Bitmeyen bir hastalık: Risale-i nurları sadeleştirme

yozgati

Well-known member
ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİNİN, “RİSÂLE-İ NUR’UN SADELEŞTİRİLEMEYECEĞİ” HAKKINDAKİ MEKTUBU YAZININ SONUNDADIR.

BİTMEYEN BİR HASTALIK: RİSALE-İ NURLARI SADELEŞTİRME

Risale-i Nurları sadeleştirme arzusu yıllardır birçok yazarın, edebiyatçının ve hocaefendilerin iştihasını kabartmaktadır. Çünkü risalelerdeki hakikatler insanları celbetmektedir. Kendi dağarcığında sadece kendi kazandığı beşeri ilmi bulunan meşhur hocalar ve muharrirlerden bazıları bu sahaya el atmak ve Risale-i Nurlar vasıtasıyla etrafına adam toplamak iştihasındadırlar.

Fakat bu sefer karşılarına Risale-i Nurun o eşsiz üslûbu ve tarz-ı ifadesi ve kendine mahsus anlatım tarzı çıkmaktadır. Bu meşhur zevat iki tercihle karşı karşıya kalmaktadır.

Birisi: Aynı üslûbu ve tarz-ı ifadeyi korumak ve hakikatlere ayinedarlık yapmak. Diğeri: Bu hakikatleri kendi anlayışlarına dökmek ve kendi tarz-ı ifadeleriyle anlatmak.

Birinci tercihte kendileri görünmüyorlar doğrudan Risale-i Nurlar ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri görünüyor. Bunu enaniyetli hocalara ve muharrirlere kabul ettirmek kolay görünmüyor. Bu meşhur “Hocaefendiler” ikinci yolu tercih ederek kendi şöhretlerine gölge etmeden Risale-i Nurlardan istifade etmek ve istimal etmek istiyorlar.

Bu durumda da hakikatler inciniyor, eserlerin müellif-i muhteremi Bediüzzaman Hazretleri ve onun telifi olan Risale-i Nur ve onun lahika risalelerinde beyan ettiği hizmet tarzı yaralanıyor, bir nevi hakikatler ve bir dest-i inayet altında olan hizmet tarzı, bilerek bilmeyerek tahrif ediliyor. İşte bu sadeleştirme meselesine bu noktadan bakmak gerekmektedir.



En son 1990 yılında Zaman Gazetesinde bu mesele hakkında bir yazı yazdırılmıştı. Buna karşı Üstadın bizzat hizmetinde bulunmuş talebeleri çok geniş bir yazı kaleme alarak cevap yazmışlardı. Risale-i Nurların sadeleştirilmesinin mümkün olmadığını ve olamayacağını, Üstadın sağlığında bizzat durdurduğu sadeleştirme çalışmasından örnekler vererek yazıyı yayınladılar. O zaman için o iş öylece kaldı.

Daha sonra 1994 yılında bizim İttihad yayınevimize komşu olan Kayıhan Yayınevi sahibi MTTB eski genel başkanı merhum Burhaneddin Kayıhan ağabeyin haber vermesiyle tekrar bir sadeleştirme teşebbüsü, bu sefer İttihad İlmi Araştırma Heyetinin yayınladığı “Sadeleştirme Meselesi” kitabıyla önlendi. Yani, Hekimoğlu İsmail Ağabeyin kitabı ilgili mercilere götürüp okumasıyla zahiren önlendi.

Fakat biz biliyoruz ki, bu malum kişi ve kişiler bu düşüncelerinden vazgeçmediler, hep kendilerince uygun bir zemin beklediler. Belki de kendilerince Üstadın hizmetkârlarının vefatlarını beklediler.

Şimdi ise, bütün değerleri yıkarak ve hiçe sayarak, herşeyi göze almışcasına doğrudan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin eşsiz eserlerinden olan Lem’alar kitabını sadeleştirmiş ve basitleştirilmiş olarak piyasaya sürdüler. Gazetelerde bol reklamını yaptılar ve Ufuk Yayınları etiketiyle yayınladılar. Kendilerince de bir sürü safsatiyatı gerekçe olarak gösterdiler.

