Aşk - Şefkat ve Muhabbet

Huseyni

Müdavim
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ


اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimleri بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِe girdiklerinin ve her mübarek şeyin başında zikredilmelerinin çok hikmetleri var. Onların beyanını başka vakte tâliken, şimdilik kendime ait bir hissimi söyleyeceğim.


Kardeşim, ben اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ isimlerini öyle bir nur-u âzam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hâcât-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u âzam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile, fakr ile şükür, acz ile şefkattir; yani ubûdiyet ve iftikardır.

Şu mesele münasebetiyle hatıra gelen ve muhakkikîne, hattâ bir üstadım olan İmam-ı Rabbânî’ye muhalif olarak diyorum ki:

Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın Yusuf Aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor.

Demek, Kur’ân-ı Hakîmin parlak bir i’câz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusûlüne vesile olan hissiyat-ı Yâkubiye, yüksek bir derece-i şefkattir.

İsm-i Vedûda vesile-i vusûl olan aşk ise, Züleyhâ’nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir.

Demek Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın hissiyatını ne derece Züleyhâ’nın hissiyatından yüksek göstermişse, şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor.
 

Huseyni

Müdavim
Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki:

“Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.”

Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.

Evet, şefkat bütün envâıyla lâtîf ve nezihtir.

Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir.

Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip herşeyi mahbubuna feda eder. Yahut mahbubunu îlâ ve senâ etmek için başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar.

Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvânâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir.

Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.

Demek, suver-i Kur’âniyenin en parlağı olan Sûre-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (a.s.) şefkati, ism-i Rahmân ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu rahmet yolu olduğunu bildirir. Ve o elem-i şefkate devâ olarak da فاَللهُ خَيْرٌحاَفِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِين dedirir.


اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى


Said Nursî


Sekizinci Mektup
 
Son düzenleme:

Kýrýk Testi

Well-known member
“Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.”

Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.

Abi bu kısmı biraz açabilir miyiz?

 

Huseyni

Müdavim
Abi bu kısmı biraz açabilir miyiz?

[NOT]Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki:

“Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.”

Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.[/NOT]


İmam-ı Rabbani Hazretleri, Hazret-i Yakubun Hazret-i Yusuf a olan sevgisini, şöyle tanımlamış mana olarak benim anladığım..

Hazret-i Yusuf aleyhisselamdaki güzellik uhrevi bir güzelliktir. Dolayısıyla Hazret-i Yakub aleyhisselamın ona olan muhabbeti, uhrevi olan güzelliğine olduğundan, mecazi aşklardan değildir. Yani fani olan mahbublara sarfedilen aşk türünden değildir. Tabir-i diğerle ismi veduda kavuşma vesilesi olan aşk-ı hakikidir demek istemiş. Üstad ise aşkın pek çok olumsuz yönünü göstermekle birlikte, bu sevgiye İmam-ı Rabbani hazretlerinden farklı bir tanım getiriyor. Ve o muhabbetin aşk-ı hakiki dahi olamayacağını izah ediyor. Ve bu muhabbetin adına, aşktan çok daha geniş manası olan şefkattir diyor.

Çünkü şefkat aşk gibi değil. İnsan şefkati dolayısıyla bütün canlılara merhamet eder. Mesela bir anne kendi yavrusunun elinin ateşe değdiğini gördüğünde nasıl annelik şefkati tahrik oluyor ise, başka birinin evladının da aynı şekilde parmağının ateşe değdiğini görse, aynı hissi yine tahrik olacaktır. Aşkta ise bunun tersinedir. Sevdiği haricinde kimseyi görmez, görmek istemez. Sadece ona hasr-ı nazar eder. Hatta sırf onu medh-ü sena etmek için, başkalarını kıymetten düşürür. Mesela burda bir izah verilmiş. Güneşin önüne bulutlar geldiğinde, aşığın biri mana olarak demişki; "Güneş sevdiğimin güzelliğini görüp utanmış, görmemek için yüzüne bulut perdesini çekmiş."

İşte bu tür sözler hemen her aşığın dilinde terennüm eden sözlerdir. Sırf sevdiğine nazar etmekten, hariçteki herşeyi ya görmez, ya onların kıymetlerini hiçe indirir.

