir şahıstır ve şahsı manevisi vardır' demektedir; tefsirciler, 'sadece şahs-ı manevidir' demektedirler.
Bediüzzaman'a göre:

Bediüzzaman'ın Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin gelişi konularındaki izahları çok açık ve anlaşılırdır. Bediüzzaman bu konularda Peygamberimiz (sav)'in hadislerine dayandırarak pek çok delil ile "Hz. İsa'nın ve Hz. Mehdi'nin birer şahıs olduklarını" açıklamıştır. Bediüzzaman tarih boyunca gönderilmiş olan tüm elçiler gibi, Hz. İsa'nın da, Hz. Mehdi'nin de birer şahs-ı manevileri olacağını belirtmiştir. Ancak bu şahs-ı manevinin başında Hz. İsa ve Hz. Mehdi birer şahıs olarak bizzat bulunacaklardır. Nitekim bir şahıs olmadan bir şahs-ı manevinin varlığından söz edebilmek de mümkün değildir. "Şahs-ı manevi" kavramı genellikle bir cemaati temsilen kullanılan bir ifade şeklidir; ancak bu cemaat, lideri olmayan bir cemaat değildir. Her mümin topluluğunun bir önderi olduğu Kuran'da bildirilen, Allah'ın yüzyıllardır süregelen bir adetullahıdır.

Bunun yanı sıra, Kuran'da tarih boyunca çeşitli toplumlara gönderilen elçiler, nebiler ve resullerin hayatları, mücadeleleri ve tebliğleri hakkında pek çok bilgi verilmiştir. Yaşadıkları olaylar, aileleri, eşleri, çocukları, Allah'a olan samimi imanları ve duaları ile ilgili ayetlerde çeşitli bilgiler yer almaktadır. Tüm bu bilgiler bize, tarih boyunca hiçbir elçi, nebi veya resulün bir şahs-ı manevi olarak gönderilmediğini, tüm elçilerin birer şahıs olarak geldiklerini göstermektedir. Aynı şekilde Peygamberimiz (sav)'den sonra gelen ve İslam tarihinde yer alan hiçbir müceddid veya müçtehid de bir şahs-ı manevi olarak gönderilmemiştir. Kuran'ın adetullahında tüm elçilerin, tüm müceddidlerin insanları uyarıp korkutacak, onları Allah'ın rızası, rahmeti ve cennetiyle müjdeleyebilecek, onlara doğruyu yanlıştan ayıracak bir hidayet rehberi olabilecek birer şahıs olarak gönderildikleri görülmektedir.

Şahıs olmadan bir şahs-ı manevi olması, tüm diğer elçilerde olduğu gibi, Hz. Mehdi için de söz konusu değildir. Hz. Mehdi de geldiğinde, yine ona yakın Kİşilerden oluşan bir cemaati olacak, başlarında da Hz. Mehdi olacaktır. Nitekim Bediüzzaman'ın sadece birkaç sözünün incelenmesi dahi, bu konunun hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır:
Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi için kullandığı "O ZAT" ya da "O ŞAHIS" gibi ifadeler, Hz. Mehdi'nin bir "şahs-ı manevi" olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

1) ... Hem de o eşhasın (o şahısların) şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait asar-ı azîmeyi (fevkalade eserleri, izleri) O EŞHASIN (şahısların) ZATLARINDA tasavvur ederek öyle tefsir etmişler Kİ, O EŞHAS-I HARİKA (o harika şahıslar; yani Hz. İsa ve Hz. Mehdi) çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. (Sözler, s. 343-344)

Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa ve Hz. Mehdi için "o eşhas-ı harika" (o harika şahıslar) ifadesini kullanarak, her ikisinin de birer şahs-ı manevi değil, birer şahıs olarak geleceklerini açıkça belirtmiştir.

2) ... Ona karşı Al-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine (Peygamberimizin nurani soyuna) bağlanan, ehl-i velayet (velilerin) ve ehl-i kemalin (kamil iman sahiplerinin) başına geçecek Al-i Beytten Muhammed Mehdi isminde BİR ZAT-I NURANİ (nurlu bir şahıs), o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi (münafıklık akımını) öldürüp dağıtacaktır. (Mektubat, s. 56-57)

Bediüzzaman burada da "bir zat-ı nurani" yani "nurlu bir şahıs" diyerek Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi değil, bir insan olduğunu açıklamıştır.

Bediüzzaman ayrıca "nurlu bir şahıs" ifadesiyle bahsettiği bu Kİşinin "kamil iman sahiplerinin başına geçerek onlara önderlik edeceğini" bildirmekte ve bu sözleriyle, Hz. Mehdi'nin bir şahıs olacağını bir kez daha tekrarlamaktadır.
3) . O ZAT, o taifenin uzun tedkikatı (o topluluğun uzun araştırmaları, incelemeleri) ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği (dayandığı) kuvvet ve MANEVi ORDUSU, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd (dayanışma) sıfatlarına tam sahib olan bir kısım ŞAKİRDLERDiR (öğrencilerdir). Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. (Emirdağ Lahikası-1, s. 266-267)

Bediüzzaman bu sözünde de Hz. Mehdi için "o zat" ifadesini kullanmıştır. Bunun yanı sıra Hz. Mehdi'den ayrı, cemaatinden ayrı olarak bahsederek Hz. Mehdi ve onun şahs-ı manevisinin iki ayrı kavram olduğunu da bir kez daha açıklamıştır.
4) ... O ileride gelecek ACİB BİR ŞAHSIN (şaşılan ve hayret uyandıran şahsın) bir hizmetkarı ve ONA yer hazır edecek bir dümdarı (önceden gelen takipçisi) ve O BüYüK KUMANDANIN pişdar bir neferi (öncü bir askeri) olduğumu zannediyorum. (Barla Lahikası, s. 162)

Bediüzzaman'ın bu sözünde kullandığı "acib bir şahıs" ifadesi, Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi değil, bir şahıs olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman sözlerinin devamında ise Hz. Mehdi'nin "kumandanlık vasfına" da dikkat çekmektedir. Bir şahs-ı manevinin kumandanlık sıfatı taşımasının söz konusu olamayacağı; burada Hz. Mehdi'den bu görevi yerine getirebilecek bir şahıs olarak bahsedildiği çok açıktır.
Ayrıca Bediüzzaman Said Nursi, Hz. Mehdi'nin üstleneceği bu büyük görevde kendisinin de "bu acib şahsın hizmetkarı" olabileceğini ifade ederken, Hz. Mehdi'nin bir şahıs olduğunu bir kez daha vurgulamıştır.
5) ... Ahir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük BİR MüÇTEHiD (içtihad eden büyük İslam alimi), hem en büyük BİR MüCEDDiD (her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük İslam alimi, yenileyen, yenileyici), hem HAKiM, hem MEHDİ, hem MüRŞiD (doğru yolu gösteren Kİşi), hem KUTB-U A'ZAM (Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan, zamanın en büyük mürşidi) olarak BİR ZAT-I NURANİYi gönderecek ve O ZAT da Ehl-i Beyt-i Nebevîden (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) olacaktır. (Mektubat, s. 411, 412) (Mektubat, s. 441)

Bediüzzaman'ın bu sözünde kullandığı "müçtehid, müceddid, hakim, Hz. Mehdi, mürşid, kutb-u a'zam, bir zat-ı nuranî" vasıfları, anlamlarından da anlaşılacağı gibi ancak bir Kİşiye ait olabilecek özelliklerdir.

Ayrıca Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin "bir zat-ı nurani" olduğundan bahsetmektedir. Eğer Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi olduğunu vurgulamak isteseydi burada "bir zat-ı nuraniden" değil, "bir şahs-ı manevi-i nuraniden" bahsederdi.

Ayrıca burada şahıs kelimesinden önce kullanılan "bir" kelimesi de bu konuyu bir kez daha açıklamaktadır. "Zat" ise zaten yine birlik ve şahıs ifade eden bir kelimedir. Bediüzzaman burada açıkça "bir zat" ifadesini kullanmıştır; "iki" ya da "birileri" dememiştir. Dolayısıyla Bediüzzaman'ın tüm bu açıklamaları, Hz. Mehdi'den bir şahs-ı manevi olarak bahsetmediğini kesin bir şekilde ispatlamaktadır.
6) ... Belki nur-u imanın (imanın işığının) dikkatiyle, O EŞHAS-I AHİR ZAMAN (ahir zaman şahısları) tanınabilir. (Sözler, s. 343-344)

Bediüzzaman Hz. İsa ve Hz. Mehdi için "ahir zaman şahısları" ifadesini kullanmıştır. Bediüzzaman'ın burada kullandığı "şahıslar" ifadesi, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi olarak değil, birer insan olarak geleceklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Bediüzzaman'ın, ahir zamanda gelecek olan bu şahısların "imanın nuruyla tanınabileceklerini" belirtmesi de yine Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin birer şahıs olarak geleceklerini açıkladığını göstermektedir. "Tanıma" fiili ancak insanlar için geçerli olabilecek bir durumu ifade etmektedir. Bir şahs-ı manevinin kendisi olup olmadığının tanınabilmesi elbetteki söz konusu değildir.
7) ... Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar (fikir akımları) var Kİ, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza (farz edelim) HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK OLAN O ZAT dahi bu zamanda gelse... (Kastamonu Lahikası, s. 57)

Bediüzzaman'ın bu sözünde kullandığı "o zat" ifadesi de yine bu konuyu hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde netleştirmektedir. Bediüzzaman, Hz. Mehdi'den "hakiki beklenilen o zat" ifadesiyle bahsetmektedir. Eğer Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi olacağını söylemek isteseydi Bediüzzaman'ın burada "beklenilen şahs-ı manevi" demesi gerekirdi, ancak Hz. Mehdi'yle ilgili böyle bir ifade kullanmamıştır.

Bediüzzaman bu sözünde ayrıca Hz. Mehdi'nin "bir asır sonra geleceğini" belirtmektedir. Bir şahs-ı manevi için ortaya çıkış tarihi verilmeyeceği çok açıktır. "Gelme" fiili ancak bir şahıs için kullanılacak bir kelimedir ve buradan da Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'den bir Kİşi olarak bahsettiği açıkça anlaşılabilmektedir.
8) . AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, Al-i Beyt'ten (Peygamberimizin soyundan) olacak. (Şualar, s. 442)

Bediüzzaman burada da "ahir zamanın o büyük şahsı" sözleriyle Hz. Mehdi'nin ahir zamanda gelecek olan bir şahıs olduğunu tekrarlamıştır. Hz. Mehdi'nin Peygamberimiz (sav)'in soyundan olacağını belirtmiş olması ise, Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'den bir şahs-ı manevi olarak bahsetmediğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Zira 'bir şahs-ı manevinin bir başka insanın soyundan gelebilmesi söz konusu değildir'.
9) . Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid (Peygamberimiz'in soyundan) bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o büyük şahsı, Al-i Beyt'ten (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) olacaktır. (Emirdağ Lahikası-1, s. 267)

Bediüzzaman bu sözünde de yine "ahir zamanın o büyük şahsı" diyerek Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi değil bir şahıs olduğunu açıkça belirtmektedir.

Bediüzzaman "Hz. Mehdi'nin Peygamberimiz (sav)'in soyundan olacağını" bu sözünde de bir kez daha belirtmektedir. Yukarıda da açıklandığı gibi, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelebilmesi için Hz. Mehdi'nin ancak bir insan olması gerekmektedir Kİ Bediüzzaman da bu sözüyle bu gerçeği açıkça vurgulamaktadır.
10) ... Rivayetlerde, ahir zamanın alametlerinden olan ve AL-İ BEYT-İ NEBEVİ'DEN HAZRET-İ MEHDİ'NİN (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. (Şualar, s. 465)
11) ... Said itiraznamesinde demiş Kİ: "Ben seyyid değilim. MEHDİ SEYYİD (peygamber soyundan olan kimse) OLACAK." diye onları reddetmiş. (Şualar, s. 368)

Bediüzzaman bu iki sözünde de, Hz. Mehdi'nin "seyyid" yani "peygamber soyundan gelecek bir şahıs" olduğunu birer kez daha tekrarlamıştır.
12) ... Beşinci ve Altıncı işaretler, ıslah-ı alemin (tüm insanların kötülüklerden arındırılıp iyileştirilmesinin) bizzat HAZRET-İ MEHDİ'NİN ZUHURUNA vabeste (bağlı) olduğuna kanaat eden zümreden (gruptan), BU ZAT'I ALİŞANIN (şanı yüce bu zatın) dahi bu emirde muktedir olmasında (kuvvetli olmasında) şüphe duyanların, bu vehimlerini (kuruntularını, düşüncelerini) bertaraf edecek (ortadan kaldıracak), itimadlarını temin edecek (güvenlerini sağlayacak), gayet kuvvetli güneş gibi bir hakikat. (Barla Lahikası, s. 110)

Bediüzzaman'ın bu sözündeki "bu zat-ı alişan" ifadesi de yine Hz. Mehdi'nin bir şahıs olarak geleceğini açıkça belirttiğini göstermektedir.