Bu Lem’alar kitabı ki, Risale-i Nurun dört ana kitabından biridir. Bakın bu kitab için ne ifadeler var.

Şöyle ki:
“تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ * …Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.” Şualar (709)
* Yunus Sûresi, 10:1; Yusuf Sûresi, 12:1; Hicr Sûresi, 15:1; Ra’d Sûresi, 13:1; Şuara Sûresi, 26:2; Kasas Sûresi, 28:2; Lokman Sûresi, 31:2

Bu ayetlerin işaret ettiği Lem’alara böyle dokunmak ve tahrif etmek gayretullaha dokunur. Lem’alara dokunanların neye dokunduklarını bilmelerinde faydaları vardır.

Ayrıca İmam-ı Ali (R.A) ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani’nin (K.S.) gaybi işaretler ettiği Lem’aları bu denli tahrif etmek o kudsi zatların tokatlarını yemeye vesile olur.

Netice: Bu tahrife derhal son vermeye ve basılan kitapları piyasadan çekmeye davet ediyoruz.
Aksi halde maddi manevi bütün mesuliyet size ait olacaktır.

Bu tahrifli sadeleştirme işinin, memleketimizdeki müsbet manadaki gelişmeleri önleme gayesine matuf bir faaliyet ve bir gizli ve sinsi ifsad komitesine hizmetten başka bir faidesi olmayacağı bilinmelidir.

Selam hüdaya tabi olanlara; bütün levm ve itab da heva ve hevesine tabi olanların üzerine olsun..

Bu vesile ile Üstadın Talebelerinin bu hususlarda yazmış olduğu müdellel mes’eleleri tekrar neşrediyoruz..


Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesine Üstadın izni ve rızası yoktur...

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİNİN, “RİSÂLE-İ NUR’UN SADELEŞTİRİLEMEYECEĞİ” HAKKINDAKİ MEKTUBUDUR:

EVET HAKKIN HATIRI İÇİN


22 Ocak 1990 tarihli Zaman Gazetesinde “Hakkın Hatırı İçin mi?” başlığı altında ve Şemseddin Nuri müstear ismiyle neşredilen yazıda, Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesinin gerekliliği iddiası ileri sürülmüştür. Buna delil olarak da elyazma Kastamonu Lâhikası’ndan alınma ve yeni yazıda neşredilmemiş olan bir-iki satır yazı gösteriliyor. Hem Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesine mani oldukları iddiâsıyla, Nur hizmetiyle bizzat meşgul olan fedakâr hadimleri de itham edilmektedir.

Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve bütün Nur Talebelerinin ve bilhassa Risâle-i Nur’un küllî hukuku namına, hem bundan böyle tâ kıyamete kadar gelip geçecek nesl-i âtinin de bu mu'cize-i Kur’âniyeden feyiz ve ışık alarak Nur’a talebe olma namzedlikleri itibariyle o milyonlar masumların da hukuk-u maneviyeleri nâmına Hz. Üstad’a sadakat borcumuz olarak deriz ki:

Şimdiye kadar böyle gazete lisanıyla, Risâle-i Nur’un asliyetini değiştirme tarzında ve âdeta meydan okuma edasıyla böyle bir itiraz yapılmamıştı.

Yazıda Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesine delil olarak gösterilen ve elyazma Kastamonu Lâhikası’ndan alınan o iki cümleyi Hz. Üstad, Kastamonu Lâhikası’nın yeni yazıyla neşre hazırlanışında kaldırmıştır. Elimizdeki orijinal nüshalarda bu husus mevcuttur. Mezkûr cümlenin geçtiği paragrafın tamamı ise şöyledir:

“Saniyen: Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın İsm-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hatimesine kadar, Âyetü’l-Kübra’nın ‘Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir’ diye başlayan Birinci Makam’ın başından, ilham-vahiy mertebeleri hâriç kalıp tâ On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikati, tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra onikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.”