Hem aşk ücret, karşılık beklerken, şefkatte karşılık beklemek yoktur. Mesela bir anne balkondan düşmek üzere olan çocuğunu kurtarmak için kendini feda eder, çocuk kalır, kendi düşer. Ya da bir arabanın önünden çocuğunu çekeyim derken kendisi ezilir. Tavuk yavrusunu himaye etmek için ite kafa tutar, canını feda eder. Yani hiçbir karşılık, ücret beklemez. Fıtraten buna meyillidir. İşte Hazret-i Yakub aleyhisselamın ın Hazret-i Yusuf aleyhisselama muhabbeti bu türdendir.

Allahın Vedud ismine kavuşmaya vesile olan aşk ise, yani aşkı hakiki ise, Züleyhanın Yusuf aleyhisselama olan aşkı gibidir. Hazreti Yakub aleyhisselamın Yusuf aleyhisselama olan muhabbeti Züleyhanın muhabbetinden ne derece üstünse; Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi olan şefkatte, Vedud isminin tecellisi olan aşkdan o derece üstündür, manası daha geniştir..Yani şefkatte bir mertebe yok aşk gibi. Doğrudan Rahim isminin bir tecellisini gösteriyor. Aşk ise çok yollardan sonra sevdiğinin üzerindeki fena damgasını görür, gerçek aşka vasıl olur.
 

Huseyni

Müdavim
İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir.

Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit,
ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır.
Veyahut o mecazî mahbup,
o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için,
bâki bir mahbubu arattırır;
aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.


İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî.



Dokuzuncu Mektup
 

Huseyni

Müdavim
Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için,
bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar.

Şedit bir hisle onun muhafazasına çalışır
—tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın.

Ne vakit o ebleh, güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini
ve kırılmasıyla fenâ bulmadığını derk etse,
bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir.


O vakit anlar ki, âyinede görünen güneş,
âyineye tâbi değil, bekàsı ona mütevakkıf değil.
Belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor
ve onun parlamasına ve nuruna medet veriyor.


Güneşin bekàsı onunla değil;
belki âyinenin hayattar parlamasının bekàsı,
güneşin cilvesine tâbidir.

Ey insan!

Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir âyinedir.
Senin fıtratında ve kalbinde bulunan
şedit bir muhabbet-i bekà,
o âyine için değil ve o kalbin
ve mahiyetin için değil.

Belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan
Bâkî-i Zülcelâlin cilvesine karşı muhabbetindir ki,
belâhet yüzünden,
o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.


Madem öyledir; يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى de.
Yani, madem Sen varsın ve bâkisin.
Fenâ ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!


On Yedinci Lem'a

 

Muvahhid1

Well-known member
Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar.

Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın.

Mektubat
 

Huseyni

Müdavim
BEŞİNCİ DAL

Beşinci Dalın Beş Meyvesi var.


BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım!

Muhabbet


  • şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.
  • Hem şu kâinatın rabıtasıdır,
  • hem şu kâinatın nurudur,
  • hem hayatıdır.

İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için,
kâinatı istilâ edecek bir muhabbet,

o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir.
İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş!
İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur.
Alâküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlıka müteveccih olacak.
Halbuki, halktan havf ise elîm bir beliyyedir;
halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir.

Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki,
sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez.

Şu halde havf, elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz,
Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi);
ya muhabbetin için seni tahkir eder.

Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu,
mâşukundan şikâyet eder.

Çünkü, Samed âyinesi olan bâtın-ı kalble
sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek,

o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder.
Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.
(Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)



Yirmi Dördüncü Söz
 

Huseyni

Müdavim
Demek,

  • sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor,
  • ya seni tahkir ediyor,
  • ya sana refakat etmiyor,
  • senin rağmına mufarakat ediyor.

Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki,

  • senin havfın lezzetli bir tezellül olsun,

  • muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek,

  • Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir.
  • Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar.

Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor.
O korku, o yavruya gayet lezzetlidir.
Çünkü şefkat sinesine celb ediyor.
Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.
Demek havfullahta azîm bir lezzet vardır.

Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa,
muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur.


Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.
Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.


Yirmi Dördüncü Söz
 

Huseyni

Müdavim
Demek,

  • sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor,
  • ya seni tahkir ediyor,
  • ya sana refakat etmiyor,
  • senin rağmına mufarakat ediyor.

Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki,

  • senin havfın lezzetli bir tezellül olsun,
  • muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek,

  • Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir.
  • Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar.

Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor.
O korku, o yavruya gayet lezzetlidir.
Çünkü şefkat sinesine celb ediyor.
Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.
Demek havfullahta azîm bir lezzet vardır.

Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa,
muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur.


Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.
Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

Yirmi Dördüncü Söz
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Evet, insan evvelâ nefsini sever.
Sonra akaribini,
sonra milletini,
sonra zîhayat mahlûkları,
sonra kâinatı,
dünyayı sever.

Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır;
onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.
Halbuki, şu hercümerç âlemde
ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından,
biçare kalb-i insan her vakit yaralanıyor.
Elleri yapıştığı şeylerle,
o şeyler gidip ellerini paralıyor,
belki koparıyor.
Daima ıztırap içinde kalır.
Yahut gafletle sarhoş olur.


Madem öyledir, ey nefis,
aklın varsa bütün o muhabbetleri topla,
hakikî sahibine ver,
şu belâlardan kurtul.
Şu nihayetsiz muhabbetler,
nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur.

Ne vakit hakikî sahibine verdin;
o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin.
Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir.
Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.



Yirmi Dördüncü Söz'den
 

Huseyni

Müdavim
Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki:

  • Ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun.
  • Sen kendi nefsini kendine mâbud ve mahbup yapıyorsun.
  • Herşeyi nefsine feda ediyorsun.
  • Adeta bir nevi rububiyet veriyorsun.

Halbuki muhabbetin sebebi

  • ya kemâldir zira kemâl zâtında sevilir
  • yahut menfaattir,
  • yahut lezzettir,
  • veyahut hayriyettir;
  • ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir.

Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin


  • kusur,
  • naks,
  • fakr,
  • aczden yoğrulmuştur ki;

zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi,
zıddiyet itibarıyla
sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin

  • kemâl,
  • cemâl,
  • kudret
  • ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.

Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil,

  • belki adavet etmelisin
  • yahut acımalısın
  • veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin.

Eğer nefsini seversen çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir;
sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun
o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi
nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme.
Yıldız böceği gibi olma.

Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder,
nefsinde bir lem’acıkla iktifa eder.

Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber,

  • bütün alâkadar olduğun
  • ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin
  • ve saadetleriyle mes’ut olduğun mevcudâtın
  • ve bütün kâinatın menfaatleri,
  • nimetleri,

iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır tâ,

  • hem kendinin,
  • hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın,
  • hem kemâl-i mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin,
Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki,
sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun.
Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, Hüve’yi göster.

Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,
Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir;
sen sûiistimal etmişsin,
cezasını da çekiyorsun.

Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası,
merhametsiz bir musibettir.


Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi
senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni


  • senin cismanî hevesâtına ihzar eden;

ve sair esmâsıyla senin

  • ruhun,
  • kalbin,
  • sırrın,
  • aklın
  • ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsânâtını o Cennette sana müheyyâ eden;

ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbûb-u Ezelînin,
elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir;
kâinat Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz.
Öyle ise, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ [SUP][SUP]1[/SUP]

[/SUP]
[SUP][SUP]1[/SUP] : “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:31.


Yirmi Dördüncü Söz'den
[/SUP]
 

Huseyni

Müdavim
Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur.

Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur;
diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever.
Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar.
Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır.
Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir.
Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur.
Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.



Mesnevi-i Nuriye/Katre
 

teblið

Vefasýz
C enab-ı Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan bir güzellik ile tatmin olabilir.


Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır. Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler için değil ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir
 

Muvahhid1

Well-known member
Mahbub-u Bâkîye hasr-ı muhabbeti ifade eden 1 يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى olan birinci cümlesi, “Bâkî-i Hakikî yalnız Sensin. Mâsivâ fânidir. Fâni olan, elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz” mânâsını ifade ediyor.

“Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bâkisin ve Senin ibkàn ile mevcudat bekà bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller” demektir. Lem'alar
 

Huseyni

Müdavim
İ’lem eyyühe’l-aziz!

Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri,

dünya ayinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları
ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir.

Evet, müstakbel, mâzinin ayinesidir.

Mâzi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılâp ettiğinde,
suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal ayinesine, tarihe,
insanların zihinlerine vedia ediyor.
Onlara olan mânevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur.

Meselâ, arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarını hâvi büyük bir ayineyi yolunda bulan bir adam,
şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da,
o ayinenin içindeki timsallerle uğraşır, muhabbet eder.

İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman,

“Eyvah, ne ediyorum?
Bunlar şarap değil, seraptır.
Bunlarla uğraşmak azb değil azaptır” der,
arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikâtta bulunmaya başlar.


Mesnevi-i Nuriye/178

 
Üst