13) . O ZAT, bütün ehl-i imanın (iman edenlerin) manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle (İslam Birliği'nin yardımlaşmasıyla) ve bütün ulema ve evliyanın (alimlerin ve velilerin) ve bilhassa Al-i Beyt'in neslinden (özellikle Peygamberimiz'in neslinden) her asırda kuvvetli ve kesretli (çok sayıda) bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla (peygamber soyundan gelen fedakar kimselerin katılımlarıyla) O VAZİFE-İ UZMAYI (büyük görevi) YAPMAYA ÇALIŞIR. (Emirdağ Lahikası-1, s. 266-267)

Bediüzzaman bu sözünde de bir kez daha Hz. Mehdi'nin bir şahıs olarak ortaya çıkacağını "o zat" ifadesiyle yinelemiştir.
Ayrıca "Hz. Mehdi'nin yerine getireceği büyük görev"den de bahsederek, onun bir şahs-ı manevi değil, bir insan olarak iş başında olacağını ifade etmiştir.
14) ... Bu hakikatten anlaşılıyor Kİ; SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT... (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Said Nursi bu açıklamasında da yine Hz. Mehdi'nin bir şahıs olarak geleceğini "o mübarek zat" sözleriyle tekrarlamıştır.
15) ... Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten (velilerden) işittim Kİ; O ZAT, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihrac etmiş (bir anlam çıkartmış) ve kanaati gelmiş Kİ: "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'atlar zulümatını (dine sonradan girmiş olan hurafelerin oluşturduğu karanlığı) dağıtacak." Ben, böyle bir nurun zuhurunu (ortaya çıkışını) çok intizar ettim (gözledim) ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık Kİ, bu hizmetimizle O NURANİ ZATLARA zemin izhar ediyoruz (hazırlıyoruz). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189, Mektubat, s. 34)

-... O zat...
-... O nurani zatlara...

Bediüzzaman bu sözünde ahir zamanda gelecek bu kutlu şahıslar için iki kez "zat" kelimesini kullanmıştır. Kendisinin bu "nurani şahıslara zemin hazırladığını" söyleyerek, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin birer şahs-ı manevi olmadıklarını, birer zat olduklarını açıkça ifade etmiştir.
16) ... ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN üç vazifesinden en mühimmi (önemlisi) ve en büyüğü ve en kıymetdarı (kıymetlisi) olan îman-ı tahkikîyi neşr (gerçek imanı yayma) ve ehl-i îmanı dalaletten (iman edenleri sapmaktan) kurtarmak... (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman burada da Hz. Mehdi'nin, İslam aleminin beklediği "ahir zamanda gelecek bir zat" olduğunu belirterek onun bir şahs-ı manevi olmadığını bir kez daha tekrarlamıştır.
17) . Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek (iman edenlerin doğru yoldan sapmalarını engellemek) ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile (araştırma ile) meşguliyeti iktiza ettiğinden (gerektirdiğinden), HAZRET-İ MEHDİ'NiN O VAZİFESİNİ BİZZAT KENDİSİ görmeğe vakit ve hal müsaade edemez... (Emirdağ Lahikası-1, s. 266-267)

Bediüzzaman'ın bu sözünde kullandığı "kendisi" kelimesi de yine şahıs ifade eden ve Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi olmadığını ortaya koyan bir başka delilidir.

Said Nursi bu sözünde ayrıca Hz. Mehdi'nin bir şahıs olduğunu gösteren başka vurgular da kullanmıştır:
1- Hz. Mehdi'nin yerine getireceği bir görev vardır. Demek Kİ Hz. Mehdi bir şahıstır.
2- Hz. Mehdi, diğer görevleriyle meşgul olacaktır ve bu görevi bizzat kendisinin yerine getirebilmesi için vakti olmayacaktır. "Meşguliyet ve vakit darlığı" ancak bir insan için söz konusu olabilecek durumlardır. Bir şahs-ı manevinin meşgul olması ya da vaktinin olmaması söz konusu değildir.
18) ... "istikbal-i dünyeviyede BİN DÖRTYÜZ SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ asırlarında karib (yakın) zannetmişler" (Sözler, s. 318)

Bediüzzaman bu sözleriyle, İslam tarihinde pek çok Kİşinin Hz. Mehdi'nin kendi dönemlerinde geleceğini düşünerek yanıldıklarını ve bu zatın Peygamberimiz (sav)'den 1400 sene sonra geleceğini hatırlatmıştır. Yukarıdaki bölümlerde de belirtildiği gibi, "gelme" eylemi ancak bir insan için söz konusu olabilecek bir durumdur. Bediüzzaman burada Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi olduğunu vurgulamak isteseydi, çok farklı ifadeler kullanırdı. Oysa Kİ tarihini de vererek, ne zaman geleceğini belirtmesi Hz. Mehdi'den bir şahıs olarak bahsettiğini ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman Hz. Mehdi ve onun cemaatinin şahs-ı manevisinden iki ayrı kavram olarak
bahsetmektedir.
19) ... o vazifeleri ONUN cem'iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i ilahiye'den bekliyoruz. (Emirdağ Lahikası-1, s. 265)

Bediüzzaman, bu açıklamasında Hz. Mehdi için "onun", Hz. Mehdi'nin cemaati içinse "onun cemiyeti" ifadesini kullanmıştır. Kİşilik ifade eden "onun" kelimesi, Hz. Mehdi'nin bir şahıs olduğunu göstermektedir. Cemiyeti ise, Hz. Mehdi'nin şahs-ı manevisini temsil etmektedir ve Hz. Mehdi'nin zatından ayrı bir kavram olarak ele alınmıştır. Ancak Hz. Mehdi'nin bir cemiyeti olabilmesi için, kendisinin de bir şahıs olarak bu cemiyetin başında bulunması gerekmektedir.
20) ... HAZRET-İ MEHDİ'NİN CEM'İYET-İ NURANİYESİ, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akaranesini (dinde olmayanı dine sokarcasına) tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi (Peygamberimiz (sav)'in sözlerine ve hareketlerine dair en yüksek ve kıymetli haller, tavırlar, hareket düsturlarını) ihya edecek (canlandıracak); yani alem-i İslamiyette Risalet-i Ahmediyeyi (ASM) (Peygamberimiz (sav)'in peygamberliğini) inkar niyetiyle Şeriat-ı Ahmediyeyi (ASM) (Peygamberimiz (sav)'in getirdiği Kuran hükümlerini) tahribe (yıkıp bozmaya) çalışan Süfyan komitesi, HAZRET-İ MEHDİ CEM'İYETİNİN mu'cizekar manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak. (Mektubat, s. 473)

-... Onun cemiyeti...
-... Hz. Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi...
-... Hz. Mehdi cemiyetinin...

Bediüzzaman'ın bu sözünde geçen "Süfyan komitesi", Darwinist, materyalist ve ateist akımları temsil etmektedir. Bediüzzaman ahir zamanda gelecek olan Hz. Mehdi'nin, bu akımların hak dini bozmaya yönelik faaliyetlerini durduracağını, dini aslına döndüreceğini ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetiyle amel edeceğini bildirmiştir.

Bediüzzaman bu ve yukarıdaki sözünde Hz. Mehdi'nin bir cemiyeti olacağını belirtmektedir. Bu cemiyet, Hz. Mehdi'nin bizzat başında olmasından oluşan şahs-ı manevisidir. Önceki bölümlerde de açıklandığı gibi, "Hz. Mehdi'nin cemiyeti", Hz. Mehdi'nin de başında bulunacağı, onun tebliğine uyup ona tabi olan insanlardan oluşan bir topluluğu ifade etmektedir. Ancak bu topluluğun bu konudaki en önemli özelliği, bu şahs-ı maneviyi oluşturan şahsın yani Hz. Mehdi'nin varlığıdır. Dolayısıyla Bediüzzaman'ın bu sözünde kullandığı "Hz. Mehdi'nin cemiyet-i nuranisi (Hz. Mehdi'nin nurani cemiyeti)" kavramı da yine Hz. Mehdi'nin bir şahıs olarak geleceğini göstermektedir.

21) ... Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri, yani MEHDİ VE ŞAKİRDLERİ (öğrencileri), Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sünbüllenir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 172) (Kastamonu Lahikası, s. 72)

Bediüzzaman bu sözünde Hz. Mehdi ve şahs-ı manevinin ayrı kavramlar olduğunu açıkça ifade etmektedir. Hz. Mehdi ve şakirtleri olarak iki ayrı kavramdan bahsetmektedir; Hz. Mehdi'nin zatı ve talebeleri. Buradaki "ve" kelimesi bu konuya açıklık getirmektedir. Bu ikisi birbirinden ayrıdır ve ikisinin biraraya gelmesinden Hz. Mehdi'nin şahs-ı manevisi oluşmaktadır.
22) ... Hem bu üç vezaifi (vazifeleri) birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi (çürütmemesi) pek uzak, adeta kabil (mümkün) görülmüyor. Ahir zamanda, Al-i Beyt-i Nebevi'nin (asm) (Peygamberimiz'in soyunun) cemaat-i nuraniyesini (nurani cemaatini) temsil eden HAZRET-İ MEHDİ DE VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ancak içtima edebilir (toplanabilir). (Kastamonu Lahikası, s. 139) (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 186)

Bediüzzaman'ın bu sözünde de Hz. Mehdi ve cemaaatinin şahs-ı manevisi yine "ve" ifadesiyle birbirinden ayrılmıştır. Bu izahtan Hz. Mehdi ve şahs-ı manevinin iki ayrı kavramı temsil ettiği anlaşılmaktadır. "Hz. Mehdi'nin cemaatindeki bir şahs-ı manevi"den bahsedilmekte, "Hz. Mehdi" ise bu kavramın dışında tutularak ayrıca zikredilmektedir. Demek Kİ Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevisi olacak ancak kendisi de ayrıca bu şahs-ı manevinin başında bulunacaktır.
23) . MEHDİ-İ AL-İ RESUL'ÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSİ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVİSİNİN üç vazifesi var. (Emirdağ Lahikası-1, s. 265)

Bediüzzaman'ın bu sözünde ise, Hz. Mehdi'nin cemaatinin şahs-ı manevisinin yerine getireceği üç büyük vazifeden bahsedilmektedir. Bu cemaatin şahs-ı manevisini temsil eden, başlarındaki Kİşi ise Hz. Mehdi'dir. Ama bu görevi, bu kudsi cemaatin şahs-ı manevisi yerine getirmektedir. Bediüzzaman'ın bu açıklaması da yine Hz. Mehdi'nin "şahs-ı manevisi"nin ve "zatının" iki ayrı kavram olarak ele alındığını göstermektedir.
Batın tefsircilerine göre:

Yukarıda sadece bir kısmına yer verilen sözlerinde Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'den bir şahıs olarak bahsettiği çok açık olarak görülebilmektedir. Bediüzzaman Hz. Mehdi için açıkça "zat", "şahıs" gibi ifadeler kullanmaktadır. Ancak ne var Kİ batın tefsircileri, Bediüzzaman'ın bu net açıklamalarını delil olarak kabul etmemekte, Hz. Mehdi sadece bir şahs-ı manevidir demektedirler. Bu düşünceleri için ise ortaya hiçbir delil sunmamakta, sadece Bediüzzaman'ın batıni tefsir mantığıyla yanlış şekillerde yorumladıkları sözlerini öne sürmektedirler. Hatta söz konusu Kİşilerin bu konular açıldığında kullandıkları kalıplaşmış bazı cevap şekilleri vardır. Örneğin "Ahir zamanda Hz. Mehdi adında bir şahıs gelecek mi?" diye bir soru sorulduğunda şöyle bir cevap verilir: "Hayır, Hz. Mehdi gelmeyecek; şahs-ı manevisi gelecek" ya da "Hz. Mehdi zaten gelmiştir. Çünkü Mehdilik bir şahs-ı manevidir; çıkacak Mehdi budur. Şu anda da bu şahs-ı manevi mevcuttur." Aynı şekilde Hz. İsa için de "Hz. İsa yeryüzüne ikinci kez gelecek mi?" diye bir soru sorulduğunda "Hayır, Hz. İsa gelmeyecek; Hz. İsa'nın kendisi yeryüzüne inmeyecek, şahs-ı manevisi yeryüzünde olacak" denir. Ya da "Hz. İsa'nın da Hz. Mehdi'nin de şahs-ı manevisi zaten gelmiştir" gibi açıklamalar yapılır. Kimileri de "Bediüzzaman eserlerinde, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin geleceği konusunda net açıklamalar yapmamıştır" gibi sözlerle, bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın sözleriyle delillendirmeye çalışırlar.

Oysa bu bakış açısı son derece yanlış ve hatalıdır. Çünkü Bediüzzaman, Hz. İsa ve Hz. Mehdi ile ilgili sözlerinde bu konuyu çok net ifadelerle açıklamış; ahir zamanda beklenen bu Kİşilerin bir şahs-ı manevi olmadığını, birer şahıs olarak ortaya çıkacaklarını açık bir şekilde belirtmiştir.