İşte gazetede sadeleştirmeye delil olarak gösterilen o iki cümle, bu parçanın devamı idi. Kastamonu hayatında yazdığı bu cümleyi şimdi ele alarak, mâna ve makamını nazara almadan, küllî bir sadeleştirmeye delil getirmek hatadır. Çünki böyle bir yanlış anlayışa meydan vermemek için Hz. Üstad yeni yazı neşirde bu cümleyi çıkarmıştır. Zira o cümlenin mâna ve makamı, kendi tasarruf ve nezareti altındaki o cüz’î hâdiseye münhasırdır. Ve hem bundan sonraki hayatı ve neşir hususundaki tatbikatı bizce yakînen biliniyor ki; bu cümleden anlaşılmak istenilen mâna gibi değildir.

Eğer böyle bir sadeleştirme müellifçe gerekli görülseydi, 1940’tan 1960’a kadarki neşriyat devresinde fiilen tatbik eder veya ettirirdi. Halbuki sadeleştirme ihtiyacı yani dilin değişmesi 1940’tan sonra daha da artmıştı. Bu kadar açık bir mantık tenakuzunu anlamamak nedendir?

Kastamonu hayatından sonra Denizli hapsinde on ay hapis ve beraetten sonra Emirdağı’nda ikameti sırasında; Afyon hapsinden evvel Isparta ve İnebolu’da teksir edilen Zülfikar, Siracünnur, Tılsımlar, Asa-yı Musa, Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserlerini defalarca müellif-i muhterem kendisi bizzat okuyup tashih ettiği gibi, 1956’dan sonra Ankara ve İstanbul’da yeni yazıyla neşrine izin verdiği, teşvik ve takip ettiği Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, İşâratü’l-İ’câz, Asa-yı Musa, Mesnevî-i Nuriye, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Gençlik Rehberi ve sâir diğer küçük eserleri bizzat Hz. Üstad tarafından yanındaki talebeleriyle beraber okunmuş, efkâr-ı âmmeye ve istikbal nesillerine arz edilmiştir.

RİSÂLE-İ NUR NEDEN SADELEŞTİRİLEMEZ?

Risâle-i Nur’un neden sadeleştirilemeyeceğinin çeşitli hikmetlerini anlatan Hz. Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin birçok ifade ve beyanları vardır. Numune olarak bunlardan birkaçını zikrediyoruz:

“Risâle-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’âniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünki hakaik-i îmaniyye ve Kur’âniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz’ demiş. Onuncu Söz Risâlesi, o zâtın dehasiyle yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat, s. 372)

“Elli-altmış risâleler (şimdi yüz otuzdur) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebâiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risâlelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler ‘tefhim edilmez’ deyip, değil avama belki havassa da bildiremiyorlar.

“İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o su’-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve suhulet-i beyan; elbette bilâşüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.” (Mektûbât, s. 373)

“Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat, s. 383)

Lütfen geçen cümleye dikkat edilsin. Yani yazarın “Risâleler, ifadeler ve üslûb bakımından tekrar gözden geçirilmelidir” iddiasına karşı, Hz. Üstadın bir nevî cevabına bakınız: “Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki; öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”

Hz. Bediüzzaman’ın âlim, fâzıl ve edib talebelerinden merhum Ahmed Feyzi, Risâle-i Nur’un tarz-ı beyanının ulviyetini şöyle ifade ediyor:

“Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesâil-i ilmiyede ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedâr bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden... ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden... ve bir derya-yı îman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?” (Şuâlar, s. 564)

Risâle-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim’in lâhikadaki fıkrasından bir parça:

“Risâle-i Nur Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ‘Vemâ erselnâ min rasûlin illâ bilisâni kavmihî’ kavl-i şerifinin îma ve işâratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, ‘Risâle-i Nur’, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret-i Kur’âniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim.” (Emirdağ Lâhikası-I, s. 99)

Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi; neşrine lüzum görülmedi:

“Ey Risâle-i Nur! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor.

Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât-ı Beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun.

İşte bu hâl, senin bir Mu’cize-i Kur’ân olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerâmetin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.

“Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde, Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olmaya başlaması ile, Kur’ân nuru karşısında üdebâ ve bülegànın kıymetten düşüp, sönen âsârı gibi; senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve amansız fesahat ve belâgatın, hutebâyı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz.

“İslâmiyet Güneşinin doğuşundan tam on dört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yâ Rabbi!

“Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Cami ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp: ‘Bârekâllah zehî saadet sana ey Risâle-i Nur! Hepimize baştâcı oldun!’ diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar...

“Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez.
“Kur’ân-ı Arabî’den Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine-i idrâke cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın...

“Allah Allah... Türk Milleti senin ile ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihâtın, Arş-ı Azam’dan indiği muhakkaktır. Çünkü: Kederleri gidererek, insana neş’e ve neşat veriyor, okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî sâfileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin, evvelâ Rabbânî ve Rahmânî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mes’ele ve maddelerin, hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin, şimdiye kadar yazılan ihtilâflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı en’ama arz eylemiştir.” (Konferans: 83-88)

1950 öncesi, Mehmed Feyzi Ağabeyin “Asa-yı Musa” mecmuası için hazırladığı lûgatçenin başına yazdığı; ve Hz. Üstadımızın da, münteşir Emirdağ Lâhikası s: 220’de tahsin ettiği bir fıkrasını makam münasebetiyle buraya dercediyoruz:

“Bedîü’l-Beyan olan Risâle-i Nur’un müellifi, Üstadımız Allâme-i Saidü’n-Nursî Hazretleri evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfat-ı mezmûmeyi mahv, alâik-ı dünyevîyeden inkıta’, hakikat-ı himmetle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat inâyet-i Hak’la inkişaf ve Rahmet-i İlâhiyye feyezan ve Nur-u Samedânî lemean edip ‘Efe men şerahallahü sadrahû li’l-İslâmî fehüve alâ nurin min Rabbihî’ sırrına mazhariyetle sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye tele’lü’ ettiğinden, şüphesiz Risâle-i Nur, doğrudan doğruya ilham-ı İlâhî ve ihsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rabbani, feyz-i Samedânî, intak-ı Sübhanî, hem i’caz-ı manevî-i Kur’anî.. hem makbul-ü Şâh-ı Risâlet (asm)., hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (ra).. hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (k.s.).. Hem Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semâ-i manevîsinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikası, hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (asm) cihetiyle Resûl-i Ekrem’e (asm) ihsan olunan cevâmiü’l-kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîlü’l-lafz, kesîrü’l-mâna kelimat-ı camia ikram olunması, hem Üstadımız, Esmâü’l-Hüsnâ’dan ism-i Bedî’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risâle-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garibe ile müzeyyen olması, hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’ân hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zahir burhanlar, kat’î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyyet kesbetmesi.. Hem Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sahibi olduğundan, Risâle-i Nur belagat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır.”

Muhterem Mehmed Feyzi Efendi muhakkik ve müdakkik bir âlim olması, sekiz sene Hz. Üstadımızın hizmetinde ve kâtibliğinde bulunması, Üstadımızdan da ders alması gibi çok mazhariyetleriyle, Risâle-i Nur’un üslûbu ve ifadesi ve kelâm ve kelimeleri hakkında kanaat beyan etme hususunda âlimler ve talebeler içinde en salâhiyetdar bir şahsiyet olması noktasından, bu parça çok ehemmiyetli ve merhum ağabeyin Risâle-i Nur’u nasıl anladığının parlak bir misâlidir.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP: “RİSÂLE-İ NUR’UN KELİMELERİNİ AYNEN MUHAFAZA ETMEKLE MÜKELLEFİZ”

Abdülkadir Badıllı naklediyor:

“1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde; aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabça’ya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabça’dır ve Arabların içinde neşredilecektir’ diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir:
“‘Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın harikulade üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. (…) Eğer ‘şimendifer, eczahane, santral’ gibi lügatlar, ‘Nuriye’de Arabî risalelerin içinde ise; mezkûr vazifemize ve hakikata binâen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zâtlar öğrensinler. Eğer Arabça’yı okuyacak yeni nesil ise, Yirminci Asrın mevki-i muallâsından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hâdî-i Ekber’in—kim bilir akılların ermediği ne hikmete binâen yazdığı—mevzubahis kelimeler misillü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i manevîsine yükselsinler.

