Cevşen-ül Kebir hakkında

Ahmet.1

Well-known member
Emirdağ Lahikası ndan

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşen-ül Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şübheye düşmüş. Demiş: "Râvi, Ehl-i Beyt'in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duaya Kur'an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez." diye, Risale-i Nur'dan imdad istedi. Ben de Kur'andan ve Cevşen'den ve Nurlardan gayet kat'î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevab verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

Sıddık: İnandığı değerlere devamlı doğruluk üzere ve gönülden benimseyerek bağlı olan.
Bîçare: Çaresiz.
Dua-i Nebevî: Hz. Peygamberin (asm) duası.
Râvi: Rivayet eden, nakleden, aktaran, bildiren.
Ehl-i Beyt: Hz.Peygamberin (asm) kızı Hz.Fatma'dan (ra) devam eden mübarek nesli (soyu).
Mübalağa: Abartma.
Melaike: Melekler.
Mikyas: Ölçü.
Risale-i Nur: Nur risalesi. Bediüzzaman Said Nursinin (ra) Kur'anın imanla ilgili ayetlerini kaynak alarak imanın bütün şartlarını açıklayıp delillerle ispat ettiği çok değerli eserlerinin hepsine birden verilen isim.
İmdad: Yardım.
Kat'î: Kesin.
Hikmet: Gözetien fayda ve gaye.
Mutabık: Uygun.
İcmal: Kısaltma, özetleme, kısaca anlatma.


Evvelâ:
Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalında on aded usûl var, böyle şübheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

Evvelâ: İl önce, birinci olarak.
İzale: Giderme, ortadan kaldırma.


Sâniyen:
Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i a'zamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve câmi' meyvesi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm'dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevab, Zât-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Küllî, umumî değil. Belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i a'zam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevab mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

Sâniyen: İkinci olarak.
Hasenat: İyilikler, sevaplar.
İsm-i a'zam: Allah'ın (cc) diğer isimlerini manaca kendinde bulunduran en başta gelen ve engeniş manalı ismi.
Câmi': Kendinde toplayan, çok özellikli toplayıcı.
Zât-ı Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) kendisi.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
Azîm: Büyük, yüce.
Velayet-i kübra: En büyük ve yüksek velilik (ermişlik) derecesi.
Küllî: Kapsamlı genel.
Tebaiyet: Tabi olmak.
Müvazene-i ahkâm: Hükümlerin muvazenesi, dindeki emir ve yasaklarla ilgili hükümlerin dengesi.


Sâlisen:
O dua, nasılki Zât-ı Ahmediye'ye baktığı vakit mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de, o duadaki yüzer esma-i hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman değil mübalağa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sadık (A.S.M.) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki' ve külliye telakki edilmiş.

Sâlisen: Üçüncü olarak.
Münezzeh: Temiz, pak, arınmış.
Ayn-ı hakikat: Gerçeğin ta kendisi, tam gerçek.
Esma-i hüsna: En güzel isimler.
Tecelli: Görünme, kendini belli etme, ortaya çıkma.
Muhbir-i Sadık: Doğru haber veren, sadık muhbir.
Mübhem: Belirsiz, tam açık olmayan, gizli.
Mürur-u zaman: Zamanın geçmesi.
Kaziye-i mümkine: Mümkin kaziye, ihtimal bildiren hüküm, olasılık bildiren yargı.
Bilfiil: Uygulamada, doğrudan doğruya gerçek halinde.
Telakki: Kabul etmek, karşılamak. Kişisel anlayış ve görüş.


Râbian:
"Yirminci Lem'a-i İhlas"ta bir adama beşyüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet'in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahibdir; öyle de zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.

Râbian: Dördüncü olarak.
Haşiye: Sahife kenarına veya altına yazılan izah.
Mâlikiyet: Maliklik, sahiplik.
Mâlik: Sahip. Mülk sahibi.
Nevi: Çeşit, tür.


Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir. Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.
Fevkalhad: Haddinden fazla, sınırını aşmış.
Mezkûr: Bahsedilmiş, zikredilmiş, anlatılmış ve belirtilmiş.


Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a'malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada, bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder. ﻭَﺍﻟْﻌِﻠْﻢُ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻟﺎَ ﻳَﻌْﻠَﻢُ ﺍﻟْﻐَﻴْﺐَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ Gerçek ilim Allah katındadır. Gaybı Allah'tan başkası bilemez.) dedim. O vesvese edip şübhelere düşen adam, lillahilhamd kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faidesi var diye size de gönderdim. Umumunuza binler selâm.
Fazilet-i a'malin: Amellerin fazileti, ibadet ve hayırlı işlerin değeri ve üstünlüğü.
Zât-ı Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) kendisi.
Risalet: Peygamberlik.
Cihet: Yön, taraf.
Velayet-i Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) veliliği (ermişliği).
Tebaiyet: Tabi olmak.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü'l-Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkâr da eder. Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
CEVŞEN-ÜL KEBÎR: Büyük zırh. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münâcatın ismidir. Bu hârika münâcat, mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcatının fevkindedir. Bin hâsiyeti olan ve bin Esmâ-i Hüsnâyı içine alan emsalsiz bir münâcat-ı peygamberîdir.
 
Üst