Bediüzzaman'ın bu sözlerine rağmen ısrarla Hz. Mehdi'nin bir şahs-ı manevi olacağının öne sürülmesi ise elbette Kİ, söz konusu Kİşilerin birtakım endişelerle hareket etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar arasında bir başka şahsın Bediüzzaman'dan daha üstün bir makam sahibi olması, Risaleler'den daha etkili eserler yazılması, sahte Mehdilerin çıkma ihtimali ya da Mehdi'nin çıkmaması durumunda sükut-u hayale uğrama korkusu, kurulu düzenin bozulması, çıkar yada itibar kaybına uğramak gibi endişeler sayılabilir. Hz. Mehdi'nin, bir şahs-ı manevi olacağı fikri yaygınlaştırıldığı takdirde ise, Mehdi beklentisi de ortadan kalkacaktır. Mevcut düzen bozulmayacak, ileride Bediüzzaman'ın sözlerinin yanlış çıkması korkusu olmayacak, Hz. Mehdi'nin gelmemesi ihtimalinde de hayal kırıklığı yaşanmayacaktır. Oysa Kİ temelde Bediüzzaman'ın da belirttiği gibi, tamamen iman zayıflığından ve Hz. Mehdi inancının güçlü olmamasından kaynaklanan bu kuruntular tümüyle yersizdir. Hadislerde ve Bediüzzaman'ın sözlerinde Hz. Mehdi'nin vesile olacağı bildirilen olaylara Allah Kuran ayetleriyle de işaret etmiştir. İslam ahlakını tüm yeryüzüne hakim kılacağını, bundan 1400 sene önce Allah Kuran'da müminlere müjdelemiştir. Allah'ın vaadi haktır. Kaderde Allah bunu kimin vesilesiyle gerçekleştirirse, bu Kİşi Hz. Mehdi olacaktır.

Allah, İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağını, inanan kullarını güç ve iktidar sahibi kılacağını vadetmiştir. Allah'ın izniyle bu vaad gerçekleşecektir. Allah'ın adetullahında Kuran ahlakının hakimiyeti vardır. Ve yine bu adetullaha göre, bu hakimiyette mümin topluluğunun başında bir lider olması gerekmektedir. Bu şahsa Mehdi denmiştir. Ancak asıl önemli olan bu şahsa ne isim verildiği değildir. Bu Kİşi farklı şekillerde adlandırabilir. Ancak kesin olan Allah'ın bu vaadinin gerçekleşeceği ve bu olaya vesile olacak ve müminlere önderlik edecek bir şahsın var olacağıdır.
4- Bediüzzaman "Hz. İsa gelecektir" demektedir; tefsircilerin bir kısmı, "Hz. İsa geldi, öldü, hatta gömüldü" demekte, diğer bir kısım tefsirciler de "Hz. İsa şahs-ı manevidir" demektedir.
Bediüzzaman'a göre:

Bediüzzaman eserlerinde Hz. İsa'nın bir şahıs olarak ikinci kez yeryüzüne geleceğini pek çok delil vererek açıklamıştır. Bediüzzaman'ın bu açıklamalarına göre Hz. İsa yeryüzüne tekrar geldiğinde, önceki gelişinde olduğu gibi yine ona yakın Kİşilerden oluşan bir cemaati olacak ve başlarında da Hz. İsa olacaktır. Bu cemaat Hz. İsa'nın şahs-ı manevisini oluşturacak, ancak tarih boyunca gönderilmiş olan tüm elçilerde olduğu gibi, başlarında da bir lider olarak Hz. İsa bizzat bulunacaktır.

Bediüzzaman, bu konuyu açıklayan sözlerinden birinde Hz. İsa'nın bir şahs-ı manevi değil, bir şahıs olduğunu şöyle ifade etmektedir:

... alem-i semavatta (gökler aleminde) CiSM-İ BEŞERİSİYLE (insani cismiyle) bulunan ŞAHS-I İSA ALEYHİSSELAM, o din-i hak cereyanının (Hak dinin) başına geçeceğini.... (Mektubat, s. 60)

Bediüzzaman Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne insani bedeniyle geleceğini ve hak dinin başına bizzat geçeceğini ifade etmektedir. Bunun yanı sıra Bediüzzaman, Hz. İsa'nın Deccal ile olan mücadelesini anlattığı sözlerinde de bir şahs-ı manevi ile bir diğer şahs-ı manevi arasında yaşanacak bir konudan değil; Hz. İsa'nın direk şahsıyla Deccal'in şahsına karşı yapacağı bir mücadeleden bahsetmektedir:

... Elcevap: Hadîs-i sahihte (doğruluğu kesin olan hadiste) rivayet edilen: "Hazret-i İsa Aleyhisselam'ın geleceğini ve Şeriat-ı İslamiye ile amel edeceğini, Deccal'ı yok edeceğini" imanı zaîf (zayıf) olanlar istib'ad ediyorlar (ihtimal vermiyorlar, uzak görüyorlar, olmayacak sanıyorlar). Onun hakikatı izah edilse, hiç istib'ad (uzak görünecek) yeri kalmaz. (Mektubat, s. 58-59)

Bir başka sözünde ise Bediüzzaman Deccal'in etkisinin ancak mucize sahibi bir peygamber tarafından ortadan kaldırılabileceğini belirterek, Hz. İsa'nın bir şahs-ı manevi değil, "mucizeler gösterecek özelliklere sahip bir şahıs olacağını" bir kez daha açıkça ifade etmiştir:

... ancak harika ve MU'CİZATLI (mucizeler sahibi) VE UMUMUN MAKBULÜ (umumun kabul ettiği) BİR ZAT olabilir Kİ: O ZAT, en ziyade alakadar ve ekser (birçok) insanların peygamberi olan HAZRETİ İSA ALEYHİSSELAM'dır..... (Şualar, s. 463)
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne gelişini birçok sözünde açıkça müjdelemiştir. Ancak kimi çevreler çeşitli nedenlerden dolayı Hz. İsa'nın bir şahıs olarak geleceğini kabullenmek istememekte ve bu amaçla Bediüzzaman'ın sözlerini tefsir adı altında yanlış şekillerde yorumlamaya çalışmaktadırlar.

Bilindiği gibi Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde Hz. Mehdi'nin ve Hz. İsa'nın aynı dönemde ortaya çıkacakları ve biraraya gelecekleri haber verilmektedir. Hz. İsa ve Hz. Mehdi, Deccal'in kurduğu inkara dayalı fikir sistemine karşı birlikte mücadele edecek, yedi sene birlikte hüküm sürecek ve İslam ahlakını tüm dünyaya birlikte hakim kılacaklardır. Hz. Mehdi'nin geçmişte çıktığını iddia eden ya da Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi olduğunu öne süren bazı kimseler ise, bu konuya açıklık getirmekte bazı zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Çünkü Hz. İsa henüz ortaya çıkmamıştır. Hadislerde ve Bediüzzaman'ın eserlerinde belirtildiği şekilde birlikte namaz kılmamışlardır. Ancak bu kimseler, Hz. Mehdi'nin geçmişte çıkmış ve vefat etmiş olduğunu öne sürdükleri için, böyle tarihi bir buluşmanın gerçekleşmesi hiçbir şekilde söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla hiçbir delile dayanmayan bu iddianın desteklenebilmesi ve tevil edilebilmesi için, Hz. İsa ile ilgili de "batıni tefsir" adı altında gerçek dışı birtakım iddialar ortaya atılmaktadır. Hz. İsa'nın yalnızca bir ruh olarak geleceği, Hristiyanlığı temsil eden bir şahs-ı manevi olacağı ya da Bediüzzaman hayatta iken geldiği ve vefat edip gömüldüğü gibi asılsız fikirler öne sürülmektedir. Oysa Kİ Bediüzzaman eserlerinde çok açık bir dille ve pek çok kez, Hz. İsa'nın -cismi bedeniyle- "bir şahıs" olarak yeryüzüne geleceğini ifade etmiştir. Hz. İsa'nın "Hristiyan ruhanileriyle ittifak edeceğini, Deccal ile mücadele ederek onu fikren etkisiz hale getireceğini" belirtmiştir.

Bediüzzaman'ın Hz. İsa'nın gelişi ile ilgili çok açık sözlerine rağmen öne sürülen bu gibi iddialar, büyük bir İslam aliminin yazmış olduğu kitapların tamamını kuşkulu hale getirecek çok yanlış uygulamalardır. Bu gibi yanlış girişimlerin önlenmesi ise, - kendisinin de pek çok kez vurguladığı gibi- Bediüzzaman'ın gerçek fikirlerini öğrenebilmek için yalnızca Risaleleri esas almanın önemini vurgulamakla mümkün olacaktır.

devamı var...
 
Son düzenleme:
5-Bediüzzaman "İslam ahlakı dünyaya hakim olacaktır" demektedir; tefsirciler, "bu zaten olmuş durumda" demektedirler. Bir kısmı da, "Hz. Mehdi'nin şahs-ı manevisi bunu yapacaktır" demektedir. "Peki bu olduğunda Müslüman aleminin başına bir Kİşi geçmiş midir?" dendiğinde, "Hayır, aynı anda çok Kİşi lider olabilir, şahs-ı manevi lider olabilir, lidere gerek yoktur" türünden Hz. Mehdi'yi red için çeşitli itiraz, tevil ve bahaneler üretmektedirler.

Bediüzzaman'a göre:

İslam ahlakının yeryüzüne hakim olacağı, Kuran-ı Kerim'de bildirilmiş olan hak bir vaaddir. Kuran'da İslam ahlakının hakimiyetiyle ilgili bildirilmiş olan ayetler son derece açıktır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vadetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, ONLARI DA YERYüZüNDE GüÇ VE iKTiDAR SAHiBi KILACAK, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir... (Nur Suresi, 55)

Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. ÖYLE Kİ ONU (HAK DİN OLAN İSLAM'I) BüTüN DİNLERE KARŞI üSTüN KILACAKTIR; müşrikler hoş görmese bile. (Saf Suresi, 8-9)

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O DİNİ (İSLAM'I) BüTüN DİNLERE üSTüN KILMAK iÇiN ELÇiSiNi HİDAYETLE VE HAK DİNLE GÖNDEREN O'DUR. (Tevbe Suresi, 32-33)

Kuran'da bildirildiği gibi, İslam ahlakının hakimiyeti Allah'ın bir vaadidir. Rabbimiz bu vaadini muhakkak yerine getirecektir. Ayrıca Kuran'da, mümin toplulukların mutlaka başlarında bir lider bulunduğu bildirilmektedir. Her peygamber, nebi veya elçi, gönderildikleri topluma önderlik yapmıştır. Tarih boyunca tüm örneklerinde görüldüğü gibi, hakimiyet döneminde de Müslümanların başlarında onlara yol gösterecek bir liderleri mutlaka olacaktır. Peygamberimiz (sav)'in mütevatir hadislerinde, bu dönemde İslam ahlakının hakimiyetinde müminlerin liderinin "Hz. Mehdi" olacağı haber verilmiştir.

Bediüzzaman da Risale-i Nur Külliyatı'nda, Allah'ın Kuran ayetlerinde bildirdiği bu müjdeye geniş yer vermiş, İslam ahlakının Hz. Mehdi vesilesiyle hakim olacağını belirtmiştir. Bediüzzaman'ın İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olacağını ifade ettiği sözlerinden bazıları şöyledir:
1) ikinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) üNVANI İLE (Peygamberimiz (sav)'in halifesi ünvanı ile) ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ (İslam ahlakının esaslarını) İHYA ETMEKTİR (yeniden canlandırmaktır) ALEM-İ İSLAM'IN VAHDETİNİ (İslam aleminin birliğini) NOKTA-İ İSTİNAD EDİP (dayanak noktası yapıp) beşeriyeti (insanlığı) maddi ve manevi tehlikelerden ve gadab-ı ilahi'den (Allah'ın azabından) kurtarmaktır... (Emirdağ Lahikası, s. 259)

Bediüzzaman'ın açıklamalarına göre Hz. Mehdi, İslam dünyasının lideri vasfıyla halihazırda çeşitli gruplar halinde dağınık olarak bulunan Müslümanları birleştirecek, İslam ahlak ve faziletini, Peygamberimiz (sav)'in gerçek sünnetlerini canlandıracaktır. İslam aleminin birliğini oluşturacak, bu vesileyle insanlığı maddi ve manevi tehlikelerden kurtaracak ve insanların Allah'ın gazabından sakınmalarına vesile olacaktır. Bediüzzaman'ın burada kullandığı "İHYA ETMEK" kelimesi son derece önemlidir. Bu kelime "yeniden hayata kavuşturmak" anlamındadır. Hz. Mehdi bu görevi yerine getirerek İslam ahlakının dünya çapında yaşanmasına vesile olacaktır.