‘Hâmisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Madem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizler de aynen bırakırız.

Hasta Kardeşiniz.’

“İşte merhum Zübeyr Ağabeyin Risâle-i Nur neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakâr hâlet-i ruhiyesini ve samimî telâkkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...”


SADELEŞTİRME, EHEMMİYETLİ HAKİKATLERİ KAYBETTİRİR

1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hz. Üstaddan gençler için risâlelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hz. Üstadımızın verdiği cevabıdır:
“Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teennî ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” (Emirdağ Lâhikası, elyazma, s. 661)

1950’den sonra “Büyük Doğu” mecmuasını çıkaran meşhur yazar ve şöhretli edip Necip Fazıl Kısakürek, risâlelerden bazılarını sadeleştirerek mecmuasında neşrettiği zaman, Hz. Üstad onu durdurmak için talebelerini vazifelendirdi ve o neşriyatı durdurdu. Bu hususta, Üstadın hizmetkârı ve en yakın talebelerinden merhum Ceylân Çalışkan ile Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl Bey’e Risâle-i Nur’un sadeleştirilemiyeceğine dair uzun mektublar yazdılar. Müdellel ve mevsuk hüccetlerle onu durdurdular.

Gazetedeki aynı yazıda yazar, Şemseddin Yeşil’in risâlelerden aldığı parçaları kendi eserinde değiştirerek neşrettiğini ve bu hareketini Bediüzzaman’ın hoş karşıladığını yazıyor. Biz hizmetkârları yakînen biliyoruz ki; böyle dost bazı yazarları gücendirmemek için Hz. Üstadımız zahiren muhalefetini göstermezdi. (…)

Risâlelerden bazı bahisleri bir derece izah ederek mecmua ile neşrini isteyen âlim bir talebesine izin vermeyen mektubunda Hz. Üstad: “Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” diyerek izin vermez.

Aynı yazarın iddiaları arasında: “Risâleler mirî malıdır. Hiç kimsenin, hatta müellifinin dahi bu eserleri sahiplenmeye hakkı yoktur” diyerek Nurları yağma yapılabilir sahipsiz bir mal şeklinde gösteren ve çok acib bir fevza kapısını açan iddiası da var. Anlaşılıyor ki, bu iddia sahibi Hz. Üstadın mükerrer vasiyetlerinde ve eserlerinin çok yerlerinde “sâhibler” diye vasıflandırdığı ve Nur’un haslar dairesini teşkil eden “vârisler” ve iman hizmeti fedakârlarını âdeta hiçe sayıyor. Sözü uzun etmemek için vasiyetnameleri ve haslar dairesinin fedakârlarına dair pek çok beyanları külliyat-ı Nura havale ile birkaç parçayı nakletmekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki:

“Risâle-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sâhib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’âniye ve îmaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürür ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.” (Kastamonu Lâhikası, s. 5)

Aşağıdaki mektubu da Hazret-i Üstad; Afyon hapsinden tahliyesi zamanında kendi mübarek hattıyla yazmış ve Risâle-i Nur’u mahkemede hararetle müdafaa eden ve sadakat gösteren talebelerine, mektubun başına isimlerini yazarak göndermiştir:

“Aziz sıddık kardeşlerim,

“Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Madem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’âniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envâr ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.” (Emirdağ Lâhikası-II, s. 6)

Risâle-i Nur’un mal-i umumî olup, temellük edilememesi demek: Risâlelerdeki hakikatlar, Kur’ân’ın malıdır, fikir mahsulü değildir demek olduğu, külliyatın müteferrik yerlerinde musarrahtır. Onun için bunun üzerinde daha fazla durmuyoruz.