2) O ZATIN İKİNCİ VAZİFESİ, ŞERİATI (Kuran ahlakının esaslarını ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini) İCRA VE TATBİK ETMEKTİR (uygulamak ve yerine getirmektir). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman, bu sözünde de Hz. Mehdi'nin ikinci görevinin Kuran ahlakının esaslarının tam olarak yaşanmasına vesile olmak olduğunu açıklamaktadır. "İCRA VE TATBİK ETMEK", "uygulamak, yürürlüğe sokmak, yerine getirmek" demektir. Bediüzzaman da bu ifadeleriyle Hz. Mehdi'nin, Kuran ahlakının gerekliliklerini ve esaslarını ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini tüm insanlar arasında uygulamaya koyacağını ve hayata geçireceğini belirtmektedir.
3) ... KADİR-İ ZÜLCELAL (herşeye muktedir olan Yüce Allah) HZ. MEHDİ İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN (İslam aleminin) ZULÜMATINI (zulüm devrini, karanlığını) DAĞITABİLİR. VE VA'DETMİŞTİR VAADİNİ ELBETTE YAPACAKTIR. (Mektubat, s. 411-412)

Bediüzzaman, Celal ve Kudret sahibi olan Rabbimiz'in, ahir zaman alametlerinin şiddetlendiği dönemde Allah'ın, insanların kurtuluşuna vesile olması için Peygamberimiz (sav)'in soyundan nurani bir şahıs olan Hz. Mehdi'yi göndereceğini ve onun ile dinsizlik ve zulüm devrini ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Hz. Mehdi, Allah'ın izniyle İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı zulüm ve zorluklara son vermekle görevli Kİşi olacak ve çalışmalarıyla Kuran ahlakını dünya çapında hakim kılacaktır. Bediüzzaman, Allah'ın bu vaadinin hak olduğunu ve vaadini mutlaka gerçekleştireceğini ifade etmiştir.
4)... ahir zamanda şeriat-ı Muhammediyeyi (Peygamberimiz (sav)'in sünnetini) ve hakikatı Furkaniyeyi (Kuran'ın esası ve mahiyeti) ve Sünneti Ahmediyeyi (Peygamberimiz (sav)'in sünnetini) ihya ile (yeniden canlandırmakla) ilan ile (herkese duyurmayla) icra ile (tatbik etmekle) başkumandanları olan Büyük Mehdi'nin kemal-i adaletini (yüksek adaletini) ve hakkaniyetini (hak ve adalete uygunluğunu, doğruluğunu) dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber gayet lazım ve zaruri ve hayat-ı içtimaiyeyi insaniyedeki (insanların toplum hayatındaki) düsturların muktezasıdır (kuralların gereğidir). (Şualar, s. 456)

Bediüzzaman bu sözünde Hz. Mehdi'nin, başkumandanlık görevini üstlenerek ve Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen Ehli Beyt'in yardımıyla tüm dünyaya adalet ve hakkaniyet getireceğini bildirmektedir. Kuran hakikatlerinin ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinin gereği gibi yaşandığı dönem, Allah'ın izniyle Hz. Mehdi'yle birlikte başlayacak, İslam ahlakı Hz. Mehdi vesiyesiyle tüm dünyada hakim olacaktır.
Bediüzzaman'ın burada kullandığı "İHYA" kelimesinin anlamı, "YENİDEN CANLANDIRMA"dır. Bediüzzaman'ın da belirttiği gibi, Hz. Mehdi ahir zamanda Kuran'dan uzaklaşmış olan insanların yeniden Kuran ahlakına göre yaşamalarına vesile olacaktır.

"İLAN" kelimesinin anlamı ise, "HERKESE DUYURMA"dır. Bediüzzaman'ın açıklamalarına göre Hz. Mehdi, Kuran'ın hakikatlerini ve Kuran ahlakını herkesin görebileceği, ulaşabileceği şekilde duyuracaktır. Kitle iletişim araçlarını ve teknolojiyi çok iyi kullanacağı anlaşılan Hz. Mehdi, İslam gerçeklerini çok çeşitli ve hikmetli yöntemler kullanarak tüm dünyaya açıkça gösterecek ve ilan edecektir.

"İCRA" kelimesinin anlamı da, "UYGULAMA"dır. Bediüzzaman bu sözleriyle de Hz. Mehdi'nin, Kuran ahlakını tüm dünyada hakim edeceğini ve tüm toplumlarda yaşanır hale getireceğini belirtmektedir.

Bediüzzaman'ın burada Hz. Mehdi'nin faaliyetleri hakkında üzerinde durduğu büyük çaplı hizmetler, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşecek olaylardır. Bediüzzaman bunların hiçbirinin kendisi hayatta iken gerçekleşmemiş olduğuna dikkat çekmekte, ancak bu alemetlerin gerçekleşmesine vesile olan Kİşinin Hz. Mehdi olabileceğini belirtmektedir.
5) Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad (güçlü ve samimi bir iman) ve ihlas (yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu gözetme) ve sadakatle (kalpten bağlılıkla) olduğu halde, BU İKİNCİ VAZİFE, GAYET BüYüK MADDİ BİR KUVVET VE HAKİMİYET LAZIM Kİ, O İKİNCİ VAZİFE TATBİK EDİLEBİLSİN (yerine getirilebilsin). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin ikinci görevini ancak "BüYüK BİR MADDİ KUVVET VE HAKİMİYETLE" gerçekleştirilebileceğini vurgulamıştır. Bu güce sahip olacak tek Kİşi Hz. Mehdi'dir. Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin bu vazifesini dünya çapında gerçekleştireceğini hatırlatarak, onun sahip olacağı maddi kuvvet ve hakimiyetin de çok büyük boyutlarda olacağına dikkat çekmiştir. Peygamberimiz (sav)'in döneminden bu yana böyle bir güç ve hakimiyet sağlanamamıştır. Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği gibi buradaki "hakimiyet" kavramı, Hz. Mehdi'nin tüm Müslümanların manevi lideri olarak İslam ahlakını bütün dünyaya hakim kılacağını ifade etmektedir.
6) Böyle bir cemaat-ı azime (Peygamber Efendimiz (sav)'in soyundan gelen büyük seyyidler cemaati) içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek (harekete geçirecek) ve uyandıracak hadisat-ı azime (büyük olaylar) vücuda geliyor (meydana geliyor). Elbette O KUVVET-İ AZİMEDEKİ (büyük kuvvetteki) BİR HAMİYET-İ ALİYE (yüce bir gayret) FEVERAN EDECEK (harekete geçecek) ve HAZRETİ MEHDİ BAŞINA GEÇİP, TARİK-I HAK (hak yola) VE HAKİKATE (gerçeğe) SEVK EDECEK. (Mektubat, s. 473)

Bediüzzaman ahir zamanda Müslümanların çok zorlu olaylarla karşı karşıya kalacağını bildirmiştir. Bu ortam günümüzde yani ahir zamanda meydana gelmektedir. Dünyanın birçok yerinde İslam'a ve Müslümanlara karşı oluşturulan zorlu ortamlar, Müslümanlar arasında İslami hamiyet duygusunu artırmakta ve bu da Müslümanları çözüm yolları aramaya sevk etmektedir. Bediüzzaman da bu sözleriyle Hz. Mehdi'nin çıkışından önce gerçekleşecek olan bu durumu hatırlatmaktadır.

Bediüzzaman, Müslümanlarda oluşan İslam'ı koruma gayretinin artması sonucunda, Hz. Mehdi'nin Müslümanların önderliğini üstlenerek, İslam ahlakını tüm dünyada hakim kılacağı ve insanları "TARİK-I HAK VE HAKİKATE" yani "HAK YOLA VE GERÇEĞE" yönelteceğini bildirmiştir.
7) O ZATIN üçüncü vazifesi, hilafet-i İslamiye'yi (İslam halifeliğini) ittihad-ı İslam'a bina ederek (İslam Birliği üzerine kurarak), isevi ruhanileriyle (dindar Hristiyanlarla ve Hristiyan alimleriyle) ittifak edip (iş birliği ve dayanışma içerisine girerek) din-i İslam'a (İslam dinine) hizmet etmektir. BU VAZİFE, PEK BüYüK BİR SALTANAT VE KUVVET ve milyonlar fedakarlarla (milyonların fedakarane katılımıyla) TATBİK EDİLEBiLiR (yerine getirilebilir). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman, İslam Birliği ile Müslüman ve Hristiyan dünyasının hak din adına ittifak etmesi gibi büyük bir olayın ancak üç şartın oluşmasıyla gerçekleşebileceğine dikkat çekmiştir. Bediüzzaman "PEK BüYüK BİR SALTANAT VE KUVVET" sözleriyle bu şartlardan ikisini açıklamaktadır. "Saltanat" kavramı, güç ve yetki ifade eden bir kelimedir. "KUVVET" kavramı ise "istediği şeyi icra edebilme gücü yani yetki"yi tanımlamaktadır. Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin İslam Birliği'ni oluşturup bu birliğin liderliğini üstleneceğini ve "pek büyük bir kuvvet ve yetkiye sahip olacağını" bildirmiştir. Bediüzzaman'ın "PEK BüYüK" sözleri, Hz. Mehdi'nin sahip olacağı bu kuvvetin ve saltanatın çapının büyüklüğünü ifade etmektedir. Bediüzzaman bu sözleriyle Allah'ın izniyle Hz. Mehdi'nin İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağını belirtmektedir.
8) EVET ÜMİTVAR OLUNUZ! ŞU İSTİKBAL İNKILABI İÇERİSİNDE EN YüKSEK GÜR SADA, İSLAM'IN SADASI OLACAKTIR. (Tarihçe-i Hayat s. 133), (Hizmet Rehberi s. 239)

Bu sözünde de Bediüzzaman yine İslam ahlakının tüm dünyada hakim olacağını söylemekte, tüm Müslümanları bu tarihi olay ile müjdelemektedir.
Batın tefsircilerine göre:
Bediüzzaman, burada sadece bir kısmına yer verdiğimiz sözlerinde, İslam ahlakının Hz. Mehdi vesilesiyle tüm dünyada hakim olacağını açıkça bildirmektedir. Batın tefsircileri ise Bediüzzaman'ın bu önemli müjdelerini göz ardı etmekte ve bu konuyu çeşitli şekillerde tevil etmektedirler. Hiçbir delile dayandırılmaksızın öne sürülen bu konudaki fikirlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1-Batın tefsircileri "İslam ahlakının hakimiyeti zaten oluşmuş durumdadır" demektedirler:
İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olması gibi tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşecek bir durum ne Bediüzzaman'ın yaşadığı dönemde ne de ondan önceki müceddidlerin döneminde gerçekleşmemiştir.
2-"Peki İslam ahlakı hakim olduğunda Müslüman aleminin başına bir Kİşi geçmiş midir?" dendiğinde, "Hayır, aynı anda çok Kİşi lider olabilir, şahs-ı manevi lider olabilir ya da lidere gerek yoktur" türünden Hz. Mehdi'yi red için çeşitli itiraz, tevil ve bahaneler üretmektedirler:

İslam ahlakının dünya hakimiyetinin gerçekleştiğini öne süren bu kimseler, elbette Kİ açıklamakta zorlandıkları bir hususla karşı karşıyadırlar. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde ve bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm ehl-i sünnet alimlerinin izahlarında, bu hakimiyetin başında bir lider olarak Hz. Mehdi'nin bulunacağı haber verilmektedir. Bediüzzaman'ın açıklamalarında da bu konu aynı şekilde izah edilmiştir. Bu durum aynı zamanda Allah'ın Kuran'da bildirdiği adetullahının da bir gereğidir. Tarih boyunca yaşamış olan her Müslüman topluluğun başında bir lider olmuştur. Hiçbir elçi ya da peygamber, müceddid ya da müçtehid bir şahs-ı manevi olmamıştır. Her biri Allah'ın görevlendirdiği birer şahıs olarak insanları din ahlakını yaşamaya davet etmişlerdir. Ahir zamanda da Allah'ın bu adetullahı değişmeyecek, Hz. Mehdi de hadislerde ve İslam alimlerinin eserlerinde bildirildiği gibi bir şahıs olacaktır.
Tüm bu bilgiler, bir kısım şahısların öne sürdükleri "lidere gerek yoktur" ya da "şahs-ı manevi lider olacaktır" gibi tevillerin geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır.
3-Batın tefsircileri "bu görevi Hz. Mehdi'nin şahs-ı manevisi yapacaktır" demektedirler:
Bediüzzaman'a Mehdilik zannıyla yaklaşan kimseler, Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde, Bediüzzaman'ın da eserlerinde açıklamış olduğu Hz. Mehdi'nin ikinci ve üçüncü görevlerinin yerine getirilmemiş olması konusuna bir açıklama getirememektedirler. Zira Bediüzzaman ömrünü İslam'a hizmete adamış, bu uğurda her türlü fedakarlığı göze alarak imani yönde çok büyük bir hizmette bulunmuştur. Ancak hayatta olduğu sırada tüm Müslümanların manevi lideri vasfını taşımamış, İslam Birliği'ni kurmamış, Hristiyan dünyasıyla ittifak yapmamış, Hz. İsa ile biraraya gelmemiş, birlikte namaz kılmamış ve İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olmasına vesile olmamıştır. Sözlerinde açıkladığı gibi, siyaset ve saltanat aleminde Mehdilik görevini üstlenmemiştir. Tüm dünyaya adalet ve hakkaniyet getirmemiş, tüm Müslüman dünyası üzerindeki zulüm ve haksızlıkların ortadan kaldırılmasına vesile olmamıştır. işte Bediüzzaman'a Mehdiyet konusunda hüsn-ü zan besleyen kimseler de bu gerçeklerin farkında oldukları için bu konuyu kendilerince açıklamaya çalışmaktadırlar. Bunun için de Bediüzzaman'ın sözlerine 'batıni tefsir' adı altında birtakım yorumlar getirerek, tüm bu görevleri Hz. Mehdi'nin değil, onun şahs-ı manevisinin yani talebelerinin ve eserlerinin yapacağını savunmaktadırlar.
Oysa bu bölümün 3. maddesinde Bediüzzaman'ın sözleriyle delillendirilerek açıklandığı gibi, Bediüzzaman eserlerinin hiçbir yerinde "Hz. Mehdi bir şahs-ı manevi olacaktır" şeklinde bir söz kullanmamıştır. Tam aksine Hz. Mehdi'den her bir sözünde "zat ya da şahıs" gibi ifadeleler ile bahsetmiştir. Ayrıca Hz. Mehdi'nin Hz. İsa'yla birlikte namaz kılacaklarını belirtmiştir. Bediüzzaman'ın bu açıklamaları görmezden gelinerek, "Hz. Mehdi bir şahs-ı manevi olacaktır ve İslam'ın hakimiyetini de bu şahs-ı manevi sağlayacaktır" şeklinde bir çıkarım yapabilmek hiçbir şekilde mümkün değildir.
4-Bediüzzaman, talebelerinin kendisine hüsn-ü zanlarının bir hata ve karıştırma olduğunu
gerekçeleriyle izah etmiştir; tefsirciler, "tevazu ediyor, kasten öyle söylüyor" demektedirler.
Bediüzzaman'a göre:

Ve ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK. (Emirdağ Lahikası, s. 260)

Bediüzzaman eserlerinde "Hz. Mehdi'nin bir veya iki görevi değil, tam olarak ÜÇ GÖREVi olduğunu" bildirmektedir. Bu üç görevi birarada yerine getirmeyen şahısların ise ahir zamanın Büyük Mehdisi olamayacağını ifade etmiştir.

Bediüzzaman'ın bu konudaki detaylı açıklamalarına rağmen, bu önemli gerçek göz ardı edilerek Bediüzzaman'ın Mehdi olabileceği yönünde bazı fikirler öne sürülmektedir. Halbuki Bediüzzaman eserlerinde bu konuya bizzat açıklık getirmiş, Mehdi olmadığını sayfalar boyunca delilleriyle birlikte açıklamıştır. Bu konudaki tüm bu açık beyanlarına rağmen Risale-i Nur'a ve bu eserin yazarı olarak kendisine Mehdilik konusunda hüsn-ü zan besleyenlere ise, bu düşüncelerinin "karıştırmadan kaynaklanan bir yanlışlık olduğunu" söylemiştir:

"Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini (cemaatini) haklı olarak Hz. Mehdi telakki ediyorlar (şahsi bir görüş olarak kabul ediyorlar). O şahs-ı manevinin de bir mümessili (temsilcisi), Nur şakirdlerinin (talebelerinin) tesanüdünden (dayanışmasından) gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviden bir nevi mümessili (temsilcisi) olan BİÇARE TERCÜMANINI ZANNETTİKLERİNDEN, BAZEN O İSMİ (Hz. Mehdi ismini) ONA VERİYORLAR. Gerçi BU, BİR İLTİBAS (karıştırma) BİR SEHİVDİR (hatadır, yanılmadır), fakat onlar onda mes'ul değiller. ÇÜNKİ ZİYADE HüSN-ü ZAN, ESKİDEN BERİ CEREYAN EDİYOR VE İTİRAZ EDİLMEZ. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının (imanlarının faziletinin) bir tereşşuhu (yansıması) gördüğümden onlara çok ilişmezdim... (Tılsımlar Mecmuası, s. 201) (Emirdağ Lahikası, s. 248)

Bediüzzaman Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin ve bu eserlerin yazarı olarak kendisinin kimi zaman Hz. Mehdi olabileceğinin düşünüldüğünü, ancak bunun bir karıştırma ve hata olduğunu belirtmiştir. Bir başka sözünde ise bu düşünceye sahip olan kimselerin iman hakikatlerini anlatma konusu yönünde bir değerlendirme yaptıklarını, ancak Hz. Mehdi'nin diğer iki vazifesi olan "İslam Birliği'nin sağlanması, tüm İslam dünyasının lideri olunması ve Hz. İsa ile birlikte İslam ahlakının dünyaya hakim kılınmasının kendisinde görünmediği hususunu dikkate almadıklarını" söylemiştir. Bundan dolayı da Risale-i Nur'a ve kendisine yapılan Mehdilik yakıştırmasının yalnızca bir "zan"dan ibaret olduğunu belirtmiştir:

... O GELECEK ZATA DAİR HABERLERİ VE İŞARETLERİ, RİSALE-İ NUR'UN ŞAHS-I MANEVİSİNE HATTA BAZEN TERCÜMANINA DA TATBİKE (uydurmaya) ÇALIŞMIŞLAR ve Şeriatı ihya (Kuran ahlakının esaslarını hatırlatarak yeniden hayata geçirme) ve hilafeti tatbik olan ÇOK GENİŞ DAİREDE HÜKMEDEN BU MÜHİM VAZİFESİNİ NAZARA ALMAMIŞLAR (göz önünde bulundurmamışlar). (Tılsımlar Mecmuası, s. 168)

Bediüzzaman, bu sözüyle Hz. Mehdi'ye dair haber ve işaretlerin Risale-i Nur cemaatiyle özdeşleştirilmeye çalışıldığını, ancak bu benzetmenin Hz. Mehdi ile ilgili verilen bilgilere uygun düşmediğini belirtmiştir. Bediüzzaman bu benzetmeyi yapan kimselerin Hz. Mehdi'nin iki büyük ve önemli vazifesini göz ardı ettikleri için böyle yanlış bir kanaate vardıklarını ifade etmektedir. İslam Birliği'nin sağlanması ve Hz. Mehdi'nin tüm Müslümanların liderliğini üstlenmesi, Hristiyanlarla ittifak sağlanması ve Hz. İsa ile birlikte Kuran ahlakının tüm yeryüzüne hakim olması şu ana kadar henüz gerçekleşmemiştir. Bediüzzaman da dahil olmak üzere, Peygamberimiz (sav)'den sonraki dönemlerde gelen müceddidlerin hiçbiri bu büyük görevleri yerine getirebilmiş değildir. Dolayısıyla Bediüzzaman da bu gerçeği dile getirerek Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini Mehdilikle vasıflandıranların yanıldıklarını ifade etmektedir. Nitekim bir konuda bir Kİşiye hüsn-ü zan beslenmesi, bu düşüncenin gerçeği yansıttığını gösteren bir delil değildir. Zaten Bediüzzaman da Risaleler'inde bunu dile getirmiştir.

Bunun yanı sıra Bediüzzaman sözlerinde Hz. Mehdi'nin ayırt edici bir özelliği olarak "ÇOK GENİŞ DAİREDE HÜKMETMESi"ne dikkat çekmiştir. Hz. Mehdi'nin bu özelliği son derece önemlidir. Hz. Mehdi görevlerini sadece belirli bir bölgede yerine getirmeyecek, onun etki alanı çok geniş bir dairede, yani dünya çapında olacaktır. Bediüzzaman, "dar daire" olarak ifade ettiği "küçük çaplı" uygulamaların Müslümanları yanıltmaması gerektiğini belirtmektedir. Hz. Mehdi'nin ikinci ve üçüncü görevlerini geniş dairede gerçekleştireceğini hatırlatarak, kendi şahsına ve Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine yapılan Mehdilik yakıştırmasının yanlışlığını delilleriyle birlikte açıklamaktadır.

Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'nin yerine getireceğini belirttiği görevler konusunda "ÇOK GENİŞ ÇAPLI BİR HÜKMETME" yani "DÜNYA ÇAPINDA" bir sonuç ise, daha önceden de belirttiğimiz gibi, bugüne kadar gerçekleşmiş değildir. Bu da Hz. Mehdi'nin geçmiş dönemde ortaya çıkmış bir şahıs olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Söz konusu üç görevin dünya çapında yerine getirilmesi, Allah'ın izniyle Hz. Mehdi'nin en önemli alametlerinden olacak ve onu tüm insanlara tanıtacaktır.

Bediüzzaman sözlerinde pek çok kez, ne önceki yüzyıllarda gelen müceddidler zamanında ne de kendi yaşadığı dönemde, Hz. Mehdi'nin üç görevinin birarada yerine getirilemediğini ve bunu ancak Hz. Mehdi'nin gerçekleştirebileceğini belirtmiştir. Bediüzzaman'ın bu konuyu açıklayan sözlerinden biri şöyledir:

Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Hz. Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat HER BİRİ üÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE (açıdan) YAPMASI İTİBARIYLA (nedeniyle) AHİR ZAMANIN BÜYÜK MEHDİSİ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. (Emirdağ Lahikası, s. 260)
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman sözlerinde kendisine ve Risale-i Nur'a Mehdilik yakıştırmasında bulunan kimselerin yanıldıklarını belirtmekte ve bunun nedenlerini delillendirmektedir. Ancak Bediüzzaman'ın bu konuya açıklık getiren bu sözleri göz ardı edilmekte ve çeşitli tevil yöntemleriyle tefsir edilmeye çalışılmaktadır. Bediüzzaman'ın kendisine yöneltilen Mehdilik yakıştırmasını kabul etmemesinin tevazudan kaynaklandığı ya da bunun, Bediüzzaman'ın Mehdiliğini gizlemek için kasıtlı olarak yaptığı bir taktik olduğu öne sürülmektedir.

Ancak bu konuda pek çok yanılgı söz konusudur. Herşeyden önce Bediüzzaman'ın, sadece tevazu için, inanmadığı bir şeyi Risaleleri'ne koydurtması mümkün değildir. üstelik inanmadığı ve tüm Müslümanların yanlış bilgilendirilmesine neden olacak böyle bir konuyu gizleyebilmek için, sadece taktik amaçlı olarak, yüzlerce sayfa boyunca yazı yazması, Hz. Mehdi olmadığını anlatabilmek için onlarca delil vermesi söz konusu değildir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin dürüstlüğü ve doğru sözden asla ayrılmayışı onun tüm hayatına hakim olan çok önemli bir özelliğidir. Allah korkusu son derece şiddetli olan Bediüzzaman gibi samimi bir şahsın, yalan söyleyerek tüm toplumu yanılttığını söylemek, hiçbir şekilde kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bediüzzaman, mahkemelerde bile doğru söylemesiyle ve dürüstlüğüyle bilinmektedir. istiklal Mahkemeleri'nde bile bu özelliğinden hiçbir şekilde ayrılmamış, daima doğruları söylemiştir. Doğru söylediği için karşılaşabileceği hiçbir zorluktan korkmadığını ise mahkeme müdafaalarında geçen bir sözünde "... Başım gövdemden ayrılmadıkça veya boynuma ip takılıp asılmadıkça bu teklifinizi bana tatbik edemezsiniz!" (Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaaları, s. 379) diyerek ifade etmiştir.
7-Bediüzzaman, "Hz. Mehdi ileride gelecek" demektedir; tefsirciler, "geldi geçti" demektedirler.
Bediüzzaman'a göre:

Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı'nın çeşitli bölümlerinde, "Hz. Mehdi'nin ileride gelecek bir şahıs olduğunu" açıkça ifade etmiştir. Bediüzzaman'ın bu konuyu açıklayan sözlerinden bazıları şöyledir:
1) İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE (dünyanın geleceğinde) 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARİB (yakın) ZANNETMİŞLER. (Sözler, s. 318)

Bediüzzaman bu sözüyle, İslam tarihinde daha önce de birçok Kİşinin, Hz. Mehdi'nin geliş tarihi ile ilgili çeşitli kanaatlere kapıldıklarını ve bu mübarek zatın "kendi yaşadıkları yüzyıla yakın" bir tarihte ya da kendi dönemlerinde geleceğini sandıklarını belirtmiştir. Ancak Bediüzzaman "KARİB (YAKIN) ZANNETMİŞLER" diyerek söz konusu Kİşilerin Hz. Mehdi'nin önceki tarihlerde çıkmış olabileceğini düşünmekle yalnızca bir "zanda bulunduklarını" ancak yanıldıklarını hatırlatmıştır. Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin Peygamberimiz (sav)'den "1400 SENE SONRA" geleceğini haber vermiştir.

Dikkat edilirse Bediüzzaman burada "Hz. Mehdi geldi ya da gelmiş" dememekte, "gelecek zaman" belirten bir kelime kullanmakta ve "GELECEK" demektedir. Ayrıca ne 1373, ne 1378 ne 1398 ne de başka bir tarih vermemiş tam olarak 1400 yıl sonrasından bahsetmiştir. Bu tarih Miladi 1980 yılına denk gelmektedir. Hicri 13. yüzyılın müceddidi olarak Hicri 14. yüzyıla kadar müceddidlik görevini yerine getiren Bediüzzaman, Hicri 1379 yani Miladi olarak 1960 yılında vefat etmiştir. Dolayısıyla Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin gelişi için kendi yaşadığı dönemden çok ileriki bir tarihi belirtmektedir. Bediüzzaman bu açıklamasıyla, açık ve kesin bir tarih vererek kendisinin Hz. Mehdi olmadığını ifade etmekte, Hz. Mehdi'nin kendi vefatından yaklaşık 20 sene kadar sonra geleceğini müjdelemektedir.