Yazıda, risâleden alınıp değişiklik yapılan bir parça ile, asıl orijinal arasında mukayese için örnek veriliyor. Böylece o meçhul şahsın, Bedîülbeyan vasfıyla tavsif edilen Risâle-i Nur’un belâgatının üstünde bir belâgat sahibi olduğu fikri ihsas edilmekle, ehl-i vicdanın nazarında nasıl bir istiskale mâruz olduğu izahtan varestedir.

Yazar, Risâle-i Nur’un bizzat te’lifindeki hârika nâiliyeti, âyâtın muayyen zamanlar içinde açılıp te’life medar kudsî ilham-ı küllî olan ulviyet-i beyanını bilmemekte, düşünmemekte ve hattâ mezkûr külli mâna ile vücuda gelen ve Nurların ders tarzı suretiyle cilveger olan, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, bu asrı ve gelecek asrı nurlandıran kudsî mâhiyetini nazara almamaktadır.

Velev hizmet mülâhazası ile de olsa, “Risâle-i Nur sadeleştirilmelidir” diye gazete lisanıyla âleme ilânat, milyonlar Nur Talebelerinin akıl, kalb ve ruhlarının tâ derinliklerinden bağlandıkları Risâle-i Nur’a ve te’lifindeki güzelliğine perde çekmek hükmünde telâkki edilmekle, o yüce velinimetinize karşı nasıl bir sadakatsizlik ve vefasızlık örneği gösterdiğiniz, cidden medar-ı teessüftür.

ÜSTAD KALEM KARIŞTIRMAYA BİLE RAZI DEĞİLDİR

Hz. Üstad değil sadeleştirmeye, kalem karıştırmaya dahi razı değildir. Buna bir misâl olarak da:

Hz. Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risâlesi’ne güya mânâ daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilâveleri görüp mütâlâadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp: “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin, mânaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mânanın şumûlü ve isabeti ortaya çıkmakla, o risâleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet gösterdiği, yeminle bu hâdisenin hem şahidi hem muhatabı olarak size arz edilmiştir.

İşbu keyfiyet, bilindiği halde, siz şimdi hangi Üstadın, hangi Bediüzzaman’ın sadeleştirmeye izin verdiğinden bahsediyorsunuz?

Meselemizle alâkalı bir hatırayı Ahmed Aytimur anlatıyor:
Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu mânâda bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular:

“Adamlar dünyevî hâcâtı için veya ticaret veya dünyevî bir maksat için tâ şarktan buraya kadar geliyorlar, masraflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevî ve ebedî hayat ve saadeti için neden anlamaya çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.”

Risâle-i Nur’daki hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye dersleri gibi, Nur Talebelerinin hizmete, derse ve sair talebelik vecibelerine dair, Lâhikalarda ve mektubatta Hz. Üstadın müteaddit ders ve tâlimleri, ihtar ve ikazları vardır. Bu husus Hizmet Rehberi’nin başında şöyle ifade edilmiş:

“Risâle-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte mâruz bırakıldığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasib ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risâle-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’ân’dan mülhem hakikat-ı imaniyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakikatların ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de her halde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilâtlarını giderirler.” (Hizmet Rehberi, sh. 7)

Buraya kadar takdim edilen bir kısım nakil ve beyanlarla Üstad Hazretlerinin Nurların sadeleştirilmesine izin ve müsaadesi olmadığını, olamayacağını ifadeye çalıştık. Yalnız bizim buradaki cevabî yazımız, Hz. Üstad’ı rehber kabul edip ona sadakat gösterenler içindir. Dikkat ve insaf ile mezkûr bedihiyata nazar eden ve mektubatü’n-Nur’u okuyan herkes, Hz. Üstadın bu husustaki temâyülatını yakînen görecektir.

EĞER YENİ NESİLLERİN ANLAMASI ARZU EDİLİYORSA...