Bediüzzaman bu sözüyle ayrıca, Hz. Mehdi'nin gelişinden önce Mehdi olduğu sanılan şahısların aksine, "1400 sene sonra gelecek olan Mehdi'nin bir HAKİKAT" olacağını belirtmiştir. Yani bu kutlu zatın, Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde müjdelediği tüm özelliklere sahip olan "GERÇEK MEHDİ" olacağını ve bu özellikleriyle Mehdi sanılan Kİşilerden ayırt edilip tanınacağını hatırlatmıştır.

Bediüzzaman ayrıca Risaleleri'nde Peygamberimiz (sav)'in hadislerine dayanarak "her yüz yıl başında bir müceddid gönderileceğini" hatırlatmıştır. Bediüzzaman "1400 YIL SONRA" tarihini vererek aynı zamanda "14. ve 15. yüzyıllar arasında görev yapacak olan müceddidin de Hz. Mehdi olduğunu" haber vermektedir.

2) Hem şu sırdandır Kİ; MEHDİ, SÜFYAN GİBİ AHİR ZAMANDA GELECEK EŞHASLARI çok zaman evvel hatta tabiin (Peygamberimiz (sav)'i sağ iken görmüş olan müminlerle, yani Ashab'la görüşmüş ve onlardan ders almış olan salih Müslümanlar) zamanında onları beklemişler yetişmek emelinde bulunmuşlar." (Sözler, s. 358)

Bediüzzaman bu sözünde kullandığı, gelecek zaman belirten bir fiil olan "gelecek" kelimesiyle Hz. Mehdi'nin "ilerideki bir tarihte gelecek bir şahıs olduğunu" bir kez daha vurgulamıştır. Bediüzzaman bu yolla, yaşadığı dönemde Hz. Mehdi'nin henüz gelmemiş olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
3) Hakiki beklenilen ve BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT dahi bu zamanda gelse... (Kastamonu Lahikası, s. 57)

Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin henüz gelmediğini; Müslümanlar tarafından beklendiğini ve kendi yaşadığı devirden bir asır sonra geleceğini bildirmektedir.

Bediüzzaman, "HAKİKİ BEKLENİLEN" sözleriyle Hz. Mehdi'nin "HENÜZ BEKLENDİĞİNİ" ifade etmektedir. Kuşkusuz Kİ eğer Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin kendi yaşadığı dönemde gelmiş olduğunu düşünüyor olsaydı, bu ifadeyi kullanmazdı. "Hakiki beklenilen" yerine "gelmiş olan" veya "gelen" derdi. Ancak böyle bir sözü Risaleler'in hiçbir bölümünde kullanmamıştır. Tam aksine Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin henüz gelmediğini ve gelmesinin tüm İslam alemi tarafından beklendiğini açıkça ifade etmektedir. Açıktır Kİ Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin kendisinden sonraki bir dönemde ve mutlaka geleceği konusunda kesin bir kanaat taşımakta ve bunu ısrarla dile getirmektedir.
Bunun yanı sıra Bediüzzaman burada kullandığı "HAKİKİ" kelimesiyle de Hz. Mehdi'nin gelişinin ne kadar kesin bir gerçek olduğunu belirtmektedir.

Ayrıca Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin sadece ileride geleceğini belirtmemekte, bir de bu mübarek şahsın geliş zamanını da müjdelemektedir. Hz. Mehdi'nin "KENDİSİNDEN BİR ASIR SONRA, YANİ HiCRi 1400'Lü YILLARDA" ortaya çıkacağını haber vermektedir.
Kuşkusuz Kİ eğer Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin kendi döneminde yaşadığını düşünseydi, böyle uzak bir tarih vermez, aksini açıkça ifade ederdi. Demek Kİ Bediüzzaman'ın bu konudaki kanaati hiçbir itiraza yer bırakmayacak kadar kesindir.
4) O İLERİDE GELECEK ACİB (şaşılan, hayret uyandıran, benzeri görülmeyen) ŞAHSIN bir hizmetkarı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı (yardımcı kuvveti) ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi (önden giden bir askeri) olduğumu zannediyorum. (Barla Lahikası, s. 162)

Bediüzzaman bu sözünde de bir kez daha Hz. Mehdi'nin kendisinden sonraki bir tarihte geleceğini belirtmiştir. Kendisinin, Hz. Mehdi'den önceki devirde yaşadığını ise, kendisini "Hz. Mehdi'nin öncüsü" olarak niteleyerek ifade etmiştir.

Bediüzzaman burada da yine "gelmiş" veya "geldi" gibi kendi dönemini ve öncesini kasteden ifadelere yer vermemiştir; "ileride gelecek" diyerek Hz. Mehdi'nin kendi yaşadığı dönemden sonra geleceğini açıklamıştır.

Bediüzzaman bu sözüyle, kendi yaptığı çalışmaların, Hz. Mehdi'ye zemin hazırlayacağını ifade etmekte, kendisini bu mübarek zatın "HİZMETKARI" olarak nitelendirmektedir. Kuşkusuz Kİ bu son derece kesin bir açıklamadır. Eğer Bediüzzaman'ın, kendisinin Hz. Mehdi olduğu yönünde bir kanaati olsaydı, kendisini "Hz. Mehdi'nin hizmetkarı" olarak nitelendirmezdi. Çünkü "bir Kİşinin aynı anda hem Hz. Mehdi hem de onun hizmetkarı olabilmesi" mümkün değildir. Dolayısıyla bu ifade açıkça ortaya koymaktadır Kİ Bediüzzaman burada çok açık bir şekilde Hz. Mehdi olmadığını belirtmiştir.

Bunun yanı sıra "DÜMDAR" kelimesi "yardımcı kuvvet" anlamına gelmektedir. Bediüzzaman, bu sözüyle kendisini, asıl mücadeleyi yürüten zata imkan hazırlayan yardımcı kuvvetlere benzetmiştir. Bu şekilde kendisinden sonra gelecek olan ve yapacağı büyük fikri mücadele ile İslam ahlakının getirdiği tüm güzellikleri yeryüzüne hakim edecek olan Hz. Mehdi'nin bir yardımcısı olduğunu ifade etmektedir. Eğer Bediüzzaman kendisinin Hz. Mehdi olduğunu düşünseydi kuşkusuz Kİ burada kendisini "Hz. Mehdi'nin yardımcısı" olarak tanımlamazdı. Çünkü "Hz. Mehdi'nin ve yardımcısının", "birbirinden farklı, iki ayrı Kişi" olduğu çok açıktır. Eğer Bediüzzaman "yardımcısıyım" diyorsa, bu onun, kendisinin Hz. Mehdi olmadığını belirttiği çok açık bir ifadedir.

Bediüzzaman'ın burada kullandığı "PİŞDAR BİR NEFER" ifadesi, "ÖNDEN GİDEN ASKER" anlamını taşımaktadır. Bediüzzaman bu sözüyle kendisini önden giden öncü kuvvetlere benzetirken, Hz. Mehdi'nin kendisinden sonra geleceğini bir kez daha vurgulamıştır. Eğer Bediüzzaman kendisinin Hz. Mehdi olduğunu belirtmek isteseydi, kuşkusuz Kİ böyle bir ifade kullanmazdı. Çünkü bu ifade aksi yönde öne sürülebilecek tüm iddiaları geçersiz kılmakta ve konuya kesin bir açıklık kazandırmaktadır. Bediüzzaman "kendisini ÖNDEN GİDEN" bir Kİşi olarak nitelendirmekle, "Hz. Mehdi'nin kendisinden SONRA GELEN" bir kimse olduğunu netleştirmektedir.

Bediüzzaman burada ayrıca "BİR NEFER" yani asker kelimesini kullanarak, kendisinin Hz. Mehdi değil, onun bir yardımcısı ve ona hizmet eden bir görevli olduğunu bir kez daha ifade etmektedir. Bediüzzamanın kendisini bir "HİZMETKARI, ÖNCÜSÜ" olarak vasıflandırdığı ve bu kadar övgüyle, saygıyla bahsettiği Hz. Mehdi, tüm İslam alemi tarafından asırlardır beklenmektedir. Bediüzzaman da bu açıklamalarıyla, Hz. Mehdi'nin ahir zamanda, Allah'ın izniyle, muhakkak ortaya çıkacağını müminlere müjdelemektedir.
5) ... Bu hakikatdan anlaşılıyor Kİ; SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK (yazma ve dağıtma yoluyla yayacak ve uygulayacak). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman bu sözleriyle Hz. Mehdi'nin, önceki müceddidlerin ve Bediüzzaman'ın yaşadığı dönemlerde gelmediğini söylemiş; bu mübarek zatın bunların hepsinden "SONRA" geleceğini ifade etmiştir. Ayrıca Bediüzzaman bu durumu, yalnızca gelecek zaman ifade eden bir fiil kullanarak değil, bunu bir de "SONRA" kelimesiyle destekleyerek çok kesin bir üslupla açıklamıştır.

Bediüzzaman bu sözünde de Risale-i Nur Külliyatı'nın, Hz. Mehdi'nin, tebliğinde kullanacağı bir ön hazırlık olduğunu belirtmiştir. Bediüzzaman, ortaya çıktığında Hz. Mehdi'nin, Risaleleri hazır yazılmış olarak bulacağını ve imanı kurtarma vazifesinde Risaleler'den faydalanacağını belirtmiştir. Bediüzzaman bu sözleriyle kendisinin Hz. Mehdi olmadığını, Hz. Mehdi'nin "KENDİSİNDEN SONRAKİ DÖNEMDE GELECEK BİR ŞAHIS OLDUĞUNU" bir kez daha açıklığa kavuşturmuştur.
6) TA AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE (dünya çapında) ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDİ VE ŞAKİRTLERİ (talebeleri), CENAB-I HAKK'IN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETİR ve O TOHUMLAR SÜMBÜLLENiR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ. (Kastamonu Lahikası, s. 99)

Bediüzzaman bu sözünde bir kez daha Hz. Mehdi'nin kendisinden sonraki bir dönemde ve ileriki bir tarihte geleceğini belirtmektedir. Bediüzzaman, Hz. Mehdi ve talebelerini, Risale-i Nur'un asıl sahipleri olarak nitelendirmekte, Risale-i Nur'un dar dairede yani sınırlı bir kesim içerisinde başlattığı hizmeti, daha ileriki bir tarihte gelecek olan bu mübarek şahsın tamamlayacağını ve bunu dünya çapında bir hizmete dönüştüreceğini müjdelemektedir.

Bediüzzaman burada kullandığı "TA AHİR ZAMANDA" sözleriyle Hz. Mehdi'nin geleceği zamanı belirtmektedir. Bediüzzaman bu ifadesiyle öncelikle Hz. Mehdi'nin kendisinden "İLERİKİ BİR TARİHTE" geleceğini dile getirmektedir. Bediüzzaman'ın burada kullandığı "TA" kelimesi ise bu konuya açıklık getiren önemli bir ifadedir. "TA" kelimesi uzaklık ifade eden bir kelimedir. Bediüzzaman bu ekle, "ahir zamanın, kendi yaşadığı dönemin çok daha ilerisinde, daha uzakta bir zaman olduğunu" ifade etmektedir.

Bediüzzaman, Hz. Mehdi'den önce gelmiş, insanların Allah'ın dininden uzaklaştığı bir ortamda Kuran ahlakı ve iman hakikatleri üzerinde durarak çok büyük bir imani hareket başlatmıştır. "O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR" sözleriyle, bu büyük fikri mücadelesini tohum ekmeye benzetmektedir. Sonradan Hz. Mehdi zamanında bu iman tohumlarının sümbülleneceğini, yani Hz. Mehdi'nin Bediüzzaman'ın başlattığı bu imani çalışmaları genişleteceğini ve sonuca ulaştıracağını ifade etmektedir. Bediüzzaman bu örneklendirmesiyle kendisinin Hz. Mehdi'den önceki bir dönemde yaşadığını, Hz. Mehdi'nin gelişinin ise kendisinden sonraki bir dönemde gerçekleşeceğini açıkça ifade etmektedir.