Eğer gençliğin ve nesillerin Nurlardan istifade ve istifazaları cidden arzu ediliyorsa, bunun yolu; Nurların sadeleştirilmesi değil, bil’âkis Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi olan Risâle-i Nur’un te’lifindeki ve şimdiye kadar neşrolan asliyetindeki kudsiyetini muhafaza ile, genç ve körpe dimağlara, berrak gönüllere bu Kur’ân nurlarının ulaştırılmasıdır. “Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım bir nevî çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile, bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için Kur’ân’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risâlelerini ihsan etmiş” diyen bir Üstadın hayatını, şahsiyetini ve eserlerini nazara vermektir. Ve “Nur” ism-i şerifine mazhar nuranî bir külliyede Nurların dersinde, tahririnde, okunup yazılmasında biiznillâh tecellî eden ebedî mürşid-i manevîyi genç nesillere takdim etmektir. Ve sizden beklenen de zaten budur. Ve Allah size böyle çok büyük, çok küllî bir hizmet imkânı bahşetmiş bulunuyor. Sadeleştirme perdesi arkasında, bu küllî nimet ve mazhariyet gizlenmeye ve sathîliğe çevrilebilir. Buna asla müsaade etmeyiz ve etmemelisiniz. Evet şimdi Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği bu kadar maddî-manevî imkânlar, inayetler içerisinde ehemmiyetle üzerinde durulacak husus: “Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” diyen bir kudsî Üstadın meslek ve meşrebi içerisinde hizmete devam etmektir.

Son olarak: Hz. Üstadımızın Emirdağ ve Isparta’da dış kapının iç kısmına astırdığı ve her gelene de okumasını emrettiği ve lâhikalarda dercedilen birkaç mektubun bazı kısımlarını takdim ediyoruz:

“Herbir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu hey’et bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa, Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar; hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası-II, sh. 104)

“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki:

İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, zafiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risâle-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki: Allah için benimle görüşmek isteyenleri, görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, duâlarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim.” (Emirdağ Lâhikası-II, sh. 191)

Aynı mânada, Hz. Üstadın hanımlar taifesine yazdığı dersindeki bir parça ile, Nurların okunmasının, semavât ehlinin takdirine mazhar olduğuna dair bir parçayı da dercediyoruz:
“Ben işittim ki; benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün manevî kazançlarıma ve duâlarıma Nur Şâkirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risâle-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur Şakirdlerinin manevî kazançlarına ve duâlarına da hissedar oluyorsunuz.” (Lem’alar, s. 203)

“O dersler ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakk’ın zişuur çok mahlûkatı vardır ki, hakâik-ı imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zineti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

Yâni: Semâvat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillâh sohbet ve zikir ve fikir ve tefekkür için bir-iki adam bir-iki nefes yâni bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sani-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sani’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

“Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Önümüzdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.” (Barla Lâhikası, s. 260)

Nurlarla meşgul olmanın yani okumak, dinlemek veya yazmak suretiyle iştigalin aynen Hz. Üstad’la manevî görüşmek ve ondan ders almak hükmüne geçtiğini ve bu dersler yalnız fikrî ve ilmî istifade olmayıp, Nura talebe olma ve şirket-i maneviye sırrına mazhariyet gibi küllî ve umumî bir hayır ve nura nailiyet bulunduğunu göstermektedir. Bu gibi küllî, kudsî neticeler ise, Risâlelerin sadeleştirilmesi gibi tahrifat hükmüne geçen tasarruflarla elde edilmez. Ve maksadın tam aksine, gençlerin ve nesillerin istifade ve istifazalarına mâni olunmuş olur.



Risâle-i Nur neşriyatında talebelerinden: SAİD ÖZDEMİR - AHMED AYTİMUR

Hz. Üstadın hizmetinde bulunan talebelerinden HÜSNÜ, BAYRAM, SUNGUR
 

Nebizade

Member
“Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.” (Mektubat, 26. Mektub)

Risale-i Nur Külliyatından istifade eden ve ders alan herkes onun bir nevi talebesi sayılır ve bu talebeliğin mertebeleri vardır.

Demem o ki; Risale-i Nurdan ders alan bir kişi olarak üstadımız talebeliğin hassası ve şartını belirtilen Risale-i Nurları kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıkmak şartına dayanarak sadeleştirmeye karşı olduğumu belirtmek isterim.
 
Üst