Bediüzzaman, "BİZLER DE KABRİMİZDEN SEYREDİP" sözleriyle, ektiği iman tohumlarının sümbülleneceği yani Hz. Mehdi'nin Kuran ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağı dönemde, kendisinin vefat etmiş olacağını belirtmiştir. Bediüzzaman bu sözüyle bir kez daha kendisinin Hz. Mehdi olmadığını, onun gelip görevine başladığı dönemde kendisinin hayatta olmayacağını hatırlatarak ifade etmiştir.
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin kendisinden ileriki bir tarihte geleceğini pek çok kez ve çok açık ifadelerle açıklamıştır. Ancak Bediüzzaman'ın sözlerinin anlaşılabilmesi için Risaleler'deki sözlerin yeterli olmadığını düşünenler, bu konuyu Risaleler'de anlatıldığı şekilde kabul etmemektedirler. Hz. Mehdi'nin çoktan geldiğini ve görevlerini yerine getirdiğini öne sürmektedirler. Oysa bu düşünce hem Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde verdiği haberlerle hem de Bediüzzaman'ın Risaleler'de anlattıklarıyla tümüyle çelişmektedir. Bir Kİşinin Hz. Mehdi'nin geçmiş dönemlerde çıkmış olduğundan bahsedebilmesi için; bu şahsın Müslümanların halifesi yani manevi lideri vasfıyla tüm dünya Müslümanları arasında İslam Birliği'ni kurduğundan, bu birlik vesilesiyle Hristiyan dünyasıyla dinsizliğe karşı ittifak yaptığından ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetlerini canlandırıp, dini tüm batıl inanç ve uygulamalardan arındırıp, Hz. İsa ile birlikte, İslam ahlakını tüm yeryüzüne hakim kıldığından da bahsedebilmesi gerekir. Ancak bu olayların hiçbiri henüz gerçekleşmediğine göre, bu iddiayla ortaya çıkan kimselerin yanıldıkları da çok açık bir şekilde görülmektedir.
8-Bediüzzaman, "Mehdi'nin siyaset aleminde de görevi olduğunu" söylemektedir; tefsirciler, "Mehdi siyaset aleminde olmayacak" demektedirler.
Bediüzzaman'a göre:
Bediüzzaman hadislerde verilen bu bilgilere dayanarak, ahir zamanda gelecek olan Hz. Mehdi'nin üç ayrı alanda birden Mehdilik yapacağını yani, hem "SİYASET MEHDİSİ" hem "SALTANAT MEHDİSİ" hem de "DİYANET MEHDİSİ" olacağını belirtmiştir. Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'nin bu önemli özelliğini açıkladığı sözlerinden biri şöyledir:

Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve SİYASET ALEMiNDE, DİYANET ALEMİNDE, SALTANAT ALEMİNDE, MÜCADELE ALEMİNDE çok dairede icraatları olduğu gibi..." (Şualar, s. 590)

Bediüzzaman bu sözleriyle, Hz. Mehdi'nin siyaset aleminde önemli görevler üstleneceğini belirtmektedir. Hz. Mehdi'nin,"Peygamberimiz (sav)'in halifesi" yani "Müslümanların manevi lideri" vasfını taşıyarak tüm dünya Müslümanları arasında İslam Birliği'ni kuracağını, Hristiyan alemiyle ittifak oluşturacağını ve Hz. İsa ile birlikte, İslam ahlakını tüm dünyada hakim kılacağını bildirmektedir. Bediüzzaman'ın detaylı olarak açıkladığı Hz. Mehdi'nin üstleneceği tüm bu görevler, Hz. Mehdi'nin "Peygamberimiz (sav)'in halifesi yani tüm dünya Müslümanlarının manevi lideri" vasfını taşıyacağını ve "idareci" konumunda olacağını açıkça ortaya koymaktadır.

devamı var...
 
Müslümanları ilgilendiren her konuda çözüm getirecek Kİşi olarak manevi liderleri Hz. Mehdi olacaktır. Hz. Mehdi'nin üstleneceği bu görevin ne şekilde adlandırıldığı önemli değildir. Hz. Mehdi'nin ilgileneceği siyaset, 'Kuran ahlakı içerisindeki siyaset' olacaktır. Önemli olan Hz. Mehdi'nin yerine getireceği bu vazifenin "Kuran'ın bir hükmü" olmasıdır. Kuran ahlakına uygun siyaset"in anlamı "güzel ahlaklı, şefkatli, merhametli olmak, adaletli davranmak, müminler arasında birlik ve kardeşliği, barışı ve sosyal adaleti sağlamak, adaletsizliği gidermek, zenginlik ve refahı sağlamaktır. Kuran'da Hz. Mehdi'nin yerine getireceği bu görev "İslam ahlakının hakimiyeti" olarak müjdelenmektedir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir... (Nur Suresi, 55)

Hz. Mehdi de Kuran'ın bu hükmü gereği, tüm Müslümanların huzurunu, birlik ve beraberliğini sağlayacak, İslam ahlakının güzelliğini tüm dünyada yerleşik kılacaktır. Bediüzzaman'ın da siyaset ve saltanat kavramlarıyla kastettiği ana konu budur: "Hz. Mehdi'nin tüm dünya Müslümanlarının liderliğini üstlenmesi ve Kuran'da belirtilen bu hükme uygun olarak İslam dünyasının menfaatleri yönünde faaliyetlerde bulunması"dır. Tüm bunlar Kuran ahlakının ve Kuran ayetlerinin bir gereğidir. Bediüzzaman'ın "o zatın ikinci vazifesi, şeriatı (Kuran ahlakının esaslarını ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini) icra ve tatbik etmektir" (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9) sözleriyle belirttiği gibi, Hz. Mehdi de, Kuran ahlakının gerekliliklerini uyguladığında, İslam Birliği'nin oluşmaması, Hz. Mehdi'nin idareci vasfını taşımaması, yetki sahibi olmaması ya da lider konumunda olmaması söz konusu değildir. Zira tüm bunlar Allah'ın bütün Müslümanları yaşamakla yükümlü kıldığı hükümlerdir. Nitekim Bediüzzaman da Hz. Mehdi'nin bu vasıfları taşıyacağını "Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) (Peygamberimiz (sav)'in halifesi) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi (İslam ahlakının esaslarını) ihya etmektir (yeniden canlandırmaktır)." (Emirdağ Lahikası, s. 259) sözleriyle ifade etmektedir.

Bir ayette Allah Müslümanlara, içlerindeki "emir sahiplerine" uymalarını şöyle bildirmektedir:

Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa Suresi, 59)

Bu ayet gibi Kuran'da, Müslümanların, Allah'ın kendilerini dünyada ve ahirette kurtuluşa ulaştırması için göndermiş olduğu elçilere uymalarıyla ilgili çok fazla ayet yer almaktadır. işte Bediüzzaman'ın, "siyaset aleminde, diyanet aleminde, salatanat aleminde ve mücadele aleminde çok dairede icraatları olduğu gibi" sözleriyle Hz. Mehdi için kastettiği siyaset anlayışı da budur. Bediüzzaman bu sözlerinde yer alan "siyaset ve saltanat" kavramlarıyla Hz. Mehdi'nin, Kuran'ın bu hükmünü ne şekilde yerine getireceğini açıklamaktadır.
Nitekim Risaleler'deki Hz. Mehdi'nin görevlerinin açıklandığı sözler dikkatlice incelendiğinde, Bediüzzaman'ın bu sözleriyle ne kastetmiş olduğu kolaylıkla anlaşılmakta; Hz. Mehdi'nin siyaset ve saltanat alanında pek çok görev üstleneceği açıkça görülmektedir.
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin siyaset alanında önemli görevleri olacağını açıkça ifade etmiştir. Batın tefsircileri ise, Bediüzzaman'ın bu açık ifadelerini kabul etmemektedirler. Hz. Mehdi'nin siyaset alanında bir görev üstlenmeyeceğini, yalnızca iman hakikatleri üzerine faaliyetlerde bulunacağını öne sürmektedirler.

Oysa Kİ hiçbir delile dayandırılmayan bu düşünce, Bediüzzaman'ın Risaleler'de yüzlerce sayfa boyunca anlattığı bilgilerle tamamen çelişmektedir. Zira önceki satırlarda açıklandığı gibi Bediüzzaman, eserlerinde Hz. Mehdi'nin yerine getireceği üç büyük görev hakkında geniş bilgi vermiş ve Hz. Mehdi'nin "siyaset alanında Mehdilik görevini ne şekilde yerine getireceğini" detaylı olarak anlatmıştır. Bu sözlerinde Hz. Mehdi'nin "İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağını, Müslümanların manevi liderliğini üstlenerek İslam Birliği'ni sağlayacağını, Hristiyan dünyasıyla ittifak yapacağını" ayrıntılı olarak açıklamıştır. Bediüzzaman'ın tüm bu izahları hiçbir tartışma ya da tevile yer bırakmayacak kadar açıktır.

Çok açıktır Kİ eğer Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin sadece iman hakikatleri yönünde bir hizmet yapıp, siyaset ya da saltanat alanlarında görev yapmayacağını düşünseydi, Risaleler'de böyle bir açıklamaya yer vermez, Hz. Mehdi'nin bu yöndeki görevlerini Peygamberimiz (sav)'in hadislerine dayanarak bu kadar uzun ve ayrıntılı olarak izah etmezdi. Zira Bediüzzaman gibi derin imanlı büyük bir müceddidin, eserlerinde, düşündüğü ve inandığı şeylerin tam tersine açıklamalarda bulunması hiçbir şekilde söz konusu değildir.
9-Bediüzzaman, "Mehdi'nin İslam dünyasının başında olacağını" söylemektedir; tefsirciler, "Mehdi böyle bir makam sahibi olmayacak" demektedirler.
Bediüzzaman'a göre:

Allah, Kuran'da "İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağını, inanan kullarını güç ve iktidar sahibi kılacağını" vaad etmiş ve bu vaadinin kesin olduğunu bildirmiştir. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde, bütün büyük İslam alimlerinin ve Bediüzzaman'ın sözlerinde de bu duruma "Hz. İsa ile Hz. Mehdi'nin vesile olacakları" belirtilmiştir. Rabbimiz'in bu vaadi doğrultusunda İslam ahlakı bir gün mutlaka hakim olacak ve bir Kİşinin Müslümanların önderliğini üstlenmesi gerekecektir. Bediüzzaman böyle dünya çapında bir hakimiyetle karşılaşmamış ve tüm dünya Müslümanlarının liderliğini üstlenmemiştir. İslam dünyasının başında, tüm Müslümanları biraraya getirecek şekilde bir lider uzun süredir yoktur. Müslümanların bu lideri, 1400 senedir müjdelendiği gibi Hz. Mehdi olacaktır. Yeryüzünden zulmü ve karanlığı kaldıracak, İslam ahlakının güzelliğinin tüm insanlar tarafından yaşanmasına vesile olacaktır. Bediüzzaman da eserlerinde bu gerçeği dile getirmiş ve Hz. Mehdi'nin "Peygamberimiz (sav)'in halifesi yani Müslümanların manevi lideri vasfını taşıyacağını" bildirerek tüm Müslümanları bu büyük hidayet önderinin gelişiyle müjdelemiştir.

Bediüzzaman Risaleler'de Hz. Mehdi'den bahsettiği sözlerinin birçoğunda, Hz. Mehdi'nin "İslam dünyasının lideri" vasfını taşıyacağını belirtmiştir. Bu sözlerinden bir kısmını; şöyle sı;ralayabiliriz:
1) ikinci vazifesi: HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (a.s.m.) ÜNVANI İLE (Peygamberimiz (sav)'in halifesi ünvanı ile) şeair-i İslamiyeyi (İslam ahlakının esaslarını) ihya etmektir (yeniden canlandırmaktır). (Emirdağ Lahikası, s. 259)

Hz. Mehdi, halihazırda çeşitli gruplar halinde dağınık olarak bulunan Müslümanları birleştirecek, İslam ahlak ve faziletini, Peygamberimiz (sav)'in gerçek sünnetlerini canlandıracaktır. İslam aleminin birliğini oluşturacak, bu vesileyle insanlığı maddi ve manevi tehlikelerden kurtaracak ve insanların Allah'ın rızasına uygun bir hayat yaşayarak Allah'ın azabından sakınmalarına vesile olacaktır.

Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin bu ikinci görevini "Peygamberimiz (sav)'in halifesi" yani "Müslümanların manevi lideri" sıfatıyla yerine getireceğini belirtmiştir. Kuşkusuz Kİ Hz. Mehdi'nin, "İslam toplumunun lideri vasfıyla" İslamiyet'i yeniden canlandırması, milyonları bulan bir topluluğun maddi ve manevi gücüyle hareket ederek tüm yeryüzünde İslam Birliği'ni sağlaması" özellikleri, onun lider vasfını taşıyacağını açıkça ortaya koymaktadır.
2) O ZATIN üçüncü vazifesi, HİLAFET-İ İSLAMİYE'Yİ (İslam halifeliğini) İTTİHAD-I İSLAM'A BİNA EDEREK (İslam Birliği üzerine kurarak), İSEVİ RUHANİLERİYLE (dindar Hristiyanlarla ve Hristiyan alimleriyle) İTTİFAK EDİP (iş birliği ve dayanışma içerisine girerek) DİN-İ İSLAM'A (İslam dinine) HİZMET ETMEKTİR. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla (milyonların fedakarane katılımlarıyla) tatbik edilebilir (yerine getirilebilir). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin bir başka görevinin de İslam toplumunu birleştirmek ve Hristiyan alemiyle ittifak etmek olduğunu bildirmiştir. Hz. Mehdi'nin bu görevini, iman sahiplerinin, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen fedakar seyyidlerin ve diğer tüm Müslümanların desteğiyle gerçekleştireceğini bildirmiştir.

Bediüzzaman bu sözüyle, "Hz. Mehdi'nin dünya çapında tüm Müslümanların halifesi görevini üstleneceğini" bir kez daha belirterek, "Hz. Mehdi'nin İslam dünyasının başında lider vasfıyla bulunacağını" açıklamıştır.

Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi ile ilgili izahlarında defalarca tekrarladığı Hz. Mehdi'nin bu özelliğini görmezden gelerek, yalnızca iman hakikatleri yönünde faaliyet yapacağını iddia edebilmek hiçbir şekilde söz konusu değildir. Bediüzzaman çok açık delillerle Hz. Mehdi'nin bu alanlarda çeşitli faaliyetlerde bulunacağını açıklamış ve tüm bunların Hz. Mehdi'nin tanınmasındaki en önemli alametlerden olacağını belirtmiştir.
3) ... Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (ASM) (Peygamberimiz (sav)'in halifeliği) CİHETİNDEKİ (yönündeki) SALTANATI, ONUN İLE İ ŞTİGALE (ilgilenmeye) VAKİT BIRAKMIYOR.
Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife (topluluk) bir cihette (yönüyle) görecek. O zat, o taifenin (topluluğun) uzun tedkikatı ile (incelemelerle) yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak... (Emirdağ Lahikası, s. 259)

Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin çalışmalarından önce, Hz. Mehdi'nin birinci vazifesi olan iman hakikatlerini yayma ve materyalizmi fikren yıkma yönünde kullanacağı ilmi malzemeleri hazırlayacak olan bir topluluk olacağından bahsetmektedir. Bediüzzaman "bir cihette" yani "bir yönüyle" sözleriyle ise bu ilmi topluluğun, materyalizmi fikren etkisiz hale getirilmesi çalışmalarını yalnızca bir açıdan yürüteceklerini, dolayısıyla "Hz. Mehdi'nin de kendisine program yaparak bu topluluğun çalışmalarından bu yönüyle faydalanacağını" belirtmektedir. Önceki sayfalarda da belirtildiği gibi, materyalist felsefenin "tam anlamıyla etkisiz hale getirilmesi" ise ancak Hz. Mehdi'nin yerine getireceği hizmetler neticesinde gerçekleştirilecektir.

Bediüzzaman Hz. Mehdi için burada "o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez" sözlerini kullanmıştır. Bunun nedeninin ise, "Hz. Mehdi'nin dünya çapında tüm 'Müslümanların manevi lideri' olarak 'siyaset ve saltanat alanında gerçekleştireceği büyük görevleri' nedeniyle vakti olmaması olduğunu" belirtmiştir.

Bediüzzaman'ın bu açıklamaları "Hz. Mehdi'nin tüm dünya Müslümanlarının manevi lideri olarak siyaset ve saltanat alanlarında dünya çapında pek çok hizmette bulunacağını" açıkça ortaya koymaktadır.

4) ... Ahir zamanda şeriat-i Muhammediyeyi (Peygamberimiz (sav)'in yolunu, Kuran ahlakını) ve hakikat-i Furkaniyeyi (Kuran ahlakının esaslarını, hakikatlerini) ve sünnet-i Ahmediyeyi (ASM) (Peygamberimiz (sav)'in sünnetini) ihya ile (yeniden canlandırma ile), ilan ve icra ile dünyaya gös(herkese duyurarak ve uygulayarak), BAŞKUMANDANLARI OLAN "BÜYÜK MEHDİ"NİN kemal-i adaletini (yüce adaletini) ve hakkaniyetini (haktan ve doğruluktan ayrılmayışını, doğruluğunu) termeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-i içtimaiye-i insaniyedeki düsturların (cemiyet hayatına ait kuralların) muktezasıdır (gereğidir)..." (Şualar, s. 456)

Bediüzzaman, Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde de bildirildiği gibi, Hz. Mehdi'nin İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılmasıyla birlikte yeryüzünde görülmemiş bir adalet, huzur ve barış ortamının yaşanacağını belirtmektedir. Hz. Mehdi'nin bu yüce adaletine ve hakkaniyetine tüm dünya şahit olacaktır. Bediüzzaman, Hz. Mehdi'nin dünya çapında gerçekleştireceği bu görevi "başkumandanlık" sıfatıyla gerçekleştireceğini ifade etmiştir. Bediüzzaman bu sözleriyle Hz. Mehdi'nin "tüm dünya Müslümanlarının liderliğini" üstleneceğini bir kez daha açıklamaktadır. Bu konuda sorulacak birkaç soruya verilecek cevaplar, Hz. Mehdi'nin bu özelliğinin çok açık bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır:

-Hz. Mehdi'nin "başkumandanlık" sıfatını taşıması ne anlama gelmektedir?
Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin bu sıfatını hatırlatarak, Hz. Mehdi'nin tüm dünya Müslümanları üzerinde "yönetici" konumunda olacağını bir kez daha açıkça ifade etmektedir.

-Hz. Mehdi'nin tüm dünyaya kemal-i adaletini ve hakkaniyetini göstermesi nasıl gerçekleşecektir?
Yüce bir adalet anlayışının ve haktan ayrılmayışın tüm dünyaya gösterilmesi ancak "dünya çapında bir idare gücüyle" söz konusu olabilir. Tüm insanların Hz. Mehdi'nin adalet anlayışına şahit olmaları, Hz. Mehdi'nin "adalet sağlayabilecek yetkilere sahip bir konumda olacağını" göstermektedir.
Batın tefsircilerine göre:

Bediüzzaman'ın burada yer verilen birkaç sözü dahi, Hz. Mehdi'nin İslam dünyasının lideri olacağı konusunda Bediüzzaman'ın çok açık ifadeleri olduğunu ortaya koymaktadır. Buna rağmen Bediüzzaman'ın sözlerinin çeşitli şekillerde tevil edilerek Hz. Mehdi'nin bir makam sahibi olmayacağı fikrinin öne sürülmesi, Bediüzzaman'ın Risaleler'deki anlatımlarıyla tümüyle çelişmektedir. Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'nin yerine getireceğini bildirdiği yukarıda sayılan dünya çapındaki görevlerin her biri, Hz. Mehdi'nin bu lider vasfıyla gerçekleştireceği vazifelerdir.

Büyük mütefekkir Bediüzzaman, şüphesiz 13. asrın müceddididir. Ancak kendisinin de Peygamberimiz (sav)'in hadisleri doğrultusunda açıkladığı gibi, "TÜM MÜSLÜMANLARIN LİDERİ" vasfını taşıması söz konusu olmamıştır. Allah'ın izniyle tüm İslam alemi için büyük müjdeler içeren bu olaylar, ahir zamanda Hz. Mehdi vesilesiyle yaşanacak ve bu ünvanı da Hz. Mehdi taşıyacaktır. Bediüzzaman, bu konuyu tüm bu delilleriyle birlikte anlatarak, kendisinin ahir zaman Mehdisi olmadığını açık bir şekilde ifade etmiştir.

Bugün dünyada 1 milyarın üzerinde Müslüman yaşamaktadır. Dünya tarihinde ilk defa Müslümanlar sayıca bu kadar çokturlar. Bu büyüklükte bir kitleye önderlik tarihte kimseye nasip olmamıştır. Bediüzzaman'ın da müjdelediği gibi, bu şerefli vasfı Allah'ın izniyle ahir zamanın "Büyük Mehdisi" taşıyacaktır.


bitti.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Üstadın Mehdiliğini reddetmesi, Mehdilik manasının o zamanda siyaset manasını ihsas etmesinden dolayı ve Mehdiyetin Peygamberlik gibi izhar edilemeyeceğinden dolayıdır. Hem Üstadın, maddi ve manevi makamları reddetmesinden dolayıdır. Yoksa onun makamının ne olduğunu talebeleri açık olarak beyan etmişler ve üstadımız da bu ifadeyi külliyata dercetmiştir. Buna bir misal olarak Osmanlıca Lem'alar kitabının 22. Lem'a'sının sonunda Küçük Ali imzalı bir haşiye vardır. Haşiyede şöyle denilmektedir. "Evladından olan ve her asırda Al-i Beyt'ten gelen mehdi ve müceddit verese-i enbiya olan muhakkikleri, ferdleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış. Hususan Risale-i Nur'un müellifi, zamanın Abdulkadiri, üstadımız Said Nursi Hazretlerine sair evliyaya muhalif olarak mübhem değil sarihan naber vermesi, bizce birinci Âl'den olduğu kat'idir." demek suretiyle hem Said Nursi'nin nesl-i mübareki hem makamı açık olarak "kat'idir" kelimesiyle gösterilmiş ve talebeleri tarafından bu bilinmektedir. Ama ne yazık ki makam ve şöhret kazanmak sevdasında olanlar bu manaları anlamaktan uzaklar. Üstada verildiği halde kabul etmemiş, bazılarına verilse havada kapacaklar neredeyse... işte üstad, işte zavallılar...

Anlaşılan Harun Yahya, bu bahsi Es geçmiş.
 
Üstadın Mehdiliğini reddetmesi, Mehdilik manasının o zamanda siyaset manasını ihsas etmesinden dolayı ve Mehdiyetin Peygamberlik gibi izhar edilemeyeceğinden dolayıdır. Hem Üstadın, maddi ve manevi makamları reddetmesinden dolayıdır. Yoksa onun makamının ne olduğunu talebeleri açık olarak beyan etmişler ve üstadımız da bu ifadeyi külliyata dercetmiştir. Buna bir misal olarak Osmanlıca Lem'alar kitabının 22. Lem'a'sının sonunda Küçük Ali imzalı bir haşiye vardır. Haşiyede şöyle denilmektedir. "Evladından olan ve her asırda Al-i Beyt'ten gelen mehdi ve müceddit verese-i enbiya olan muhakkikleri, ferdleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış. Hususan Risale-i Nur'un müellifi, zamanın Abdulkadiri, üstadımız Said Nursi Hazretlerine sair evliyaya muhalif olarak mübhem değil sarihan naber vermesi, bizce birinci Âl'den olduğu kat'idir." demek suretiyle hem Said Nursi'nin nesl-i mübareki hem makamı açık olarak "kat'idir" kelimesiyle gösterilmiş ve talebeleri tarafından bu bilinmektedir. Ama ne yazık ki makam ve şöhret kazanmak sevdasında olanlar bu manaları anlamaktan uzaklar. Üstada verildiği halde kabul etmemiş, bazılarına verilse havada kapacaklar neredeyse... işte üstad, işte zavallılar...

Anlaşılan Harun Yahya, bu bahsi Es geçmiş.


o zaman üstad mehdi-i azamdır diyorsan şu sorularıma cevap ver bakalım;

1- mehdi-i azamın mücadelesi süfyan ile olacaktır. ve üstadın ifadesi ile ""Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar." ( | İkinci Makam | Beşinci Şua | Şualar) madem üstada mehdi-i azam diyorsun. o zaman 1. şef in de süfyan olması gerekir. peki 1. şefin alim (alimin ne olduğunu anlatmama gerek yok sanırım. islami anlamda alim. lütfen alimin anlamına bakınız) olduğuna dair bir tek muteber kaynak getir yeter? yoksa üstada yalancı demiş ve iftira atmış olursun haberin ola...

2- Bediüzzaman Hazretlerinin de belirttiği gibi, mehdinin üç görevi olacaktır; iman, hayat, şeriat.. ( | 129 | Kastamonu Lahikası) yine üstadın ifade ettiği gibi mehdi misal şahsiyetler geçmişte , gelip geçmiştir ama hiçbiri bu üç görevi aynı anda yapamamıştır. ahir zamanda gelecek olan o kutlu kumandan bu üç vazifeyi yapacaktır. ömrünün 30 küsür yılını hapiste geçiren üstan bu üç vazifeyi nasıl yerine getirmiş olabilir? kandırmayın kendinizi.

3- ayrıca üstad mehdi misal bir insandır. üstadın mehdi-i azam olmaması onun kıymetini düşürmez. teşbihte hata olmasın, asrı saadetteki yahudilerin kendi içlerinden çıkmadığı için peygamberi zişan efendimizi kabul etmemeleri gibi, bir kısım nur talebelerinin de mehdi hazretleri zuhur ettiğinde, bediüzzaman a ifrad derecesindeki bağlılıkları nedeniyle , mehdi hazretlerini kabul etmeyeceklerdir. böyle de bir tehlike var bilesiniz.

muvaffakiyet Allah (cc) dandır.
 
Son düzenleme:

kenz-i mahfi

Sorumlu
Üç vazifeden en mühimmi imandır ve bu Risale-i Nur ile yerine getirilmiştir. Üstad aslında kimin ne olduğunu ayan beyan anlatıyor da anlamak istemeyen niye anlamıyor. Üstadın daha ne demesi gerekirdi? Sorunuza cevap vermeyeceğim, çünkü ben üstad Mehdi-i Azamdır demedim, eğer diyen varsa talebeleridir. Onlar izah etsinler.
Ayrıca şahıslara hakaret yasak olduğundan 3 mesajınız silinmiştir. Bu hususa dikkat edilmesi rica olunur.
 

Hak-endiþ

Member
Arkadaşlar lütfen sözlerimize dikkat edelim kırıcı olmaktan kaçınalım.Burda Zübeyir Gündüzalp abinin bir sözünü beyan etmek istiyorum.
"-Kendi nefsini daima kötülemek,kendi küçük kusurlarını büyük görmek,başkalarının büyük kusurlarını küçük görmek,yüksek bir fazilettir.Takvada,doğrulukta,edep ve ahlakta kendisi azimetle amel etmeye çalışmak, başkalarının lakaytlıklarıyla meşgul olmamak veya İKAZ VE HATIRLATMAKTA mütevaziane ve yumuşaklık göstermek büyük bir fazilet ve din kardeşlerinin dinine hizmet edebilmek için semeredar bir düsturdur." Selam ve dua ile...
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst